27.Bölüm
Doğan, Mete'nin odasında duruyordu. Sırtını sessizliği yutan duvara yaslamıştı. Gözlerine biraz sis inmişti. Bacaklarındaki titreşim ruhunda deprem etkisi yaratıyordu. Kollarını birbirine kenetlemişti. Kafası umutsuzca yere eğilmişti. "Neler oluyordu şimdi?" diye sordu düşüncelerinde. Belki de neler olduğunu değil de neler olacağını sormalıydı kendisine.
Duvarın soğukluğundan ziyade içindeki duyguların buz tuttuğunu hissediyordu. Aklında geçmişi deşip duruyordu. Düşüncelerinde olanları değiştirmeye çalışıyordu. Arabadaki kan dolu çantayı unutmasaydı, Yıldız yaşayacaktı. Kayıplar Ormanı'na gitmeselerdi kurtarılması gerekmeyecekti. Anneannesi ve dedesi hiç tanışmasaydı, kendisi hiçbir şekilde dünyaya gelmeyecekti.
Aynı döngüde düşünceleri sürekli olarak geçmişi sorgulamaya başladı. Öyle ki dünyanın var oluşuna kadar geriledi. Asıl sorun dünyanın var olması mıydı? İnsanların yaratılması mıydı? Yoksa asıl sorun: İnsanların yaptıkları hataları üstlenmeyip sürekli olarak birilerini suçlaması mıydı?
Kapının açılmasıyla birlikte bir an irkildi. İstemsizce artmaya başlayan kalp atışlarıyla doğruldu. Kapıdan giren kişiyi ilk defa görüyordu. Bakışları kendi üzerinde hissettiğinde ne yapacağını bilememişti. Ne diyeceğini, ne demesi gerektiğini düşünemiyordu. Buraya nasıl geldiğini bile neredeyse hatırlamıyordu. Kafası yeterince doluydu ve olabildiğince kısa sürede boşaltmak istiyordu.
"Doğan, öncelikle yaşadığın her şey için bizzat ben özür dilerim," dedi Mete. Sesi oldukça kibardı. Söylediğinde samimi olduğu belliydi.
Sözleri duyduğunda Doğan söyleyecek bir şey bulamamıştı. Yaşadığı onca olaydan sonra bir özür, hiçbir şeyi değiştiremezdi. Arkadaşları öldü. Kendisi öldürülmekten kaçtı. Anneannesinin ölümüne şahit oldu. Hayatında başına bunlar kadar kötü ne gelebilirdi ki? Bir özür, geçmişe döndürmezdi insanı. Üstelik asıl özür dilemesi gereken kişinin karşısındaki adam olmadığını gayet iyi biliyordu.
İkisi de tek kelime edemedi. Aralarında oluşan sessizlik, ikisinin de kafasında dönen düşünceleri sakinleştirmiyordu. Birkaç saniye sonrası dahi ikisini korkutuyordu.
Doğan aldığı kesik ve kısa nefeslerin ardından bir iki kelime edebilmişti. "Mete sensin değil mi?"
Mete kafasını kurcalayan onca sorunun ardından sorulan soruyu idrak edebilmişti. "Evet, benim."
Doğan ne diyeceğini bile düşünmeden yarım yamalak konuştu. Vicdan azabı çekiyordu. Pişmanlık ciğerlerini delip nefes almasını engelliyordu. Kendisini suçluyordu ve bunu birisine söylemesi gerekiyordu. "Yıldız benim yüzümden öldü! Benim unutkanlığım yüzünden öldü!"
Mete, Doğan'ın hissettiklerini anlamaya çalıştı. Karşısında küçük bir çocuk duruyordu. Ne yapacağını bilemeyen, kafası fazlasıyla karışık, korku dolu gözlerle bakan küçük bir çocuk... Bir zamanlar, bütün suçu kendisinde bulduğunu anımsadı. Çaresiz olduğu zamanlar aklına geldi. Eski hatıralara ruhunu teslim etmemek için direniyordu. Yüzüne yalandan bir gülümseme koydu. Nazik bir tonda konuştu. "Kendini suçlama. Olanlarda senin hiçbir suçun yok."
