7. Bölüm


Bu yanıttan sonra gergefine dönerdi. En sonunda, içinde yerini isteyen bir sevginin uyandırdığı kıpırdanmaları duymaya başlamıştım. Para yoksa, akşamlara uğurlar ola! Anneme, bana para yollamasını yazmıştım; annem homurdandı, sekiz günlük bir para bile yollamadı. Öyleyse kimden istemeliydim? Yaşamım söz konusuydu. Böylece, ilk büyük mutluluğumun ortasında da, beni her yerde kuşatmış olan acıları buluyordum; ama, Paris'te, kolejde, pansiyonda, düşünceli bir perhizle bundan sıyrılmıştım, derdim olumsuzdu; Frapesle'de etkin oldu; o zaman hırsızlık isteğini, şu düşlenen cinayetleri, ruhumuzu kaplayınca kendi kendimize saygımızı yitirmek korkusuyla boğmamız gereken, tüyler ürpertici kızgınlıkları duydum içimde. Amansız düşüncelerin anıları, annemin cimriliğinin bende ister istemez yarattığı bunalımlar, bana gençler karşısında, derinliğini anlamak içinmiş gibi uçurumun ucuna dek gelip de tökezlenmemiş insanların temiz hoşgörüsünü esinledi. Soğuk terlerle beslenen dürüstlüğüm, yaşamın aralanarak yatağının kuru kumlarını gösterdiği bu anlarda güçlendiyse de, müthiş insan adaletinin bir insanın boynuna indirmek üzere kılıcı çektiği her seferde, "Ceza yasalarını mutsuzluğu tanımayan insanlar çıkarmış," diye düşündüm.

Bıçağın kemiğe dayandığı bu noktada, Mösyö de Chessel'in kitaplığında bir tavla kitabı buldum, inceledim; sonra ev sahibim de bana birkaç ders verme inceliğini gösterdi; o denli sert yönetilmeyince, biraz ilerleme gösterdim, ezbere öğrendiğim kuralları, hesapları uygulayabildim. Birkaç gün içinde, ustamı alt edecek duruma geldim; ama, kendisini yendiğim zaman, çekilmez bir duruma girdi, gözleri kaplan gözleri gibi kıvılcımlar saçtı, yüzü buruştu, kaşları hiç kimsede görmediğim bir biçimde oynamaya başladı. Yakınmaları şımarık bir çocuğun yakınmalarıydı. Kimi zaman zarları fırlatıyor, öfkeyle bağırıyor, tepiniyor, zar kabını dişliyor, bana hakaretler yağdırıyordu. Bu sertliklerin de bir sonu oldu. Oyunda daha üstün bir bilgi edinince, savaşı dilediğim gibi yürüttüm; sonunda her şey aşağı yukarı eşit olacak biçimde ayarladım kendimi, partinin birinci yarısını ona kazandırıyor, ikinci yarısında denge kuruyordum. Dünyanın sonu bile öğrencisinin böyle çabucak üstünlük kazanması kadar şaşırtmazdı Kont'u; ama bunu hiç kabul etmedi. Oyunlarımızın değişmez sonucu, aklının dört elle sarıldığı yeni bir besin oldu.

"Kafacağızım yoruluyor kuşkusuz," diyordu. "Siz hep partinin sonuna doğru kazanıyorsunuz, çünkü o zaman kafamı kullanamıyorum."

