019: Choi San haddini aştı

Dikkat: İntihar girişimi!

Bu hayatın benim için
doğru hayat olup olmadığını
merak ediyorum

10 Temmuz

Wooyoung tek odalı evinin koyu gri duvarına bantla yapıştırılmış eskimiş takvimine baktı. Tarihin üzeri kırmızı tahta kalemle sertçe işaretlenmiş, beyaz takvim kağıdının üzerinden göze çarpıyordu.

Wooyoung ellerini kot pantolonun ceplerine sokarken derin bir nefes aldı. O gün bu gün.

Ne işlerin böyle gitmesini ne de bugünün son olmasını hiç planlamamıştı. Hatta birkaç ay öncesinde sırf yaz ayı olduğu için öylesine Temmuz'u seçerken eğer o zamana kadar kendisini toparlayabilirse bu işe kalkışmayacağına dair yemin etmişti kendisine.

Ama göründüğü üzere başarısız olmuştu. Fakat artık sorun değildi, bugünden sonra başarısız olma şansı da olmayacaktı zaten.

Wooyoung takvimi kapattı ve daha fazla bakmak istemediği için dağınık yatağının üzerine fırlattı.

Kaşlarını çatarak parmaklarıyla saçlarını aşağıya doğru taradı ve yanındaki küçük aynada kendi yansımasını gördüğünde ağzından bir kıkırtı kaçtı.

Nefret ettiği gözleriyle yüzünü, burnunu ve gergin dudaklarını inceledi. İçi bomboşken gülebilmesi kendisini şaşırtmıştı.

"Bir daha senin yüzünü görmek zorunda kalmayacağım," diye fısıldadı Wooyoung, delirmiş gibi sırıtıyordu. "Bugün sana baktığım son gün olacak." Bir adım geriledi. Hoşça kal.

Zihni tıpkı bu sabah yağan sağanak yağmur gibi düşüncelerle dolup taşıyordu. Wooyoung bir şeyin engellemesine izin vermeden kendisini apartmandan dışarı attı.

Kapının kilit sesi kalp atışıyla eş zamanlı yankılandı ve bir saniyeliğine Wooyoung destek almak için kapıya yaslandı. Kısa bir nefes aldı, parmaklarını dizlerine geçirmişti resmen. Bacakları jöleye dönüşecekmiş gibi hissediyordu.

Etrafındaki hayat normal bir şekilde devam ediyordu. Büyük sokak lambaları karanlığı bal sarısı rengiyle aydınlatıyor ve baktığı her yerde ışığın oluşturduğu haleleri görüyordu. Wooyoung'un sağında sırasıyla evler vardı; pencerelerine, birazdan ne yapacağından bihaber olan mutlu insanların gölgeleri yansıyordu. Birkaç çocuk futbol topunu ona doğru atmıştı ama o topu tekrar geri gönderemeden çocuklar hızla koşarak topu almışlardı. Zaten uğraşmak da istememişti.

Wooyoung yürümeye başladı, spor ayakkabıları bir kaldırama bir asfalt yola sürtüyordu. Hiç takılmadan o kadar yol gitmesine şaşırırken gökyüzüne baktı, mahalledeki sesler gittikçe arka planda kalıyordu.

Mükemmel bir lila rengi görüş alanını doldurdu, Wooyoung'un dikildiği yerden sonsuz gibi görünen küçük parıldayan yıldızlarla doluydu tamamen. Çok güzeldi; Wooyoung'un hayatında gördüğü en güzel gökyüzüydü. Yaşadığı ironiyle dudaklarında acı bir gülümseme belirdi.

Wooyoung, onca şeyin içinde gökyüzüyle dikkati dağıldığı için kendisine sinirlenirken yürümeye devam etti.

Geçen her bir dakikayla Wooyoung için adım atmak daha da kolaylaşıyordu. Varış yerine ulaştığındaysa durdu, gerginliğini baştan aşağı vücudunun her yerinde hissediyordu. İleride, daha önce içine girildiği için ayrılan ve altındaki toprak yolu ortaya çıkaran bir çalı topluluğu vardı. Diğer insanlara sadece ideal bir tırmanma yolu gibi görünen yer, Wooyoung için ikinci bir ev gibiydi; dış dünyadan biraz olsun kaçmaya ihtiyacı olduğunda tek kaçış yoluydu.

Ve işte şimdi geri gelmişti, bu kaçış yolunu tekrar kullanmak için hazırdı.

Etrafında kimsenin olmadığından emin olduktan sonra – buradaki çoğu insan tarafından bilinen bir yer için biraz garip bir durumdu– Wooyoung kaymamaya dikkat ederek önündeki çıkıntıya tırmandı. Attığı her adımla toz kalkıyor ve zaten çoktan kirli olan spor ayakkabıları lekeleniyordu ama Wooyoung'un umurunda değildi.

