XXXIV
O akşamdan sonra Bay Heathcliff, birkaç gün bizimle yemek yemedi, ama, Cathy'le Hareton'a da açıkça sofraya gelmemelerini söylemedi. Duygularına yenilmek ağrına gidiyor, ortalıktan kaybolmayı daha uygun buluyordu. Aslında, yirmi dört saatte bir öğün yemek ona yetiyordu.
Bir gece evde herkes yattıktan sonra alt kata inip, ön kapıdan dışarı çıktığını duydum. Eve döndüyse de ben duymamıştım, sabah kalktığımda dönmediğini fark ettim. Nisan ayındaydık, hava güzel ve ılıktı. Yağan bahar yağmurları otların alabildiğine yeşermesini sağlamıştı. Güneye bakan duvarın dibindeki iki bodur elma ağacı da çiçek açmıştı. Kahvaltıdan sonra Catherine bana, "İşini al, bir de sandalye getir, evin arkasındaki köknar ağaçlarının altında oturalım," dedi. Artık iyileşmiş olan Hareton'ı da, Joseph'in şikâyetleri yüzünden bu köşeye taşıdığı küçük bahçesini kazıp düzeltmesi için kandırdı. Ben rahatça oturmuş, masmavi gökyüzünün, havayı dolduran bahar kokularının keyfini çıkarıyordum. Tarhın kıyılarına dizilmek üzere çuha çiçeklerini kökleyip getirmek için bahçe kapısına doğru giden Catherine, işini yarı bırakıp döndü, Bay Heathcliff'in geldiğini haber verdi. Şaşırmıştı, "Hem de benimle konuştu," diye ekledi.
Hareton, "Ne söyledi?" diye sordu.
"Gözünün önünden hemen yok olmamı söyledi," diye cevap verdi Catherine, "Ama tavırları her zamankinden çok farklıydı. Bir an durup yüzüne bakmaktan kendimi alamadım."
Delikanlı, "Nasıldı?" dedi.
"Nasıl mıydı, güleryüzlüydü, çok neşeliydi. Yok hayır, öyle değil... ama çok heyecanlı, deli gibiydi. Sevinçten ağzı kulaklarına varıyordu."
Ben umursamaz bir tavır takınarak, "Gece yürüyüşlerinden hoşlanıyor öyleyse," dedim. Aslında ben de onun kadar şaşırmıştım. Söylediklerinin doğru olup olmadığını öğrenmeye can atıyordum, çünkü Bey'i keyifli görmek har zaman olası değildi. Eve girmek için bir bahane uydurdum. Heathcliff kapının önünde duruyordu. Benzi sapsarıydı, bütün vücudu titriyordu. Ama gözlerinde o güne kadar görmediğimiz sevinç parıltıları vardı. Bu bakışlar Bey'in yüzüne bambaşka bir ifade veriyordu.
"Biraz kahvaltı eder misiniz?" dedim. "Bütün gece dolaştıktan sonra herhalde acıkmışsınızdır!" Nereye gittiğini öğrenmek istiyordum, ama bunu hemen sormaktan çekindim.
Başını öteye çevirdi, sanki sevincinin nedenini anlamaya çalıştığımı fark etmiş gibi, yumuşak bir sesle, "Hayır, aç değilim," diye yanıtladı.
Ne yapmam gerektiğini kestiremiyordum, biraz öğüt versem, biraz çıkışsam doğru olur muydu, bilmiyordum.
"Yatıp dinleneceğiniz yerde, orada burada dolaşmanız bence hiç doğru değil," dedim. "Hele bu rutubetli havada, dolaşmak hiç akıl kârı değil. Ya soğuk alırsınız, ya da hummaya yakalanırsınız. Nitekim pek iyi olmadığınız belli!"
"Bu durum dayanamayacağım bir şey değil," dedi. "Aksine, seve seve katlanacağım bir şey, yeter ki sen bana karışma, içeri gir, beni kendi halime bırak."
Boyun eğdim, yanından geçerken dikkat ettim, bir kedi gibi sık soluk alıyordu.
Kendi kendime, "Evet!" dedim. "Hastalanacağı kesin, ama nerelere gittiğini, neler yapmış olduğunu bir türlü anlayamadım."
O gün öğle yemeğini bizimle birlikte yedi. Tepeleme doldurduğum tabağı elimden kaptı. Sanki günlerdir oruç tutuyormuş da aç kalmış gibi yemeye başladı.
