5. Bölüm


Nasıl bir adam olduğunu anlamaya çalışarak Kont'u inceledim; ama başlıca çizgileri oldukça ilgimi çekti, çehresini yüzeysel olarak inceledim. Topu topu kırk beş yaşındaydı, altmışına merdiven dayamış gibi gösteriyordu, on sekizinci yüzyılın sonuna rastlayan büyük yıkılış öylesine çabuk yaşlandırmıştı onu. Saçsız kalmış başının arkasını keşiş başlarında olduğu gibi kuşatan yarımay, karayla karışık gri yumaklarla şakaklarını okşayarak kulaklarda sona eriyordu. Belirsiz bir biçimde de olsa ağzı kanlı bir ak kurt yüzüne benziyordu yüzü, çünkü burnu, yaşamı temelinden bozulmuş, midesi zayıflamış, eski hastalıklar nedeniyle huysuzlaşmış bir adamın burnu gibi kızarmıştı. İncelerek biten yüzüne göre fazla geniş, düz, birbirlerini tutmayan, eğri çizgilerle kırışık alnı, kafa yorgunluklarını değil, açık havada geçen bir yaşamın alışkanlıklarını, talihsizliği dizginlemek için harcanmış çabaları değil, sürekli bir talihsizliğin ağırlığını belirtiyordu. Elmacıkkemiklerinin üstü çıkıktı, renginin solukluğu içinde esmerdi, kendisine uzun bir yaşam sağlayacak ölçüde güçlü bir yapıyı ortaya koyuyordu. Sarı, sert, açık renk gözleri, kış gününde bir güneş ışını gibi bakıyordu insana, ışıklı ama sıcaklıktan yoksun, kaygılı ama düşünceden uzak, güvensiz ama nedensiz. Dudaklarında her dediğini yaptırtan, sert bir anlatım vardı, çenesi düz ve uzundu. Zayıftı, uzun boyluydu, yerleşik bir değere dayanmış, hukukça başkalarından üstün, gerçekte aşağı olduğunu bilen bir beyzadenin tutumu vardı onda. Köy yaşamının oluruna bırakmacılığı, dış görüşüne boşvermesine neden olmuştu. Giyinişi, komşuların da, köylülerin de toprak zenginliklerinden başka bir yanına önem vermedikleri bir çiftçinin giyinişiydi. Esmerleşmiş, damar damar elleri, ancak ata binmek ya da pazarları kiliseye gitmek için eldiven taktığını gösteriyordu. Ayakkabısı kabaydı. On yıllık göçmenlikle on yıllık çiftçilik, yüzüne, bedenine çok etkimişti, ama, üzerindeki kimi soyluluk kalıntıları sürüyordu. En kindar "liberal" (bu sözcük o zamanlar piyasaya bile çıkmamıştı daha) şövalye doğruluğunu, kesinlikle La quotidienne'e bağlanmış okurun sarsılmaz kanılarını bulabilirdi onda. Davasına gönülden bağlı, siyasal kızgınlıklarında açık sözlü, partisine hizmet etme gücünden yoksun, ama zararlı olmakta bir eşi daha bulunmayan, dindar adama hayran kalırdı. Gerçekten de, Kont hiçbir işi yarım yamalak yapmak istemeyen, her şeyi inatla engelleyen, ama paracıklarını vermeden önce canlarını verecek ölçüde de cimri olan şu dürüst insanlardandı. Yemek sırasında solgun yanaklarının çöküklüğünde, çocuklara gizlice yönelttiği kimi bakışlarda, kabarmaları yüzeye dek gelip burada sona eren, sıkıntılı düşüncelerin izlerini gördüm. Kim onu görür de anlamazdı ki? Bu yaşamdan yoksun bedenleri çocuklarına ister istemez geçirmiş olmakla kim suçlamazdı onu? Kendi kendini suçlasa bile, başkalarına kendisini yargılamak hakkını vermeye yanaşmıyordu. Özel yaşamı, kusurlu olduğunu bilen, ama teraziye koyduğu dertleri karşılayacak büyüklük ya da çekicilikten yoksun bir iktidar gibi acıydı, köşeli çizgilerinde, kaygılı gözlerinde beliren dengesizlikler benliğini de doldursa gerekti.

