18. Bölüm
Vandée'deki görevim sırasında Clochegourde'a geldiğim zaman, bir avcı gibi giyinmiştim. Kırmızıya çalar olmuş, ak düğmeli bir yeşil ceket, çizgili bir pantolon, meşin tozluklar, kaba kunduralar vardı üzerimde. Yaya olarak yürümem ve sık çalılıklar üstümü başımı öyle berbat etmişti ki, Kont bana kimi çamaşırlarını vermek zorunda kalmıştı. Bu kez, iki yıl boyunca Paris'te oturmanın, Kral'la bir arada olmanın verdiği alışkanlıklar, zenginliğin dış etkileri, beden açısından tümüyle gelişmiş olmam, ta Clochegourde'dan üzerime doğan arı ruhla sanki bir mıknatıs etkisiyle birleşmiş bir ruhun sakinliğinden anlatılmaz bir parıltı alan genç bir yüz, her şey beni değiştirmişti: Ahmakça kendini beğenmişlikten uzak bir güvenim vardı, gençtim ama doruklarda bulunmaktan gelen bir gönül huzurum vardı; yeryüzündeki kadınların en tapılasısının gizli desteği, söylenmeyen umudu olduğumu biliyordum. Chinon yolundan Clochegourde'a giden, yeni, ağaçlık yolda sürücülerin kamçısı şakladığı, yeni kurulmuş, halka biçimi bir duvarın ortasında bilmediğim bir parmaklıklı kapı açıldığı zaman, belki de hafif bir gurura kapılmışımdır. Kontes'i şaşırtmak istemiş, geleceğimi yazmamıştım, ama iki bakımdan kötü etmişim yazmamakla: Bir kez uzun zamandır umulan, ama olanaksız sayılan bir hazzın verdiği heyecana kapıldı, sonra, hesaplanarak yapılan bütün şaşırtmacaların zevksizce bir şey olduğunu gösterdi bana.
Henriette, çocuk bildiği kişiyi bir genç adam olarak görünce, acılı bir ağırlıkla gözlerini yere dikti; duygulu titreyişinden anladığım o içten zevki göstermeden, bıraktı elini, alıp öptüm; bana bir daha bakmak için başını kaldırdığı zaman, yüzünü solgun buldum.
"Demek eski dostlarınızı unutmadınız?" dedi Mösyö de Mortsauf, ne değişmiş ne de yaşlanmıştı.
İki çocuk boynuma atıldılar. Kapıda Jacques'ın öğretmeni Rahip Dominis'in ağırbaşlı yüzünü gördüm.
"Hayır," dedim Kont'a, "bundan böyle yılda altı ay serbest olacağım, bu altı ay hep sizin olacak. – Ne o, neyiniz var?" dedim Kontes'e, kocasının çocuklarının önünde, beline sarılıp onu tutmak için kolumu uzattım.
"Bırakın," dedi sıçrayarak, "hiçbir şeyim yok."
Ruhunun içini okudum.
"Sadık kölenizi tanımıyor musunuz?" diyerek gizli düşüncesini yanıtladım.
Koluma girdi, Kont'tan, çocuklarından, rahipten, koşup gelmiş insanlardan ayrıldı, çimenliği dönerek, ama gözleri hep önünde, beni hepsinden uzağa götürdü; sonra, sesinin duyulmayacağını anlayınca, "Félix, dostum," dedi, "bir yeraltı labirentinde yolunu bulmak için elinde bir yumak iplikten başka bir şey bulunmayan, bu iplik de kopacak, diye titreyen insanın korkusunu bağışlayın. Sizin için her zamankinden de fazla Henriette olduğumu, beni hiç bırakmayacağınızı, hiçbir şeyin benden üste çıkmayacağını, her zaman bağlı bir dost olacağınızı yineleyin bana. Birdenbire geleceği gördüm, her zamanki gibi yüzünüz parlak, gözleriniz bana dönük değildiniz: Bana arkanızı dönüyordunuz."
"Henriette, Tanrı'dan daha çok tapılan sevgili, yaşamımın çiçeği, zambağı, nasıl oluyor da bilincim olduğunuzu, ben Paris'teyken ruhum burada olacak ölçüde yüreğinizle birleştiğimizi bilmez oluyorsunuz? On yedi saatte geldiğimi, her tekerlek dönüşümün sizi görür görmez bir fırtına gibi patlayan bir düşünceler ve istekler dünyası götürdüğünü söylemem mi gerek size?"
"Söyleyin, söyleyin! Kendime güvenim var, suç işlemeden dinleyebilirim sizi. Tanrı, ölmemi istemiyor: Yaratıklara soluğunu dağıttığı gibi, kurak bir toprak üzerine bulutların yağmurunu boşalttığı gibi, sizi bana yolluyor; söyleyin, söyleyin! Arılıkla mı seviyorsunuz beni?"