Sabahki sözlerime karşılık olarak, "Ne soğuk aldım, ne de hummaya tutuldum Nelly," dedi. "Hem de verdiğin yemeği bitirecek kadar iştahlıyım."
Çatalını bıçağını aldı; tam yemeye başlayacaktı ki, aniden bütün iştahı kesilir gibi oldu, çatalı bıçağı masaya bıraktı, heyecanla pencereye doğru baktı. Sonra kalktı, çıkıp gitti. Yemeklerimizi yerken, onun bahçede bir aşağı bir yukarı dolaştığını görüyorduk. Onu gücendirecek bir şey yaptığımızı sanan Hareton, "Gidip niçin yemek yemediğini soracağım," dedi.
Geri döndüğü zaman Catherine, "Geliyor mu?" diye sordu.
Öbürü, "Yoo," dedi, "Ama kızgın değil, hiç görmediğim kadar mutlu bir hali var. Yalnız sorumu iki kez yineleyerek sabrını taşırdım. Hemen senin yanına dönmemi söyledi. Senden başkasını arayıp sormama şaşırdığını da ekledi."
Ben yemeği soğumasın diye tabağını ocağın kenarına koydum. Bir iki saat sonra, oda boşalınca geldi, ama sakinleşmemişti. Kara kaşlarının altında yine o hiç alışık olmadığımız bir sevinç vardı. Benzi yine sapsarıydı. Arada bir gülümsemeye çalıştıkça dişleri meydana çıkıyordu. Vücudu yine titremekteydi; ama bu, soğuktan ya da halsizlikten gelen bir titreme değildi; gergin bir telin titreşimi, şiddetli bir ürperti gibiydi.
Nesi olduğunu sormalıydım. Ayrıca, ben sormayacaktım da kim soracaktı? Sonra yüksek sesle:
"İyi bir haber mi aldınız, Bay Heathcliff?" dedim. "Pek heyecanlı görünüyorsunuz."
"Bana nereden iyi bir haber gelebilir ki?" dedi. "Açlıktan bacaklarım titriyor ama canım yemek filan istemiyor."
"Yemeğiniz burada duruyor," diye cevap verdim. "Hem niye yemeyecekmişsiniz ki?"
Acele acele "Şimdi istemiyorum," diye mırıldandı. "Akşam yemeğine kadar bekleyeceğim. Hem Nelly, senden son kez rica ediyorum, Hareton'la kıza söyle, gözüme görünmesinler. Hiç kimsenin gelip beni rahatsız etmesini istemiyorum. Buraya benden başka kimse girmeyecek."
"Onları yanınınızdan uzaklaştırmanız için yeni bir neden mi var?" diye sordum. "Söyleyin bana Bay Heathcliff, niye böyle garipleştiniz? Dün gece nerelerdeydiniz? Bunu sadece merak ettiğim için sormuyorum. Neler oluyor, anlatın bana?"
Bir kahkaha atarak sözümü kesti, "Beni kandırmaya kalkma, sadece merak ettiğin için soruyorsun," dedi. "Ama söyleyeyim. Dün gece cehennemin eşiğindeydim: Bugün ise, cennetle karşı karşıyayım. Gözlerimi ona dikmiştim, orayla aramda, bir adımlık bir mesafe var! Eğer gizli gizli gözetlemeye kalkışmazsan, ne seni korkutacak bir şey görür, ne de duyarsın."
Ocağın önünü süpürüp masayı da sildikten sonra oradan ayrıldım, ama aklım iyice karışmıştı.
Öğleden sonra salondan hiç çıkmadı, içeri girip kendisini rahatsız eden de olmadı. Saat sekiz olunca, çağrılmadığım halde, bir şamdanla akşam yemeğini götürdüm. Açık bir pencerenin kenarına dayanmıştı, ama dışarı bakmıyordu. Yüzü odanın alacakaranlığına dönüktü. Ateş yana yana bitmiş, kül olmuştu. Odayı, bulutlu akşamın nemi ve ılık havası doldurmuştu. Ortalık öylesine sessizdi ki, Gimmerton deresinin yalnızca uğultusu değil, suların çakıl taşları üzerinde kaynaşarak akarken çıkardığı çağıltılar bile duyuluyordu. Ocağın kararmış halini görünce, öfkeli öfkeli homurdandım, pencereleri birbiri ardından kapamaya başladım. En sonunda onun önünde durduğu pencereye geldim.
Yerinden kımıldamadı. Onu bu hayal âleminden uyandırmak için, "Bu pencereyi de kapatayım mı?" diye sordum.
