biterken

Bir varmış ve bir yokmuş. Hep böyle başlar zaten. Bir varmış ve bir yokmuş.

Kötülük en iyilerin üzerine binmiş ve sonra yok olup yitip gitmiş. Değil mi? Tüm o güzellikler dolu, saf, her şeyi hak eden iyilik melekleri insanların başına gelen kötü, korkunç ve hiçbir şeyi hak etmeyen kötülükler. Sanki hayat bu kadar basitmiş gibi.

Bir varmış

ve

bir

yokmuş.

Neymiş peki bu yok olan? Doğup büyümemişler gibi davranılan, bir geçmişleri olmamış ve hayat onlara seçimler sunmamış ve onlardan almamış, almamış, hiç almamış ve kalplerinde ezelden beri yalnızca anlamsız, sebepsiz kötülüğün hüküm sürüldüğüne inanılan insanlar elbet. Onlar yok olmayacak da hayatın sürekli en güzel anları ve kolaylıkları hediye edip durduğu iyiler mi yok olacak? Güldürmeyin beni.

Benim hikâyem ise, öte yandan, bu şekilde başlamıyordu. Benim için bir varmış ve bir yokmuş olamazdı çünkü bu hikâyede iyi de kötü de bendim. Gerçek bir insandım ne de olsa, saf iyilik veya saf kötülük gibi uç noktalarda değil, içinde ikisini de barındıran bir ahlak anlayışıyla bezenmiş gerçek bir kahraman.

Her şeyin bir karşılığı vardır. İyiliğin bile ve eğer, hakkım olanı alamazsam, bunun da bir karşılığı olmalı. Karşı tarafın pek hoşuna gitmeyen bir karşılık. Hikâyenin bu kısmı beni pek ilgilendirmiyor doğrusu, ne de olsa hakkımı aramak hakkım.

Bu diyarı keşfettiğimden beri hikâyemin birçok versiyonuna denk geldim. Bunlar genelde yardımımı sunduktan sonra karşılığını ödemeyen kasabanın çocuklarını büyülü müziğimin peşine takarak kaçırmamla ilgili. Bu anıyı hatırlıyorum. Namımın yürümesinin sebebi buydu, kimsenin bir daha bana kazık atmayı düşünememesinin de öyle.

Fakat baktığım her sonda çocukları ormanda tuttuğum, birkaçının farklı sebeplerle kaçması sonucu kasabayı uyarması ve iyilik dolu halkının kafasına göre iş yapan başkanlarına kızarak bana altınları ödemesini söylemesi ile bitiyordu.

Bu doğru değil.

Çocukları ormana götürdüm, evet.

Sonra yürümeye devam ettikleri ve devam ettikleri ta ki bir göle gelene ve yürümeye devam etmelerine kadar. Sonra hiçbiri kendinde olmadığı için gölün içinde kıpırtısızca boğulmayı beklediler.

O zamanlar, bundan herhangi bir haz duymadığımı belirtmek isterim. Hiçbir yönden umurumda değildi. Sadece bana yapılan haksızlığı ödetmek istemiştim, başarılı da oldum.

Fakat şimdi... Ah, şimdi işler öyle farklıydı ki... Ağacın altında, köklerinin dibe çöktüğü bir çukurdaki o hafif ışık çatlağını bulduğum ve ardındaki diyarı keşfettiğim gün kendi insanlarımı bulduğum gündü.

Burada herkes benim gibi. Uçlarda yaşayan tiplemeler sadece masal kahramanlarından ibaret ve herkesin kendi çatışmaları var. İyi ile kötü, doğru ile yanlış ve ahlak anlayışları hakkında süregelen fikirler ayrılığı hala daha bir çözüme sahip değil. Her şeyin bir aması var burada.

Ve öğrendim ki, amalar en acımasız avcının bile hayatını kurtarır türdendi.

Geri dönmeyi hiç düşünmedim, ne o zaman ne de şimdi. Fakat çatlağın orada durması, varlığını biliyor olmam zihnimde sürekli beni rahatsız eden bir etkendi. Onu kapatmam gerekiyordu. Ne kendimi orada bulabileyim ne de başkaları kendilerini burada bulabilsin. Benimdi bu diyar, sadece bana ait. Diğerleri böyle bir yerde yapamazdı da zaten.

Denedim de. Hiçbiri hiçbir işe yaramadı. Pes etmiştim. Hayat hep pes ettiğin anda istediğini sana verirdi. İki diyarın arasındaki tek benzerlik de buydu sanırım. Umudun tükendiği zaman hayat karşına kapılar açar. Tabii, bu durum öteki tarafta benim gibiler için asla geçerli değildi.

Diyorum ya, burası kim olduğumuzu umursamıyor.

Denediğim bilmem kaçıncı dükkânda kahvemin tadını çıkarıyordum ki tüm bedenimi yalayıp geçen bir dokunuş ile ürperdim. Sırtım dikleşti, içim gıdıklandı adeta. Zaman donmuşçasına yanımdaki kaldırımdan yürüyüp geçen bir kadının ardında bıraktığı kokusu tüm diğer esansları bastırarak algıladığım tek gerçek oldu. Büyü kokuyordu. Geçitle bağlantılı bir pırıltı yayıyordu etrafına ama kimse görmüyordu tabii. Benden başka kimse.