Karısı, biri bir yanına, biri bir yanına yapışmış iki çocuğuyla döndüğü zaman, bir mahzenin kemerleri altında yürürken, ayakların derinliği sezmesi gibi, bir büyük mutsuzluktan kuşkulandım. Bu dört kişiyi bir arada görünce, onları bakışlarımla kucaklayıp birinden öbürüne gidince, yüzlerini ve karşılıklı tutumlarını inceleyince, hüzün dolu düşünceler döküldü yüreğime, güzel bir gün doğuşundan sonra, kül rengi bir ince yağmurun güzel bir memleketi sislendirmesi gibi. Konuşma konusu tükenince, Kont yine Mösyö de Chessel'i geriye atarak beni sahneye çıkardı, karısına ailemle ilgili, ama benim bilmediğim birçok durumu anlattı. Yaşımı sordu. Söylediğim zaman, Kontes de benim kızı dolayısıyla yaptığım şaşkınlık hareketini yaptı. Daha on dördünde olduğumu sanıyordu belki de. Sonradan öğrendiğime göre, onu sonsuz bir güçle bana bağlayan ikinci bağ bu olmuştu. Ruhunun içini okudum. Analık duygusu kabarmış, umuttan gelen, gecikmiş bir güneş ışınıyla aydınlanmıştı. Yirmi yaşını geçmiş olmakla birlikte, bu denli cılız, bu denli ince, yine de bu denli güçlü olduğumu görünce, belki de içinden bir ses, "Yaşayacaklar!" diye bağırmıştı. Bana merakla baktı, bu sırada aramızda birçok buzların eridiğini sezdim. Bana sorulacak binlerce sorusu varmış gibi göründü, hepsini de içinde tuttu.

"Okuma sizi hasta ettiyse, vadimizin havası da iyileştirir," dedi.

"Yeni öğretim, çocuklar çok zararlı," dedi Kont. "Matematikle dolduruyoruz kafalarını, bilim yumruklarıyla öldürüyoruz onları, zamanından önce yıpratıyoruz. Burada dinlenmelisiniz. Üzerinize yuvarlanan düşünce çığının altında ezilmişsiniz. Ulusal eğitim dinsel kurumlara bırakılıp da hastalık önlenmezse, herkese birden sunulan bu öğretim kim bilir nasıl bir çağ hazırlayacak bize!"

Yetenekleriyle kralcılık savına yararlı olabilecek bir insana seçimlerde oy vermeyi yadsırken söylediklerine çok uygundu bu sözler. Oyunu istemeye gelen adamı, "Düşünce adamlarından her zaman sakınacağım," diye yanıtlamıştı. Bahçelerinde bir dolaşmaya çıkmayı önerdi bize, sonra da kalktı.

"Mösyö..." dedi Kontes.

Evinde ne denli mutlak bir hükümdar olmak istediğini, ama o sırada bundan ne kadar uzak olduğunu belli eden, gururlu, mağrur bir sertlikle geriye döndü.

"Ne var, canım?" dedi.

"Mösyö Tours'dan yaya gelmiş; Mösyö de Chessel'in de bundan haberi yokmuş, kendisini Frapesle'de dolaştırmış."

"Tedbirsizlik etmişsiniz," dedi bana, "her ne kadar sizin yaşınızda..."

Üzüntüsünü belirtmek için başını salladı.