Ben bunu söylerken ışık yüzüne vurmuştu. Ah, Bay Lockwood bir an gördüğüm o yüz karşısında nasıl korktuğumu, nasıl bir dehşete düştüğümü anlatamam! Kara gözleri çukurlarında kaybolup gitmişti! Benzi bir hayaleti andırıyordu ve yüzünde garip bir gülümseme! Karşımda Bay Heathcliff değil de, azrail var sandım. Korkumdan, elimdeki mumu duvara doğru eğmişim. Bu yüzden söndü ve ortalık zifiri karanlık oldu.
O her zamanki sesiyle, "Evet, kapa," dedi. "Gördün mü, yaptığın beceriksizliği? Mumu ne demeye dik tutmaz da, eğersin? Çabuk git, bir mum daha getir."
Korkudan aptallaşmış bir halde, dışarı koşarak Joseph'e:
"Bey senden bir mum yakıp götürmeni, ocağı da tutuşturmanı istiyor," dedim. Çünkü oraya bir daha gitmeye cesaretim yoktu.
Joseph ocaktan bir kürek alıp gitti, ama çok geçmeden bir elinde kürek, öbüründe yemek tepsisiyle geri geldi. Bay Heathcliff'in yatacağını, yemek falan istemediğini söyledi. Derken, onun merdivenlerden çıktığını duyduk. Kendi odasına değil de, tahta perdeli yatağın bulunduğu odaya gitti. Daha önce de söylediğim gibi, o odanın penceresi geniştir. Kendi kendime, "Bize sezdirmeden pencereden çıkıp yine bir gece gezintisi yapmak istiyor," dedim.
"Bu adam bir hortlak mı?" diye düşünüyordum. İnsan kılığına girmiş böyle korkunç ruhlar bulunduğunu bazı kitaplarda okumuştum. Sonra, ona küçüklüğünde nasıl baktığımı, gözlerimin önünde büyüyüp koskoca bir delikanlı oluşunu, hemen bütün hayatını anımsadım. Onun için böyle budalaca bir korkuya kapılmam saçmaydı. Ama içimdeki şeytan dürtüyor, "Peki ama, kanatları altına sığındığı insana her türlü kötülüğü yapıp, onun felaketini hazırlayan bu kara kuru adam da kim?" diyordum. Bu arada uyuklamaya başlamıştım. Yarı uyur bir halde düşünüyor, ailesinin kim olabileceğini tahmin etmeye çabalıyordum. Uyanıkken düşündüklerimi birer birer aklımdan geçiriyor, bütün hayatını yeni baştan hatırlıyor, her defasında da çok farklı ve daha korkunç sonuçlara varıyordum. En sonunda, ölümünü ve cenaze törenini gördüm ki, bundan yalnız şu kadarı hatırımda. Mezar taşını yazdırmak işi bana verilmişti. Ne yapacağımı bilmiyordum. Büyük bir şaşkınlık içindeydim. Çünkü soyadı yoktu, doğum tarihi de belli değildi. Kilisenin mezarcısına da akıl danıştıktan sonra, mezar taşına sadece "Heathcliff" yazdırmaya karar verdim. Mezarlığa gidip bakacak olursanız mezar taşının üstünde yalnız adı ile ölüm tarihini görürsünüz.
Gün ağarırken uyandım. Ortalık biraz daha aydınlanır aydınlanmaz kalkıp bahçeye indim, pencerenin altında ayak izi var mı, yok mu anlamak istiyordum. İz falan yoktu. "Evden çıkmamış," diye düşündüm. "Bugün herhalde yine eski haline döner," dedim. Sonra her günkü gibi ev halkının kahvaltısını hazırladım. Hareton'la Catherine, Bey aşağı inmeden önce kahvaltıyı dışarda, ağaçların altında yapmak istediler, ben de onlar için küçük bir masa çıkardım.
Tekrar içeri girdiğim zaman, Bay Heathcliff'i aşağı inmiş buldum. Joseph'le bazı çiftlik işlerini konuşuyorlardı. Bey, bu konuşulan konuda çok detaylı ve kesin emirler verdi. Ama çabuk çabuk konuşuyor, başını da ikide bir yana doğru çeviriyordu. Yüzünde yine o heyecanlı ifade vardı. Hatta bu heyecan biraz daha artmış gibiydi. Joseph odadan çıktıktan sonra, sofrada her zaman oturduğu yere geçti. Önüne bir fincan kahve koydum. Fincanı kendisine doğru çektikten sonra kollarını masaya dayadı. Karşı duvara bakmaya başladı. Durmadan hareket eden gözlerini, duvarın belli bir bölümünde, aşağı bir yukarı gezdiriyor gibiydi. Hem de öylesine içten öylesine samimi bakıyordu ki, yarım dakika hiç soluk almadığı bile oluyordu.