Elim mızıkama gitti, hafif bir ezgi üflerken yürümeye devam ediyordum. Hem kahvenin parası için peşimden koşan dükkân sahibini geri göndermem için hem de önümdeki kadının bir sokak arasına girmesi için yeterliydi.

"Merhaba," dedi kadın kafası karışık halde. Sadece gülümsedim. Mızıkamdan önce, gülümsemenin bu diyarda fazlasıyla baştan çıkarıcı bir gücü olduğunu öğrenmiştim. İnsanları hipnoz etmek için büyüye ihtiyaç kalmıyordu çoğu zaman. O kadar zayıflardı ki...

Fakat bu eğlenmem için seçtiğim bir av değildi. Ben de ona bir ezgi sundum.

"Kimsin sen?" dedim kadını büyüm altına alarak. Sırtı duvarda, gözleri boşluğa dalmış, yine de kafa karışıklığının getirdiği korkunun izlerini derinlerde görebiliyorum.

"Hiç kimse," dedi. Cevabı beni o kadar şaşırtmıştı ki birkaç saniye afallamış halde yüzünü inceledim. Bana doğruyu söylemek zorundalar, aksi ellerinde değil ne de olsa. "Yetimim. Bir adım yok. Bir amacım da yok. Yapayalnız halde dolanıyorum. Hiç kimseyim."

"Pekâlâ, Hiç Kimse, söyler misin bana, tam olarak kimden ne diledin?"

"Kayan yıldızdan," diye başladı cümlesine ve anlamam için yeterliydi. "masal kahramanları ile arkadaş olmayı diledim. Bir daha hiç yalnız kalmamak adına."

Göremediğiniz için tarif ediyorum: Keyfim oldukça yerindeydi. Dudaklarımda büyüyen kıvrımı ve derinlerden yükselen kahkahamı durdurmak için bir çabam yoktu. Yüzümü kadının boynuna yaklaştırıp hafif bir öpücük kondurdum. "Anlıyorum," dedim zevkle. "Demek kayan bir yıldızdan beni buraya getirmesini diledin."

Yıldızların ömrü, dileklerini bahşettikleri kişilere bağlıdır. Ne olduğunu biliyorsunuz zaten, onu bir ormana çekip kendisini öldürmesini istedim ve cesedini orada bıraktım. Kontrol etmeye gittiğimde geçitten geriye yalnızca silik bir iz kalmıştı, hafif bir pırıltı, o da zamanın ilmeğinde tamamen yok olmadan önce.

Ve geçmişimden bu şekilde özgür kaldım. Bana bir zararı olmamıştı şimdiye dek, yine de zihnimin karanlık bir köşesinde süregelen iğrenç, çirkin varlığı direkt olarak benliğime bakıyor, acabaları ile beni huzursuz ediyordu. Ondan kurtulmuş olmak ferahlatıcıydı.

O ana dek dünyayı bir kez turlamıştım bile fakat sonrasında adımlarımı tekrar ettim ve haklıydım, aldığım keyif kesinlikle bir başkaydı. Büyülediğim insanlar, aklını çeldiklerim ve benim yaptıklarım... Her biri öyle lezzetliydi ki kendimden geçiriyorlardı beni.

Şimdi yeniden, restoranın köşesinde, ışığın arkasında kaldığım bir konumda yemeğimin tadını çıkarırken bu hazzı tekrarlamak için içeri girenleri izliyordum. En güzelini seçecektim. En dikkat çekenini. Beni en çok büyüleyenini. Ne de olsa bu dünyaya gelişimin yirminci senesiydi, özel bir şeyler olmalıydı.

Sonra onu gördüm. Uzun siyah saçları beline dek iniyordu, bedeni narin bir oyuncak bebeğinki kadar kırılgan duruyor, ince ve uzun parmakları zarifçe bardağını kavrıyordu. Gözleri bir kuzgun kadar siyahtı ama içleri... İçleri öyle parıldıyordu ki dünyadaki tüm güzellikler orada depolanıyordu. Gülümsediğinde yüzü sanki mümkünmüşçesine daha da aydınlanıyor, parıltı artıyordu ve başını geriye attığında boynu ortaya çıkıyordu. Güzeldi. Fazlasıyla güzeldi.

Ondan anında tiksindim.

Biz, masal kahramanlarının dünyalar güzeli prenseslerine benziyordu. Başlarına gelen tüm kötülükleri defeden o narin, o iyilik melekleri, o saf, o... o...

O...

Dünyada karşılaştığım herkes şimdiye dek hep sahteydi. İyiliklerinin altında bir yalan bulurdunuz. Hepsi gösteriş içindi, asla niyetleri saf yardım olmazdı, hep bir istedikleri vardı. Her şeyi karşılıklı yapıyorlardı.

Fakat o... O kadar uzak duruyordu ki tüm bunlardan.

Ondan gerçekten de tiksindim.

Aynı zamanda bu özel gün için seçebileceğim daha iyi birini düşünemezdim.

