001: Jung Wooyoung umursamaz


Hayat zor
Kaçış yolu bulamıyorum

Wooyoung o sabah her zamanki gibi yorgun, sinirli, ve huysuz bir halde uyanmıştı. Uykulu gözlerle boyası dökülen tavanına bakarken gözlerini kırptı; bir kere, iki kere derken ardından alarmın çalmaya başladığı telefonuna vurarak alarmı erteledi. Telefonuna gereğinden sert vurması umurunda değildi. Eski telefonunun ekranı zaten oldukça kırıktı.

Uykusundan tekrar uyandığında henüz on dakika geçmişti ve o anda loş odanın içinde saatin 6:35 olduğunu bulanık bir şekilde gördüğünde gözlerinin yerinden çıkacak gibi olmasının nedeni eğer o anda götünü kaldırıp vaktinde hazır olmazsa geç kalacak olmasıydı.

"Siktir siktir siktir," diyerek küfür ederken üzerindeki ince örtüyü tekmeledi. Sakarlığı yüzünden neredeyse yatağından düşüyordu ama ne onu düşünecek vakti vardı ne de uyku mahmurluğuyla motor becerilerinin zayıflığına hayıflanacak hali vardı çünkü otuz dakikadan daha kısa bir süre içinde evinden çıkmazsa Medya profesörü olan cadaloz kadın kellesini uçurabilirdi.

Jung Wooyoung okulu pek umursayan birisi değildi. İlkokuldayken öğrenmenin onun için yüz kat zor ve karmaşık olduğundan beri de asla umursamamıştı. Bu yüzden sırf ailesini hayal kırıklığına uğratmamak için okula gidiyordu- fakat ailesini sayısız kez hayal kırıklığına uğrattığına emindi.

Ama Bayan Nam yoklama konusunda oldukça katı birisiydi ki Wooyoung bunun nedenini anlamıyordu. Anlamaya da çalışmıyordu zaten çünkü son zamanlarda kimseyi anlamakla uğraşmıyordu. Kendisini bile umursamıyordu.

Wooyoung'un kullandığı banyo karanlık ve daracıktı. Hızla eliyle ışığı açmaya çalıştı ama lamba yanmamıştı. Ama muhtemelen başka bir zaman yanardı. O konuyu düşünmek için Wooyoung'un kafası oldukça doluydu. Ev sahibinin şikâyetlerini dinlemek isteyeceğini sanmıyordu, zaten kirayı vaktinde ödemekte zorluk yaşıyordu.

Wooyoung banyodaki aynada kendisine bakmamaya çalıştı; eski, küçük şey uzun zamandır çatlaklarla dolu olmasına rağmen yenisini alacak ne vakti ne de parası vardı. Ve yansımasını gösteren en küçük parçası bile bir mıknatıs gibi kendisini çekiyordu.

İç yakıcı sabırsızlık ve o bulanık ama kalıcı melankoli direkt deniz yeşili ve kahverengi gözlerine bakarken kendisine sinir olmuş bir şekilde gözlerini kırpıştırarak kaşlarını çattı. Ne yapıyorsun sen?

Wooyoung'un gözlerine olan nefreti kelimelerle açıklanamayacak kadar çok güçlüydü ve yansımasına bakarken içinde kaynayan öfkeye engel olamıyordu. Sol gözü canlı bir deniz yeşili renkle parlarken akşam karanlığındaki deniz fırtınasını anımsatıyordu ona. Renkler o kadar parlaktı ki her uyandığında olduğu gibi onu rahatsız ediyordu.

Heterokromi. Doktorlar böyle demişti. Sol gözü kendisini bildiğinden beri öyle görünüyordu. Çocukken asla umursamamıştı çünkü zihni diğer çocukların düşündüğü şeylerle doluydu. Ama annesi nefret etmişti. Hatta iğrenmişti. Yanlış bir şeyler olduğunu düşündüğü için gözlerinin öyle olduğunu düşünüyordu öyle ki doktorlar her seferinde Wooyoung'un gözlerinin oldukça sağlıklı olduğuna dair defalarca dil döktülerse de onlara inanmıyordu.

Çocuk olan Wooyoung tabii ki bu durumdan etkilenmişti ve büyüdükçe sol gözüne katlanamaz olmuştu. Artık o kadar da fazla umursamıyordu ama ne zaman gözünü görse o tiksinti kendisini hissettiriyordu.