Gökyüzü kararırken iyice çivit mavisine dönmüştü. Etrafını çevreleyen uzun ağaçlardan dolayı yıldızlar çok az görünüyordu, pürüzsüz görünen hilali ağacın yaprakları gizliyordu.

Wooyoung telefonunu çıkardı ve flaş ışığını açarak ilerlemesi gereken yolu görebilmek için ileriye doğru tuttu. Bu arada kalp atışları normale dönmüştü, beklenen son için oldukça hazırdı.

Akan suyun sesiyle birlikte toprak kokusu küf kokusuna dönüşürken Wooyoung'un boğazına bir yumru yerleşti. Bunun onun için ne anlama geldiğini bilmesine rağmen yine de gülümsedi. Artık geri dönüşü yoktu.

Önünde iki yol vardı. Sağdaki büyük olan ormanın derinliklerine doğru gidiyordu. Fakat soldaki yol daha sık kullandığı yoldu, ayakları çoktan tanıdık yolu takip etmeye başlamıştı.

Kemiklerindeki yorgunluk çok alışkın olduğu bir histi; onu karşılayan bir kucaktı. Bacakları yanıyor ve ciğerleri ağrıyordu, boynundan sıcak ter damlaları süzülüyordu ama Wooyoung bir saniye bile durmadan hızlanırken hepsini görmezden geliyordu.

Nehrin tuzlu kokusu duyularını ele geçirince göğsündeki ağırlık anında yok oldu. Aşağı dökülen suyun sesi neredeyse sağır ediciydi ama yine de iyi geliyordu. Burada Wooyoung düşüncelerinden kurtuluyordu. Burada, tıpkı her zaman olduğu gibi yalnızdı, ölüm ve yaşam arasındaki dengeyi kuruyordu.

Uçurum Wooyoung'un son gördüğüne göre daha az umutsuz hissettirmişti, uzun eğimi belirli yerlerde içe yontulmuş gibiydi ve acımasız havadan dolayı incelmişti.

Berbat durumuna rağmen, kenarda birkaç çiçek açmıştı ve umutsuzluğun ortasında ortaya çıkan bir renk cümbüşünü andırıyorlardı.

Kaos içindeki nehir, tıpkı Wooyoung'un hissettiği gibi gergin bir şekilde aşağıdaki kayalara çarpıyordu. Ay'ın altında su bulanık görünüyor, ona gözyaşlarını anımsatıyordu. Ne tesadüf, diye düşündü, yüzünden akan yaşlar gibiydi. Silmekle uğraşmadı bile.

Tek bir adımla düşmüş olacaktı ve uçurumun yüksekliğiyle büyük ihtimalle ölmüş olacaktı ki zaten istediği de buydu.

Gerçekten bunu yapacağına inanamıyordu. Ama yine de er ya da geç bunun olacağını biliyordu. hatta bunca zamandır yapmadığına inanamıyordu.

O anda Wooyoung'un zihninin bu kadar sessiz olması çok garipti. Ölüme bu kadar yakınken zihninin onu tam tersi için ikna etmeye çalışacağını düşünürdü ama ucuz atlattığını düşündü. Ölmek için bu kadar kararlıyken zihninin kararlarını tekrar gözden geçirmesine ihtiyacı yoktu; bu onun için sadece vakit kaybı olurdu.

Burnunu çekerek öne doğru bir adım attı, düşmek için hazırdı. Sanırım hepsi bu kadar.

Telefonu öttü, yeni bir mesaj geldiğini belirten tanıdık bildirim sesiydi. Wooyoung görmezden gelmeye niyetlenerek derin bir nefes aldı.

Bir kere daha bildirim geldi. Ve ardından bir kere daha.

Artık dayanamadığı için ekrana baktı ama mesajların kimden geldiğini görünce içini pişmanlık ele geçirdi.

-annem
Wooyoung, neredesin?

-annem
Evine gelip sana seslendim ama orada değildin.

-annem
Neredesin söyle bana. Seni görmem lazım.

Wooyoung'un göğsünü sıkan şey her neyse o kadar sıkıyordu ki neredeyse ölecek gibi hissediyordu. Kalp atışları düzensizleşmiş, aşağıya akan suyla bir olmuştu.

Tam atlayacakken ekranda annesinin numarası belirdi. o kadar çılgına dönmüştü ki aramayı cevapsız bıraktı.

-annem
Son kez soruyorum, neredesin?

Wooyoung düzgünce yazmayı umarak titreyen parmaklarıyla klavyeye basmaya zorladı kendisini.

-wooyoung
her aradığında sana neden cevap vermek zorundayım?

-wooyoung
bıktım artık

-annem
Bu ne cesaret?

-annem
Beş dakika. Seni sadece beş dakika daha bekleyeceğim. Bu kadar.

O anda Wooyoung'dan kulaklarına çok yabancı gelen bir kahkaha çıktı. Tabii, annesinden başka ne bekleyebilirdi ki?

-wooyoung
hayır.

-annem
Wooyoung!

-wooyoung
sana verecek param yok. Yok ve asla da olmayacak
hayatımı kontrol etmeye çalışmayı kes artık!