Onu izledim. Karşısındakiyle olan sohbetine gösterdiği her hareketini takip ettim, tüm yüz ifadelerini ve tepkilerini içtim adeta. Tek bir yalancı ilgiye denk gelememiş olmak canımı daha da sıktı ve gülümsemesinin yarattığı kırışıklıkların oluşumunu izlemek tiksintimi çoğalttı.

Kalktılar ve omuzlarına zarifçe konan kabanın altında restorandan çıkışlarını takip ettim. Tek başına, büyük ihtimalle arabanın gelmesini beklerken dikiliyordu. Aynı sebepten oradaymışım gibi birkaç adım ötesinde dikilerek bakışlarımı üzerinde gezdirdim ama aynı zamanda kaçırdım ki dikkatimi çekmiş ve flörtleşmek için an kollayan sıradan bir adam gibi durayım.

Birkaç kez gözlerimiz kesiştiğinde herkesin tav olmasına yeten gülümsemelerimden birini sundum ona, sadece yine samimi bir karşılık vererek önüne dönmekle yetindi. Demek beni uğraştıracaktı. Pekâlâ, öyle olsun.

"Merhaba," dedim tam yanında durarak, bedenim sadece ona dönüktü artık. "Güzel bir gece geçirmişsinizdir umarım."

"Evet, teşekkür ederim." Bakışlarını kaçırmak istiyormuş ama nasıl yapacağını bilmiyormuşçasına duraksadığında kancamı taktığımı hissettim. İşte şimdi benimsin.

Fakat gözlerini kaçırdı.

Neydi bu şimdi? Gerçekten de o kadar onlar gibiydi ki büyüye kapılmayıp kötülüğe karşı bir bağışıklığı varmışçasına korunuyordu.

Tiksindirici.

"Sizi burada ilk kez görüyorum, devamlı müşteriyimdir de. Çevrede yeni misiniz?"

"Hafta sonu sergim olacak, o yüzden geldim. Arkadaşımın övgüsü sonucu burayı denemek istedim. İyi bir gözlemcisiniz. İçeride o kadar yüz varken yabancı olduğumu anlayabilmeniz takdire şayan gerçekten de."

"İnsanlarla aram iyidir. Demek sanatçısınız, ne kadar güzel."

"Teşekkür ederim. İlgilenir misiniz?"

"Bana haz veren her şeyle ilgilenirim ben, sanat alanına pek hâkim olduğum söylenemez."

"Haz almak da sanattır derler."

"Onun acının verdiği bir haz olduğunu sanırdım."

"O da var tabii."

"Siz en çok hangisiyle ilgileniyorsunuz?"

"Gerçekliğin sert hazzı sizce de daha hoş değil mi?"

"Keyif almak bana daha çok hitap ediyor."

"Acıdan kaçıyorsunuz yani?"

"Hayır, aksine. Yaşamda acı olmadan ilerlemek pek mümkün değil, harici yollarda da acıyı aramayı gerekli bulmuyorum yalnızca."

"Anlıyorum, gerçeklikten kaçan bir haz arayışındasınız."

"Biraz keyfime düşkünüm sanırım?"

"Herkes bu lüksü elde edemez. Şanslısınız."

"Öyleyim denebilir, evet."

Sonra gülümseyişinden bir melodi döküldü ve ben gözlerimi kırpıştırarak olduğum yerde kalakaldım. Neydi bu? O an bana büyü yaptığından öyle emindim ki gerçekten de öteki diyardan geldiğini düşündüğüm birkaç saniye yaşadım.

Fakat hayır. Üzerinde büyüye dair hiçbir iz yoktu. Yaptığı tek şey konuşmaktı ve sorularımı cevaplamak. Benim sorularımı. Benim. Sorularımı.

Kendimi sohbetine kaptırmış olmanın yarattığı rahatsızlık hissiyle tiksintim daha da arttı. Cebimdeki mızıkayı çıkartırken gözleri beni takip ediyordu. "Ne kadar güzel bir mızıka. Oldukça eski duruyor."

"Antikadır. Dinlemek ister misiniz?"

Bedenini tamamen bana dönmüştü. Yolun ortasında ne diye mızıka çıkarttığımı merak eder gibi bir hali vardı. Başını yana eğmişti, dudağının içini kemirdiğini belirten hafif hareketi görebiliyordum. Gözlerinde merak vardı. Arabanın gelip gelmediğine bakmak için şöyle bir yolu taradı ama kimse yoktu. "Evet, isterim," dedi en son merakına yenik düşerek.

Böylece onu istediğim şekle sokabilecek gücü serbest bırakmış oldum ve artık benimdi. Ne istersem onu yapıyordu, nereye istersem oraya geliyordu ve benimle arabama binerek ormanın derinliklerindeki göl evimin yolunu tutuyordu.

Bilincini yerinde bıraktım fakat hareketlerini kendi isteğiymiş gibi algılamasını sağladım ki kafası karışsın. İyice kendini sorgulasın ve savunmasız küçük bir av olsun yalnızca.

