12.Bölüm
Mavi gözleri dışarıda yağan yağmura eşlik edercesine buğulanıyordu Yıldız'ın. Bir yandan ince parmaklarında sütür iğnesini tutuyordu. Doğan'ın yaralı bacağını dikiyordu. Her bir ilmeği, bir kar tanesinin yeryüzüne düşüşü kadar narindi. Diğer yandan da kafasında dolanan milyonlarca sorunla boğuşuyordu. Düğüm olan duygularını çözmeye çalışıyordu ama olmuyordu. Gözyaşlarını yağmura karıştırmak istiyordu ama onun gözyaşları sadece yağmuru karartırdı.
Bıçak darbesinden dolayı oluşan yarayı dikmeyi bitirmişti. Maviye çalan sandalyenin üzerinden kalktı. Hantal adımlarla pencereye doğru gitti. Yağan yağmur, odanın camına vuruyordu bütün gücüyle. Oluşan ses, bir nebze de olsa Yıldız'ın kafasındaki gürültüyü bastırıyordu.
Osa Bölgesi'nden çıkış yolu bulmaya çalışıyordu. Aklında bütün bölgenin haritasını oluşturmuştu. Kaçmak için bir çare arıyordu. Her tarafı sarılıyken kaçması neredeyse imkansızdı. Başka bölgelere gitmeyi deneyebilirdi ama bu başka sorunlara yol açardı. Bundan yaklaşık dört yüz yıl önce başka bir bölgede uyguladığı plan gelmişti aklına. İşe yarayıp yaramayacağından emin değildi. Eğer işe yaramazsa Doğan'ın öleceğini biliyordu. Her ne olursa olsun denemek zorundaydı. Hiçbir şey yapmadan oldukları durumdan asla kurtulamazdı.
İçinde tuhaf bir his vardı. Suçluluk duygusu kaplamıştı bütün yüreğini. Kendi benliğinde acı çekiyordu. Oysa sürekli olarak insanları kan emicilerin elinden kurtarıyordu. Hayatı boyunca vampirlerin sadece eğlence uğruna masum insanları katledişine tanıklık etmişti. Bundan duyduğu rahatsızlık, ruhunun derinliklerini kemiriyordu. Yalnızca bir insanı dahi kurtaracak olsa hiç tereddüt etmeden bütün kuralları çiğniyordu. Kendisine ne olacağını umursamıyordu. İnandığı doğru adına ölmekten korkmuyordu.
Şimdiyse bütün benliğini saran karmaşanın tek sebebi bulunuyordu. Kendi kanından olanı yani torununu kurtaramazsa hissedeceği duyguyu önceden tadıyordu. Evladını daha bebekken bırakmak zorunda kalmıştı. Bir de torununu kurtaramazsa kendisini hiçbir zaman affedemezdi. Yıllar önce karanlığın içinde kaybolmuştu. Şu an ise yokluğun içinde boğulmamak için çırpınıyordu.
Gözlerinden akan birkaç damla siyah gözyaşını eliyle sildi. Geçmişi değiştiremezdi. Geçmişi değiştirmeye kimsenin gücü yetmezdi. O yüzden herkes değiştirebileceklerine odaklanmalıydı. Geçmişi gerekiyorsa arkasında bırakmalıydı. Elinde olan tek gerçekliğe, geleceğe odaklanmalıydı. Yaşanılanlar insanın bacağına bağlı zincirler gibidir. İlerlemek istiyorsak zincirlerden kurtulmalıyız. Yoksa sadece içinde bulunduğumuz durumdan şikayet ederiz. Sonrasındaysa olduğumuz yerde sızlanarak çürürüz.