"Hayır!" Doğan lafı ağzında geveledi. Nasıl başlayacağına karar veremiyordu. Yine de bir şekilde anlatmaya devam etti. "Kan dolu çantayı unutmasaydım Yıldız hemen iyileşecekti. Ben de kanımı içmesi için onu zorlamayacaktım."
Mete olanları anlamamışçasına Doğan'a bakıyordu. Onun sözünden ne anlaması gerektiğini idrak edememişti. "Ne demek istiyorsun?" dedi bilinmezliği her harfinde saklayarak.
Doğan saçını kaşıyıp azap kadar sıcak sesiyle konuşmaya devam etti. "Benim kanımı içmişti. Sonrasında ne oldu bilmiyorum ama o vampirlerden birisi geldiğinde Yıldız'ın insan olduğunu söyledi."
Mete'nin duyduğu cevap pek de mantıklı gelmiyordu kulağına. Vampirler var oldukları andan beridir insan kanıyla besleniyordu. Yıldız'ın tekrar insan olduğunu öğrenmişti. Yeniden insan oluşla, çocuğun söyledikleri aradaki bağı kuramıyordu. "Bizler var olduğumuz andan insan kanı içeriz. Atladığın bir yer olmadığına emin misin?"
Doğan gerçeği söylemek konusunda tereddütlüydü. Bu sırrı anneannesinin söylemesinin gerektiğini biliyordu. Ama artık bir anneannesi yoktu. "Ben onun torunuyum. Yani olmaması gereken ama olan torunuyum. Ve sanırım benim kanım yüzünden yeniden insan oldu. Yani başka bir şey gelmiyor aklıma."
Mete gülmekle ağlamak arasındaki ince çizgideydi. İlk duyduğunda inanmamıştı. Daha doğrusu inanabileceği bir gerçeklik değildi. "Bu imkansız! Böyle bir şey mümkün olamaz!"
"Ama şu an imkansıza bakıyorsun."
Mete adımlarını masasına doğru yönlendirdi. Aldığı cevabın imkansız gibi gözüktüğünün farkındaydı. Doğan'ın yaşı ve ebeveynlerinin yaşını hesapladı kafasında. Biraz düşününce Yıldız'ın neden son yarım asırdır uslu durduğunu anlamıştı. Neden etrafta pek fazla gözükmediğini, kavgaya pek fazla karışmadığını açıklıyordu bu durum. Neredeyse bir yıla yakın ortalıkta olmama nedenini de şimdi açığa kavuşmuştu. Yine de bütün hayatı boyunca daha önce böyle bir şey duymamıştı.
"Yıldız, torununun kanıyla insan mı olmuştu?" diye bir soru geçirdi içinden. Eğer öyleyse binlerce yıldır aradığı panzehir hemen karşısında duruyordu. Bunca zaman hayalini kurduğu, uğrunda hayatını çalışmaya adadığı panzehir...
Zihni çok farklı duygular içerisinde yuvarlanıyordu. Cebinde titremeye başlayan telefon, ortamın karanlık sihrini bozmuştu. Telefonu usulca cebinden çıkardı ve kulağına götürdü. Kendisine söylenen birkaç sözü dinlemesinin ardından cevap verdi. "Etraftan çekilin. Bırakın gelsinler. Karşı çıkmayın. Gerisini ben hallederim."
Sesi umutsuzluğun var oluş sebebi kadar karanlığı barındırmıştı. Telefonu kapatıp masanın üzerine bıraktı. "Senin dışında Yıldız'la kan bağı bulunan kimler var?" diye Doğan'a sordu.
"Annem. Sadece annem ve ben varız."
"Pekala. Yıldız'la aranda kan bağı olduğunu kimler biliyor?"
"Hiç kimse."