Konuşma yeniden başladı. Ne denli aşırı bir kralcı olduğunu, sarsıntıya uğramadan dümen suyunda kalabilmek için ne kadar dikkatli bulunmak gerektiğini anlamakta gecikmedim. Çabucak bir özel kılığa giren uşak, akşam yemeğinin hazır olduğunu bildirdi. Mösyö de Chessel kolunu Madam de Mortsauf'a sundu, Kont da neşeyle benim kolumu tuttu, ilk katta, salonun bir eşi olan yemek odasına geçtik.

Yemek odasının Tours ilinde yapılmış ak taşlarla döşenmiş duvarları, yerden şöyle böyle bir metre yukarıya kadar tahtayla, daha yukarısı ise çiçek ve meyvelerle çevrili büyük panolar biçiminde bir cilalı kâğıtla kaplanmıştı; pencerelerde kırmızı şeritlerle süslü patiska perdeler vardı; büfeler eski Boule mobilyalarıydı, elişi örtülü iskemlelerin tahtası, oymalı meşedendi. Her şeyi bol olan sofrada lüksten iz yoktu: biçim birliği olmayan aile gümüş takımı, o günlerde yeniden moda olmamış Saxe porselenleri, sekiz köşeli sürahiler, akik saplı bıçaklar, şişelerin altında Çin lakesinden, yuvarlak altlıklar; ama diş diş kenarları yaldızlı, vernikli kovalarda çiçekler. Bu eski şeyleri sevdim, Réveillon kâğıdını ve çiçekli kenarlarını çok güzel buldum. Bütün yelkenlerimi şişiren hoşnutluk, bu alabildiğine düzenli kır ve yalnızlık yaşamının onunla benim arama koyduğu, içinden çıkılmaz güçlükleri görmemi önledi. Yanında, sağındaydım, bardağını dolduruyordum. Evet, umulmadık mutluluk! Giysisine sürtünüyordum, ekmeğini yiyordum. Üç saat sonra, yaşamım yaşamına karışıyordu! Kısacası, o korkunç öpüşle, bize karşılıklı bir utanç veren o bir tür gizle bağlanmıştık.

Şanlı bir düşüklük gösterdim: Kont'un hoşuna gitmeye çalışıyordum, o da bütün dalkavukluklarımdan hoşlanıyordu; köpeği okşayabilir, çocukların en ufak isteklerini yerine getirebilirdim; onlara çemberler, akik bilyeler getirirdim; onlara at olurdum, beni kendi mallarıymış gibi görüp istediklerini yaptırmadıkları için kızıyordum onlara. Deha gibi aşkın da sezgileri vardır, bulanık bir biçimde, sertliğin, asık suratlılığın, düşmanca davranışların, umutlarımı çelmeleyeceklerini görüyordum.

Yemek benim için baştan başa iç sevinçlerle dolu geçti. Kendimi onun evinde görünce ne onun gerçek soğukluğunu ne de Kont'un kibarlığıyla örttüğü ilgisizliği düşünebiliyordum. Yaşam gibi aşkın da bir erginlik çağı vardır, o çağ boyunca kendi kendine yeter. Tutkunun gizli kargaşalıklarıyla uyum içinde olan, ama hiç kimsenin, hatta aşk konusunda hiçbir şey bilmeyen "onun" bile sezemeyeceği birkaç beceriksiz yanıt verdim. Geri kalan zaman bir düş gibi geçti. Ay ışığında, sıcak, hoş kokulu bir akşamda, çayırları, kıyıları, tepeleri süsleyen ak fanteziler ortasında Indre'i geçtiğim zaman bu güzel düş sona erdi; bilimsel adını bilmediğim ama o büyük günden beri hep sonsuz bir hazla dinlediğim bir yeşil kurbağanın eşit sürelerle durmadan yinelediği, hüzün dolu, duru türküyü, o tek sesi duyuyordum. O zamana değin duygularımı körleten bu mermer duygusuzluğunu bir zaman sonra, başka yerde olduğu gibi, orada da tanıdım; hep böyle mi olacak, diye düşünüyordum; kaçınılmaz bir etkinin altındayım sandım; geçmişin uğursuz olayları tattığım bu tümüyle kişisel hazlarla çarpıştı. Frapesle'e yaklaşırken, Clochegourde'a baktım, aşağıda bir kayık gördüm, Tours ilinde la tone derlerdi bu kayıklara, bir dişbudak ağacına bağlanmıştı, suda sallanıyordu. Bu kelek Mösyö de Mortsauf'undu, balık avında kullanıyordu.