Yağmur geçen her saniyeyle şiddetini arttırırken düşünceleri arasında sağ kalmak için çabalıyordu. Her zaman yaptığını yapacaktı ama kafasını bir türlü toplayamıyordu. Gözleri birden dışarıda gördüğü yola kilitlendi. Yağmurdan kaçmaya çalışan insanları görmüştü. Kimisi montunu kafasına geçirip yürüyordu, kimisiyse çoktan sırılsıklam olmuştu bile. Gözlerini insanlardan ayırdı. Açılan rengarenk şemsiyelere verdi dikkatini. Yağmur sesinin oluşturduğu melodi eşliğinde eski günlere dalıp gitti.
***
Yıllar önce yağmur yine bütün gücüyle yağmıştı. Gökyüzü iki gün boyunca kara bulutlarla kaplıydı. Bulutlardan düşen damlalar, ağaçların yapraklarından süzülüp toprağa düşüyordu. Yağmur yeryüzüne hayat veriyordu. Aynı şekilde hayatı yeryüzünden gökyüzüne taşıyordu.
Doğan o zamanlar dört yaşında küçük bir çocuktu. Yağmurun yağışını pencereden izliyordu. Bitmesi için dua ediyordu. Duası kabul olmuştu sanki. Yağmur son damlasını yeryüzüne bırakmıştı. Geriye su dolu sokaklar kalmıştı. Kara bulutlar ortadan kaybolmuştu. Güneş bütün ihtişamıyla bulutların arasından usulca ortaya çıkıyordu. Dünya, sarı ışıklarla aydınlanmaya başlıyordu.
Doğan parka gitmeyi dört gözle bekliyordu. Annesi yağmur bitince parka gidebileceğini söylemişti. O da yağmur sona erdiğinde ebeveynleri mutfaktayken dış kapıya yöneldi. Yavaşça kapıyı açtı ve dışarıya çıktı. Yüzünde kocaman gülümsemesiyle gökkuşağını kucakladı. Ufak ayaklarıyla birlikte parka doğru koşmaya başladı.
Ailesi çocuklarına sesleniyordu ama onu evde bulamamışlardı. Evi alt üst etmişlerdi lakin oğullarından ses soluk yoktu. Binadaki bütün kapıları tek tek çalmışlardı. Kimse Doğan'ı görmemişti. Hal böyle olunca bir yandan polisi diğer yandan dışarıda oğullarını aramaya başladılar. O kadar çok telaşlanmışlardı ki kendilerini binadan dışarıya nasıl attıklarını bilmiyorlardı. Onların koşuşturmasına şahit olan mahalle sakinleri de sokağa dökülmüştü.
Anne ve babasının ses tonları olan biten her şeyi anlatabilecek cinstendi: korkmuş ve telaşlıydı. Dünyanın ne kadar iğrenç bir yer olduğu düşünülünce bu kadar çok endişelenmeleri normaldi. Geçen her saniyenin dahi önemi vardı. Zaman geçtikçe oğullarının başına korkunç olaylar gelme ihtimali artıyordu. Dünya, insanlar yüzünden insanların yaşayamayacağı kadar saçma bir haldeydi. İnsanlar, kendilerine zarar vermediği sürece kötülükle barış halinde yaşıyordu çünkü.
Yıldız birkaç metre geriden olan biteni izliyordu. Bir çocuğun kaybolduğunu dinliyordu. Mahallelinin arayışına tanıklık ediyordu. Çocuğun ebeveynlerinin endişesini fazlasıyla anlıyordu. Hissettikleri korkuyu kalbinde hissediyordu. Sonuçta Doğan onların çocuğuysa Yıldız'ın da torunuydu. Torununa zarar gelmesine asla izin vermezdi.
Kendisi için gökyüzü henüz aydınlanmamıştı. Uzaktan sevdiği insanlara bakmak fazlasıyla acı veriyordu yüreğine. En acı olanı da sevdiklerinin yanında bir yabancıydı sadece. Onların hayatında hiç var olmamıştı ve yok olarak yoluna devam ediyordu.
***
Doğan parka gitmek için yollarda dolanıyordu. Yanlış sokağa saptığından dolayı kaybolmuştu. Etrafına bakıyordu ama hiçbir yer ona tanıdık gelmiyordu. Sallanan salıncakları, kaydıraktan kayan çocukları görmeyi bekliyordu. Etrafa yayılan pamuk şekerleri görmeyi umuyordu. Umduğu gibi olmamıştı. Kendisini kocaman binaların arasında bulmuştu.