"Arılıkla."
"Bitmemesiye mi?"
"Bitmemesiye."
"Peçesi altında, ak bir taç altında kalması gereken bir bakire Meryem gibi mi?"
"Gözle görülür bir bakire Meryem gibi."
"Bir kız kardeş gibi mi?"
"Fazlasıyla sevilen bir kız kardeş gibi."
"Bir anne gibi mi?"
"Gizlice arzulanan bir anne gibi."
"Şövalyeler gibi, umutsuzca mı?"
"Şövalyeler gibi, ama umutla."
"Sonra, daha ancak yirmi yaşındaymışsınız ve o kötü mavi balo giysiniz üzerindeymiş gibi mi?"
"Yok, daha fazlası. Sizi böyle seviyorum, sonra sizi..."
Ateşli bir kaygıyla yüzüme baktı...
"Teyzenizin sizi sevdiği gibi..."
"Mutluyum, korkularımı dağıttınız," dedi, gizli görüşmemize şaşıran ailesine doğru yürüdü, "ama burada çocuk olun! Çünkü bir çocuksunuz daha. Kral'ın yanında tutumunuz bir adam olmak olsa bile, buradaki tutumunuzun çocuk kalmak olduğunu bilin, Mösyö. Çocuk olarak sevileceksiniz. Bir erkeğin gücü karşısında her zaman direneceğim; ama çocuktan neyi esirgeyebilirim? Hiçbir şeyi, veremeyeceğim hiçbir şey isteyemez." Genç kızlığının çocuksu tavırlarını canlandıran, şeytansı bir tavırla Kont'a baktı. "Gizler söylendi," dedi. "Sizi bırakıyorum, gidip giyineceğim."
Üç yıldan beri hiçbir zaman, sesinin böyle tam bir mutlulukla çıktığını işitmemiştim. İlk kez, o güzel kırlangıç çığlıklarını, size sözünü ettiğim çocuksu ses perdelerini işittim. Jacques'a bir av giysisi, Madeleine'e annesinin her zaman kullandığı bir iş kutusu getiriyordum; bir zamanlar annemin cimriliği yüzünden düştüğüm eli sıkılıktan en sonunda kurtuluyordum. Birbirlerine armağanlarını göstermeye bayılan iki çocuğun sevinci, kendisiyle ilgilenilmeyince, hemen kederleniveren Kont'un canını sıkar gibi oldu. Madeleine'e anlamlı bir işaret yapıp Kont'un ardından gittim, kendinden söz etmek istiyordu. Beni sete götürdü; ama merdivende bana anlattığı her büyük olayda bir kez durduk.
"Zavallı Félix'ciğim," dedi, "hepsini de mutlu ve sağlıklı buldunuz; ben tabloda bir gölgeyim; dertlerini aldım, bu dertleri bana verdiği için de Tanrı'ya şükrediyorum. Eskiden, hastalığımın ne olduğunu bilmiyordum; ama bugün biliyorum: Midemin alt deliği çürümüş durumda, artık hiçbir şeyi sindiremiyorum."
"Ne oldu da böyle bir tıp profesörü gibi bilgin oluverdiniz?" dedim gülümseyerek. "Hekiminiz sizinle bu biçimde konuşacak kadar boşboğaz mı?.."
Çoğu hastalık hastalarının hekimlere duydukları tiksintiyi belli ederek, "Tanrı beni, hekimlere başvurmaktan korusun!" diye atıldı.
O zaman çılgınca bir konuşma dinlemek sıkıntısını sineye çektim, bu konuşmada karısından, adamlarından, çocuklarından, yaşamdan yakınarak, her günkü sözlerini bunları bilmeyen, bunlara şaşabilecek olan, nezaket gereği kendisini dinlemek zorunda bulunan bir dosta yinelemekten kuşku götürmez bir zevk alarak en gülünç giz vermelere girişti. Benden memnun kalmıştır, çünkü bu düşünülemeyecek ölçüde garip yaradılışı iyice anlamaya, karısına çektirip de onun bana söylemediği yeni işkenceleri sezmeye çalışarak derin bir dikkatle dinliyordum onu. Henriette binek setinde belirdi de bu söylentiye son verdi; Kont onu gördü, başını salladı, sonra da bana, "Siz beni dinliyorsunuz, Félix," dedi, "ama burada kimsecikler acımıyor bana!"