-wooyoung
zaten zor geçiniyorum!
neden anlayamıyorsun?

-annem
Benimle böyle konuşma! Ben senin annenim genç adam

-annem
Bir kerecik olsun bencilce ve düşüncesizce davranmayı kes

Wooyoung'un öfkesi onu yiyip bitiriyordu; hissettiği acı çok fazlaydı. Hala nefes alsa da ölüyor gibi hissediyordu, içindeki öfke nükleer patlamaya dönüşüyordu.

-wooyoung
burada bencilce ve düşüncesizce davranan ben değilim anne

-wooyoung
sana yardım etmem zaten başlı başına bir hataydı.
babam bizi terk edip ben çalışmaya başladığımdan beri tek yaptığın hiçbir şeyim kalmayana dek her şeyimi almaktı. Ve ben de sana izin verdim çünkü benim annemdin. Ama artık değilsin

-annem
Sen ve baban aynısınız.
Tam bir işe yaramazsınız.

O anda ıslak bir şek ekrandan aşağıya kaydı. Wooyoung'un tekrar ağladığını fark etmesi sadece bir saniyesini aldı.

-wooyoung
bu kadar işe yaramaz olduğum için
özür dilerim o zaman

-wooyoung
ama merak etme
bugünden sonra beni bir daha görmek zorunda kalmayacaksın

Birkaç saniye geçmesine rağmen annesinden mesaj gelmedi ama Wooyoung sabırsızlıkla bekliyordu.

-annem
On beş yaşındayken denediğin gibi kendini öldüreceğini söyleme bana

-annem
Artık on dokuz yaşındasın. Kendine gel artık

-annem
Bu kadar mı çok ilgiye muhtaçsın? Tekrar benimle yaşamaya başlamak ister misin? Ne istiyorsun Wooyoung? Ben seni düzgün bir evlat gibi yetiştirmek için çok uğraştım, dengesiz ve zihinsel hastalıklı biri olman için değil.

-annem
Seni anlayamıyorum

Wooyoung'un ayakları güçsüzleşince dizlerinin üzerine düştü.

-wooyoung
siktir git

-wooyoung
senden nefret ediyorum!
beni mahvettin
sen ve babam mahvettiniz beni

-annem
Hayır. Sen kendini mahvettin.

-annem
Eğer o kadar çok ölmek istiyorsan yap o zaman.
Seni durduran ne? Doğduğundan beri benim için sadece bir yük oldun. Seni sevmeye çalıştım, gerçekten denedim ama beni sürekli hayal kırıklığına uğrattın.

-annem
Beni perişan ettin.

Dayanılmaz bir acı Wooyoung'un kalbine saplandı ve paramparça etti. Bomboş hissediyordu, annesinin mesajlarını sindirmeye çalışırken sadece kemik ve etten ibaret hissediyordu. Küçüklüğünden beri o kadının acımasız sözlerine maruz kalmasına rağmen bu sefer cidden çok fazla acıtmıştı.

Bu kadar mı korkunç biriyim? Sana bir anneye davranılması gerektiği gibi davranmaktan başka ne yaptım ki? Wooyoung burnunu çekti, görüşünün engelleyen yaşlardan kurtulmak için tekrar tekrar gözlerini silmek zorunda kalıyordu.

"Her çocuk bir anne babayı hak eder ama her anne baba bir çocuk hak etmez." Sekizinci sınıftayken ona bakan hemşirenin sözleri zihninde yankılandı. Kalemini çalan bir çocukla küçük bir kavgaya girişmişti ve sonucunda dudağında bir kesik oluşmuş ve anne babasıyla konuşmak zorunda kalmıştı.

Kadın ona bakmıştı, gözleri içtendi ama Wooyoung onun gözlerine uzun süre bakamamıştı, anne babası olaya karışacağını için çok korkmuştu.

"Umarım seninkiler sana iyi davranıyordur?" diye devam etmişti. "Eğer davranmıyorlarsa her zaman gelip benimle konuşabilirsin. Ya da üzgün hissettiğinde ve konuşacak kimse bulamadığında da gelebilirsin. Aynı zamanda rehber olduğumu biliyorsun."

Wooyoung o zaman sadece anne babasının ne kadar iyi insanlar olduğu hakkında yalanlar uydurabilmişti çünkü o zamanlar en çok buna inandırmak istiyordu kendisini.

Ne kadar da safmış.

Toplayabildiği tüm gücüyle tekrar ayaklarının üzerinde dikildi. Annesinin hala ekranın başında olduğunu biliyordu, yaralarını daha da deşebilmek için Wooyoung'un bir şeyler söylemesini bekliyordu.

-wooyoung
o zaman öyle perişan kal çünkü ölmeyeceğim

-wooyoung
umarım benim varlığım bana yaşattığın acının kat be katı sana acı yaşatmaya devam eder.