Yol boyunca sessizce oturdu. Konuşmasını istemiyordum çünkü halihazırda keyfimi kaçırmıştı bile. Şimdi pençelerim arasında olduğunu bilmek bana, evimdeki o kahramanları yendiğim hissine eş değer bir tatminlik veriyordu. Sanki ömrüm boyu bu anı beklemişim, sanki varlığımın nihai amacı buymuş gibi. Oysa öncesine kadar hiç düşünmemiştim bile.

Öncesine kadar umurumda olmadıklarını sanırdım. Kendi küçük dünyalarında yaşayıp giden zavallılardı onlar benim için. Ne de olsa bana asla dokunamazlardı. Kavalım bendeyken asla.

Fakat şimdi, içimde olduğunu bilmediğim bu nefret duygusu öyle şaha kalkmıştı ki neşeden neredeyse uçacaktım. Gerçekten de aradığım av buydu. Yirminci yıl dönümüm için ne de güzel bir hediye, değil mi? Üstelik hayat, aramadığım halde karşıma çıkartmıştı.

Burası harbiden kim olduğumuzu umursamıyordu.

Bunu geçtiğimiz yirmi senede gömdüğüm, boğduğum ve bedenlerinde hatırlamayacakları ama ruhlarında asla unutamayacakları yaralar açtığım onca insana rağmen karşıma hiçbir zorluk çıkmamasından anlayabilirdiniz. Fakat dinleyin, hemen tiksinti ifadelerinize bürünmeyin. Bu gerçekten de benim suçum mu?

Yani, hiç kimseyi, tamam belki birkaç kişi hariç ama genelde hiç kimseyi ilk sohbetlerle doğal yoldan kendime çekmeden büyüm altına almamıştım. Hepsi bana kendi iradeleri ile yanaşmıştı ve benimle kendi iradeleri ile gelmeyi seçmişlerdi. Tamam, belli bir noktayı geçtikten sonra istediğim kıvama sokmak adına mızıkamı çıkarıyor olabilirim, ama yine de, bu gerçekten de benim suçum mu?

Pekâlâ, gücümü bu şekilde kullanmamayı da seçebileceğimi söylüyorsunuz. En azından bir kısmınız. Tıpkı onlar gibi konuşuyorsunuz. İçinde iyilik var, biliyorum. Bu şekilde olmak zorunda değil. Sen de bizden biri olabilirsin, buna inanıyorum. Gücünü insanların iyiliği için kullanabilirsin. Gerçek kötüleri defedebilirsin.

O her neyse artık.

Neden böyle bir şey yapayım ki? Ben kim olduğumu hiçbir zaman saklamadım. Kendim hakkında asla yalan söylemedim ve ne sahtekârdım ne de ikiyüzlü. Neysem oydum, her zaman. Hep ve daima. Bir varken de böyleydim bir yokken de.

Tek fark, geldiğim yerde yoluma çıkabilecek birçok unsur vardı ve herkes beni tanırken yanıma kendiliğinden asla yaklaşmazlardı. Şimdi ise kimse beni bilmiyor ve büyüye inanmayan bir avuç yetişkin ile dolu. Burada sadece çocuklar akıllı ama onlarla da bir işim yok. Neden olsun ki? Çocuklar eğlenceli olamayacak kadar fazla şey bilirler ve bu da keyfimi kaçırmaya yetiyor.

"Burası evin mi?" diyene kadar tek bir kelime dahi etmeden öylece oturmuştu.

"Evet," dedim arabadan inip onun da bana katılmasını beklerken. "Beğendin mi?"

"Yalnız görünüyor."

"Bir ev nasıl yalnız görünebilir ki?"

"Sahibinin hislerini yansıtan her ev gibi".

Dudaklarını her araladığında kendimi daha fazlasını duymak isterken buluyorum. Bundan hoşlanmadım. Her söylediği beni şaşırtıyor. Her söylediği beni soru sormaya itiyor ve her söylediği içimde fikirlerini daha fazla duyma isteği uyandırıyor.

Onu gerçekten de hiç sevmedim.

Onun gibilerin insanlar üzerindeki etkileri öteki tarafta da böyle miydi, anımsamıyordum. O kadar uzun zaman önceydi ki yılan fili çoktan yutmuştu bile.

"Burası soğuk," dedi çıplak kollarına sarılırken. "Sanki uzun zamandır kullanılmamış gibi." Yorumu yüzümü düşürtmüştü. Bunu fark etmem ise keyfimde çatlaklar oluştuğunu hissettiriyordu. Bu iyi değildi. Ben hiçbir zaman kötü hissetmezdim. Hiçbir zaman. Ne bir varken ne de bir yokken.

"Alışırsın," dedim yalnızca. Salona doğru ilerlerken gölgeler arasında dikilen ev sahibinin uzatılmış koluna ceketimi astım. Kızın da arkamdan kendi omuzları üzerinde emanet gibi duran paltosunu bırakışını, bunun gereğinden uzun sürüşünü ve durmuş halde adamın suratını inceleyişini izledim. "Neye bakıyorsun?"

"Ölü gibi duruyor."

