"𝘉𝘦𝘯 𝘩𝘪𝘴𝘴𝘦𝘵𝘵𝘪𝘮..."
Bir yaz gecesiydi. Bu yaz gecesi öyle sancılı ve acı doluydu ki... Bu acı dolu gecenin sabahına güzel bir güneş açmıştı. Hani derler ya, her kötü olayın ardından güzel olaylar yaşanır diye, işte o gece de öyle olmuştu.
Sabah saatlerinde iki güzel melek gözlerini bu dünyaya açmıştı. İkisi de ağlıyordu çünkü bu hayatın acı havası ciğerlerine ölüm verircesine yakmıştı. Aslında onların hikayesi o an başlamıştı. Onların bu dünya ile olan soğuk savaşları ve imtihanları o bir nefes ile başlamıştı.
Günler geçmişti ve annesi onlara bakacak gücü bulamamıştı. Babaları ölmüş ve annesi iki çocuğuna birden sahip çıkamamıştı. Hem çalışmak hemde ikizlerinin sorumluluğunu bir arada götürmek oldukça zorken ikizlerin annesi bir çare buldu. İkizlerden birisini yurda vermekti o çare.
Ancak devleti biliyordu. İkizlerden birisini verirse diğerini de elinden alacaklardı. Devletin o zamanki sıkı ve katı kurallarındandı. Yaklaşık beş sene dayanabilmişti annesi bu fikre. Ancak gelen masraflar, giderler ve çıkan borçlar başka çare bırakmamış ve çareyi kilise de bulmuştu. Evet, kilise...
İkizlerini ayırmak istemiyordu, ancak bir seçim yapmak zorundaydı. Ya kızını verecek ve oğluyla kalacaktı, ya da oğlunu verip kızıyla hayatına devam edebilecekti. Annesi düşündü ancak bir çözüm bulamazken gizlice başvurduğu kilise rahibeleri oğlan çocuğunu istedi.
Annesi sanki kalbinin yarısı atmayı bırakmışçasına hissediyordu. O çaresizliği biliyordu, o acıyı ve hissizliği... Sonuç olarak dayanamamıştı ve belli bir miktar sonrası kızını da alıp gitmişti.
Kilisenin soğuk duvarına yaslanıp annesinin arkasından bolca gözyaşı dökmüştü küçük çocuk. O kocaman, kan kırmızısı duvarlara sinerek oturmuş ve ağlamaya devam edebilmişti sadece. Sonuçta elinden ne gelirdi ki? Annesi ve kız kardeşi onu bırakmış, terk etmişti. Hayattan daha ne beklerdi ki?
Bu siyah giyinimli, bakışları korkunç kadınlardan oldukça korkmuştu. Ona yapacakları şeylerden korkmuştu, verecekleri cezalardan, işlediği günahların sonucunu çekmekten çok korkmuştu. Evet, o bir çocuktu ve ne günah işlemiş olabilirdi ki değil mi? Emin olun o rahibeler her şeyi bulurdu. Her şeyin bir sebebini bulabilirlerdi...
Mesela ilk atılan tokadın sebebi sadece izinsiz yere içtiği su olmuştu. Kilisenin mutfağında, içtiği yarım bardak sudan dolayı dayak yemişti. Sadece yarım bardak suydu.
Vincenzo birden elini yanağına koydu. O tokadın acısını hala unutmamıştı. Soğuk duvarlar ardında sadece bir tokat değil, daha sonrasında vücuduna gelen binlerce darbeyi de hatırlamıştı. Sırtından soğuk terler dökülürken, gözlerinin önüne rengarenk olmuş olan vücudu geldi.
Rengarenk... Kan kırmızısı, gökkuşağı moru, çim yeşili ve taş gibi şişmiş vücut eklemleri.
Vincenzo istemsizce histerik bir şekilde gülümsedi. "Ji-Hoon?" Sorarcasına kendisine kardeşim diyen kadına baktı. "Ji-Hoon 23 sene önce öldü Bayan." Daha sonra ayağa kalktı. Titreyen uzuvlar ayakta durmasını zorlaştırırken kadına yaklaştı ve suratına doğru eğilerek gözlerine baktı. Zayıflığını belli etmek istemezken, ona hala ayakta olduğunu göstermek istedi. Daha sonra cümlelerini sıraladı. "Vincenzo Cassano var karşında. Cassano ailesinin tek lideri."
Kadın biliyordu. Bu soğuk, acımasız kişiyi geri getirmenin, kardeşini geri getirmenin hiç kolay olmayacağını biliyordu. Merakta ediyordu. Nasıl bu kadar kötü ve zalim olabilmişti küçük kardeşi? Nasılda kendini bu kişiliğe sokabilmişti?
"Ben karşımda küçük Ji-Hoon'u görüyorum ama." Kadın dibinde duran bedene rağmen güçlükle konuştu. Onun bu derece kötü bir aurası olması... Sanki konuşma güçlüğü çekiyor gibiydi şu an.