-wooyoung
umarım benim yaşıyor oluşum beni mutsuz ettiğin kadar seni de mutsuz eder
umarım hayatının geri kalanı boyunca öyle perişan öyle acı içinde kalırsın anne

-wooyoung
sen bunu hak ediyorsun

O anda telefonu, onu doğuran kadının attığı öfkeli mesajlar tarafından bombardımana uğradı ama hepsini görmezden geldi. Saniyeler sonra da onu engelledi.

Su tam altından aşağıya dökülürken ona işaret veriyordu.

"Bugün değil," diye mırıldandı Wooyoung ve uçurumun kenarıyla arasına daha fazla mesafe koydu. Karanlık gökyüzüne bakarken derin nefes alıp verdi. Artık yıldızların çoğu gitmişti, sadece birkaç tanesi mücevher gibi parlıyordu karanlıkta.

Wooyoung gülümsedi. "Sanırım tek sahip olduğum sizsiniz, ha?"

Elbette onlardan cevap alamadı ama sorun değildi. Varlıkları bile ihtiyacı olan güveni veriyordu.

Yalnız değildi.

Wooyoung, ellerini ceplerine sokarak eski mahallesine tekrar girerken geçmişin anıları tekrar belirmişti. Ve bu çok sinir bozucuydu çünkü bu öğlen vaktinde düşünmek istediği şey kesinlikle bu değildi.

Sokak aynıydı; günün bu vaktinde boş ve ıssızdı, gökyüzünün canlı turuncu rengi bölgeyi aydınlatıyordu.

Buradan ayrılmasının üzerinden çok geçmese de bir bakıma oldukça nostaljik hissettiriyordu. Otobüs durağının yanında sıralanan ağaçlar, Bayan Lee'nin taşınmadan önce limonata sattığı geniş çimenlik, okuldan sonra çocukların gittiği kamp alanına çıkan batı yolundaki basketbol sahası... Wooyoung'un baktığı her yerde bir geçmiş anısı canlanıyordu; bir zamanlar sahip olduğu hayatı izliyor gibiydi.

Her ne kadar burada çok fazla insanla konuşmasa da hayat hikayesinde yer alan her bir kişinin yüzünü hala hatırlıyordu.

Wooyoung eski evinin önüne geldiğinde yeni biri taşındı mı diye merak ederek bir süre eve bakmaktan kendisini alamadı. Kimsenin taşınmadığını umdu; ev sahibi berbat biriydi ve ev de bok gibiydi.

Gözlerini evden çekerek en yakın eve doğru ilerledi, kalbi ağzında atıyordu.

Bu saatte evde olur mu ki? diye düşündü Wooyoung. Alt dudağını ısırırken nedensizce aşırı gergin hissediyordu.

Onu neredeyse vazgeçirecek düşünceleri umursamayarak kapı ziline bastı ve sanki zil tarafından ısırılmış gibi elini hızla geri çekti.

"Biraz sakin ol," diye mırıldandı ama bir yanıt gelmeyince sakinleşememişti. Tekrar zile basmayı düşündü ve tam yapacakken kapı aniden açılınca onu şaşırttı.

Ayrıca Wooyoung koca bir aptal olduğu için bir şeye takıldı ve dengesini kaybederek neredeyse düşerek kendisini utandıracaktı.

Bir kol uzanıp dirseğinden yakaladı ve kendisine çekerek başının göğsüne çarpmasına neden oldu. Ani darbe yüzünden yüzünü buruşturdu, iyice şaşkına dönmüştü.

"Eyvah! Çok özür dilerim!" dedi bir ses, ses tonu derin ve açıkça şaşkındı. "İyi misin?"

Wooyoung başıyla onayladı ve derin nefes alınca burnuna meyve ve... kurabiye kokusu geldi. "Evet. Evet... iyiyim."

"Sertçe tuttuğum için kusura bakma." Ve kolunu bıraktı. "Düşmeni istemedim. Merdivenler birisinin poposu için fena olabilir."

O anki durumuna rağmen Wooyoung güldü. Ciğerleri sıkışmış gibi hissederken verandaya yaslandı ve nefesini düzene sokmaya çalıştı. Öksürdü. Siktir. "Sorun... değil."

"Seni bugün görmeyi cidden beklemiyordum."

Wooyoung bakışlarını kaldırdı ve işte Yeosang karşısında dikiliyordu. Çok farklı görünmüyordu ama karamel tonlarındaki saçları saç bandıyla geriye doğru bağlanmıştı ve yanağındaki una benzeyen şeyi ortaya çıkarmıştı.

"Şey, özür dilerim. Ben sadece... bilmiyorum... bugün seni ziyaret etmek istedim... sanırım?" Wooyoung'un gözleri çikolata gözlerle buluşunca hızla bakışlarını kaçırdı ve boğazını temizledi. "Eğer meşgulsen gidebilirim."