Wooyoung duş alırken aklından bir sürü şey geçerken geç kalacağını bilmesine rağmen vücudunu ovalamayı es geçmemişti. Bazen neden hala uğraştığını, uzun zaman önce hevesini yitirmesine rağmen neden hala her gün okula sürüklendiğini merak ediyordu.

Cevap anında zihninde belirmişti. Çünkü buna alışkındı. Sabahları belli bir saatte kamaya alışkındı, sol gözünden nefret etmeye alışkındı, meraklı komşusunun muhabbetlerinden kaçmaya alışkındı, umurunda olmayan derslere katılmak için yataktan çıkmaya ve diğer birçok şeye alışkındı. Bu hayata alışkındı çünkü bildiği tek şey buydu. Hayatının mükemmellikten uzaktan yakından alakası olmadığını bilmesine rağmen yine de ona o sahte güven duygusunu veriyordu.

Ama bir şeye alışmanın olayı zaten buydu; istesen bile bırakamıyorsun ve seni içten öldürmesinin de bir önemi olmuyor. Hiçbir önemi olmuyor.

Wooyoung sol gözüne kahverengi lensi taktıktan sonra deli gibi uzun saçlarını taradı ve işini bitirdikten sonra kendisini spor ayakkabılarını giymek için zorladı. Neyse ki yüzünde iki günde bir tıraş edeceği kadar sakal yoktu yoksa çok daha fazla geç kalabilirdi.

Kutu kadar mutfakta adımlayarak kahvaltı için ne yiyeceğini düşünürken bir parmağıyla üst dudağını ovalıyordu. Evet, tıraş olmasına gerek olmadığı için sevinmişti ama mutfak dolaplarının Sahra Çölü gibi bomboş olduğunu fark ettiğinde hayal kırıklığı sevincini gölgede bırakmıştı.

Sorun değil, diye söylendi kendi kendisine ve sözlerini kendi söylediğine inanasıya kadar tekrar etti. Eşyalarını alıp ufak, tek odalı dairesinden çıkarken komşusunun da kendi evinden çıktığı görmesiyle gözlerini devirdi. Neyse ki çocuğun görüş alanı dışındaydı da belki o görmeden bir şekilde kaçabilirdi.

"Günaydın Wooyoung!"

Wooyoung anahtarlarını kapı deliğine sertçe sokunca demir neredeyse kırılacaktı. Derin bir nefes alarak arkasına döndü, komşusunun gözleri üzerine mıhlandığından dolayı gerilmişti.

Kang Yeosang kötü birisi değildi aslında ama evine taşındığından beri had safhadaki neşeli ve vurdumduymaz hali Wooyoung'a işkence eder gibiydi çünkü katlanmıyordu. Neredeyse her sabah Yeosang'ı bu kadar enerjik görmesi Wooyoung'u deli ediyordu ama eğer bu durumu ona belli ederse dallamanın teki gibi görüneceği için katlanıyordu. Her seferinde.

Yeosang'ın yuvarlak gözleri Wooyoung dikkatini ona verince küçüldü. Karamel rengindelerdi, yeni doğan bir güneş kadar sıcaklardı. "Güzelce uyudun mu?"

Wooyoung omuzlarını silkti ama o basit hareket bile bir yük gibi geliyordu. "Uyudum. Teşekkürler."

"Sevindim," dedi Yeosang başını sallayarak, yüzünde kocaman bir gülüş vardı. Her gün bu kadar mutlu olabilmesi Wooyoung'a esrarengiz geliyordu ama Wooyoung esrarengiz şeylere bayılmıyordu zaten. Çünkü umursamıyordu.

Eliyle çantasının askını iyice sıkarken diğer elini kot pantolonun cebine sokarak ağırlığını tek bir bacağına verdi, hiçbir şey demese bile Yeosang'a vaktini çaldığını belli etmeye çalışıyordu.

"Gidip bir kahve içmeliyiz. Bence kahve seven bir tipsin."

Wooyoung tam olarak o tipti ama Yeosang'ın bunu bilmesine gerek yoktu. Hiçbir şey bilmesine gerek yoktu çünkü aralarında kurmaya çalıştığı o arkadaşlık ilişkisi gerçekleşmeyecekti. Wooyoung arkadaşlık ilişkisi kurmazdı –kuramazdı çünkü bunun bir şekilde anlamsız olacağını biliyordu. Her zaman öyle olmuştu.

