3. Bölüm


Yeni bir ruh, kanatları renk renk bir ruh, kabuğunu kırmıştı. Sevgili yıldızım, o kendisine hayran olduğum mavi bozkırlardan düşmüş, aydınlığını, ışıltısını, tazeliğini yitirmeden, bir kadın oluvermişti. Aşkın ne olduğunu bile bilmeden sevdim birdenbire. İnsanın en ateşli duygusunun ilk olarak böyle birdenbire bastırıvermesi çok garip bir şey değil mi? Teyzemin salonlarında birtakım güzel kadınlarla karşılaşmıştım, hiçbiri en ufak bir etki bırakmamıştı üzerimde. Tutkunun bütün türü kucakladığı zamanda, yalnız bir insana yönelmiş bir tutku yaratmak için özel bir saat mi vardır, o zaman yıldızlar birbirine yaklaşır, bütün koşullar birleşir de bütün kadınlar arasında bir kadın mı belirir? Gönlümün kadınının Tours ilinde yaşadığını düşünerek havayı içime hazla çekiyordum, havanın mavisinde de şimdiye dek hiçbir yerde görmediğim bir renk buldum. İçim kıvançla doluydu, ama dışarıdan bayağı hasta görünüyordum, annem pişmanlıkla karışık korkulara kapıldı. Derdin geldiğini sezen hayvanlar gibi, gidip bahçenin bir köşesine çöktüm, burada çaldığım öpüşü düşleyecektim.

Bu unutulmaz balodan birkaç gün sonra, annem çalışmalarımı bırakışımı, sıkıcı bakışları karşısında ilgisizliğimi, alayları karşısında aldırmazlığımı, kederli görünüşümü, benim yaşımdaki her gencin geçirdiği, doğal bunalımlara yordu. Kırlar, tıbbın hiçbir şey anlamadığı hastalıkların bu değişmez ilacı, beni bu durgunluğumdan kurtarmak için biricik çare olarak görüldü. Annem Frapesle ile Indre üzerinde, Montbazon ile Azay-le-Rideau arasındaki şatoda, dostlarından biri yanında birkaç gün geçirmemi kararlaştırdı, hiç kuşkusuz, dostuna birtakım gizli talimatlar da vermişti.

Böylece evden çıkma hakkına erdiğim gün, aşk okyanusunda öyle zorlu yüzmüştüm ki, bir başından öbür başına geçmiştim. Yabancımın adını bilmiyordum. Onu nasıl belirtmeliydi? Nerede bulmalıydı? Öte yandan kime ondan söz açabilirdim ki? Çekingen yaradılışım, aşkın başlangıcında genç gönülleri kaplayan, açıklanmaz korkuları daha da artırıyor, benim için umutsuz tutkuların ardından gelen hüznü başlatıyordu. Tarlalar arasında gidip gelmekten, koşup durmaktan başka bir istediğim yoktu. Hiçbir şeyden kuşkusu bulunmayan, kahramanca bir yanı olan şu çocuk gözüpekliğiyle, dolaşırken gördüğüm her güzel kule karşısında, "Orası!" diye düşünerek Tours ilinin bütün şatolarını araştırmayı kuruyordum.

Böylece, bir perşembe sabahı, Saint-Éloi seti yoluyla Tours'dan çıktım. Saint-Sauveur köprülerini geçtim, başımı kaldırıp her eve bakarak Poncher'ye geldim, oradan Chinon yoluna vardım. Yaşamımda ilk kez, hiç kimseye hesap vermek zorunda kalmadan bir ağaç altında durabiliyor, gönlüm ağır isteyince ağır, hızlı isteyince hızlı yürüyebiliyordum. Ağırlıklarını bütün gençler üzerinde duyuran türlü baskılar altında ezilmiş, zavallı bir yaratık için, ilk olarak kendi istemince yaşamak, çok önemsiz konularda bile olsa, bir garip sevinç taşkınlığı veriyordu ruha. Bugünü sevinçlerle dolup taşan bir bayram durumuna getirmek için birçok nedenler bir araya geldi. Çocukluğumda yaptığım gezintilerde kent dışında bir fersahtan öteye geçmemiştim. Gerek Pont-le-Voy dolaylarında, gerekse Paris'teki dolaşmalarım, beni kırın güzellikleri karşısında fazla coşturmamıştı. Bununla birlikte, Tours'un alışkın olduğum görünümünde soluk alan güzellik duygusu kalmıştı içimde. Bir sanatı uygulamayı bilmeden, onun ereğini düşleyenler gibiydim, güzel görünümlerin şiirini yeni yeni seçmekle birlikte, farkında olmadan, güç beğenen bir insandım.