Sanki Wooyoung iki aydan fazla süredir onu geçiştirmemiş gibi Yeosang gülümsedi; sanki tanıştıkları ilk anda Wooyoung onu görmezden gelmemiş gibiydi. "Hayır, meşgul değilim. Yani... biraz meşgulüm ama konuşamayacak kadar meşgul değilim." Kendi söylediklerine kıkırdarken kapıyı işaret etti. "İstiyorsan girebilirsin."

Wooyoung bunu beklememişti. Planı selam verip Yeosang'la biraz muhabbet etmek ve ardından gitmekti. Yeosang'a olan davranışı yüzünden onun misafirperverliğini hak etmediğini biliyordu, o yüzden evine davet etmesi onu şaşırtmıştı.

"Girebilir miyim?" diye sordu tekrar, bu kadar aptalca davrandığı içn kendisini tokatlamak istiyordu.

"Evet," dedi Yeosang başıyla onaylayarak ve Wooyoung'un yüzündeki şaşkınlığa gülümsedi. "Bu akşam için başka bir planın var mı?"

Soru Wooyoung'un aniden durmasına neden olmuştu. San'ın varlığıyla baş etmekle ve monotonlaşmış derslerine devam etmeye çalışmakla Ocak ayının ilk üç haftası çılgınca geçmişti. San her sabah şirkete gidiyor ve uyku ya da yorgunluk bedenini ele geçirmeden önce onunla konuşmak için zar zor zaman ayırabiliyordu. Elbette Wooyoung, San'ın kollarında uykuya daldığı her saniyeye değer veriyordu ama her ne kadar öyle değilmiş gibi davranmaya çalışsa da adamı o kadar meşgul görmek öz güvenine korkunç şeyler yapıyordu.

Wooyoung başını salladı. "Hayır. Yok sanırım."

Yeosang sanki içini görebiliyormuş gibi bakıyordu ona. "Nasıl gidiyor peki? Yani işin falan."

"İş mi?"

"Evet," dedi Yeosang tişörtündeki unu silkerek. "Yeni bir işin var değil mi? O yüzden taşınmak zorunda kalmadın mı?"

"Ah..." Wooyoung gözlerini kırpıştırdı, Yeosang'ın bunu nereden bildiğini düşünürken şaşırmıştı. "Evet. Evet, yeni bir işim var. Gayet... iyi."

"Bunu duymak güzel," diye cevapladı Yeosang. Şimdi Wooyoung daha yakından bakınca Yeosang'ın yüzünün sol tarafında, tam gözünün kenarını süsleyen pembemsi izi fark etti. Doğum lekesi olduğu belliydi ve kapatmak için hiç uğraşmadığına göre Yeosang'ın biraz bile olsa utandığı bir şey değildi.

"Ah, Eldiven'i fark ettin mi?"

"Ne?" diye sordu Wooyoung aniden. Yeosang'ın bakışlarını yakaladı; yavaşça batan güneş ışığında çok sıcak görünüyorlardı, saç rengi kadar altın sarısıydılar. Bakışlarını kaçırdı, Yeosang'ın tıpkı bir tablo gibi olan görüntüsü karşısında özgüveni biraz kırılmıştı. Sanki kutsal varlığıyla kendi alçak benliğini kutsuyor gibiydi. Ne kadar saçma bir benzetme.

"Doğum lekeme 'eldiven' diyorum," diye açıkladı Yeosang sanki tamamen normal bir şeymiş gibi. "...çünkü başparmağı aşağıya bakan eldiven gibi gözüküyor. Gördün mü?" Elini kaldırıp lekenin şeklini taklit etti ve siktir, Wooyoung gerçekten farketmişti.

"Gerçekten eldivene benziyor."

"Aynen." Yeosang kahkaha attı. Kapıyı daha da açtı. "Akşam yemeği yapıyorum. Neyse ki ikimiz için de yeterli etli güveç var."

Ve o anda iştah açıcı koku kapı girişine doğru geldi. Yeosang'ın davetkar gözleri Wooyoung'un yüzüne döndü.

"Emin misin?" diye sordu Wooyoung dudaklarını yalayarak. Yeosang'ın bu kadar iyi yemek yapabildiğini bilmiyordu. "Yani, kurabiye yapıyorsun sanmıştım."

"Yapıyorum," dedi Yeosang sırıtarak. "Onlar tatlı için."

"Anladım." Wooyoung, Yeosang'ın onu içeriye götürmesine izin verdi ve aniden her yere yayılan lezzetli kokularla karşılaştı. Mutfak tezgahının üzerinde duran kurabiyeleri görünce karnı guruldadı ama neyse ki Yeosang'ın duyabileceği kadar sesli guruldamamıştı.

"Masaya oturabilirsin," dedi Yeosang. Sırtı Wooyoung'a döner dönmez Wooyoung karnını ovuşturdu ve çenesini kapatmasını söyledi. "Yemeği hazırlayıp daha düzgün bir kıyafet giyeceğim."