Kontes de biliyordu bu oyunu, oyunumu daha ilk uygulamada anladı, uçsuz bucaksız sevgi belirtileri sezdi. Bu ayrıntıları ancak tavla oyununun korkunç güçlüklerini bilenler değerlendirebilir. Bu küçücük şey, neler anlatmıyordu! Ama aşk, Bossuet'nin tanrısı gibi, yoksulun bir bardak suyunu, ölen adsız askerin çabasını en zengin yenginin üstünde tutar. Kontes genç bir yüreği parçalayan şu sessiz teşekkürlerden biriyle teşekkür etti: Çocuklarına sakladığı bakışla baktı bana! O çok mutlu akşamdan sonra, benimle konuşurken hep yüzüme baktı. Giderken nasıl bir durumdaydım, açıklayamam. Ruhum bedenimi yutuvermişti, ağırlığım kalmamıştı hiç, yürümüyor, uçuyordum. Bu bakışı içimde duyuyordum, beni ışığa gömmüştü. "Güle güle, Mösyö," deyişinde, Diriliş ilahisinin ô filii et filiae'sindeki uyumları çınlattı ruhumda. Yeni bir yaşama doğuyordum. Onun gözünde bir önemim vardı demek! Saltanat kundaklarında uyudum. Kapalı gözlerimin önünden karanlıkta birbirlerini kovalayarak alevler geçti, yanmış kâğıdın külleri üzerinde birbiri ardından koşan, güzel ve ateşten böcekler gibiydiler. Düşlerimde, sesi elle dokunulur bir şey oldu, beni ışıkla, hoş kokularla saran bir hava, ruhumu okşayan bir ezgi oldu. Ertesi gün, beni karşılayışı, duygularının doluluğunu belli etti, ondan sonra sesinin gizlerine erdim. O gün yaşamımın en önemli günlerinden biri olacaktı. Akşam yemeğinden sonra, yukarılarda dolaştık, hiçbir şeyin yetişemeyeceği, yerin taşlık, kuru, bitkisel topraktan yoksun olduğu bir çorak alana gittik, yine de burada birkaç meşe ile ekşi muşmulalarla dolu çalılar vardı; ama, ot yerine, kızılımsı, kıvırcık, batan güneşin ışınlarıyla tutuşmuş bir yosun halısı uzanıyordu, ayaklar kayıyordu üzerinde. Düşmesin, diye Madeleine'in elinden tutuyordum, Madam de Mortsauf da kolunu Jacques'a vermişti. Önden giden Kont, geriye döndü, bastonuyla yere vurdu, sonra da korkunç bir sesle bana, "İşte benim yaşamım!" dedi. Sonra özür dileyen bir bakışla karısına bakarak, "Ama sizi tanımadan önceki yaşamım," diye ekledi.

Gecikmiş bir düzeltmeydi bu, Kontes sararmıştı. Hangi kadın böyle bir yumruk yer de onun gibi sendelemezdi?

"Ne hoş kokular var burada, hele ışık oyunları ne kadar güzel!" diye atıldım. "Bu çorak toprak benim olsun isterdim, kazacak olsam, içinde gömüler bulurdum belki; ama asıl zenginlik sizin komşuluğunuz olurdu. Hem göze öylesine uyumlu gelen bir görünüme, içinde dişbudaklar, akçaağaçlar arasında ruhun yıkandığı, yılanlar gibi kıvrılan bu ırmak için kim çok şeyler vermezdi ki! Zevkler ne kadar farklı, görüyor musunuz! Bu toprak parçası çorak bir yer; benim içinse bir cennet."

Kont acı acı, "Ozan sözleri bunlar!" dedi. "Burası sizin adınızı taşıyan bir adamın yaşayacağı yer değil."

Sonra kesti ve "Azay'in çanlarını duyuyor musunuz?" dedi. "Çan seslerini iyice işitiyorum."

Madam de Mortsauf ürpermiş bir yüzle baktı bana, Madeleine elimi sıktı.

"Dönüp bir tavla oynayalım mı?" dedim. "Zar sesleri çan seslerini duymanızı önler."