"Güzel. Bunu kimsenin bilmemesi gerekiyor. Böyle bir olay duyulursa neler olur tahmin edemiyorum." Mete yavaşça masasının çekmecesini açtı. Çekmecesinde tüpe benzeyen kurşunlarla bir silah duruyordu. Silahla kurşunu eline alırken çocuğun gözlerine baktı. Gördüğü korkuyu, çaresizliği hissedebiliyordu. Onu koruması gerekiyordu. Doğan, etrafını kurt sürüsü sarmış küçük bir tavşan gibiydi. Tavşanın yaşaması için kurtların arasında ölü olması gerekiyordu.
Mete silahı çekmecesinden çıkarıp kurşunları silaha koyuyordu. Doğan geriye doğru adım attı. "O silahla ne yapacak?" diye sordu kendisine. Silahın kendisi için kullanılacağını düşünmüştü. Nedenini anlayamıyordu. Kendisini öldürmek isteseler bunu çoktan yapabileceklerinin farkındaydı. Neden şimdi silahın kendisine doğrultulduğuna dair cevap veremiyordu. "Ne yapacaksın onunla?" Sesi titreyerek sormuştu soruyu. Hala mantıklı bir cevap gelmiyordu aklına.
"Özür dilerim ama seni öldürmek zorundayım. Kurtuluşunun tek yolu bu!" Başka bir çözüm yolu görememişti Mete. O ölmeliydi. Diğer türlü onu başkaları öldürecekti.
"Öldürerek mi?" diye haykırdı Doğan. Haklıydı. Öldürerek mi kurtarılacaktı birisi?
"Buna mecburum," dedi Mete ve sadece bir el ateş etti. Kurşun, Doğan'ın kalbine yakın bir bölgeye isabet etti.
Doğan elini kanın üzerine koydu. Parmaklarının arasından akan sıvının sıcaklığını hissediyordu. Acıyanın, kurşunun açtığı yara mı yoksa güveni mi olduğundan emin değildi. Birkaç saniye içinde var olan görme duyusunu yitirdi. Her şey bulanıktı, her şey anlamsızdı. Gözlerinin kararmasıyla beraber kulağındaki çınlama beynini parçalıyordu. Akmaya devam eden kanla birlikte ayakta duramıyordu artık. Gücü tükenmişti. Yaşam enerjisi kalmamıştı. Sonbahardaki yapraklar gibi usulca soğuk zemine düşüyordu bedeni.
Silahın ateşlenince yaydığı sıcaklık soğumamıştı henüz. Eli titreyerek silahı aşağıya eğmişti Mete. Ruhunda kalan endişeyi bastırmalıydı. Korkmamalıydı. Olacakları kestiremiyordu ama geleceğe yön verebileceğinin bilincindeydi. Gözlerini Doğan'a kilitledi. Bir canın hayatta kalması buna bağlıydı. Belki de geleceğin değişmesi buna bağlıydı.
Donuk bakışlarını kapıya doğru çevirdi. Kimlerin geldiğini biliyordu. Yüzünde oluşan tükenişin izlerini sildi. Bütün mimiklerine ciddiyet yerleştirip kapının açılışını izledi.
Odaya Kan Emicilerin Hükümdarı ve yanında üç vampir kral girdi. Kralların içinde Osa Bölgesi'nin Kralı bulunuyordu. Diğer iki kralsa diken saçlı ve kazıtılmış saçıyla bir kadındı. Osa Bölgesi'nin Kralı, Yıldız'ın kendi adamı tarafından öldürülmesinden memnundu. Kendi adamının öldürülmesinden dolayı var olan öfkesiyse suratından okunuyordu.
Hükümdar kafasıyla diken saçlıya işaret verdi. Diken saçlı, Doğan'ın nabzını kontrol etti. Damarlarında tek bir titreşim bile yoktu. Bedeni saniyeler geçtikçe soğumaya yüz tutuyordu.
"Yazık oldu," dedi sırıtarak diken saçlı. Sözlerinin ardından ayağa kalktı. Gözleri usulca akmaya devam eden kanı izliyordu.
Kan emicilerin gördükleri manzara karşısında sevinmiş gibi bir halleri vardı. Mete'nin çocuğu öldüreceğini zannetmiyorlardı. Özellikle, dışarıda kendilerini karşılayan silahlı kan emiciler akıllarına gelince...