"Sana yardım edebilirim," diye önerdi Wooyoung. Evin içini incelemesine engel olamamıştı. O bölgedeki diğer evler gibi küçüktü ama tıpkı fırından yeni çıkmış kurabiyenin hissettirdiği gibi rahatlatıcıydı. Az mobilyalı ve yıkık dökük duvarları olan önceki evine kıyasla Yeosang'ın evi yumuşak ışıklarıyla, nötr renkteki mobilyalarıyla ve krema gibi pürüzsüz duvarlarıyla çevrelenmiş bir yuva gibi hissettiriyordu. Çok güzeldi.

"Gerek yok Wooyoung," diyerek reddetti teklifini ama Wooyoung'un sormuş olmasına bile sevinmişti. "Biraz ani olsa da sen benim misafirimsin sonuçta."

"Üzgünüm."

"Sorun değil," diye ekledi Yeosang kıkırdayarak. "Buraya kadar geldiğin için gerçekten çok memnun oldum." Wooyoung'u şaşırtarak Yeosang ona televizyon kumandasını uzattı. "Akşam yemeği hazır olurken ne istiyorsan onu izle."

Wooyoung'un ağzı açıldı ama hiçbir şey çıkmayınca geri kapandı. Bunun gerçekleştiğine inanamıyordu. Ona karşı bu kadar soğukken Yeosang'ın neden bu kadar iyi davrandığını bilmiyordu. "Sen... sen ciddi misin?"

"Evet," dedi Yeosang omuzlarını silkerek. "Ne istiyorsan onu yap."

Yeosang mutfağa ilerleyip ocaktaki güvecin yanına giderken Wooyoung onu izledi. Neler oluyor?

Elindeki kumandaya baktı ve denemekten zarar gelmeyeceğini düşündü.

Netflix'teki Outerbanks dizisine daldı ve Yeosang sonunda yemeklerle ve içeceklerle belirdiğinde yanına oturdu. Diziyi beraber izlerlerken arada sırada yorum yapıyorlardı.

"Neden liseliler her zaman otuzlarında gibi gözüküyorlar?" diye düşündü Yoesang sesli bir şekilde beşinci bölüme geçerlerken.

Wooyoung limon aromalı sojusunu kafasına dikerken neredeyse boğuluyordu ama yine de omuzlarını silkti. "Bilmem." Yeosang onun için bardağını doldurup tabağına bir dilim daha et koyunca sessizce teşekkür etti.

Bir kez daha sessizlik içinde izlediler ama bölüm sona erdiğinde Wooyoung bir sonraki bölümü başlatmak için herhangi bir hareket yapmadı. Ve bu Yeosang'ın dikkatini çekti.

"Wooyoung?"

"Sanırım bir şey unutuyorum..." diye mırıldandı Wooyoung ve her neredeyse beceriksizce telefonu bulmaya çalıştı. "Dışarısı baya kararmış."

"Buraya otobüsle mi geldin?"

"Neden? Beni eve mi bırakmak istiyorsun?" diye sordu Wooyoung, lanet telefonunu bulmak için kıyafetlerini yokladı. "Nerede bu? Sannie benim için yeni almıştı, lanet olsun!"

"Sannie mi?" diye sordu Yeosang, sesi Wooyoung'u korkutmuştu. Ama Yeosang'ın sesi şaşkın falan değildi.

"Yok bir şey." Wooyoung kalan sojunun da hepsini yuttu, keskin sıcaklığı boğazına ve göğsüne yayılıyordu. "Yok bir şey."

Yeosang sessizce güldü. "Choi San , değil mi?"

Wooyoung hızla gözlerini kırpıştırdı. "Ne?"

Kahverengi saçlı adam yakınlaştı, sanki gerginlik gözlerine yansımış gibiydi. "Dinle, ben... ben Kim Hongjoong'u tanıyorum ve..."

Wooyoung'un ceketi titredi. Telefonunu çıkarmadan önce ceplerini buldu. Kilit ekranı San'ın mesajlarıyla doluydu, San'ın yüzünün üzerinde hepsi üst üsteydi (kendi fotoğrafını San koymuştu oraya). Yeosang'ın telefona baktığını görünce Wooyoung'un yanaklarına ateş bastı.

"Siktir." Sakar parmaklarıyla telefonun kilidini açarken Wooyoung'un mesajları düzgünce okumak için zamanı bile olmamıştı çünkü o anda San'ın numarası ekranı aydınlatmıştı. "Siktir."

"Sorun ne?" diye sordu Yeosang, sabit ses tonu az da olsa Wooyoung'un gerginliğini yatıştırmıştı. "Burada olduğunu bilmiyor mu?"

Wooyoung, Yeosang'ın tüm bunları nasıl bildiğini düşünmek için San'ın aramasına o kadar çok odaklanmıştı ki hızla telefonu kulağına götürdü. Ayağa kalktı ve Yeosang'a baktı, hafiften sersemlemişti. "İzninle."

Yeosang başıyla onayladı. "Tabakları makineye yerleştireyim."