Konuşmamızı kimsenin işitemeyeceği kadar uzaklaştığımız zaman Mösyö de Chessel, "Güzel omuzlarınızı bulup bulmadığınızı sormaya bile gerek görmüyorum," dedi, "Mösyö de Mortsauf'un iyi karşılamasından dolayı kutlamalı sizi! Vay canına, daha ilk vuruşta buluverdiniz hedefi."

Bu tümce, size sözünü ettiğim tümce de arkadan gelince, kırık yüreğimi canlandırıverdi. Clochegourde' dan ayrılalı beri tek sözcük çıkmamıştı ağzımdan; Mösyö de Chessel bunu mutluluğuma yoruyordu.

Dizginlenmiş bir tutkudan da ileri gelebilecek, alaylı bir sesle, "Nasıl?" dedim.

"Hiç ama hiç kimseyi böylesine iyi karşılamamıştı."

Bu son sözde belli olan iç acısını sezerek, "Ne yalan söylemeli, bu karşılamaya ben kendim de şaştım," dedim.

Kibar çevre konusunda, Mösyö de Chessel'in içindeki duygunun nedenini anlamayacak ölçüde toydum ama, bunu belli edişindeki anlatım beni sarstı. Ev sahibinin Durand adını taşımak gibi bir zayıf yanı vardı, babasının, Devrim sırasında uçsuz bucaksız bir servet edinmiş olan ünlü fabrikatörün adını yadsımak gibi gülünç bir duruma düşürmüştü kendini. Karısı Chessellerin, Paris'in çoğu hukukçu aileleri gibi IV. Henri zamanında burjuva olan, birçok "kurul" üyesi yetiştirmiş bir ailenin tek mirasçısıydı. Çok hırslı bir adam olan Mösyö de Chessel, düşlediği yerlere erişmek için, Durand'ı, asıl adını öldürmek istemişti. İlkin Durand de Chessel olmuştu adı, sonra D. de Chessel; o sırada ise Mösyö de Chessel'di. Restorasyon döneminde, XVIII. Louis'nin verdiği fermanların yardımıyla kont unvanlı bir majorat kurdu. Çocukları gözüpekliğin meyvesini büyüklüğünü bilmeden kopardılar. Alaycı bir prensin bir sözü sık sık ve bütün ağırlığıyla ezdi onu: "Mösyö de Chessel genellikle Durand'da pek gözükmez." Bu söz Tours ilini uzun zaman eğlendirmiştir.

Sonradan görmeler maymun gibidirler, maymunların becerikliliği vardır onlarda: Yukarılarda görür insan onları, tırmanış sırasında çevikliklerine hayran kalır; ama, zirveye geldiler mi artık yalnız ayıp yerleri görülür. Ev sahibimin öbür yanı, hırsın kabarttığı küçüklüklerden oluşmuştu. Ayan üyeliğiyle o, birbirleriyle bir türlü birleşemeyen iki çizgi gibidir hâlâ. Bir şeye göz dikmek ve bunu söylemek, gücün küstahlığıdır; ama erişmek istediğimizi açıkça söylediğimiz durumun aşağılarında kalmak, küçük kafalara besi olan, sürekli bir gülünçlük doğurur. Mösyö de Chessel de güçlü insanın dümdüz ilerleyişini gösteremedi: İki kez milletvekili oldu, iki kez seçimlerde geri çevrildi; dün genel müdür, bugün hiçti, vali bile değildi, başarıları ve bozgunları kişiliğini bozdu, sakatlanmış hırslının sertliğini verdi ona. Mertliğine, nükteciliğine, büyük şeyler yapabilecek güçte bir insan olmasına karşın, başkasının başarısıyla buruşan bu yüzlerin, övmeye hiç yanaşmayan iğneli sözler söylemekte usta olan somurtkan dudakların, pek başarı kazanamadıkları yüksek toplum katlarında talihini, yerlileri bütün akıllarını her şeyi kıskanmakta kullanan Tours ilinde yaşama tutkusu durumuna gelen çekememezlik yerle bir etti belki de. Daha azını isteseydi, belki daha da çoğunu elde ederdi; ama ne yazık ki, hiç eğilmek istemeyecek ölçüde üstündü.