"Bak Yeosang," dedi fakat içinden sesinin bu kadar sert çıkmasından dolayı irkilmişti biraz. "Gitmem gerek. Üzgünüm."

Yeosang'ın dudakları bir şeyler söylemek için aralandı ama Wooyoung onu beklemedi bile. Gözlerini üzerinden çekerek adımlarken oradan bir an önce kaçmak istiyordu.

Wooyoung, Yeosang'ı ve onun arkadaş olma çabalarını neden bu kadar görmezden gelmeye çalışıyor bilmiyordu bile ama bu onu ukala gibi gösterse bile engel olamıyordu. Arkadaşlıklar her zaman son bulurdu.

Birkaç dakika bekledikten sonra otobüse bindi ve arka koltukta oturup kulaklıklarını takarak son ses müzik dinleyerek dalgınca Seul'un kalabalık caddelerini izledi. O anda trafiğin ortasında durup bir arabanın çarpmasını beklemenin nasıl hissettireceğini merak etti.

Bu aniden aklına gelen hastalıklı bir düşünceydi ama o kadar uzun zamandır bu düşünceler vardı ki artık eskisi kadar etkilemiyordu onu. Hatta bazen onu eğlendiriyordu bile.

✤✤✤

Wooyoung aceleyle amfiye girer girmez Bayan Nam'ın yüzü kuru üzüm gibi buruşuk bir hal aldı. Umurunda olmadığı için özür dilemedi ve sınıfın arkalarına doğru adımlarken üzerine çevrilen birkaç çift bakışı görmezden geldi. Çoktan doksan dakikalık dersin bitmesini istiyordu.

Ne kadının okuduğu şeyleri dinliyordu ne de projeksiyon makinesinden duvara yansıtılan kelimeleri okuyordu; yaşam masraflarını hesaplamakla ve gereksiz hayatının istenmeyen duygularını savuşturmakla meşguldü. Sonunda bir çeşit çözüm bulabildiğinde öğrenciler çantalarını toplayıp sınıfı boşaltmaya başlamışlardı.

Wooyoung kendi kitaplarını çantasına doldururken parmaklarının titremesini engellemeye çalışıyordu. Ders boyunca tek bir kelime not almadığından diğerlerinden geri kaldığını biliyordu ama en son endişeleneceği şey buydu.

Bir sonraki dersine giderken sınıfın ön tarafında uğultunun yükseldiği, her birinin yüzünde gülümseme olan ve birbirlerine attıkları kahkahalarla bir yıldız gibi parlayan öğrencilerin arasına katıldı. Ama Wooyoung dahil değildi –normal olarak, çünkü insanlar alışık oldukları şeyleri ve tanıdığı kişileri bilirlerdi ve Wooyoung onlardan biri değildi. Onlar da Wooyoung'un değildi.

Ama bunun bir önemi olmamalıydı. Umursamıyordu.

✤✤✤

Wooyoung çalıştığı mağazadan nefret ediyordu. Sırf kadının istediği renk paletlerini getirmedi diye yüzüne bağırması için o can sıkıcı, amaçsız derslerinden sonra işe gelmekten nefret ediyordu.

"Fuşya ve bordo rengini istemiştiniz," diye açıkladı Wooyoung olabildiğince sakin bir şekilde ama kadının yüzü gittikçe kızarıyordu. "Buradalar işte. Elimizde olanlar bunlar, o yüzden lütfen-"

"Bunlar benim istediklerim değil! İşini düzgünce yapamıyor musun?!" diye bağırdı kadın, ince ve cırtlak sesi Wooyoung'un kulak zarını patlatacaktı neredeyse. Kadının yanındaki küçük çocuk bile sesten dolayı kulaklarını kapatmıştı. "Oğlumun doğum günü için bir oyun odasına ihtiyacı var ve duvarlar için yanlış renkte boya alma riskine giremeyiz!"

Wooyoung'un çenesi kasılırken önündeki müşteriyi süzmekten kendisini geri alamadı. Kan kırmızısı ojeli manikürlü parmaklarının arasında sallanan siyah kart gözüne çarparken kadının taşıdığı o otoriteyi; sanki onunla konuşmaktansa daha yararlı şeyler yapabilirmiş gibi kurduğu cümlelerden küçümseyici tavrını fark etti.