"Wooyoung?" dedi San, Wooyoung koltuğa yaslanır yaslanmaz. Sanki Wooyoung'la konuşmak için bu son şansıymış gibi sesi endişeli –çılgına dönmüş—gibi geliyordu. "Sen misin? Yoksa başka biri misin?"

"Selam Sannie, benim." Wooyoung ensesini ovaladı. "Mesajlarına cevap vermediğim için özür dilerim. Telefonu titreşime aldığımı fark etmemişim."

"İyi olduğuna sevindim," diye cevap verdi San ve derin bir nefes aldı. "Eve geldim ve hiçbir yerde seni bulamadım. Ben –ben deliye döndüm... tanrım, neyim var bilmiyorum."

San onu göremese bile Wooyoung başını salladı. "Hey, sorun yok. Ben iyiyim. Ee," dedi boğazını temizleyerek. "Aslında önceden komşum olan kişiyle buluştum bugün. Beni akşam yemeğine davet etti ve gayet güzel geçti. Sana önceden haber vermediğim için üzgünüm."

Duraksama oldu. "Öyle mi?" San'ın ses tonu anlaşılmıyordu ama farklıydı. "Peki. Kim o?"

"Yeosang."

"Ah." Bir başka garip, uzun bir duraksama oldu.

"San, sen iyi misin?"

Hattın diğer ucundan bir ses geliyordu, araba kapısının kapanması gibiydi. "Ben iyiyim. Senin işin bitti mi?"

"Şey," Wooyoung, Yeosang'ın mutfaktan çıktığını gördü. "Galiba bitti. Otobüse binip..."

'Seni eve bırakabilirim,' dedi Yeosang sadece dudaklarını oynatarak.

"Woo?" diye sordu San.

"Yeosang beni eve bırakabileceğini söyledi," diye cevap verdi Wooyoung.

"Aslında ben dışardayım."

"Ne?" Wooyoung'un gözleri büyüdü, San'ı yanlış anladığında korkmuştu.

"Dışardayım," diye tekrarladı San. "Lütfen, dışarı gel. Seni eve geri götüreceğim."

Wooyoung kapıyı iterek açınca sert soğuk yüzüne vurdu. Karlar hafifçe karanlık gökyüzünden aşağıya süzülüyorlardı ama ona rağmen Yeosang'ın evinin karşısına park edilmiş siyah SUV'yi görebiliyordu. Ve onun yanında, kalın beyaz mont ve gri berenin içinde, telefonu kulağında tutan San vardı.

San onu çoktan görmüştü, yüzü kocaman gülümsemeyle aydınlanmıştı. Wooyoung ne hissetmesi gerektiğini bilemiyordu.

"Ah, gelmiş," dedi Yeosang arkasından, ses tonunda hafiften kıkırtı vardı. Onun görünmesiyle San'ın gülüşünün kararmasını görseydi muhtemelen o sesinden eser kalmazdı.

Telefonunu kapatıp ceketinin cebine geri koyarken Wooyoung'un içindeki gerginlik alev almaya başlamıştı. "İyi geceler Yeosang," dedi gözlerini hala San'ın üzerinde tutarken.

"İyi geceler Wooyoung. Bir ara tekrar takılmalıyız," diye cevap verdi Yeosang içtenlikle. Wooyoung'un çok hoşuna gitmişti. "Geldiğin için çok mutlu oldum."

"Tabii ki." Wooyoung, San'a doğru ilerlerken kar taneleri tenini okşuyor, gecenin esintisi göğsüne çarpıyordu ama onu asıl ürperten şey San'ın gözlerindeki ifadeydi.

"Woo..." San eline dokundu ama Wooyoung elini geri çekti.

"Burada ne yapıyorsun?"

San omzunun üzerinden Yeosang'ın evine baktı ve ardından bedeni gevşedi. "Bunu evde konuşuruz."

"San," dedi Wooyoung sertçe San'ın gözlerine bakarak. Zihninde milyonlarca soru vardı ve hepsi bir cevap istiyordu. "Onunla buluşacağımı sana hiç söylemememe rağmen Yeosang'la olduğumu nereden biliyorsun? Onu tanıyor musun?"

San cevabı çok hızlıydı. "Tanımıyorum."

"O zaman beni nasıl buldun?"

San'ın çenesi kasıldı ama suçlulukla bakan gözleri yumuşacıktı. Wooyoung'un bakışlarını görmezden gelerek SUV'nin kapısını tuttu. "Eve gittiğimizde anlatacağım."

Wooyoung'un içindeki hiddet daha da büyüdü ve midesinin bulanmasına neden olan bir tür korkuyla bir oldu. "Bana aldığın telefonla beni takip mi ettin?"

San tekme yemiş bir köpek gibi yere baktı. "Wooyoung, bin. Lütfen."

Wooyoung buna inanamıyordu. "San... bana cevap ver."

"Endişelendim, tamam mı?" dedi San. "Seni çok merak ettim. Aradım, mesaj attım ama bana geri dönmedin. Ben... ben korktum. Sanki bir anda ortadan kayboldun. Sana bir şey olmasını istemedim."