Bu durum özellikle hükümdarın istedi şeydi. Herkesi istediği gibi yönetmekti bütün arzusu. Herkes kendi emri altında olmalıydı. Bunu bir zamanlar başarıyordu. Bir zamanlar bu otoriteye sahipti. Mete'nin kral olmasıysa işleri değiştirmişti.
"Halkının ne yapmaya çalıştığının farkında mısın?" Hükümdar, volkanları patlatacak güçteki ses tonuyla konuşmuştu.
Mete sakince cevap verdi. "Biliyorum."
"Kuralları çiğnediler! Dışarıda yaşanan kaosun sorumluları cezalandırılmalı!"
"Farkındayım."
Mete'nin sakin tavrı hükümdarı rahatsız ediyordu. "Bugün olay çıkaranların hepsi idam edilecek!"
"Hayır!"
Hükümdar böyle bir cevabı beklemiyordu. Kendisine karşı gelinmesinden hiç haz etmezdi. Yüzündeki mimikler şeytanın varlığını kanıtlıyordu adeta. "Kuralları biliyorsun!"
"Evet ama sen de beni tanıyorsun!"
Mete'nin sert tavrı, hükümdarın hiç hoşuna gitmemişti. Aralarında başlayan soğuk savaşla Mete konuşmaya devam etti. "Onların hayatları bana ait. Onların hakkındaki kararları ben veririm!"
Hükümdar duyduğu sözlerin ardından sinirlerine hakim olamayacak seviyeye geliyordu. Karşısında görmek istediği kral, başkaldıran birisi olmamalıydı. Kendisine boyun eğmesini istiyordu. Kendisine rakip olmaya cüret edecek bir kan emici istemiyordu. "Bir yanlışın var Mete. Hepiniz bana aitsiniz! Eğer Yıldız'a yardım etmeye çalışırsan seni ve tüm halkını öldüreceğimi söylemiştim."
Mete sadece güldü ve kafasını yere eğdi. Yüzündeki sırıtışı sildi ve gözlerini hükümdara dikti. "Belki de iki kral olarak konuşmamızın vakti gelmiştir."
Hükümdar ve diğer üç vampir güldü. Hükümdar konuşmaya devam etti. "Seninle konuşacak neyim var ki?"
"Yeniden insan olan vampirin cesedinin gömülmesi mi yoksa yakılması gerektiğini mi düşünüyorsun?" dedi Mete. Sesinin sakinliği, ortamı oldukça germişti.
Söylenen son sözün ardından odadaki herkesin surat ifadesi değişmişti. Onların hepsi yüzlerce, belki de binlerce krallığın doğuşuna ve çöküşüne tanıklık edecek yaştaydı. Bu zamana kadarsa kan emicilerin yeniden insan olduğuyla karşılaşmamışlardı.
"Çıkın odadan!" diye bağırdı hükümdar.
Kadın önce karşı çıktı bu duruma. "Neden? Onunla konuşacağın ne varsa bizim yanımızda da konuşabilirsin?"
Hükümdar gözlerini kadına dikti. "Size gitmenizi emrediyorum."
Bu sözün üzerine daha fazla odada kalamayacağını anladı kadın. İki vampir, karanlığı peşlerinde sürüklercesine odadan çıktı. Diken saçlı, ayağıyla Doğan'ın kafasını ezmeye yeltenmişti.
Mete, vampirin ayağından teğet geçen bir kurşun sıkıp konuşmaya başladı. "Hala benim krallığımdasın! Tavırlarına dikkat et! Bir kralı daha öldürmek istemiyorum! Ortalık yeterince kirlendi."
"Pekala," dedi kral. Son kez ağzı sulanarak Doğan'a baktı. "Senin olsun!" deyip odadan çıktı.
Üç kralın birden ortadan kaybolmasıyla hükümdar konuşmaya başladı. "Yıldız'ın insan olmasıyla ilgili ne biliyorsun?" Sesi tedirgindi. Bu tedirginlik kendisini adeta ortaya atmıştı ve "Ben buradayım!" der gibi bağırıyordu.