Kaldırımda ıslanmış paçalarıyla yürümeye devam ediyordu. Çizgi filmlerden duyduğu şarkıyı mırıldanıyordu. Her şeye rağmen yüzündeki masum gülümsemesi kaybolmamıştı.
Esen rüzgar üşütmeye başlamıştı küçücük bedenini. Bacaklarına çöken ağırlıkla yürümekte zorlanıyordu. Bunların üzerine, arabaların sıçrattığı su yüzünden baştan aşağıya ıslandı. En sonunda dayanamayıp ağlamaya başladı. O tombul yanaklarından gözyaşları usulca aşağıya iniyordu. Elleriyle yaşlarını sildi. Birkaç adım ileride duran çöp konteynırının yanına gidip yere çömeldi.
Yetmişli yaşlarda kısa boylu bir kadın, Doğan'ı gördü. Çocuğun yanına gidip eliyle çocuğun saçlarını okşadı. "Niye ağlıyorsun oğlum?" dedi yumuşak sesiyle.
"Parka gidemedim," diye cevap verdi çocuk. Sözleri söylerken dünyadaki bütün dertler sanki bundan ibaretti. Dünyadaki bütün çocukların tek sorunu, parka gidemeyecek olmalarıydı. Keşke çocukların tek derdi bu olsaydı. Ne açlık ne de havada uçuşan kurşunları görmeselerdi.
"Annen baban nerede?" diye sordu yaşlı kadın.
"Mutfakta," diye cevap verdi çocuk.
Kadın, çocuğun verdiği cevap karşısında gülümsedi. Böyle bir cevap duymayı beklememişti. Usulca dizlerinin üzerine çömeldi. "Adın ne senin?"
"Doğan."
"Ne güzel bir isimmiş. Evinizin nerede olduğunu biliyor musun Doğan?"
Çocuk olumsuz anlamda kafasını salladı. Kırmızı yanakları daha da kızarmıştı. Küçük karnından guruldama sesleri geliyordu.
***
Yıldız, Doğan'ın kokusunu takip ediyordu. Adımlarını olabildiğince hızlı ama bir o kadar da yavaş atıyordu. Çevresindeki insanlar tarafından dikkat çekmek istemiyordu. Kendisini saklamaya çalışırmış gibi giyim tarzı, fazlasıyla göze batıyordu zaten.
Torununun kokusu daha da yakınlaşmıştı. Aralarında son bir sokak kalmıştı ama yürüdüğü yol bitmeyecekmiş gibi hissediyordu. Sona yaklaşıldıkça saniyeler yılların yerini alıyordu çünkü.
Birkaç adım sonrasındaki ağlayan çocuğu görebiliyordu, yanındaki kadını da. Kadını görünce biraz endişelenmişti. Torununa zarar verebileceğinden korkmuştu. "Doğan!" diye seslendi. Sesi tedirgin çıkmıştı.
Yaşlı kadın, sesin geldiği yöne döndürdü kafasını. Kendisine doğru yürüyen kadına baktı.
"Anne!" Doğan kendisine seslenildiğini duymuştu. Yıldız'ın sesini, annesinin sesine benzetmişti ve benzetmekte haklıydı.
Yıldız, onların yanına vardığında torununu kucağına aldı. Çocuk bütün yorgunluğunu anneannesinin şefkat dolu kollarına bıraktı.
Kadının suratında içten bir gülümseme oluştu. "Annesi siz misiniz?"
"Evet benim," diye cevap verdi Yıldız. Yalan söylüyordu. Gerçeği söylemek isterdi ama söylese de kimse inanmayacaktı.