O sırada Mösyö de Chessel hırsının alacakaranlığındaydı, kralcılık kendisine gülümsüyordu. Belki de yalandan büyük tavırlar takınıyordu, ama bana davranışı kusursuzdu. Öte yandan pek basit bir nedenle hoşuma gitti: Dinlenişi ilk olarak onun evinde buluyordum. Bana gösterdiği belki de zayıf ilgi, benim gibi zavallı bir tepilmiş çocuğa, baba sevgisinin bir görüntüsü gibi geldi. Konukseverlik özenleri, o zamana değin beni ezmiş olan ilgisizliğe o denli ters düşüyordu ki, zincirsiz olarak, neredeyse okşanırcasına yaşadığım için çocuksu bir minnet duyuyordum. Bunun için Frapesle'in sahipleri mutluluğumun şafağına öylesine karışmıştır ki, düşüncem onları yeniden yaşamayı sevdiğim anılara karıştırır. Daha sonra, özel olarak da Kral'ın meclise yazdığı yazılarda, ev sahibine bazı hizmetlerde bulunma hazzını tattım. Mösyö de Chessel kimi komşularının hoş karşılamadıkları bir debdebeyle yararlanıyordu servetinden; güzel atlarını, zarif arabalarını yenileyebiliyordu; karısı da giyiminde kuşamında biraz aşırıydı; konuklarını cömertçe ağırlıyordu; uşakları bölgeye göre daha kalabalıktı, prenslik taslıyordu. Frapesle toprağı uçsuz bucaksızdı. Mortsauf Kontu, komşusunun önünde, bütün bu lüks karşısında, Tours ilinde yaysız yolcu arabasıyla, tatar arabası arası bir şey olan tek atlı aile arabasıyla yetinmek, servetinin azlığı yüzünden Clochegourde'un en ufak topraklarını bile ektirmek zorunda olduğundan, krallık lütuflarının ailesine belki de umulmadık bir parıltı verdiği güne dek bir Tourslu olarak kaldı. Arması Haçlı Seferleri'nden kalan batmış bir ailenin küçük oğlunu böyle karşılamakla, büyük serveti alçaltıyor, beyzade olmayan komşusunun korularını, sürülmüş topraklarını, çayırlarını küçültüyordu. Mösyö de Chessel, Kont'u iyi anlamıştı. Bunun için her zaman nezaketle görüştüler, ama Clochegourde ile Frapesle, Indre ile birbirinden ayrılan, şato hanımlarının her birinin penceresinden ötekine el sallayabileceği bu iki toprak arasında, kurulması gereken günlük ilişkilerden, o hoş içlidışlılıktan iz bile yoktu.