Wooyoung boğazına oturan yumruyu yutmaya çalıştı. "Eninde sonunda sana dönerdim. Benim haberim olmadan beni neden takip ettin? Beni niye takip ettin?"

"Çünkü gitmenden korktum," diye fısıldadı San. Wooyoung ona baktığında burnu pembe, gözleri kan çanağıydı. Aniden Noel Arifesi gecesine geri gitmişti sanki. "Benden bıktığın için beni terk etmenden korktum. Nerede olduğunu bulunca, ben... düşündüm ki—"

"Aldattığımı düşündün." Kelimeler Wooyoung'un dudağında acı bir tat bırakmıştı. San'ın sessiz kalışı durumu daha da kötü hale getirince güldü, artık yorulmuştu.

Ters yöne doğru ilerlemeye başladı ama San hızla ona yetişip kolunu tutunca çok da uzaklaşamadı.

"Ne-nereye gidiyorsun?" diye sordu, yüz ifadesi tamamen panikle kaplanmıştı.

"Otobüse bineceğim. Sonra görüşürüz." Wooyoung'un sesini bu kadar sakin tutabilmesi mucizeydi.

"Wooyoung, yapma böyle."

"Neden ben—" Wooyoung duraksayarak sert bir nefes aldı. "Hadi ama hyung. Sen bana hiç güveniyor musun ki? Sana neden öyle bir şey yapayım?"

"Ö-özür dilerim."

"Biraz yalnız kalabilir miyim? Hayta hayır, yalnız kalacağım. Bu gece seninle evine gidebileceğimi sanmıyorum," dedi Wooyoung. Sinir ve öfke, hayal kırıklığının ateşini söndürüyordu. Telefonunu çıkarttı ve sertçe San'ın titreyen avcuna koydu. "Bu sefer beni takip edemeyeceksin."

"Wooyoung, lütfen, özür dilerim," diye özür diledi San. "Geç oluyordu ve yanımda olmana ihtiyacım vardı ve... ve çok korktum. Seni kaybetmek istemedim."

"Ve sen de bu yüzden mi benim telefonuma takip cihazı yerleştirmeye karar verdin?" Wooyoung yere baktı ve bir anda farkındalık yüzüne vurdu. "Telefonu bu ayın başında aldın bana. O zamandan beri beni izliyordun."

"Seni izlemiyordum—"

"Ne yapıyordun o zaman? Ben sana asla böyle bir şey yapmazdım ve tahmin et neden? Çünkü sana güveniyordum."

"Çok özür dilerim. Çok, çok özür dilerim Wooyoung-ah. Affet beni. Lütfen."

O anda Wooyoung, San'a, parıldayan çaresiz gözlerine, titreyen dudaklarına ve çökmüş omuzlarına baktı; tanıdığını düşündüğü bu kişinin böyle bir şey yaptığına asla inanamıyordu.

Wooyoung bakışlarını üzerinden çekti çünkü San'ı izledikçe daha da öfkeleniyordu. Onun için çok kötü hissediyordu. "Eve git ve uyu. Yarın iş yerine gitmek için iyice dinlenmen gerek."

O anda, sokak ortasında dikilirlerken San onu kendisine çekti ve öptü. Parmakları yüzünü kavrarken dudakları istekle Wooyoung'un dudaklarının üzerinde hareket ediyordu. Tuz tadı gelmişti ağzına. "Gi-gitme. Lütfen gitme."

Wooyoung kendisini geri iterken etrafta kimse olmadığı için rahatladı. Yine de kalp atışları beyninde öyle bir yankılanıyordu ki bayılacak gibi hissediyordu.

Yeni bir duygu da gün yüzüne çıkmıştı: dehşet. Wooyoung o kadar dehşete düşmüştü ki her şey onun için dayanılmaz bir hale gelmeye başlamıştı.

"Lütfen gitme."

"Gitmiyorum, lanet olsun!" diye bağırdı Wooyoung. O uçurumun kenarında dikiliyormuş gibi hissediyordu, sanki kendisinin ve hayatının kontrolünü kaybediyormuş gibi hissediyordu. "Üzgünüm ama biraz mesafeye ihtiyacım var. Geri geleceğim. Eve git hyung."

"Wooyoung..."

"Eve git."

San gidesiye kadar Wooyoung ilerlemedi ama San gittikten sonra sanki parçalara ayrılıyormuş gibi hissetmeye başlamıştı. Ve her ne kadar nefes alırsa alsın sanki su altında sıkışıp kalmış, çıkış yolu bulamadan daha da derine batıyormuş gibi hissediyordu.

Doğru şeyi mi yapıyordu?

✤✤✤

___________________________________________________

Sizce San'ın yaptığı şey doğru mu? Ve Wooyoung verdiği tepkide haklı mı?

Yeosang da masum görünüyor ama onun da bir sırrı var sanki? Sizce ne olabilir?

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top