"Öyle olduğundandır." Haklıydı. Evi gözüme ilk kestirdiğimde sahibi hala içinde yaşayan yaşlıca bir adamdı. Kimsesi yoktu, kendi keyfine bakmak için emekliliğinin tadını çıkartıyordu yalnızca. İnsanlardan uzakta, kimsenin onu rahatsız edemeyeceği bir yer seçmişti. Onu bırakmaya gönlüm el vermedi desem, bana inanırsınız herhalde.

Mızıkamın etkisi ile yalnızca bir kabuktan ibaret. Birkaç sene önce zihninin öldüğüne inanmam için geçerli sebeplerim var. Yine de büyüyü kırıp elimden gitmesine bir türlü izin veremedim. Eski alışkanlıklar diyelim.

Eğer etkim altında olmasaydı nasıl tepki verirdi bilmiyorum, öğrenmek eğlenceli olabilirdi tabii eğer birçok kez bu sahneyi tekrarlatmamış olsaydım. Şimdi ise umarsızca yanıma geldi ve benimle beraber koltuğa oturdu.

"Tuhaf," dedi. "Bir şeyler tarafından çekiştiriliyormuş hissinden kurtulamıyorum." Mızıkamı çıkarttıp gülümseyen dudaklarıma yerleştirdim. Bakışları anında beni buldu. Yanıma daha da yanaşması, bedenini bana yaslaması ve başını boyun girintime uzatması için yeterli birkaç melodiydi havayı dolduran. "Yine de iyi hissettiriyor." Çünkü öyle hissettirmesini istiyorum.

Ne düşündüğünüzü biliyorum. Duygularını dahi istediğim yönde değiştirebilirken tam olarak gerçek olan ne? İlk başlarda keyif aldığım şey tam da buydu. Her şeyi istediğim mükemmelliğe ulaştırabilmek.

Birilerinin korkmasını mı istiyordum? Bu sahneyi yaratmak birkaç notama bakıyordu. Birilerinin benim için deli divane olmasını mı arzuluyordum? Kolay iş. Kimisi kölem oluyordu, kimisi ezeli düşmanım. En önemlisi, her şey benim elimdeydi. İşlerin hangi doğrultuda gideceği ve sonuçlarının beni hangi istediğim şekilde etkileyeceğine ben karar veriyordum. Bir nevi kendi kaderimin kalemini elimde tutuyordum. Eh, dudaklarım arasında desem daha doğru olur.

Fakat son zamanlarda onlara bilinçlerini verir oldum. Sanırım, en azından tahminim bu yönde, kendi isteklerime göre düşünmelerinin sıkıcı gelmeye başladığı noktadayım. Kontrolüm altına alıyorum, evet ama düşüncelerinde serbest bırakıyorum. Böylesinin daha heyecan dolu olduğunu keşfetmem birkaç sene öncesine dayanıyor.

Hem, korkmalarını istediğimde değil, gerçekten korktuklarında daha fazla haz aldığımı öğrendim. Yaptığım en büyük keşif buydu.

"Beni buraya ne için getirdin?" dedi başını biraz omzuma doğru kaydırıp gözlerime bakmaya çalışırken.

"Bilmek istemezsin."

Sessizlik. Bilincinin tıkır tıkır işlediğini gözlerinin içinde görebiliyorum. Aklından her türlü şey geçiyor o an, her türlü suç, her türlü pislik. Bu dünyada kadınların başına gelen her ihtimal. Ama bedeni benim kontrolümde, kıpırdayamıyor, tepki veremiyor; belki de bağırıp çağırmak ve yüzüme bir şeyler fırlatmak istiyor. Bu konuda onu serbest bırakıp yapacaklarını görmek eğlenceli bir fikir gibi gelse de tamamen benim kontrolümde olduğunu biliyor oluşunun ona yaptığı zararı düşünmek daha zevkli.

"Neden ben peki?" Sesi o kadar uysaldı ki onunla eğlenmemi engelleyen bir tonu vardı. Mızıkamın etkisi altına girmek böyle mi hissettiriyordu merak etmeden duramıyordum doğrusu.

"Beni sinir eden bir yanın var," demek doğru bir yanıt mıydı, emin değilim. "İlk gördüğüm an yüzündeki gülümsemeyi silmek istedim. Bana onları hatırlatıyordun. Masum duruşun, samimi gülüşün... Sanki dünyanın bütün iyilikleri seni buluyormuş, hiçbir şey seni üzmüyormuş gibi olan duruşun. Her şeye karşı mutluluğu asla bırakmayan insanlara katlanamıyorum."

"Sen de ne olursa olsun mutlu gibi duruyorsun ama."

"Aynı şey değil. Ben kötülükleri kabul ediyorum. Neyi hak edip hak etmediğimin bilincindeyim. Dünyanın bana iyilikler sunmasını, her güzelliğin benim başıma gelmesini beklemiyorum-"

"Benim öyle olduğumu sana hissettiren ne tam olarak? Beni tanımıyorsun bile."

"Önyargı diyelim. Bu akşam için birini seçecektim zaten, sen sadece şanstın. Bana birilerini hatırlatmak senin suçun, ben de seni en mükemmel kurban olarak seçtim."