Yayalar da, atlılar da, Frapesle Şatosu'na gitmek için, Cher ve Indre havzalarını birbirinden ayıran yaylanın tepesinde, Champy'den sapılan bir kestirme yolla gidilen ve Charlemagne toprakları diye anılan ekilmemiş topraklardan geçerek yolu kısaltırlar. Aşağı yukarı bir fersah boyunca içinizi hüzünle dolduran bu düz, kumluk topraklar, bir koru demetiyle Saché'nin, yani Frapesle'in bağlı olduğu bucağın yoluyla birleşirler. Ballan'ın çok ötelerinde, Chinon yoluna çıkan bu yol, önemli bir değişikliğe rastlanmadan inişli çıkışlı bir ova boyunca, küçük Artanne bölgesine dek uzanır. Burada, Montbazon'dan başlayıp Loire'da biten, bu çifte tepelere konmuş şatoların altında zıplar gibi görünen bir vadi belirir; çok güzel bir zümrüt kupadır, Indre Irmağı bu kupanın dibinde yılan gibi kıvrılıp durur. Bu görünüş karşısında, ya çorak toprakların sıkıntısının ya yol yorgunluğunun hazırladığı, haz dolu bir şaşkınlığa kapıldım.

"Benzerlerinin en güzeli olan bu kadın, dünyanın bir yerinde oturuyorsa, o yer işte burası," diye düşündüm.

Bu düşünce üzerine, bir ceviz ağacına yaslandım, o gün bugün, sevgili vadime ne zaman gelsem, bu ağacın altında dinlenirim. Düşüncelerimin sırdaşı olan bu ağacın altında, ondan son ayrılışımdan beri geçen zaman boyunca uğradığım değişikleri araştırıp anlamaya çalışırım. O, burada oturuyordu, gönlüm aldanmıyordu: Çorak toprağın yamacında gördüğüm ilk şato onun eviydi. Ceviz ağacının altına oturduğum zaman, çatısının kara taşları, pencerelerinin camları öğle güneşinde parıldıyordu. Bağlarında bir zerdali ağacının altında gördüğüm ak nokta da onun patiska giysisiydi. Şimdiden, daha hiçbir şey bilmeden bildiğiniz gibi, BU VADİNİN ZAMBAĞI'ydı, burada onu erdemlerinin güzel kokusuyla doldura doldura göğe doğru gelişiyordu. Ancak şöyle bir görülüp de ruhumu dolduran ereği saymazsak kendisini besleyecek bir şeyi bulunmayan sonsuz aşkı, güneşin altında, iki yeşil tepe arasından akan bu uzun su kurdelesinin, bu aşk vadiciğini oynak dantelleriyle süsleyen kavak dizilerinin ırmağın hep değişik biçimlerde yuvarlaklaştırdığı tepecikler üzerinde, bağlar arasında uzayıp giden meşe korularının, birbirlerini engelleyerek kaçıp giden bu gölgeli ufukların dile getirdiğini gördüm. Doğayı bir nişanlı kız gibi güzel, eldeğmemiş görmek isterseniz, bir bahar günü oraya gidin; yüreğinizin kanayan yaralarını uyuşturmak isterseniz, güzün son günlerinde yine oraya gelin; baharda, aşk gökte kanat çırpar orada; güzün, orada bu dünyadan göçmüş olanları düşünür insan. Hasta ciğer, iyilik getiren serinliği çeker orada içine, gözler durgun tatlılıklarını ruha geçiren, altın rengi bitki demetlerinin üzerinde dinlenir. O sırada, Indre'in çağlayanları üzerinde bulunan değirmenler bu titremeli vadiye bir ses veriyor, kavaklar gülerek sallanıyordu, gökte tek bulut yoktu, kuşlar ötüyor, ağustosböcekleri bağırıyordu, her şey ezgiydi burada. Tours ilini neden sevdiğimi sormayın artık bana; insanın ne kendi beşiğini ne de çölde bir vahayı sevdiği gibi severim onu; sanatçı sanatı nasıl severse, öyle severim; sizi sevdiğim kadar sevmem onu; ama Tours ili olmasaydı, belki artık yaşayamazdım. Neden olduğunu bilmeden, gözlerim bu ak noktaya, yeşil fundalar arasında bir öksüzurganının dokunulunca soluveren çanı nasıl parlarsa kendisi de bu geniş bahçede öylesine parlayan bu kadına çevriliyordu.