İçindeki öfke kendisini belli ederken olayın ironisine de içinden gülüyordu. Kendisi ay sonunda evinden atılmamak için küçümsediği işin içinde sıkışıp kalmışken bu kadınların tek umursadığı oğlunun yeni odası için 'doğru' rengi seçmeye çalışmasıydı.

Kadın Wooyoung'un yüzünün önünde parmaklarını şıklattı.

"Vay canına," dedi alayla gülümseyerek Wooyoung kendisine geldiğinde, "Ben seninle konuşurken bile hayal dünyasına dalabiliyorsun yani? Burası nasıl bir mağaza?! Müdürünle konuşmak istiyorum!"

Mağazanın sahibi geldiğinde ikisi birden tartışıp Wooyoung'a küfürler yağdırmaya başlayınca Wooyoung artık bıkmıştı. Bir süre sonra çocuk da avazı çıktığı kadar bağırmaya başlamıştı. Wooyoung da öyle bağırmak istiyordu.

Mesaisi bittiğinde Wooyoung evine girip sonsuza kadar orada saklanmak istiyordu. Gerçi aylık kira ödediği o çöplükte günlerini orada çürüyerek geçirmek istediğini söylerse yalan söylemiş olurdu.

Gezegendeki insanların çoğunluğu gibi Wooyoung'un da bir problemi vardı. Ya da belki de tek problemi olan oydu çünkü diğer herkes hayatının enlerini yaşarken kendisi dibe vurmuş gibi hissediyordu.

Belki de kötü karakteri oynamalıydı çünkü hayatı onunla ilgili değil başkalarıyla ilgiliydi. Belki de ne kadar denerse denesin hiçbir şeyin kendi istediği gibi olmamasının nedeni buydu.

İnsanlar kötüleri umursamazdı. Onlardan nefret ederlerken kahramanları desteklerlerdi, o yüzden o kasvetli gecede Louise'de aylak aylak yürürken kulübün neon pembe ve asidik yeşil ışıkları her gözlerini kapattığında gözkapaklarının ardından bile belli oluyordu. Kendisini bar sandalyesine attıktan sonra gecenin ilk içkisini dikerken ciğerleri için bir gram olsun suçluluk duymuyordu. Neyse ki ucuz ama güçlü, boğazını yakıp bedenini titretirken ter içinde bırakan ve daha fazlasını istemesine neden olan bir içkiydi.

Wooyoung ikinci ve ardından üçüncü içkisini isterken, çevresindeki bir grup insan baş ağrıtan cinsteki ışıkların altında bedenlerini birbirine sürterken gözlerini yere sabitlemişti. Siktir, yalnız başına içiyordu ve dans edecek kimsesi yoktu. Çok çocukça bir düşünceydi ama yine de aklına takılmıştı işte. Bundan daha acınası bir halde olamazdı.

Ama umursamıyordu.

Wooyoung artık hiçbir şey hissedemez hale gelesiye kadar içmek istiyordu; bir daha kimse tarafından görünmemek üzere yok olasıya kadar içmek istiyordu. O zaman o lanet olası nefret ettiği dersler için daha hava aydınlanmadan kalkmak zorunda olmaz, ihtiyaçlarının sadece bir kısmını karşılayan o aptal işte köle gibi çalışmak zorunda kalmaz ve daha sonrasında öldürücü bir baş ağrısından başka faydası olmayacak olan o içkilere zaten olmayan parasını harcayacak kadar aptal olmamış olacaktı.

Daha fazla var olmak zorunda kalmazdı.

Wooyoung hafif bir ıslık ve ardından gelen kıkırdama ile kulak kabartmaya bile uğraşmadığı kelimeleri duyasıya kadar yanına birisinin oturduğunu fark etmemişti. Ama üzerine dönen gözleri hissettiğinde o da bakışlarını kaldırıp okyanus mavisi saçlarla ve çok da keskin olmayan ama çevresindeki her şeyin oldukça farkında olan bir çift çikolata kahvesi gözlerle karşılaştı.

Sarhoş değil, diye fısıldadı Wooyoung'un zihninin ardındaki birkaç ses. Neden öyle bir şey düşündüğünü bilmiyordu.

Adam bir şey diyordu ama iç titreten bas ve Wooyoung'un zihnini kuşatan düşünceler onu duymasına izin vermiyordu.