"Demek beni öldüreceksin."

"Hemen değil."

"Pozitiflik seni neden bu kadar rahatsız ediyor?" İşte yine yaptı. Sorusu ile beni afallattı.

"Geldiğim yerde, pozitiflik dediğin şeyin adı saf iyilik idi ve hayatta her zaman onlar kazanırdı. Bizim gibilerin bir şansı yoktu. Değersizmiş gibi, hiçbir şeyi hak etmezmişiz gibi... Dünyanın işleyişi böyleydi, değiştirmek için elden bir şey gelmezdi. Burası öyle değil. Bu dünya isteyen, uğraşan herkese imkanlarını sunmaktan çekinmiyor. Sonuçlarından biz sorumluyuz, dünya buna karışmıyor. Bunu seviyorum."

O kadar uzun süre sessiz kaldı ki kendimi eksik kalmış hissettim. Arada büyük bir boşluk oluşmuş da yalnızca onun kelimeleri sayesinde doldurulabilirmiş hissi midemi bulandırır olmuştu. "Bir cevap vermeyecek misin?"

"Duymak isteyeceğinden emin değilim."

"Devam et."

"Bence, geldiğin diyar daha adil bir yer gibi duruyor. İyi olmayı seçen insanlara fırsatlar verirken kötülüğe kapılanlara yanlış yolda olduklarını anımsatmak için hayatlarını seçimlerinin geri dönüşleri ile dolduruyor. Belki farkında varır da kendilerini düzeltme çabasına girerler diye." Bedenimin kasıldığını hissedebilior muydu? Başının üstünde duran çenemin sıkılaştığını fark etmiş miydi? Onu susturmam gerekirdi.

"Sen sadece eylemlerinin sorumluluğunu almaktan kaçıyorsun. İyi diye kızdığın kişilerin doğrularını kabullenemiyor, içindeki kötüyü zaptetmekle uğraşmaktansa serbest bırakıp ona kapılmak daha kolay geliyor ve vicdanını rahat ettirmenin yolu da bu bahanen. Hep iyiler kazanıyordu. Ne kadar kolay bir hayat seçimi. Üstelik mızıkana da sahipken. Kendini cenneti yaşadığına inandırmış olmalısın."

Sessizce oturduk. Bedenimin sakinleşmesi için zaman tanıdığıma dair yalanlar uyduruyordum kafamda ama gerçek bu değildi tabii. Kelimeleri büyümüş, büyümüş ve üzerimde bir kubbe haline gelmiş, boynumda zincir oluşmuş ve beni hapsetmişti.

Tiksiniyordum ondan. Haklıydım, onlardan biriydi adeta. Bu dünyada bile var olabiliyor oluşları hayatın benim için seçtiği özel bir durum muydu merak ediyordum doğrusu. O taraf ile bu tarafın yaptığı bir anlaşma.

Yine de onu susturmamıştım. Bu durumun çıplak gerçekliği bedenime batıyordu. Neden her ağzını açtığında dinlemeyi tercih ediyordum ki? Neden izin veriyordum?

Sakinleşmesi için beklediğim bedenim tekrar öfkeyle doldu. Bana büyü yaptığına ikna olmuş halde hışımla ayağa kalktım ve "Kimsin sen?" dedim bileğinden tutup peşim sıra çekerken. Kaşları çatıldı, anlamsızca bana bakıyordu ama bakışlarındaki yumuşaklık ve bedenindeki sakinlik hala oradaydı. Gerçekten de hiçbir şeyi dertlenmiyordu. Ona neler yapabileceğimin farkında mıydı? Gücün bende olduğunu anlamıyor muydu?

Hayır, gücün onda olduğunu biliyor. Büyüsü var. Büyü kullanıyor. Büyü.

Büyü. Yapıyor.

Bu evrende büyüsü olan tek kişi bendim hani? Bana yalan söylendi.

Kandırıldım.

Evrenler benimle oynuyorlar.

"Ne önemi var ki? Ne de olsa kafanda benim için bir rol hazır." Birkaç saniye afalladım. Kelimelerin bana yaklaşmasını engellemek istercesine gözlerimi kırpıştırdım, bir adım geriledim ve bileğinin çevresindeki parmaklarım gevşedi.

Şimdi, evet daha önce etrafında hiç büyü kalıntısı görmediğimi söylediğimi biliyorum. Fakat içinde bulunduğum kafa karıştırıcı durumda zihnimin düzgün kararlar alamadığını belirtmek isterim. Gerçekten de büyü tarafından tuzağa düşürüldüğüme inanıyordum.

"Neden her konuştuğunda seni dinliyorum? Neden huzurumu kaçıran cümleler sarf edebiliyorsun ve neden üzerimde tuhaf bir etki yaratıyorsun? Hangi büyüyü kullanıyorsun söyle. Nereden geldin? Benim gibi öteki tarafa aitsin, biliyorum. Kimdin? Pamuk mu? Aynı ona benziyorsun zaten. Beyaz tenin, o uzun boynun ve gülüşün; gözlerindeki bakış ve iyimserliğin. Böyle bir durumda bile sakin kalışın..." Kahkahamın hasta bir tonu olduğunu size belirtmem gerek.