Kıskançlık, Mortsauf Kontu'nun içinde yaşadığı yalnızlığın tek nedeni değildi. İlk eğitimi çoğu büyük aile çocuklarının eğitimi olmuştu, yani yüksek sınıf bilgileriyle, saray töreleriyle, yüksek görevlerde çalışarak sağlanan bilgilerle tamamlanan, yüzeyde kalan, eksik bir öğretim. Mösyö de Mortsauf ikinci eğitimine yeni yeni başladığı sırada göç etmişti; bu eğitim eksik kalmıştı onda. Fransa'da krallığın çabucak yeniden kurulacağına inananlardandı. Bu inanç içinde, sürgünlüğü başıboşlukların en acıklısı olmuştu. Korkusuzluğuyla en sadık askerlerinden biri olduğu Condé Ordusu dağılınca, pek yakında ak bayrak altına geri döneceğini ummuştu, kimi göçmenler gibi akıllıca bir yaşam kurmaya çalışmamıştı. Hor görülen bir çalışmanın terleri içinde ekmeğini kazanmak için, adından vazgeçecek gücü bulamamıştı belki de. Hep yarına yönelen umutları, belki bir de onur duygusu, yabancı devletlerin hizmetine girmesini önlemişti. Acı, cesaretini aşındırmıştı. Hep yıkılan umutlara doğru, karnını bile doğru dürüst doyuramadan, yaya olarak yapılan uzun yolculuklar sağlığını bozup ruhunu cesaretsizliğe düşürmüştü. Yavaş yavaş, yoksulluğun son noktasına ulaşmıştı. Yoksunluk, birçok insanlara güç verir, ama kimilerini gevşetir; Kont da böylelerindendi.

Bu zavallı Tours beyzadesinin Macaristan yollarında yürüyüp yattığını, Prens Esterhazy'nin çobanlarıyla bir koyun eti parçasını paylaştığını, yolculukta onlardan bir beyzadenin bir efendi elinden almayacağı ekmeği istediğini, Fransa'ya düşman elleri kaç kez geri ittiğini düşünürken, yüreğimde göçmene karşı hiçbir hınç duymadım, yergide gülünç olduğunu gördüğüm zaman bile. Mösyö de Mortsauf'un ak saçları korkunç acılar anlatmıştı bana, ben de göçmenlere kendilerini yargılayamayacak ölçüde yakınlık duyarım.

Kont Fransız ve Tourslu neşesini yitirmiş, kederli bir insan olmuştu, hastalanmış, Almanların bilmem hangi düşkünler evinde Tanrı hakkı için bakılmıştı. Hastalığı bir karın zarı iltihabıydı, çoğu zaman ölümcül bir hastalıktır bu, ama iyileşmesi de huy değişikliklerine yol açar, hemen her zaman da hipokondriye neden olur. Ruhunun en derin yerine kefenlenen, yalnız benim sezdiğim aşkları, ayaktakımına yaraşır aşklardı, yalnız yaşamına saldırmakla kalmamışlar, geleceğini de yıkmışlardı. On iki yıllık yoksunluktan sonra çevirmişti gözlerini Fransa'ya, Napoléon'un kararı dönmesini sağlamıştı. Dertli yaya Rhin'i geçerken güzel bir gecede Strasbourg'un çan kulesini görünce bayılacak gibi olmuştu.

"Fransa! Fransa! Bağırdım, 'işte, Fransa,' diye," demişti bana, "yaralanan bir çocuğun, 'Anne!' diye bağırması gibi."

Doğmadan önce zenginken şimdi yoksuldu; bir alaya komutanlık etmek ya da devleti yönetmek için hazırlanmıştı, yetkesiz, geleceksizdi; sağlam, güçlü doğmuştu; tümden yıpranmış, sakat olarak dönüyordu. İnsanların ve nesnelerin hiçbiri etkinin altında kalmadan büyüdükleri bir memleket ortasında bilgisizdi, her şeyden yoksun görmüştü kendini, bedensel ve ruhsal güçlerinden bile. Yoksulluğu adını ağırlaştırmıştı. Sarsılmaz kanıları, Condé Ordusu'ndaki geçmişi, kederleri, anıları, yitirilmiş sağlığı, alaylar ülkesi Fransa'da pek öyle kulak asılmayan bir alınganlık vermişti ona.