Ruhum heyecanla dolu, bu sepetin dibine indim, hemen sonra bir köy gördüm, içimi dolduran şiirin etkisiyle eşsiz buldum onu. İncelikle ayrılmış bir su çayırının ortasında birkaç ağaç demetiyle taçlanmış adalar arasına kurulmuş üç değirmen getirin gözlerinizin önüne; ırmağı halı gibi kaplayan, yukarıya fırlayan, onunla dalgalanan, onun gönlüne uyan, değirmenlerin çarkı altında kamçılanan ırmağın çırpıntılarıyla bükülen, öylesine canlı, öylesine renkli olan bu su bitkilerine başka hangi ad verilebilir? Şurada burada, üzerlerinde güneşler ışıldayan dilimler oluşturarak suların çarpıp kırıldığı çakıllı kum yığınları yükselir. Güzelhatun çiçekleri, nilüferler, suzambakları, sazlar, kıyıları çok güzel örtüleriyle süsler. Kirişleri çürümüş, kemer ayaklıklarını çiçekler bürümüş, üzerlerinde uzun ömürlü otlar, kadifemsi yosunlar bitmiş korkulukları ırmağa doğru eğilip de hiç düşmeyen bir titrek köprü; eski kayıklar, balıkçı ağları, bir çobanın tekdüze türküsü, adalar arasında yüzen ya da Loire'ın sürüklediği kalın kumlar üzerinde tüylerini temizleyen ördekler; başlıkları kulaklarının üzerinde, katırlarını yükleyen değirmenci çırakları: Bu ayrıntıların her biri şaşırtıcı bir yalınlık veriyordu bu görünüme. Köprünün ötesinde, iki-üç çiftlik, bir güvercinlik getirin gözlerinizin önüne, kumrular getirin, bahçelerle, hanımeli, yasemin ve filbahar çitleriyle ayrılmış, otuz dolayında yıkıntı getirin; sonra bütün kapıların önünde çiçek çiçek bir gübre yığını, yollarda tavuklar, horozlar: işte Pont-de-Ruan köyü, üst yanında sayısız özellikleri bulunan bir eski kilise, Haçlı Seferleri zamanından kalma, ressamların tablolarına geçirmek için aradıkları türden bir kilise bulunan güzel köy. Geçmiş yüzyıllardan kalma ceviz ağaçlarıyla, yaprakları soluk altın rengi kavaklarla çevreleyin bütün bunları, buğulu, sıcak bir gök altında, göz alabildiğine uzanan çayırlar ortasına da birkaç sevimli yapı koyun, bu güzel memleketin binlerce görünüşünden biri üzerinde bir görüş edinmiş olursunuz.

Irmağın sol yanından, karşı kıyıyı süsleyen tepelerin ayrıntılarını gözden geçirerek Saché yolundan yürüdüm. En sonunda yüz yıllık ağaçlarla süslü bir bahçeye geldim, bu bahçe bana Frapesle Şatosu'nu belirtti. Çanın öğle yemeğini haber verdiği saatte geldim tam. Yemekten sonra, ev sahibim, Tours'dan yaya geldiğimi aklına bile getirmeden, beni toprağının dolaylarında dolaştırdı, burada vadiyi her yandan, bütün biçimleriyle gördüm: Şurada azıcık bir yanını, burada bütünüyle; üzerinde, balık ağları arasında, yelkenlerin yele kapılıp giden masalsı resimler çizdiği Loire'ın güzel, altın dalgaları gözlerimi sık sık ufka çevirmeme yol açtı. Bir tepeyi tırmanırken, Azay Şatosu'na, göz göz yontulmuş, Indre'in eliyle işlenmiş, çiçeklerle örtülü temel kazıkları üzerine yerleştirilmiş elmasa ilk olarak hayran kaldım. Sonra uzak bir yerde, Saché Şatosu'nun yüzeysel insanlara göre fazla ağır, ama ruhları sızılı ozanlar için çok değerli uyumlarla dolu yerin yabansı kitlelerini gördüm. Bunun için, sonraları, onun sessizliğini, dalları budanmış, büyük ağaçlarını, ıssız vadiciğine serpilmiş, gizlemli, anlatılmaz yanını sevdim! Ama gözlerimin komşu tepenin yamacında görüp beğendikleri minik şatoyu her görüşümde, seve seve bakıyordum. Ev sahibim, benim yaşımdakilerin hep sonsuz bir saflıkla belirttikleri şu ışıltılı isteklerden birini okudu gözlerimde.