"Ne?" Wooyoung sesini sert çıkartmaya çalıştı, yanındaki mavi saçlı adamın ona sanki ayakkabısının altına yapışan bir sakızmış gibi öfkeyle ters ters bakmasını bekliyordu.

Fakat adam öyle birisi değildi. Hafifçe eğilince Wooyoung pahalı kokan parfümü içine çekti.

"Başka bir şey istemediğine emin misin? Yani zehirlenmene göz yumamam, çünkü," Adamın kemerli, sivri burnu hafifçe kırıştı. "Onların içinde içmeye değer hiçbir şey yok."

Wooyoung neden utandığını bilmiyordu. Öyle hissetmemesi gerektiğini biliyordu, yabancı birisinin sözlerinin onu bu kadar etkilemesine izin veremeyeceğini biliyordu çünkü umursamaması gerekmiyor muydu? Umursamıyordu ama umursuyordu da. Belki de adamın saf yün kazağı, bileğindeki Rolex'i ve diğer aksesuarları ya da sakin ama çekici bir şekilde konuşması buna neden oluyordu.

Wooyoung umursamaz olduğunu umduğu bir şekilde omuzlarını silkti. "Önemi yok."

Mavi saçlı adamın yüzüne küçük bir gülümseme yerleşirken gözleri onu baştan aşağı süzüyordu. Eğer Wooyoung o bakışların anlamını bilmese ona asılıyor olabileceğini düşünürdü ama bakışları sanki üzerinde bir değer biçer gibi inceleyiciydi.

Mavi, sevimli bir yüzü, birkaç dövmesi ve sarı saçlarıyla kuğu gibi görünen barmene çevirdi gözlerini. Bakışları kesiştiğinde Sarışın gülümsedi.

"Seninle biraz daha konuşmak isterim," dedi Mavi Wooyoung'a barmen uzaklaşınca. "O Seonghwa bu arada. Barmen olan. Eğer herhangi bir içecek istersen ondan alabilirsin. Benim ikramım."

Wooyoung'un gözleri büyüdü. "N-ne oluyor lan?" Kendisini durduramadan önce kekelemişti.

Mavi kahkaha atarken dümdüz beyaz dişleri meydana çıkmıştı. "Neden bilmiyorum ama senden şimdiden hoşlandım. Bence o da hoşlanacak."

"Kim hoşlanacak?" diye sordu Wooyoung, aklı son derece karışmıştı.

Barmen –Seonghwa- elindeki yeni bir içkiyle geri geldi. Hızla yanıp sönen ışıkların altında bardaktaki gül pembesi rengindeki içki parıl parıl görünüyordu.

"Pembe martini. Senin içtiğinin çok daha iyisi," diye açıkladı Mavi sıkılmış bir ses tonuyla. Seonghwa başka bir müşteriye dönerken Wooyoung'a bakıp içkiyi işaret etti.

Wooyoung neler olduğunu anlayamıyordu. Bir saniye öncesinde yalnızken bir anda daha önce hiç görmediği birisi gelip sanki yakın arkadaşlarmış gibi konuşmaya başlamıştı.

"Neden beni yargılıyormuşsun gibi hissediyorum?" dedi Wooyoung tereddütlü bakışlarla martiniye bakarken.

"Yargılamıyorum. Ayrıca ilaçlı falan da değil." Mavi parmaklarındaki yüzüklerden biriyle oynamaya başlamıştı. "Ben Kim Hongjoong. Sen?"

Wooyoung duraksarken adam –Kim Hongjoong- bir kez daha kahkaha attı.

"Akıllısın, anladım. Ama ben tehlikeli biri değilim, en azından konu kıyafetler olmadığında." Kim Hongjoong, Wooyoung'un kafasının karıştığını fark edince sırıttı. "Beni bir yerlerden tanıdın mı?"

O anda Wooyoung martiniden bir yudum alınca tatlımsı tadı harika hissettirmişti. Gözleriyle Hongjoong'un yüzünü inceledi ve başını salladı. "Ha-hayır. Tanımam mı gerekiyor?"

Hongjoong hayır dercesine bir elini salladı. "Hayır, çok önemli değil. Sadece... Sana teklif edeceğim bir şey var. Bir iş teklifi. İlgilenir misin?"