Havadan sudan söz ederek Clochegourde'a döndük. Kont, fazla açıklamaya girmeden, zorlu ağrılardan yakınıyordu. Salona geldiğimiz zaman, hepimizde de anlatılmaz bir kararsızlık vardı. Kont bir koltuğa gömülmüş, dalıp gitmişti, karısı hastalığın belirtilerini biliyor, nöbetlerinin yaklaştığını önceden seziyor, onun bu dalmışlığını bulandırmamaya çalışıyordu. Ben de onun gibi sessiz kaldım. Gitmemi rica etmemesi belki de tavla partisinin Kont'u neşelendireceğini, patlamaları kendisini öldüren bu korkunç sinir bozukluğunu dağıtacağını sandığı içindi.

Kont'u, her zaman oynamaya can attığı bu tavla partisine başlamaya razı etmekten daha güç bir şey yoktu. Bir nazlı sevgili gibi, yalvarılsın, zorlansın ister, minnet altında kalmış görünmek istemezdi, belki de bu yüzden böyleydi. İlginç bir konuşma sonunda, eğilip bükülmelerimi bir an için unutursam, asık suratlı, sert, kırıcı olur, söylenenlere kızar, her şeyin tersini söylerdi. Keyifsizliğini görünce, bir tavla çevirmeyi önerirdim; o zaman naza başlardı; "Bir kez vakit çok geçti," derdi, "sonra canım da istemiyor." Uzun sözün kısası, düzensiz yapmacıklardı bunlar, ne yapıp yapıp sonunda gerçek isteklerini bize unutturtan kadınların yapmacıklarına benzerdi. Alttan alır, oynamaya oynamaya bildiğimi unutmamam için bana yardım etsin, diye yalvarırdım. Bu kez, onu oynamaya razı etmek için delice neşeli görünmek zorunda kaldım. Hesap yapmasını önleyecek baş dönmelerinden yakınıyordu, söylediğine göre, kafatası bir mengene gibi sıkılıyor, çınıltılar işitiyor, boğuluyor, derin derin göğüs geçiriyordu. En sonunda masaya oturmaya razı oldu.

Madam de Mortsauf, çocuklarını yatırıp akşam duasını yaptırtmak için bizden ayrıldı. Onun yokluğu sırasında her şey yolunda gitti, Mösyö de Mortsauf'un kazanacağı biçimde düzenledim işi, birdenbire memnunluktan yüzü güldü. Kendi kendisi hakkında uğursuz kerametler söyleten bir kederden birdenbire bu sarhoş adam sevincine geçmesi, bu çılgın ve neredeyse nedensiz gülüşle gülmeye başlaması, beni kaygılandırdı, dondurdu. Böylesine açık, belirli bir nöbete tutulduğunu hiç görmemiştim. Yakın arkadaşlığımız meyvelerini vermişti, benim yanımda kendini denetlemiyordu artık. Her gün beni zorbalığıyla kuşatmaya, eğilimlerine yeni bir yem sağlamaya çalışıyordu, çünkü ruh hastalıkları istekleri, içgüdüleri olan yaratıklara benzer, topraklarını büyütmek isterler.

Kontes aşağıya indi, gergefi ışığa yakın olsun, diye tavlanın yanına geldi, ama pek gizlenemeyen bir kuşkuyla başladı işine. Önleyemeyeceğim, uğursuz bir vuruş, Kont'un yüzünü değiştirdi: Sevinçliyken, suratı asılıverdi; kırmızıyken, sarardı, gözleri titredi. Derken önceden sezmeme de, düzeltmeme de olanak bulunmayan son bir mutsuzluk daha oldu. Mösyö de Mortsauf şaşırtıcı bir zar getirdi, bu da yıkılışını kesinleştirdi. Hemen kalktı, masayı üzerime, lambayı yere attı, konsola bir yumruk indirdi, sonra salonda sıçradı, yürüdü diyemem. Ağzından seller gibi dökülen hakaretler, lanetler, sövgüler, tutarsız sözler, olsa olsa Ortaçağ'da rastlanan bir çarpılmayı akla getirebilirdi. Durumumu siz yargılayın!

Kontes elimi sıktı, "Bahçeye gidin," dedi.