"Güzel bir kadının varlığını uzaktan duyuyorsunuz," dedi, "av kokusu almış bir köpek gibi."

Bu son sözünü sevmedim, ama şatonun ve sahibinin adını sordum.

"Clochegourde Şatosu'dur," dedi, "güzel bir evdir, Mortsauf Kontu'nun, Tours ilinin tarihsel bir ailesinin temsilcisinin evi. Yükselişi XI. Louis'den başlar bu ailenin, adı da hem armasını, hem ününü borçlu olduğu serüveni ortaya koyar. Darağacına gidip de canlı dönmüş bir adamın soyundandır. Bunun için Mortsaufların zemininde ince, kara çizgiler dikey olarak birbirini kesen bakışımlı T biçimlerinden oluşan nakışlar üzerinde, ortada alt yanı kesik, altın rengi bir zambak bulunan armaları sarı renkle süslüdür. Armanın simgesi de, 'Tanrı kralımız efendimizi korusun.' Göç dönüşü Kont buraya yerleşti. Burası karısının, Lenoncourt-Givry ailesinden bir Matmazel de Lenoncourt'undur, bu aile de sönmek üzere, öyle ya, Madam de Mortsauf, ailenin biricik kızıdır. Bu ailenin servetinin azlığıyla adlarının ünü arasında öyle garip bir karşıtlık var ki, gururdan, belki de başka çıkar yol bulunmadığından, hep Clochegourde'da kalır, kimseciklerle görüşmezler. Şimdiye dek, yalnızlıkları Bourbonlara bağlılıklarıyla açıklanabilirdi; ama yaşamlarının Kral'ın dönüşüyle değişeceğinden de kuşkuluyum. Geçen yıl, buraya yerleştiğimde, onlara bir nezaket ziyareti yaptım, onlar da bize geldiler, bizi akşam yemeğine çağırdılar; kış bizi birkaç ay boyunca ayırdı; sonra siyasal olaylar dönmemizi geciktirdi, çünkü ben Frapesle'e geleli çok olmadı daha. Madam de Mortsauf her yerde baş köşeyi alabilecek bir kadın."

"Tours'a sık sık gelir mi?" dedim.

"Hiç gitmez," diye yanıtladı, sonra, "ama Angoulême Dükü, Tours'a uğradığında gitmişti," diye düzeltti, "Dük, Mösyö de Mortsauf'a çok iyi davranmıştı."

"O!" diye atıldım.

"O da kim?"

"Güzel omuzlu kadın."

"Tours ilinde güzel omuzlu çok kadınlar göreceksiniz," dedi gülerek. "Ama, yorgun değilseniz, ırmağı geçip Clochegourde'a çıkabiliriz; omuzlarınızı tanımaya çalışırsınız."

Kabul ettim, utançtan ve hazdan kızarmaktan da kendimi alamadım. Saat dörde doğru, ne zamandır gözlerimin okşayıp durduğu küçük şatoya geldik. Görünüm içinde güzel bir etki yapan bu yapı, gerçekte pek öyle görkemli bir yapı değildir. Önde beş penceresi vardır, güneye bakan duvarın ucuna rastlayan pencerelerden herbiri aşağı yukarı iki kulaç ileri çıkar, iki ayrı yapı gibi görünüp eve güzellik katan bir mimarlık oyunudur bu; ortadaki pencere kapı işi görür, buradan iki yanlı bir merdivenle Indre kıyısına uzanan, dar bir çayıra dek uzanan set set bahçelere inilir. Bir bucak yolu, akasyalarla, Japon teremontileriyle çevrili bir yolla bu çayırı son setten ayırırsa da bahçeye bağlıymış gibi görünür; çünkü yol çukurdadır, bir yanını set kapatır, öbür yanı da bir Norman çitiyle çevrilidir. İyi düzenlenmiş yokuşlar, sulara yakın olmanın uygunsuzlarını onların boşluklarını yok etmeden gidermek için, ev ile ırmak arasında yeterince uzaklık bırakır. Evin altında arabalıklar, ahırlar, sandık odaları, mutfaklar bulunur, bunların değişik çıkışlarından kemerler oluşur. Damların köşelerine güzel biçimler verilmiş, pervazları oymalı çatı pencereleriyle, çatı tepelerindeki kurşun demetlerle süslenmiştir. Hiç kuşkusuz Devrim döneminde bakım görmeyen çatı, güneye bakan evlerin üstünde biten düz ve kırmızımsı yosunlardan oluşan pasla kaplıdır. Merdivenin camlı kapısı üstünde küçük bir kule vardır, burada Blamont-Chauvrylerin armaları hâlâ oyulu durur: kenarlarda avuçları görülen, canlı renklerle belirtilmiş iki el, tepede uçları birleşen iki mızrak, ortada, yukarıdan aşağı bir kalın çizgi üzerine sıralanmış çanlar. Simgesi, "Herkes baksın, kimse dokunmasın!" yazısı beni şiddetle sarstı. Ağızları altın zincirli bir anka ile bir ejderden oluşan destek, oyma olarak güzel bir etki yaratıyordu. Devrim, dük tacı ile altın meyveli bir yeşil hurma dalından oluşan bir tulga tepeliğini yaralamıştı. Halk kurtuluş kurulu yazmanı Senart, 1781'den önce Saché yargıcıydı, bu yıkıp kırmalar bununla açıklanır.