Hongjoong'un gözleri onu izlerken Wooyoung olduğu yerde donakalmış, kalbi göğüs kafesinde deli gibi atmaya başlamıştı. "Ne? Ne i-işi?"

Eğer Wooyoung'un hayatta nefret ettiği tek bir şey varsa o da gerildiğinde kekelemesiydi. Onu komik duruma düşürüyordu.

Hongjoong eğilerek daha da yaklaştı. "Bakıcılık gibi bir şey."

"Adımı bile bilmiyorsun."

"Evet, haklısın." Hongjoong'un gözlerinde bir şeyler parıldamıştı. "Ama insanların karakterlerini iyi okuduğumu söyleyebilirim. Bence sen gayet iyisin."

İyi değilim, diyerek karşı çıkmak istedi Wooyoung çünkü gerçekten değildi. İyi değildi ve hayatı boka sarmıştı –kendisi de boka sarmıştı ama elbette böyle bir şeyi söyleyemezdi. Muhtemelen ayağına bir iş teklifi gelmişken sırası değildi.

"Ne düşündüğünü biliyorum: Bakıcılık işi mi? O kadar da kazandırmaz, değil mi?"

Wooyoung yutkundu. "Ha-hayır..."

Hongjoong onu durdurmak için elini kaldırınca Wooyoung anında dudaklarını kapattı. "Sorun değil. Dünya para etrafında dönüyor. Para kazanmak da işi bir şey, parayı sevmenin utanılacak bir şey değil." Martiniyi  işaret edince Wooyoung kendisini bardağı kafasına dikerken buldu. Hongjoong kıkırdarken memnun bir ifadeyle Wooyoung'u izledi. "Ama merak etme, maaşı oldukça iyi. Şimdi, bu kişinin adını öğrenebilir miyim?"

"...Wooyoung." Wooyoung öksürürken eliyle dudaklarını sildi. Hongjoong adındaki bu adama cevap vermeden önce bir süre beklemesinin büyük bir hata olmamasını diledi. "Ama, bilmiyorum..."

Hongjoong sandalyesini geriye ittirirken o şeytani gülüş dudaklarına yerleşmişti. "Hadi gel arabaya geçelim. Bana inanmıyormuşsun gibi hissediyorum ama seni ikna etmek istiyorum."

"Arabaya mı?"

"Hmm. Burası çok gürültülü," diye cevap verdi Kim Hongjoong ve ses tonundaki bir şey Wooyoung'un hak vermesine neden olmuştu.

Wooyoung, Kim Hongjoong'un sahip olduğu parayı oldukça gösteren koyu kahverengi, deri koltuklu siyah Aston Martin'e bindiğinde ikisi de pek konuşmamış, yolculuk sessiz geçmişti. Oldukça uzun bir yolculuktu ama Kim Hongjoong bindiği araba kadar pürüzsüz ve lüks görünen araba topluluğunun olduğu geniş park alanına girmeden hemen önce neredeyse blöf yaptığını düşünmüştü.

"Görüyor musun?" dedi Hongjoong bir süre sonra. İlerdeki bir şeyi işaret ediyordu ve Wooyoung sonunda kendi düşünce aleminden çıkıp işaret edilen yere baktığında gözleri yuvalarından çıkacaktı neredeyse.

Uzakta, saat geç olmasına rağmen çalışanlarla dolu olan sırayla dizilmiş olan gökdelenler vardı. Şehrin karanlıkta kalan kısmına rağmen üzerindeki altın gibi parlayan el yazısı şeklindeki kelimelerle Choi's Highlight ortada dikili duruyordu.

Wooyoung bu tanıdık yeri nasıl fark etmediğini bilmiyordu. Her zaman Seul'un etrafındaki dijital billboardlarda gösterilen o isme bakıp hemen ardından gerçek hayatın acımazlığına geri çekildiğini nasıl hatırlayamamıştı anlayamıyordu.

Ama şimdi her şey bulanık bir anı olarak zihnine hücum ederken Hongjoong'un hafif kıkırtısı kulaklarını doldurdu.

"Çalıştığım yer orası işe," dedi adam. "Muhteşem, değil mi?"

Wooyoung o anda rüyada olduğunu düşünüyordu.

________________________________________

İlk bölümle selamlar 🙋🏻‍♀️

Oy ve yorumlarınızla destek olursanız çok sevinirim 🌸

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top