26. Bölüm

Yıldız, gözlerini kapıya doğru dikti. Pencereden giren güneş ışınları kaybolmuştu. Odanın içi neredeyse karanlıktı. Yine de karşısında duran kişinin yüzünü ayırt edebiliyordu. Sesin sahibi kendisine doğru yürüyordu. Bütün her şeyin üst üste geldiğini hissediyordu. Buradan nasıl kurtulacaklarını düşünemiyordu. Üzerindeki yorgunluk ve kalp atışlarını kulaklarında duyması, yeniden insan olduğunu doğruluyordu. Peki bu şimdi mi olmak zorundaydı? Torununu kurtarmaya bu kadar yakınlaşmışken olmak zorunda mıydı?

İçindeki çaresizlik ve karamsarlık hissi bütün benliğini ele geçiriyordu. Yapabilse bir köşeye oturup ağlamak istiyordu. Akşama kadar saçlarını yolmak, bağırmak istiyordu. Yaşananlara küfürler savurmak istiyordu.

Uzun zamandır tatmak istediği bir duyguydu oysa insan olmak. Şimdiyse asla sevinemeyecekti insan olduğuna. Nedense hayal ettiklerimiz en vakitsiz an gelirdi başımıza. Uçmak için gökyüzünden bulutların çekilmesini beklerdi insanoğlu. Hava güzel oluncaya dekse çoktan kanatları kırılmış olurdu.

Top sakallı, sağ elinde Doğan'ı boynundan tutuyordu. Sol eliyle de Yıldız'ı boynundan tuttuğu gibi havaya kaldırdı. Bir elinde Doğan ve diğer elinde Yıldız varken keyfine söylenecek söz bulamıyordu. Öldürülmesi gereken iki kişi de avucunun içindeydi. Bu işi gerçekleştirmekten büyük bir zevk duyacaktı.

Doğan iki eliyle birden acımaya başlayan boğazını kurtarmaya çalışıyordu. İşe yaramayacağını bile bile debelenmeye devam ediyordu. Güçlükle içine çekmeye çalıştığı oksijen, bünyesine zor yetiyordu. Bir de anneannesinin yeniden insan olduğunu öğrenmişti. "Bu nasıl olabilir?" diye sordu kendi kendisine. Sorusu şimdilik yarım kalmıştı. Düşünemiyordu. Şu an için bütün gücüyle nefes almaya çalışıyordu.

"Önce hanginizi öldürsem acaba?" Top sakallı yüzündeki iğrenç sırıtışla bir sağdakinin bir de soldakinin suratına bakıyordu. Gözleri ikili arasında mekik dokuyordu.

Yıldız konuşmak için dudaklarını araladı. Boğazı sıkılırken sesi yeterince çıkmıyordu. Her halükarda son nefesine kadar güçlü durmaya çalışacaktı. Yapabileceği başka bir şey yoktu. Küçük bir kuştu ve boğulmamak için var gücüyle çırpınıyordu. "Onu bırak! Senin sorunun benimle!"

"Aslında haklısın. Benim sorunum seninle ama Hema ikinizin birden ölmesini istiyor! Bu onura layık olmaktan büyük bir zevk duyarım. Tabi sizi öldürmeden önce öğrenmem gereken bir şey var. Nasıl insan olduğunu çok merak ediyorum. Bunu nasıl başardın?"

Gözleri Yıldız'ın üzerinde takılı kaldı saniyelerce. Eve ilk girdiğinde Doğan'ın kokusunu almıştı. Evde bir başkası olduğunu da fark etmişti. Amacı doğrultusunda hareket edecekti. Yabancı insana dokunmadan buradan gitmeyi planlıyordu. Sonrasındaysa oğlanın bağırtılarını duymaya başlamıştı. Yıldız'a sesleniyordu. Bu sefer de istemsizce ayakları kokusunu aldığı kızın yanına gitmişti. Aldığı koku insan kokusuydu ama kızın suratı Yıldız'a aitti. Her ne kadar inanmakta zorluk çekse de bir vampir insan olmuştu.