Bu düzenlemeler, yere çökmüyormuş gibi görünen bu çiçek gibi işlenmiş şatoya kibar bir görünüş verir. Vadiden bakılınca, alt kat birinci katmış gibi görünür, ama avlu yanından, birçok çiçek topluluğuyla canlandırılmış bir çimenliğe giden, ağaçlarla çevrili, geniş ve kumluk bir yolla aynı düzeydedir. Sağda ve solda, bağlar, meyve bahçeleri, üzerlerine ceviz ağaçları dikilmiş birkaç toprak parçası sık ağaçlarıyla evi çevreler, yeşillerinin inceliklerini doğanın kendi eliyle hazırladığı ağaç kümelerinin süslediği Indre kıyılarına ulaşırlar. Clochegourde'un yanından geçen yolu tırmanırken, bu öylesine güzel yerleştirilmiş kümelere hayran kalıyor, ciğerlerime mutluluk yüklü bir hava çekiyordum. Yoksa bedensel yapıda olduğu gibi, ruhsal yapıda da elektrik ilişkileri, onun hızlı ısı değişmeleri mi vardır? Yüreğim kendisini bir daha eski durumunu bulmamak üzere değiştirecek olan gizli olaylara yaklaştıkça hızla çarpıyordu, havanın güzelleşeceğini sezip de keyiflenen hayvanlar gibi. Yaşamımda öyle derin bir iz bırakacak olan bugün, kendisini kutsallaştırabilecek koşulların hiçbirinden yoksun kalmadı. Doğa, sevgilisini karşılamaya giden bir kadın gibi süslenmişti, ruhum ilk olarak sesini işitmişti, gözlerim, kolejde düş gücümün canlandırdığı kadar verimli ve değişik görmüştü onu, hayran olmuştu, bu düşlerim konusunda onların etkisini belirtecek güçte değildi, çünkü bunlar, yaşamımın simgesel bir biçimde önceden bildirildiği bir Apocalypse gibiydi: Mutlu ya da dertli her olay, garip imgelerle, yalnız ruh gözlerinin gördüğü bağlarla ona bağlanır.

Kırsal işlemler için gerekli yapılarla, bir ambar, bir baskı yeri, inek ve at ahırlarıyla çevrili bir ön avludan geçtik. Bekçi köpeğin havlayışlarını duyan bir uşak karşımıza çıktı, bize sabahtan Azay'e giden Kont'un herhalde birazdan döneceğini, Kontes'in de evde olduğunu söyledi. Ev sahibim bana baktı. Madam de Mortsauf'u kocası yokken görmek istemeyecek, diye titriyordum, ama geldiğimizi haber vermesini söyledi uşağa. Evin ortasından geçen uzun dış odaya bir çocuk oburluğuyla atıldım.

"Buyurun, beyler!" dedi bir altın ses.