"Yine de gurur duyuyorum biliyor musun? Küçük Ji-Hoon'umun büyüyüp güçlü bir adam olmasına..." Vincenzo sinirlenmişti. Annesi onu tercih etmiş ve kendisini bıraktığı için sinirlenmişti. Şimdi böyle pişkin pişkin oturup saçma sapan laflar etmesine sinirlenmişti. Kendine hakim olamadan geri çekildi ve oturduğu sandalyeyi tekmeleyerek İtalyanca küfürler savurdu.
"Ji-Hoon... Nasıl oldun? Kim büyüttü seni? Nasıl... Bu hale gelebildin?" İstemsizce bakışları bu halinde olan kardeşine döndü. Senelerce onu aramış ancak bulamamştı. Şimdi ise ufak bir izden peşini bırakmamış ve sonucu burada iple bağlanarak almıştı. İtalyan mafyası Vincenzo onu buraya sorgulamak için getirmişti. Ama belki kardeşi Ji-Hoon onu bırakabilirdi.
"Çok mu merak ediyorsun hayatımı? Neden ben sürünürken gelip beni kurtarmadın?! Neden ben orada gece gündüz-!"
Kendi sesini kendi kesmişti. Devamını hatırlamak istemiyordu. Anlatmak istemiyordu. Özellikle karşısındaki kişi hayatı pahasına takas edilen kardeşiyse. Evet, öz be öz kardeşi onun uğruna takas edilmiş ve bir miktar paraya satılmıştı.
Vincenzo daha kendisi hatırlamak istemezken, şimdi bu karşısındaki kişiye asla geçmişini anlatmak istemiyordu. Sinirle bir kaç defa soludu. Gözlerindeki ateş bu loş odada bile parıldarken gördüğü görüntü ile birden içindeki alevlere su serpmişler gibi durgunlaştı.
İkizim dediği kadın, kardeşi olan Ji-Yeon, gözleri dolu dolu ona bakıyordu. Gözleri göz göze gelir gelmez derin bir nefes bırakmış ve ağzından ufak bir hıçkırık kaçmıştı. Konuşmaya çalışıyor, kalbinin bu denli sıkışıp ağrımasından dolayı kendinde konuşacak gücü bulamıyordu. Sessizce ve titrekçe nefes alan Vincenzo sonunda yelkenleri suya indirmiş ve kardeşine doğru ilerlemişti. Planları daha büyüktü, ona işkence edip yerini alan kardeşine vicdansızca işkenceler etmek isteyen siniri tam da şu an hiç var olmamış gibi sönmüş ve bitip gitmişti.
Ellerini sandalyeye bağlı olan ipe getirdi tereddütle. İpi bir hızla açarken bunu fark eden Ji-Yeon karşısında ifadesizce duran kardeşine baktı. Küçükken hep gülen, konuşan, o küçük yaşına rağmen şaka yapabilen bedene kaydırdı.
Bir adım geri çekilişini ve ardından düz ses tonunun içindeki kalp kırıklığı hissiyatını duyarak yerinde donmuştu. "Git. Ve bir daha gelme."
"Ji-Hoon." Vincenzo sert bir bakış attı ve içindeki yanan ateşi bastırarak konuştu. "Ji-Hoon öldü. O çocuk kim bilmiyorum artık. Şimdi git yoksa Vincenzo Cassano sana çok büyük bir ceza-"
Öne atılan beden ve duygusuz kalbin hızlıca çarpılışı...
Ji-Yeon hızlıca öne atılmış ve sıkıca sarılmıştı. Vincenzo'ya hatta içinde ölmek üzere olan Ji-Hoon'a ulaşmak adına sıkıca sarılmış ve ardından konuşmuştu.
"Hissediyor musun? İkizlerin bedenleri de birdir, kalpleri ve düşünceleride kardeşim." Vincenzo bu ani baskı ile sadece kalırken duyduğu sözler onu etkilemişti. Etkilemişti çünkü her sözü doğruydu. Vincenzo'nun beyninde bir diğer sahne parladı.
Anneleri ikisini de karşısına almış ve konuşmuştu. 'İkiz dediğin bir elmanın iki yarısıdır.' demişti. Daha sonra devam etmişti. 'İkizlerin bedenleri de birdir, kalpleri ve düşünceleride. Hissediyor musunuz? Birbirinizin acısını hissediyor musunuz?'
Ji-Yeon'da aynı sahneyi görürken daha da sıkı sarıldı kardeşine ve titreyen sesi ile konuştu. "Ji-Hoon... Ben senelerdir hissettim. Senin acını, senin ruhunun kederini, bağırışlarını va çağırışlarını..."
Ji-Yeon geri çekildi ve karşısında hissiyatsız bir şekilde duran Vincenzo'ya baktı. İçindeki o çocuğa dokunabilmek adına devam etti. Vincenzo'nun elini tuttu ve bileğindeki, kolundaki yara dolu izlerde gezdirdi ellerini.
"Ben bu yaraların hepsini hissettim kardeşim. Senin hissettiğin bedensel ve ruhsal acıların hepsini hissettim..."
Vincenzo'nun gözleri kolundaki derin kesik izlere kaydı. Gözlerinin önüne gelen bir diğer anı ile donarken elleri istemsizce titremeye başlamıştı. Ve bunu asla fark etmemiş, bunu fark eden tek kişi ikiz kardeşi Ji-Yeon olmuştu.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top