"Büyünün etkisi yüzünden sakin durduğumdan emin olabilirsin. Pamuk nasıl isim ayrıca? Masal karakteri gibi. Büyüm yok, senin aksine. Sadece düşündüğümü söylüyorum, beni dinlemeyi tercih eden sensin."

Susmasını istiyordum. O an sadece susmasını istiyordum. Mızıkama uzandım. Dili kesilsin, dudakları birbirine dikilsin istiyordum. Periler sesini alsın, sirenler ağzını kemirsin istiyordum. İhtiyacım olan tek şey mızıkamdı. Beni asla hayal kırıklığına uğratmayan, her zaman yanımda olan melodilerim...

Dudaklarıma yerleştirmek üzereyken tekrar konuştu. "Kaçıyorsun," dedi. "Hoşuna gitmeyen her şeyden kaçıyorsun, kontrol etmek seni kölesi yapmış, kontrol ediliyorsun farkında değilsin. Neden söylediklerimin doğruluğunu kabullenmekte bu kadar zorlanıyorsun?"

Haklıydı ama haklı değildi. Doğru konuşuyordu ama benim yalanımdı. Cevap veremezdim. İstemedim. İradelerini onlara bırakmak, fikirlerini sunmalarına izin vermek aptalca bir fikirdi. Bir daha asla.

Melodim bu hayatta doğru olan tek şeydi.

Sessizlik bildiğin tek şey olsun; yılanlar dilini kapsın, periler sana ses bahşetmeyi unutmuş olsun. Hayatında hiç konuşmamış ol, kelimeler baloncuklara dönüşerek yok olsun gitsin; havaya karışsın bir daha seni duymayalım ve yağmur yağdığında ses tellerin üzerimizde eriyip kaybolsun. Puf!

Mızıkayı kenara fırlattım. Son birkaç saatin üzerime bindirdiği ağırlıkla koltuğa bıraktım kendimi. Başımı geriye yaslamış, gözlerimi yumarak derin bir soluk salmıştım. Burnumun kemerini sıkarken ağrımaya başlayan gözlerimin farkına varmak yorgunluğuma filler katmıştı.

Sessizlik.

Orada öylece dikildiğini hissediyordum. Asla kıpırdamıyor, kıpırdayamaz çünkü ona söylemedim. Hayatında daha önce hiç konuşmadı, kendi sesi ne bilmiyor. Kelimelere hiç şekil vermedi dudakları ve dili onun için yalnızca yemek yemesine yarayan bir organdan ibaret.

Pekala, hadi sizinle biraz konuşalım. Bu hikayenin nasıl bitmesini bekliyorsunuz? Doğru, bana cevap veremezsiniz çünkü bu tek taraflı bir melodi. Fakat içinizden bazılarınızın doğru yolu bulmamı beklediğini biliyorum. Hadi bu tatlı kadın içini yumuşatsın ve artık hayatına iyi biri olarak devam et.

Beni deli ediyorsunuz. Buna inanıyorsanız eğer, gerçekten de onlardan birisiniz demektir. Yine de size bu hikayede anlatmadığım, üstünden bir yalanla geçtiğim bir gizem var ve sanırım bilmeniz gerek. En azından beni tanımanız adına anlatmakta fayda var.

Söylediğim gibi, insanlara zarar verdim. Onlarla eğlendim, canlarını yaktım. Aklınıza gelebilecek her yönde. Şimdiye kadar bulaşmadığım tek varlık çocuklardı. Sizlere bunun sebebinin keyfimi kaçırmaları olduğunu söyledim, bu kısmı doğruydu. Fakat atladığım bir gerçek var ki o da çocukları her zaman baştan çıkarıcı bulmamdı. Hangisinin gerçekten insanın ruhunu görebildiğinden asla emin olamazdınız. Yaptıkları, kalpten gelen saf hareket beni rahatsız etmeye yetiyordu. Bazı durumlarda, eğer onlarla direkt etkileşime geçersem vicdan dediğiniz mekanizmanın çalışmasını engelleyemiyordum. Bu da tüm eğlencemi öldürüyordu. Yetişkinlerle uğraşmak daha kolay, onlara acımazsınız.

Bunu, o zamanlar göle götürdüğüm çocukların boğulmasını izledikten sonra arkamı döndüğümde bana bakan tek bir çocukla göz göze geldiğimde keşfetmiştim. Orada öylece durmuş, kısacık boyu ve küçükçe bedeni ile, minik elleri kıyafetinin eteklerini sıkıca kavramış halde dikiliyordu. Bakışları korkuyla titriyor ama aynı zamanda cesurca dikilmiş, dikleştirdiği başıyla meydan okurcasına bana bakıyordu. Tam gözlerimin içine. Hayır, direkt ruhuma bakıyordu.

Sağır olduğunu fark etmem fazla vaktimi almamıştı. "Neden öylece duruyorsun?" demiştim bir süre sonra. Cevap vermemişti. "Kaçman daha akıllıca olmaz mı sence de?" Çenesinin sıkı olduğunu görebiliyordum, önünde diz çöktüğümde bile yaptığı tek hareket başını indirip gözlerimi gördüğünden emin olmak olmuştu.