Henriette'le konuşmamızı bulandıracağını anlamış ya da şövalyelere yaraşır bir incelik göstererek, bizi yalnız bırakmakla kendisini memnun edeceğini biliyormuş gibi, gitti. Kişiliğinde gerçekten açıklanmaz belirtiler vardı, çünkü bütün zayıf insanlar gibi, kıskançtı; ama karısının dürüstlüğüne güveni de sınırsızdı; hatta belki de bu yüksek erdemin üstünlüğüyle yaralanan onuru, öğretmenlerine ya da annelerine meydan okuyan çocuklar gibi, meydan okuduğu karısının isteklerine sürekli olarak karşı gelmesine yol açıyordu. Jacques dersini alıyor, Madeleine tuvaletini yapıyordu; böylece, aşağı yukarı bir saat boyunca, setin üstünde Kontes'le yalnız dolaşabildim.
"Evet, sevgili melek," dedim, "zincir ağırlaştı, kumlar tutuştu, dikenler çoğalıyor, öyle mi?"
Kont'la konuşmamın esinlediği düşünceleri sezerek, "Susun,"dedi, "siz buradasınız ya, her şey unutuldu! Hiç acı çekmiyorum, acı çekmedim!"
Ak giysisini havalandırmak, kar gibi ak tülden süslerini, geniş kollarını, kurdelelerini, pelerinini, Sévigné biçimi taranmış saçlarının akıcı buklelerini batı yeline vermek ister gibi, birkaç hafif adım attı; onu ilk kez bir genç kız olarak gördüm, doğal neşesiyle neşeli, bir çocuk gibi oynamaya hazırdı. O zaman hem mutluluk gözyaşlarını, hem de bir erkeğin zevk vermekten duyduğu sevinci tanıdım.
"Düşüncemin okşayıp ruhumun öptüğü güzel, insan çiçek! Ey benim zambağım!" dedim ona, "Hep öyle el sürülmedik, hep sapının üstünde dik, hep ak, mağrur, hoş kokulu, yalnız zambak!"
"Yeter, Mösyö," dedi gülümseyerek. "Bana kendinizden söz edin, her şeyi anlatın bana."
O zaman titrek yaprakların o oynak kubbesi altında uzun bir konuşmaya başladık, konuşmamız açılan, kapatılan, yeniden açılan, sonu gelmez ayraçlarla doluydu, ona yaşayışımı, uğraşılarımı anlattım; Paris'teki dairemi gözlerinin önünde canlandırmaya çalıştım, çünkü her şeyi bilmek istiyordu; ve –o zaman değeri bilinmeyen bir mutluluktu bu!– ondan saklayacak hiçbir şeyim yoktu. Böylece ruhumu, ezici çalışmalarla dolu olan bu yaşamın bütün ayrıntılarını anlayınca, sıkı bir dürüstlük gösterilmedi mi, aldatmanın, zenginleşmenin işten bile olmadığı, ama benim hiç sorulmadan yaptığım işlerin büyüklüğünü, bu durumuma bakarak Kral'ın bana "Matmazel de Vandenesse" dediğini öğrenince, elimi tuttu, üzerine bir sevinç gözyaşı düşürerek öptü. Bu beklenmedik rol değişmesi, bu alabildiğine güzel övgü, öylesine çabuk belirtilen, ama daha çabuk anlaşılan bu düşünce ("İşte benim istediğim erkek! İşte düşlerim!..") kendi kendini küçük göstermenin büyüklük olduğu, aşkın duyulara yasak bir bölgede kendini ortaya koyduğu bu eylemle bütün söylenenler, bu göksel nesneler fırtınası yüreğime düştü, beni ezdi. Küçücük buldum kendimi, ayakları dibinde ölmek isterdim.
"Ah," dedim, "siz bizi her şeyde, her zaman aşacaksınız. Benden nasıl kuşkulanabilirsiniz? Çünkü az önce kuşkulanmıştınız, Henriette."
"Yalnız kendim için değil," dedi, "sizi böylesine yakışıklı görünce, 'Bir kadın yüreğinizde saklı gömüleri anlayacak, size tapacak, bizden Féliximizi çalacak ve burada her şeyi yıkacak, böylece Madeleine üzerindeki tasarılarımızı da bozacak,' dedim kendi kendime."
"Hep Madeleine! Ben Madeleine'e mi bağlıyım ki?" dedim şaşkınlıkla, buna pek de üzülmedi.