Yarı ölü bir durumda Maine'e gelmişti, burada, belki de iç savaştan ileri gelen bir rastlantı sonucu, devrim hükümeti epeyce geniş bir çiftliği sattırmayı unutmuştu, çiftçisi de kendi malıymış gibi göstererek saklıyordu burasını. Givry'de, bu çiftliğin yanında bulunan şatoda oturan Lenoncourt ailesi, Mortsauf Kontu'nun geldiğini öğrenince, Lenoncourt Dükü yanına gitmiş, oturacak bir yer hazırlanıncaya kadar Givry'de kalmasını önermişti. Lenoncourt ailesi soylulara yaraşır bir cömertlik göstermişti Kont'a, o da burada geçirdiği birçok aylar süresince düzelmiş, bu ilk mola sırasında dertlerini gizlemek için, çok çabalar harcamıştı. Lenoncourtlar uçsuz bucaksız mallarını yitirmişlerdi. Ad bakımından, Mösyö de Mortsauf kızları için uygun bir kısmetti. Matmazel de Lenoncourt da otuz beş yaşında, hasta, çökmüş bir adamla evlenmeye karşı gelmek şöyle dursun, bundan hoşlanır gibiydi. Bir evlenme ona kendisini kızı olarak kabul eden teyzesiyle, Blamont-Chauvry Prensi'nin kız kardeşi Verneuil Düşesi ile oturmak hakkını sağlıyordu.

Bourbon Düşesi'nin candan dostu olan Madam de Verneuil, kutsal bir topluluktandı; bu topluluğun ruhu, Tours ilinde doğan, "Le Philosophe Inconnu" diye adlandırılan Saint-Martin'di.

Bu filozofun çömezleri, gizemci "illüminizmin" yüksek kuramlarının öğütlediği erdemleri uyguluyorlardı. Bu öğreti tanrısal dünyaların anahtarını verir, varoluşu insanın yüce yargılara doğru yol aldığı dönüşümlerle açıklar, görevi yasal düşüklüğünden kurtarır, yaşamın yorucu çabalarında Quaker'ların tükenmez boyun eğmişliğini uygular, göğe götürdüğümüz melek için anaca bir şeyler esinleyerek acının küçümsenmesini buyurur. Bir geleceği olan stoacılıktır bu. Etken dua ile soy aşk, ilkel kilisenin Hıristiyanlığına gelmek üzere Roma Kilisesi'nin Katolikliğinden çıkan bu inancın öğeleridir. Bununla birlikte Matmazel de Lenoncourt, teyzesinin sürekli olarak bağlı kaldığı havari kilisesinden ayrılmadı. Devrim'in kargaşalıklarında çok zor durumlarla karşılaşan Verneuil Düşesi, yaşamının son günlerinde tutkulu bir dindarlığa kapılmış, bu da, Saint-Martin'in deyimiyle, sevgili kızının ruhuna "göksel aşkın ışığını ve iç sevincin yağını" boşaltmıştı. Kontes, teyzesinin ölümünden sonra bu barış ve erdemli bilgi adamını eskiden de sık sık geldiği Clochegourde'da birçok kez ağırlamıştı. Saint-Martin son kitaplarının Tours'da, Letourmy'de basılışını Clochegourde'dan denetlemişti.

Madam de Verneuil, yaşamın fırtınalı geçitlerinden geçmiş yaşlı kadınlara özgü bilgeliğin esiniyle, kendine göre bir evi olsun, diye Clochegourde'u yeni geline vermişti. Düşes yaşlıların sevimli olunca kusursuz da olan incelikleriyle, burada kendi oturduğu sırada Kontes'in kaldığı odanın üstündeki odayla yetinerek her şeyi yeğenine bırakmıştı. Neredeyse birdenbire gelen ölümü bu birleşmenin üzerine yas krepleri, gelinin kuşkulu ruhu üzerine de, Clochegourde'un üzerine de silinmez kederler işlemişti. Tours iline yerleşmesinin ilk günleri, Kontes için yaşamının mutlu olmasa bile, kaygısız denilebilecek biricik zamanı olmuştu.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top