"Sen ne biliyorsan ben de onu? Ama..." Mete istediği tepkiyi aldığını düşünüyordu. İşleyişi düzeltmek için gerekli zamanı elde edebilirdi. Büyük bir soğukkanlılıkla sözlerine devam etti. "Nasıl olduğunu öğrenebilirim. Bunu istemez misin?" Konuşmaya kısa bir mola verdi. Hükümdarın panzehir için yanıp tutuşacağından emindi.
"Nasıl olacakmış o?"
Hükümdarın dalga geçer gibi söylediği söze cevap verdi. "Bunun için bana denek lazım. Üzerinde çalışabileceğim kan emiciler gerekiyor. İdama mahkum olan kim varsa bu iş için kullanılacak. Eğer bu konu da bir itirazın varsa..." Sözlerini yarıda kesti. Hükümdara aşağıdan yukarıya doğru küçümseyici bir tavırla baktı. Sonrasında cümlesini tamamladı. "Hema Birliği'nden birkaç kralı denek olarak kullanabilirim."
Mete'nin sözlerinin tehdit içerikli olduğunun farkındaydı hükümdar. Her halükarda aklına yatmıştı bu düşünce. Bir kan emici tekrardan insan olabiliyorsa bunu kendi çıkarları doğrultusunda kullanılabilirdi. Bu gücü başkalarından önce kendisinin ele geçirmesi gerekiyordu. Eğer bir başkası panzehri daha önce bulursa kendi sonunum getirilebileceğinin farkındaydı. Yıldız'ın yeniden insan oluşu da panzehri birisinin bulduğunu kanıtlıyordu. En güçlü kendisiydi ve öyle kalmalıydı.
Tekrar insan olmanın yolunu öğrenmek, bir anda en büyük hayali olmuştu. Peki neden Mete böyle bir teklifte bulunmuştu? Belki de asıl sorması gereken şey: Neden Yıldız'ın korumaya çalıştığı çocuğu öldürmüştü?
Belleğinde biraz geçmişe gitti. Mete'nin bir kralı öldürme sebebi gözlerinin önüne geldi. Eğer o, kralı öldürmemiş olmasaydı onun sevdiği kadının ölmesi gerekecekti. Buna göz yumamamıştı. Şu an ise Yıldız bir ölüydü. Ölümüne sebep olan da hemen yerde yatıyordu.
Hükümdarın gözleri Doğan'a çevrildi birkaç saniyeliğine. Şimdi Mete'nin neden çocuğu öldürdüğünü anlayabiliyordu. Mete'nin bulduğu panzehri kendisine verecek olması ise saygı gösterisiydi. Mete de artık kimin güçlü olduğunu öğrenmişti. En azından hükümdar öyle düşünüyordu. Çünkü, istese Mete bu işi gizli de tutabilirdi. Ama o bu gücü hükümdara vermeyi tercih etmişti. Şimdi Mete'yi kendi tarafında görüyordu ve bu oldukça hoşuna gitmişti.
"Bildiğini yap ama bu araştırma gizli kalacak. Ayrıca idam emrine çarpılanlar ölünceye kadar..."
Hükümdar konuşurken Mete sözünün devamını getirdi. "Hiçbir yere gitmelerine izin vermeyeceğim. Benden izinsiz hareket ettiler ve bedelini ödeyecekler! Öldürülünceye kadar zindan hayatı sürecekler. Bunu temin ederim."
Hükümdarın yüzünü sinsi bir gülümseme sardı. Arkasından sarkan siyah peleriniyle odadan dışarıya çıktı.
Koridorda sonsuzluğa yankılanan ayak sesleri son bulmuştu. Mete ciğerlerini patlatacak kadar derin bir nefes aldı. Bitkin bir zihinle sandalyesine gömüldü. Ruhu kazıklarla dolu bir zindana hapsolmuştu sanki. Sol dirseği masanın üzerine koydu ve eline kafasını yasladı. Uzun süren yaşamı boyunca hafızasına kazınacak bir günü yaşamıştı. Alnını sıvazlarken düşünceleri arasında hayatta kalmaya çalışıyordu.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top