Yıldız'ın cevaplamayacağı bir soru sorulmuştu az önce. Bir tahmini vardı lakin gerekirse cevabı mezara götürmeye hazırdı. Zaten buradan cesetleri dışında bir şeyin çıkacağını da düşünmüyordu. Sadece torununu kurtaramadığı için yanıyordu ruhu. Öyle acı çekiyordu ki anlatabilecek kelime yoktu.

Sakallı, dışarıdan gelen kokuları aldığında yüzünü astı. Suratındaki parıltı solmuştu. Ardından etrafta duyulan seslerle Doğan daha çok endişelenmeye başladı. Kalbi öyle hızlı atıyordu ki göğüs kafesi içeriden parçalanacaktı. Vampirlerin sayısının arttığını düşünüyordu. Kayıplar Ormanı'nda yaşadığı gibi bir sahneye daha tanık olmak istemiyordu. Eğer ölecekse en kısa yoldan olmasını umut ediyordu.

Yıldız, sakallının surat ifadesinden işlerin yolunda gideceğini hissediyordu. O mutsuzsa demek ki sevmediği birileri buradaydı. Yapmak üzere olduğu cinayeti engelleyebilecek birileri buradaydı. Gelenler, kendileri için bir çıkış kapısı olabilirdi. Dışarıdakilerin kimler olabileceği aklına geliyordu. Ruhuna bir nebze de olsa ay ışığı vuruyordu lakin içindeki fırtına durmaya niyetli değildi.

***

"Dışarıya çıkmak için davetiye mi bekliyorsun?" Gökhan sinirli bir sesle bağırarak konuşmuştu. Önce yanında duran vampirlere ardından karşısında duran eski eve baktı.

Herkes, top sakallıyla genç bir kız ve genç bir erkeğin kokusunu almıştı. Erkeğin, Doğan olduğunu tahmin ediyorlardı. Kız içinse yorumları yoktu. Yıldız'ın kokusunu hiç birisi tanımamıştı. Zira insan olunca kan emicilere ait olan hiçbir özellik kalmamıştı. Kendisine has kokusu bile değişmişti. Kıyafetine sinen vampir kokusu da çoktan uçup gitmişti.

Sakallı, ağır adımlarla evden çıktı. Yaklaşık yirmi metre ilerisinde duran onlarca vampiri gördüğüne pek de sevinmemişti. Özellikle hepsinin elinde ağır silahlar duruyorken. Yine de yüzündeki asık ifadeyi küstah bir gülüşe bıraktı. Karşısında isterse yüzlerce vampir olsun hiçbirisinden korkmuyordu. Kendisine saldıracaklarını düşünmüyordu. Hepsi gözünde küçük birer korkaktı. Kendisini aslan zanneden kedi yavrusu gibi görüyordu onları.

"İkisini de bırak!" dedi Eda.

Top sakallı suratındaki aşağılayıcı gülüşünü koruyordu. "Neden bırakayım?"

"Eğer bırakmazsan seni buradan canlı çıkarmam!" diye karşılık verdi Eda.

"Deneyecek cesaretin var mı?" dediğinde sakallının gözleri Yıldız'ı buldu.

Yıldız'ın saçları yüzünün yarısını kapatıyordu. Üstelik hava gittikçe kararıyordu. Vampirlerin hiçbirisi Yıldız'ın yüzünü görmüyordu. Hiçbirisi onu tanıyamıyordu. Sonuçta kan emicilerin koku duyusu güçlüydü, görme duyusu değil.

Etraftakilerden birisi konuşmaya başladı. "Daha fazla uzatma!"

Top sakallı, Yıldız'ın boynunu tek hamleyle kırıp vampirlerin önüne attı. "Elinizde tuttuğunuz silahları kullanmayı öğrenince bana meydan okursunuz!"