Bir sessizliğe gömüldük, Mösyö de Mortsauf gelip zamansız bir biçimde bozdu bu sessizliği. Yüreğim dolu olarak, güç bir konuşmaya katlanmak zorunda kaldım, o sırada Kral'ın yürüttüğü politika konusundaki içten yanıtlarım, Kont'un görüşlerine aykırı geldi, Kont beni Majesteleri'nin amaçlarını açıklamaya zorladı. Atlarına, tarımsal işlerinin durumuna, beş çiftliğinden memnun olup olmadığına, eski bir yolun ağaçlarını kesip kesmeyeceğine ilişkin sorularıma karşın, evde kalmış bir kız alaycılığı, bir çocuk dayatmasıyla hep politikaya dönüyordu; çünkü bu tür kimseler, ışık parlayan yerlere çarpar, vızıldaya vızıldaya hep oraya döner, iri sineklerin camlar boyunca mırıltılarıyla kulağı yordukları gibi, onlar da ruhu yorarlar. Henriette susuyordu. Genç yaşın ateşinin tutuşturabileceği bu konuşmayı söndürmek için, tek heceli ve onaylayıcı sözcüklerle yanıt verdim, böylece yararsız tartışmalardan kaçındım; ama nezaketimde ne horgörüler bulunduğunu sezememezlik edemeyecek ölçüde zekiydi Mösyö de Mortsauf. Hep haklı çıkmasına kızıp başkaldırdığı sırada, kaşları, alnının kırışıkları oynadı, sarı gözleri parladı, kırmızı burnu daha da renklendi, delilik nöbetlerini ilk gördüğüm zamanki gibiydi; Henriette, çocuklarını haklı çıkarmak ya da savunmak için kullandığı yetkiyi benim için gösteremeyeceğini belirterek yalvaran gözlerle baktı bana. O zaman Kont'a kendisini ciddiye alarak, kuşkulu ruhuna aşırı bir ustalıkla özen göstererek yanıt verdim.
"Zavallı dostum! Zavallı dostum!" diyordu Henriette, kulağıma bir meltem gibi gelen bu iki sözcüğü birçok kez mırıldandı.
Sonra, başarıyla araya girebileceğini anlayınca, bizi durdurarak, "Beyler, çok can sıkıcısınız, biliyor musunuz?" dedi.
Bu soru üzerine kadınlara gösterilmesi gereken, şövalyece boyun eğişi gösterdi Kont, politika konusunu bıraktı, biz de havadan sudan konuşarak onun canını sıktık, böyle hep aynı alanda dolaşa dolaşa başı döndüğünü ileri sürerek bizi gezinmekte serbest bıraktı.
Acı sanılarım doğruydu. Hoş görünümler, ılık hava, güzel gök, on beş yıldır bu hastanın sancılı sapıklıklarını yatıştırmış olan vadinin sarhoş edici şiiri, bugün güçsüzdü. Başka insanlarda sertliklerin eridiği, köşelerin düzlendiği bir yaşta, yaşlı beyzadenin huyu geçmiştekinden de saldırgan olmuştu. Birkaç aydan beri, durup dururken, hiçbir haklı nedene dayanmadan, karşı çıkmış olmak için karşı çıkıyordu; her şeyin nedenini soruyor, bir gecikme ya da unutkanlıktan dolayı kaygılanıyor, yerli yersiz ev işlerine karışıyor, kendi başlarına bir şey yapmalarına izin vermiyor, karısını, adamlarını bıktırtacak biçimde, evin en ufak işlerinin bile hesabını soruyordu. Eskiden, aldatıcı da olsa bir neden olmadıkça kızmazdı hiç, şimdi kızgınlığı sürekliydi. Belki de servetinin gerektirdiği çalışmalar, tarımsal yatırımlar, devingen bir yaşam, o zamana değin kaygılarına bir otlak sağlayarak kafasını oyalamış, sinirli yaradılışını dizginlemişti. Belki de bugün boş kalması, hastalığını kendi kendisiyle saç saça baş başa getiriyordu; dışarıda işlemeyince, takıntılarla ortaya çıkıyordu, ruhsal "ben", bedensel "ben"i avucuna almıştı. Kendi kendisinin hekimi olmuştu; tıp kitaplarını karıştırıyor, tanımlarını okuduğu hastalıkların kendisinde de bulunduğunu sanıyor, o zaman önceden kestirilmeleri, dolayısıyla da karşılanmaları olanaksız, durmadan değişen, işitilmedik sağlık önlemleri alıyordu. Kimi zaman gürültü istemiyor, Kontes çevresinde tam bir sessizlik yaratınca da, birdenbire sanki mezara girmiş gibi olmaktan yakınıyor, gürültü etmemekle Trappe'ın ölüm sessizliği arasında bir orta yer bulunduğunu söylüyordu. Kimi zaman, yeryüzüyle ilgili nesnelere yalandan bir ilgisizlik gösteriyor, bütün ev soluk alıyor, çocukları oynuyor, ev işleri hiçbir yergiyle karşılaşılmadan sürdürülüyor, ama birdenbire, gürültü ortasında, acıklı bir sesle haykırıyordu.
"Beni öldürmek istiyorlar! Sevgilim, işin içindeki çocuklarınız olsa, rahatsızlık nedenlerini kolayca sezerdiniz," diyordu karısına, bu sözlerdeki haksızlık onlara eşlik eden kekre ve soğuk sesle daha da ağırlaşıyordu.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top