Dışarıya çıktım, Kont farkında bile olmadı. Ağır adımlarla sete kadar yürüdüm, buradan, yemek odasının bitişiğindeki yatak odasından gelen bağırtılarını, iniltilerini işittim. Meleğin sesini de işittim fırtınanın içinde, arada bir yağmur dinmek üzereyken yükselen bir bülbül sesi gibi yükseliyordu. Kontes'in yanıma gelmesini bekliyor, sona eren ağustos ayının en güzel gecesinde, akasyalar altında dolaşıyordum. Gelecekti, elimi sıkışıyla söz vermişti bana.

Birkaç günden beri, bir karşılıklı konuşma isteği vardı havada, ruhlarımızın fazlasıyla dolu kaynağını fışkırtacak, ilk sözcükte boşanıverecek gibiydi. Tümden anlaşacağımız dakikayı hangi utanç geciktiriyordu? Korkunun heyecanlarına benzeyen, taşmanın eşiğine gelmiş yaşamın dizginlendiği, sevilen eşin karşısına çıkarken genç kızları heyecanlandıran utanca kapılarak insanın içini açmaktan çekindiği anlarda duyguları ezen titreyişi benim gibi o da seziyordu belki. Birikmiş düşüncelerimizle, zorunlu olmuş bu ilk açılmayı kendimiz büyütmüştük. Bir saat geçti. Tuğla korkuluğun üzerine oturmuştum, bu sırada giysisinin dalgalı hışırtısına karışan ayak sesleri akşamın durgun havasını canlandırdı. Yüreğe sığmayan duyulardandır bunlar.

"Mösyö de Mortsauf uyuyor şimdi," dedi bana. "Böyle olduğu zaman, içinde birkaç baş haşhaş haşlanmış bir bardak su veririm, nöbetleri seyrektir, bunun için bu basit ilaç aynı etkiyi her zaman gösterir." Sonra sesini değiştirip en inandırıcı havayla konuştu. "Mösyö, kötü bir rastlantı bu zamana değin özenle saklanan birtakım gizleri önümüze serdi," dedi, "bu sahnenin anısını içinizde kefenleyeceğinize söz verin bana. Bunu benim için yapın, rica ederim. Yemin istemiyorum sizden, onurlu erkeğin 'evet'i beni sevindirmeye yeter."

"Bu 'evet'i söylememe gerek var mı ki?" dedim ona. "Hiç mi anlamadık birbirimizi?"

"Göçmenliği sırasında çektiği uzun acıların etkisine bakıp da Mösyö de Mortsauf hakkında yanlış yargılara varmayın," dedi. "Yarın, söylediklerini tümüyle unutacaktır, yine çok iyi, çok candan bulacaksınız onu."

"Kont'u haklı çıkarmaya çalışmayın, Madam," yanıtını verdim. "Her istediğinizi yapacağım. Mösyö de Mortsauf'u yenileyip sizi mutlu bir yaşama kavuşturacağımı bilsem, hemen şu anda, Indre'e atardım kendimi. Düzeltemeyeceğim tek şey, görüşümdür, hiçbir şey bu denli sağlam örülmedi içimde. Canımı verebilirdim size, bilincimi veremem; onu dinlemeyebilirim, ama konuşmasına engel olabilir miyim? Bana kalırsa, Mösyö de Mortsauf..."

Alışılmamış bir sertlikle sözümü kesti.

"Sizi anlıyorum, haklısınız!" dedi. "Kont nazlı bir sevgili gibi sinirlidir," diye sürdürdü konuşmasını. Sözcüğü yumuşatarak çılgınlık düşüncesini de yumuşatmak istiyordu. "Ama ancak ara sıra böyledir, fazla fazla yılda bir kez, büyük sıcaklar sırasında. Ne acılara neden oldu göç! Ne güzel yaşamlar yıktı! Ülkesinin yüzünü ağartan büyük bir savaşçı olabilirdi kuşkusuz."