Konuşamıyordu. Ne dediğimi anlamıyordu. Ama orada durmuş bana bakarken beni rahatsız ediyordu. Varlığı ile, gözlerindeki ifade ile huzursuz oluyordum.

Tıpkı şimdi, onun yaptığı gibi. Dikilmiş, bana bakıyordu. Hissedebiliyordum. Gözlerinin, kapalı göz kapaklarımda sabit durduğunu biliyordum. Kelimeleri varlığından yok etmiştim, şimdi de duygularıyla konuşuyordu benimle.

"Gerçekten de samimisin öyle değil mi? Kötü düşünmemeyi tercih etmiyorsun, varlığın bu şekilde. Tıpkı benim kalpsiz oluşumun özümde olması gibi." Kendi cümlelerime güldüm. Acınası bir gülüştü. "Sanırım günün sonunda kötü diye anılmamızın sebebi, başlangıçta haklı sebeplerimiz olsa dahi bir vakit sonra canımız istediği için birilerine zarar vermekte bir sakınca görmemeye başlamamız. En azından senin dediğine göre. Gerçi, ben kendimi bildim bileli böyleyim ya. Geçerli bir öfke sebebim yoktu hiçbir zaman. Sadece çıkarlarımı düşündüm." Ayağa kalkarak önünde durdum. Elim yanağına gitti, saçlarını geriye ittiriyormuş gibi yaparak tenini okşarken gözleri beni izliyordu. "Beni rahatsız ediyorsun. Tüm keyfimi de kaçırdın ayrıca," dedim tekrar gülerek. Yüzümü saçlarının arasına yaklaştırdım, dudağımı kulağına yasladım. Kokusu artık her yerdeydi. "Seninle daha önceden tanışmış olmayı dilerdim, her şey çok farklı olabilirdi belki de."

Geri çekilip yüzünü avuçlarım arasına aldım. Yüzünü uzunca inceleyerek dudaklarına bir öpücük bıraktım ve "Git," dedim. Mızıkamı elime alıp koltuğa geri otururken hiç olmadığım kadar yaşlı hissediyordum. Git. Uzaklaş buradan. Uyu. Uyu ki uyandığında her şey bitmiş olsun.

Arkasını dönüp yürümeye başlamadan önce bir süre öne geriye salınarak iplerin kontrolünde harekete hazırlanan bir kukla gibi dikildi. Bir an için, sadece tek kısa bir an için gitmeyecek sandım. Büyüme karşı çıkacak, bana direnecek ve tıpkı kendi fikirlerini korkusuzca dile getirirken yaptığı gibi beni etkisi altına alacağını düşündüm.

Fakat arkasını döndü, paltosunu ona uzatmak için kapı girişinde bekleyen ölü hizmetçimin omuzlarına kabanını bırakması için biraz duraksadı ve kapıyı açıp çekip gitti. Olduğum yerde, kapının boş ve soğuk evde yarattığı yankısı altında otururken bozuk bir kahkaha kattım sessizliğe. Neşesiz ama keyifli, mutlu ama huzursuz bir gülüştü.

Kafamı öyle bulandırmıştı ki şimdi, varlığı hayatımı terk etmişken farkına vardığım aptallıklarımı sizlere de sunmak isterim. Bana büyü yaptığına inanmıştım. Sırf gerçekliğime aykırı konuştuğu için. Onu masal kahramanları ile karıştırmıştım. Onu saf iyilik meleği bellemiştim. Oysa yaptığı tek şey benim büyümün etkisi altında ondan istediğimi yerine getirmekti: Bana meydan okumak.

Onu serbest bırakmıştım ki kendi ürettiği düşünceleri ile bana meydan okusun. İşte istediğim buydu. Ona olduğundan başka roller biçmek benim aptallığımdı. Yirmi yıl sonra hala daha öteki tarafın üzerimde bu kadar etkisi olacağını tahmin etmemiştim doğrusu. Sanırım bazı şeylerin büyüsünden hiç kurtulamıyorduk.

Mutfağa geçmek için kalktığımda peşimden gelen hayaletin ayak sesleri hızla bana istediğimi hazırlamak için harekete geçti. Bahçeye açılan cam kapıları sonuna kadar açıp, yağmaya başlamış yağmurun topraktan yükselttiği kokuyu içime çekerken tam karşımdaki göl manzarasını izliyordum.

Ve gölün içinde yürüdükçe batan kadını.

Ne yani, onu gerçekten de dünyaya geri gönderdiğimi sanmadınız değil mi? Neden böyle bir şey yapayım ki? Ne de olsa bugün benim yirminci yıl dönümüm. Bunu bir şekilde kutlamam lazımdı.

Mızıkam onu uyuttu ve uyuttu ta ki gölün içinde bedeni mücadelesizce dururken zihninin içinde çabalayan varlığı çığlık çığlığa kalıp ölüm onu almaya geldiğinde uyanana kadar.

Ve sonrasında, her şey bitti.

Uyanınca hep biterdi zaten.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top