Madam de Mortsauf baloda topu topu bir tek sözcük söylemişti, ama sesini tanıdım, ruhuma işledi, bir tutuklu hücresini doldurup ışıldatan bir güneş ışını gibi dolduruverdi ruhumu. Yüzümü anımsayabileceğini düşünerek kaçmak istedim; ama iş işten geçmişti, kapının eşiğinde göründü, gözlerimiz karşılaştı. O mu, yoksa ben mi daha çok kızardık, bilmiyorum. Hiçbir şey söylemeyecek kadar şaşkındı, uşak iki koltuğu yaklaştırdıktan sonra, dönüp bir gergefin önündeki yerine oturdu; susuşuna bir bahane bulmak için iğnesini çekip yarım kalmış ilmeğini tamamladı, birkaç ilmek saydı, sonra hem uysal, hem kibirli bir biçimde Mösyö de Chessel'e doğru kaldırdı başını, gelişini hangi mutlu rastlantıya borçlu olduğunu sordu. Beklenmedik bir biçimde ortaya çıkışımın nedenini öğrenmeyi çok istemekle birlikte, ne bana ne de ona baktı; hep ırmağa takılı kaldı gözleri; ama dinleyişine bakarak, körler gibi, konuşmanın fark edilmez perdelerinden ruhun çırpınmalarını çok iyi anladığı söylenebilirdi. Doğruydu da.

Mösyö de Chessel, adımı, kimliğimi söyledi. Tours'a birkaç ay önce gelmiştim, Paris savaş tehlikesiyle karşı karşıya gelince, büyüklerim beni alıp evlerine getirmişlerdi. Tours ilini bilmeyen Tours çocuğuydum, aşırı çalışmalarım yüzünden zayıflamış, oyalanayım diye Frapesle'e gönderilmiştim, ilk kez geldiğim toprağını göstermişti bana. Tours'dan Frapesle'e yaya geldiğimi ancak tepenin eteğinde söylemiştim kendisine, o da çok zayıf olan sağlığımın büsbütün bozulmasından korkmuş, biraz dinlenmeme izin verileceğini düşünerek Clochegourde'a gelmeyi akıl etmişti. Mösyö de Chessel doğruyu söylüyordu, ama mutlu rastlantılar öyle uydurma görünür ki, Madam de Mortsauf pek de inanmadı, sert gözlerle baktı bana, ben de, ad veremediğim bir alçalış duygusu kadar kirpiklerim arasında tuttuğum gözyaşlarımı da saklamak için, gözkapaklarımı indirdim. Görkemli şatolu, alnım terlere batmış bir durumda gördü beni; gözyaşlarımı da sezmişti belki, öyle ya, bana konuşma yeteneğimi geri veren, avutucu bir iyilik havasıyla gereksinim duyduğum bir şey olup olmadığını sordu. Suç işlemiş bir genç kız gibi kızarıyordum, ihtiyar sesleri gibi titrek bir sesle, hiçbir isteğim olmadığını söyledim. İkinci kez, ama bir şimşek kadar hızlı bir an içinde karşılaştığım gözlerine diktim gözlerimi, "Bütün dileğim, buradan kovulmamak," dedim, "yorgunluktan öylesine uyuştum ki, korkarım, yürüyemeyeceğim."

"Güzel memleketimizin konukseverliğinden niçin kuşkulanıyorsunuz?" dedi bana. Sonra komşusuna döndü. "Akşam yemeğini Clochegourde'da yemek onurunu herhalde bizden esirgemezsiniz, değil mi?" diye ekledi.

Koruyucuma içinde o kadar yalvarış parıldayan bir bakışla baktım ki, geri çevrilmek istendiği söylenişinden belli olan bu öneriyi kabul etmeye boyun eğdi. Kibar çevrede yaşama alışkanlığı Mösyö de Chessel'e bu ayrımları sezmeyi sağlarsa da, toy bir genç adam güzel bir kadında sözle düşüncenin birliğine öyle inanır ki, akşam dönerken, ev sahibim, "Siz can atıyordunuz da ondan kaldım; ama durumu düzeltmezseniz, belki de komşularımla bozuştum demektir," dediği zaman pek şaşırdım.

Bu, "durumu düzeltmezseniz" sözü uzun süre düşlere daldırdı beni. Madam de Mortsauf'un hoşuna gidersem, beni evine getirene kızmayacaktı. Demek ki, Mösyö de Chessel bende onu ilgilendirme gücünün bulunduğunu düşünüyordu. Bu da bana bu gücü vermek değil miydi? Bu açıklama, yardıma çok gereksinim duyduğum bir anda umudumu güçlendirdi.

"Bu biraz zor gibi geliyor bana," diye yanıtladı. "Madam de Chessel bizi bekliyor."

"Her zaman yanındasınız," dedi Kontes, "hem haber de verebiliriz. Yalnız mı?"

"Peder Quélus var yanında."

"İyi ya," dedi Kontes, çıngırağı çalmak için kalktı, "akşam yemeğini bizimle yiyorsunuz."

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top