Ben de onun sözünü kestim.

"Biliyorum," dedim. Beni aldatmasının boşuna olduğunu belli ettim.

Durdu, bir elini alnına koydu, sonra da, "Kim getirdi sizi böyle evimizin içine?" dedi. "Tanrı bana bir yardımcı, beni destekleyecek bir candan dost mu yolluyor?" diye ekledi, elini elimin üstünde bastırdı güçle, "Çünkü iyisiniz, yücegönüllüsünüz..."

Gizli umutlarını doğrulayacak, gözle görülür bir tanığı yardıma çağırmak istercesine gözlerini göğe doğru kaldırdı, sonra bana çevirdi. Ruhumun içine bir ruh atan bu bakışla elektriklendim, kibar çevre hukukuna göre, incelikte kusur ettim; ama böyle bir incelik yokluğu bazı ruhlarda çoğu zaman tehlikeye doğru mertçe bir atılış, bir sarsıntıyı önleme isteği, gelmeyen bir yıkım korkusu olmaz mı, çoğu zaman da bir yüreğe sorulan beklenmedik bir soru, birlikte çarpıp çarpmadığını anlamak amacıyla indirilmiş bir vuruş değil mi? İçimde birçok düşünce ışıklar gibi yükseldi, tam gize ulaşacağımı sezdiğim sırada, arılığımı kirleten lekeyi yıkamamı öğütledi. İçinde bulunduğumuz derin sessizlikte kolayca işitilen çarpıntılarla boğulmuş bir sesle, "İzin verin daha ileriye gitmeden önce, geçmişin bir anısını temizleyeyim," dedim.

"Susun," dedi çabucak, bir parmağını dudaklarımın üzerine koyup hemen geri çekti.

Alçaltmaların erişemeyeceği ölçüde yükseklerde bulunan bir kadın olarak, gururla baktı bana, sonra heyecanlı bir sesle, "Neden söz açmak istediğinizi biliyorum," dedi. "Karşılaştığım ilk, son, tek saldırış söz konusu! Hiç sözünü etmeyin o balonun. Hıristiyan olarak sizi bağışladım, ama kadın olarak hâlâ acı çekiyorum."

Gözlerime gelen damlaları, kirpiklerim arasında tutarak, "Tanrı'dan daha acımasız olmayın," dedim ona.

"Daha sert olmalıyım, ben daha zayıfım," diye yanıtladı.

Bir tür çocuksu ayaklanışla, "Ama, dinleyin beni," dedim, "yaşamınızda ilk, son, tek kez de olsa."

"Peki konuşun!" dedi. "Yoksa sizi dinlemekten korktuğumu sanacaksınız."

O zaman, bu dakikanın yaşamımızda tek olduğunu sezerek, dikkatli olmayı buyuran bir sesle, ona, baloda kadınların tıpkı o zamana değin gördüğüm bütün kadınlar gibi beni hiç ilgilendirmediklerini, ama onu görünce, alabildiğine çalışkan bir yaşam süren, ruhuysa gözüpeklikten alabildiğine uzak olan benim, ancak böyle taşkın bir tutkuyu duymamış olanların suçlu bulacakları bir tutkuya kapılıp sürüklenir gibi olduğumu, hiçbir yaratığın, karşı duramadığı insan yüreğinin hiçbir zaman o her şeyi, ölümü bile yendirten istekle böylesine dolmadığını söyledim...

"Ya küçümsenmeyi?" dedi beni durdurarak.

"Demek beni küçümsediniz?" diye sordum.

"Bunları konuşmayalım artık," dedi.

İnsanüstü bir acının uyandırdığı coşkunlukla, "Hayır, konuşalım," diye karşılık verdim. "Bütün benliğim söz konusu, bilinmedik yaşamım, bilmeniz gereken bir giz söz konusu; yoksa, umutsuzluktan ölürüm! Siz de, haberi bile olmadan, ellerinde yarışmayı kazanacak olanlara adanan taç parlayan kadın olan siz de, söz konusu değil misiniz?"