Kadınla birkaç laf ettikten sonra yollarını ayırdılar. Üstündeki uzun ceketle Doğan'ın bedenini sardı. Karakola doğru ilerledi. Karakola vardığında torununu polislere bıraktı. Çocuğu dışarıda uyurken bulduğunu söyledi. Yapılan bir iki işlemin ardından oradan uzaklaştı. Uzaklaşırken kalbinden bir parçayı da torunun yanında bıraktı.
***
Yıldız gözlerini anılardan uzaklaştırdı. Yağan yağmurun sesini iliklerine kadar hissediyordu. Yere düşen her damlayla birlikte zaman daralıyordu. Aklında planını oluşturmayı bitirmeliydi. Yola koyulmalıydılar, çok geç olmadan önce.
***
Doğan ormanda bütün gücüyle koşuyordu. Karanlıkta bir sonraki adımını dahi göremeden ağaçların arasından ilerliyordu. Kendisine yaklaşan ayak seslerini duyuyordu. Arkadaşlarının kendisine seslendiğini işitiyordu. Korkusu kulaklarında yankılanıyordu adeta.
Hızla koşarken ayağı kaydı ve yere düştü. Üstü başı tamamen kanla kaplandı. Kanın rengini karanlıkta ayırt edemese bile kokusunu hissedebiliyordu. Bir anda etraftaki bütün sesler kesilmişti. Kendi nefes alışverişini dahi duymuyordu. Ayağa kalktı. Ortalığı boğan sessizliğe doğru baktı. Yerküreye vuran ay ışığıyla etrafı zar zor görebiliyordu. Nerede olduğunu bilmiyordu. Her yer birine benziyordu. Uzun ve kasvetli ağaçlar bütün bir dünyayı sarıyordu.
"Doğan!"
Adını duyduğunda sesin sahibini çıkaramadı. Arkasına döndü. İleride, ağaçların arasında Berk duruyordu. Boğazından aşağıya kanlar akıyordu. Teni bir ölününki kadar beyazlamıştı. Ayakta duran cesetten farksızdı. Bir eliyle kafasını koparıp Doğan'ın ayaklarının dibine attı.
Doğan, Berk'in ölü gözlerine bakıyordu. Kalbinin atış hızını kulaklarında hissederken birden yer sallanmaya başladı. Hareket eden toprakla birlikte dengesini kaybetti. Yere düştüğünde toprak hızlı bir şekilde ikiye ayrıldı. Elleriyle toprağa tutunmaya çalışıyordu. Ellerinin arasından kayıyordu dünya. Tam açılan yarığa düşecekken rüyasından uyandı.
Alnından aşağıya ter damlaları akıyordu. Kabus gördüğünü anlayınca derin bir nefes aldı. Gördüğü rüyanın etkisinden kurtulduğunda etrafına baktı. Gözleri biraz bulanık görüyordu. Bir anlığa karşısında annesini gördüğünü sandı. Görüntü birkaç saniye içinde düzelmişti. Annesine değil kendisini kaçıran kişiye bakıyordu.
Yıldız yarı gülümseyerek uyanan torununa baktı. Cevaplanması gereken soruların farkındaydı. Söze nasıl başlayacağını ise bilmiyordu. Doğan'ın ilk adımı atmasını bekliyordu. Cevapları verirken zorlanacaktı. Uzun yıllardan beridir yaşayan bir vampir olduğunu söylemek pek de inandırıcı değildi. Bir de karşısındaki kişiye anneannesi olduğunu söyleyecekti. Aralarındaki kan bağını açıklama kısmından emin değildi. Yine de daha ne kadar saklayabilirdi?
Doğan temkinle yatakta doğruldu. Odanın mavi ve gri tonlu eşyalarına göz gezdirdi. Sanki odanın bir köşesine yazılmış cümleler vardı ve onları arıyordu. Ne demesi gerektiğine, nasıl başlaması gerektiğine karar veremiyordu.
"Neden kaçırılan bir kişi bu kadar güzel bir odaya getirilir?" diye düşündü bir an için. Sonrasında ağzından ilk soru çıkıverdi. "Kimsin sen?"
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top