Hepsi bir anlık şaşkınlıkla kendilerine doğru atılan kıza bakıyordu. Kızın suratını gördüklerinde Yıldız'ı görmeyi beklemiyorlardı. Solmaya yüz tutan mavi gözleri gökyüzünü son kez kucaklıyordu. Korneasının üzerine karanlık vuruyordu. Başında yeşil şapka olan vampir aşağıya eğildi. Yıldız'ın göz kapaklarını sonsuzluğa kapattı.

Doğan oradaki herkesten daha şaşkındı. Kendisini kurtarmaya çalışan kişi, anneannesi şu an bir ölüydü. Önce vampirlerin varlığına inanamamıştı. Şimdiyse anneannesinin öldüğüne inanmakta zorlanıyordu. İstemeden de olsa gözleri doluyordu. Ruhunda garip bir sancı doğuyordu. İçinde hüzünle öfke birbiri üzerinde üstünlük kurmaya çalışıyordu. Bir yandan Yıldız'ın ölümü yüzünden üzgündü. Diğer yandan ise onu öldüren kişiyi imkanı olsa yok etmek istiyordu. Belki de her şeyin kendi suçu olduğunu düşündüğünden dolayı yaşları sinirle yanıyordu.

Top sakallı, herkesin yüzündeki anlamsız şaşkınlığa ışık tutmak istercesine sözcüklerini havaya savurdu. "Kan emiciler insan olunca öldürmesi daha kolay oluyor. Nasıl bu hale geldiğini bilmiyorum ama artık öğrenemeyeceğiz sanırım! Mete'ye küçük ölü sevgilisi hediyem olsun."

Hiçliğin hakim olduğu gözlerini Doğan'a çevirdi. Her ne kadar asıl kini Yıldız'a karşı olsa da Doğan'ı da öldürmekten de büyük bir zevk duyacaktı. Kurbanının gözlerine baktığında çaresizliği görebiliyordu. Yaşam umudu sönmüş ve hatta ölmeyi dahi arzulayan bir çift göze bakıyordu. Oğlanın boynunda hissettiği soğukluk, bütün enerjisini tükettiğini gösteriyordu.

Bütün bu olanlar sadece birkaç saniye içinde olmuştu. Doğan için yılların ağırlığını omuzlarına bırakmıştı. Öleceğini hissediyordu artık. Ölümü içine çektiği nefesinde hissediyordu. Üşümeye başlayan ruhunda hissediyordu ölümü. Bir çaresi yoktu inanabileceği. Umutsuzca gözlerini karanlığa kapattı. Yaşamak kelimesinin tanımını unutmuştu artık.

Birbiri ardına kesilmeden gelen silah seslerinin arından kendisini yerde buldu. Gözlerini açtığında sakallının kopuk eli hala boynundaydı. El cansız dahi olsa boynunu sıkıca kavramaya devam ediyordu. Bir an kendisini geriye doğru çekti. Boynundaki eli tuttuğu gibi bir tarafa fırlattı. Durmak bilmeyen silah seslerinin arasından kendisini diğerlerinin yanına atabilmişti.

"Seni canlı bırakmayacağımı söylemiştim!" dedi Eda, top sakallıya bakarak. Sesi aynı anda birçok duyguyu barındırıyordu. Üzgündü, öfkeliydi. Yıldız'ın ölümünü anlamlandıramıyordu. İşlerin nereye gideceğini kestiremiyordu. Şu an yapmakta olduğu hareketin bedelini canıyla ödemesi gerekiyordu. Hiçbir şey umurunda değildi. Bu artık ölmekten de öteydi. Bu artık bir başkaldırıştı.

***

Gökhan ve dört vampir, Doğan'ı alıp oldukları alandan uzaklaştı. Yolun kenarına park etmiş birçok arabanın içinden siyah bir minibüse bindiler. Doğan sırtını koltuğa yasladı. Düşüncelerini boğmak istiyordu ama olmuyordu. "Ne oldu?" dedi kendi kendisine. Olan biteni anlayamamıştı. Duyguları allak bullaktı. Düşünceleriyle savaşırken bir yandan da eliyle acıyan boğazını sıvazladı. Uyanmak istiyordu. Son günlerde yaşamını ele geçiren kabustan uyanmak istiyordu.