Çocukluğumu, gençliğimi anlattım ona, size anlattığım gibi, uzaktan uzağa yargılayarak değil, yaraları hâlâ kanayan genç adamın ateşli sözleriyle anlattım. Bir ormanda oduncuların baltası gibi çınladı sesim. Ölü yıllar, onları yapraksız dallarla doldurmuş olan uzun acılar, onun önünde büyük bir gürültüyle devrildi. Size anlatarak başınızı ağrıtmadığım bir sürü korkunç ayrıntıyı ateşli sözcüklerle çizdim ona. Parlak dileklerimin gömüsünü, isteklerimin el değmedik altını, sonu gelmez bir kışın yığdığı buzların altında saklanmış bir ateşli yüreği olduğu gibi önüne serdim. Yeşaya'nın ateşleri içinde, baştan söylenmiş acılarımın ağırlığı altında bükülmüş bir durumda, başını eğerek beni dinleyen bu kadından bir söz bekledim, bir bakışla karanlıkları aydınlattı, bir tek sözcükle yersel ve tanrısal dünyaları canlandırdı.

"Aynı çocukluğu yaşamışız!" dedi, üzerinde kurbanların aylası ışıldayan bir yüzle baktı bana.

Ruhlarımızın şu aynı avutucu düşüncede, "Demek acı çeken bir ben değilmişim!" düşüncesinde birleştikleri, kısa bir aralıktan sonra, Kontes, sevgili yavrularıyla konuşurken kullandığı sesiyle, oğullar öldükten sonra kız olmak suçunu nasıl işlediğini anlattı bana. Kız olduğu için hep annesinin dizi dibinde kalmak yüzünden çektiği acılarla, kolejler dünyasına atılmış bir çocuğun acıları arasındaki farkları açıkladı. Hep yeniden doğan acılarını anlattığı bu işkenceden o gerçek annesinin, iyi teyzesinin kendisini kurtardığı güne değin ruhunu durmadan ezen bu değirmen taşıyla karşılaştırılınca, benim yalnızlığım bir cennetti. Bir hançer vuruşu önünde gerilemeyip Demokles'in kılıcı altında ölen sinirli insanların katlanamayacakları türden, açıklanmaz iğnelemeler altındaydı hep: Kimi zaman buz gibi bir buyrukla kesilen yürekli bir iç dökme, kimi zaman soğukça alınan bir öpüş, kimi zaman başa kakılan bir sessizlik; yüreğine çöken, gözlerden boşaltılamayan gözyaşları; kısacası, candan bir annelik kisvesiyle yabancıların gözünden saklanan, binlerce manastır yıldırısı. Annesi ondan gurur duyar, onu över, ama ertesi gün, öğretmenin göğsünü kabartmaya yarayan bu pohpohlamaları pahalı ödetirmiş. Her sözü yerine getirmesiyle, uysallığıyla annesinin taş yüreğini dize getirdiğini sanıp da ona açıldı mı, zorba bu gizlerle silahlanmış olarak yeniden belirirmiş. Bir casus bile bu denli aşağı, bu kadar acımasız olamazmış. Bütün genç kızlık zevkleri, bayramları, pek pahalı satılmıştı ona, çünkü bir kusur sonucu mutlu olmuş gibi, mutlu olduğu için azarlamışlardı. Böyle soylu bir biçimde yetiştirilirken, hiçbir bilgi aşkla verilmemişti ona, kırıcı bir alayla verilmişti. Annesine kızmıyordu, yalnız ona sevgiden çok korku duyduğu için kendini suçluyordu. Bu sertlikler belki de gerekliydi, diye düşünüyordu bu melek; kendisini bugünkü yaşayışına hazırlamamışlar mıydı? Onu dinlerken, Eyub'un benim elimde yabanıl sesler çıkaran harpı, şimdi, Hıristiyan parmaklarla çalınınca, çarmıhın dibindeki Meryem'in dualarını söyleyerek karşılık veriyormuş gibi geliyordu bana.

"Burada karşılaşmadan önce aynı kürede yaşıyormuşuz, siz doğudan çıkmışsınız yola, ben batıdan."

Umutsuz bir deviniyle başını salladı.

"Doğu sizin olsun, batı da benim," dedi. "Siz mutlu yaşayacaksınız, ben acıdan öleceğim! Erkekler, yaşamlarının olaylarını kendileri yaratırlar, benim yaşamımsa iyice belli artık. Kadının bir altın halkayla, eşlerin arılığının simgesiyle bağlı olduğu bu ağır zinciri hiçbir güç koparamaz."

Aynı ananın karnında yatmış ikiz gibi gördü kendisiyle beni, aynı kaynaklardan içmiş kardeşler arasında açılmaların yarım olabileceğini düşünmedi. İçindekileri döken arı yüreklere vergi bir iç çekişten sonra, evliliğinin ilk günlerini, ilk umut kırıklıklarını, mutsuzluğun yinelenişini anlattı. Benim yaşadığımı yaşamış, göle atılmış bir taşın hem yüzeyi, hem de derinliği dalgalandırdığı gibi, en ufak bir çarpmada duru özü sarsılan ruhlar için öylesine büyük olan küçük olayları tanımıştı. Evlendiği zaman, biraz birikmiş parası, sevinçli saatlerini, genç yaşın binlerce isteğini özetleyen birkaç altını vardı; sıkıntılı bir günde, birer altın lira değil, anı olduklarını söylemeden, cömertçe vermişti bunları; kocası bundan dolayı hiçbir zaman ona minnet duymamış, kendini borçlu saymamıştı: Unutuşun durgun sularına gömülen bu gömüye karşılık, her borcu ödeyen, soylu ruhlar için çetin günlerde parıldayan ölümsüz bir değerli taş gibi olan şu ıslak bakışı bulamamıştı. Acıdan acıya nasıl yürümüştü! Mösyö de Mortsauf eve gereken parayı vermeyi unutuyor, o bütün kadın çekingenliklerini yenerek, para istediği zaman, düşünden uyanıyordu; onu bu dayanılmaz yürek daralmalarından bir kez olsun esirgememişti! Bu batmış adamın hastalıklı yaradılışı ortaya çıktığı zaman, ne büyük bir dehşete kapılmıştı! Çılgın hiddetlerinin ilk patlayışında yaralanmıştı. Kocasını, bir kadının yaşamını egemenliği altında tutan bu saygı verici yüzü bir sıfır olarak görmeden önce, ne çetin düşüncelerden geçmemişti ki! İki doğumunun ardından ne korkunç yıkımlar gelmişti! Ölü doğmuş iki çocuğu görünce nasıl sarsılmıştı! "Onlara can üfleyeceğim! Onları her gün yeniden doğuracağım!" diye düşünebilmek ne büyük gözüpeklikti! Kadınların destek kaynağı olarak gördükleri elin ve yüreğin birer engele dönüştüğünü sezmek ne büyük umutsuzluk! Ne zaman bir güçlüğü yenecek olsa, bu uçsuz bucaksız mutsuzluğun dikenli savanlarının yeniden önüne dikildiğini görmüştü. Kocasını, çocuklarının yapısını, yaşaması gereken memleketi iyice tanıdığı güne değin; Napoléon'un evin sevgi dolu özenlerinden koparıp aldığı çocukları gibi, ayaklarını çamurda ve karda yürümeye, alnını top güllelerine, bütün varlığını askerin edilgen uysallığına alıştırdığı güne değin. Size özetlediğim bu şeyleri, o bana karanlık genişlikleri içinde, üzücü olaylar, yitirilmiş aile savaşları, boşuna denemeler dizisi içinde anlattı.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top