"Şimdi ne olacak? Neler olduğunu birisi bana anlatacak mı?" diye sordu. Bir köşeye oturup ağlamamak için kendisini zor tutuyordu.

Gökhan önce oturuşunu düzeltti. İşleri nasıl yoluna sokacağını bilmiyordu. İçinde olduğu karmaşıklığı, karşısındaki çocuğa söylemek konusunda niyetli değildi. Doğan'ın gözlerine baktığında ne kadar korktuğunu ve telaşlandığını okuyabiliyordu. Ona söylemesi gerekenleri değil de duymaya ihtiyacı olan kelimeleri söyleyecekti. "Seni güvenli bir yere götürüyoruz."

Doğan aldığı cevaptan pek de tatmin olmamıştı. Sanki kendisini oyalamak için böyle söylendiğini hissetmişti. İstemsizce gözleri camdan dışarıya kayıyordu. Nefes alışverişi düzgün değildi. Uzun uzun ve kesik kesik nefes alıyordu. Nefes alıyordu ama aldığı her nefes ciğerlerini çürütüyordu sanki.

Gökhan usulca Doğan'ın omzuna elini koydu. Göz göze geldiklerinde "Her şey iyi olacak," dercesine gülümsedi. "Merak etme. Bundan sonra güvendesin," diye ekledi cümlesini.

Doğan sadece kafa sallamakla yetindi. Gökhan ise kendi söylediği yalana inanmak istiyordu. İşler her zamankinden daha kötü bir hal alacaktı. Sonu olmayan bir labirentin arasında kaybolmuş gibilerdi. Tek umudu, Mete'nin bir çıkış yolu bulmasıydı. Telefonun titremesiyle elini cebine götürdü. Doğan'ı öldürmeye geliyorlardı. Bunu telefonuna yollanan mesajdan anlamıştı: Peşinizdeler.

İlerlemeye devam ediyorlardı. Doğan ise gözlerini yoldan ayırmıyordu. Dışarıda ne gördüğünün farkında değildi. Kendisine söylenen telkinleri ümitle dinlemeye çalışıyordu. Arabanın gidiş hızıysa hiçbir şeyin bitmediğini haykırıyordu.

Gökhan, Doğan'ın duygularını paylaşıyordu. Bir zamanlar bu tür bir kaçışı o da yaşamıştı çünkü. Her an öldürülecekmiş hissiyle koşmanın ne denli korkunç olduğunu biliyordu. Yorulsan duramazsın, ağlamak istesen ağlayamazsın ve bir an için bile koşmayı bırakırsan ölürsün. Aklı geçmişle şimdiki zaman arasında sallanıyordu. O sırada Doğan'ın sorduğu soruyla irkildi.

"Beni öldürmeden durmayacaklar değil mi?"

Böyle bir soru duymayı beklemediğinden bir anlığına afalladı. İşin sonunu bilmiyordu. Gidiyorlardı ama gidişleri kurtuluş muydu yoksa felakete bir adım mıydı? Vereceği cevabı düşünmeden ağzından salıverdi. "Onların işi seninle değil."

"O yüzden mi bu kadar hızlı gidiyoruz?" Doğan'ın ses tonu, ölümün çaresizliğiyle harmanlanmıştı. Sanırsın ölmek umurunda değildi. Sadece bu işin bitmesini istiyordu.

Gökhan her ne kadar söylemek istemese de başkayolu yoktu. Dişleriyle dilini ısırarak cevap verdi soruya. "Haklısın. Senölmeden durmayacaklar. İş artık güç gösterisine döndü ama öldürmek istediklerikişi sadece sen değilsin. Onlar hepimizin peşinde!"

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top