Önüne bir dilim ekmek uzatarak, "Haydi artık yiyin şunu," dedim. "Şunu da soğumadan için. Nerdeyse bir saattir önünüzde duruyor."
Bu sözlerimi duymadı, ama gülümsedi. Hem de öyle bir gülümseme ki, bence dişlerini gıcırdatsa daha iyi olurdu.
"Bay Heathcliff! Bey, Bey!" diye bağırdım. "Tanrı rızası için, böyle hayalet görüyormuş gibi bakmayın!"
"Sen de Tanrı rızası için böyle bağırma," diye cevap verdi. "Çevrene bak da, söyle bana, yalnız mıyız?"
"Elbette," dedim, "Yalnızız."
Ama, yalnız olduğumuzdan emin değilmişim gibi, çevreme bakmaktan da kendimi alamadım. Önündeki kahvaltı takımlarını eliyle itip yer açtı, daha rahat bakabilmek için öne doğru eğildi.
O zaman duvara bakmadığını anladım. Gözlerini, iki adım daha ötede duran başka bir şeye dikmişti. Bu şey ne ise, sanki ona hem büyük bir zevk veriyor, hem de acı çektiriyordu. Daha doğrusu, yüzünde hem acı hem de sevinçli bir ifade olduğundan ben bu sonucu çıkarmıştım. Gördüğünü sandığı şey bir yerde de durmuyor devamlı hareket ediyordu. Heathcliff, gözleriyle, bıkıp usanmadan onu izliyor, benimle konuşurken bile bakışları ondan ayrılmıyordu. Ona, uzun bir süredir yemek yemediğini hatırlatmaya çalıştım, ama boşuna. Yalvarıp yakarmalarım üzerine elini bir dilim ekmeğe doğru uzattı ama, parmakları hedefine ulaşmadan kıvrıldı, yapacağı işi unutmuş gibi masanın üstünde kalakaldı.
Büyük bir sabırla oturdum, onu bütün benliğiyle daldığı bu hayal âleminden kurtarmak için elimden geleni yaptım. En sonunda kızdı, ayağa kalkarak, yemeğini istedi. Sonra da, yemek yemesine karıştığım için söylendi. Kendisini beklemek zorunda olmadığımı, bir daha sofrayı kurduktan sonra çekip gidebileceğimi söyledi. Sonra da evden çıktı, bahçe yolundan kapıya doğru yavaş yavaş gidip gözden kayboldu.
Endişeli saatler geçti, yine akşam oldu. Geç vakitlere kadar odama çıkmadım. Yattığım zaman da gözüme uyku girmedi. Eve gece yarısından sonra geldi ama yatmadı, alt kattaki odaya kapandı. Uyuyamadım, yatağımda bir o yana, bir bu yana döndüm durdum. Sonra kulak kabarttım. En sonunda giyinip aşağı indim. Kafamda bir sürü karamsar kuşkular dolaşırken, uyumak oldukça güçtü.
Bay Heathcliff'in durmadan odayı arşınladığını duydum. İkide bir, iniltiye benzer iç çekişleri sessizliği bozuyordu. Bazen birbirini tutmayan anlamsız sözler mırıldanıyordu. Bunlar arasında anlayabildiğim tek sözcük, Catherine'di. Ancak her seferinde bu adı ateşli bir aşk, ya da büyük bir ıstırap sözcüğüyle birlikte yineliyordu. Sanki karşısında oturan birisine söyler gibi, yavaş, içten, ruhunun derinliklerinden gelen bir sesle söylemekteydi. Doğrudan doğruya odaya girmeye cesaretim yoktu, ama onu daldığı bu hayal âleminden uyandırmak istiyordum. Onun için mutfak ocağını gürültüyle karıştırmaya başladım. Bir yandan da yanmış kömürleri kazıyıp kazıyıp kovaya atıyordum. Bu hareketim onu, bu hayal âleminden umduğumdan da çabuk uyandırdı. Hemen mutfağa geldi ve kapıyı açarak şöyle dedi;
"Nelly, buraya gel... Sabah oldu mu? Mumu al da buraya gel."
"Saat dördü vuruyor," diye yanıtladım. "Yukarı götürmek için mum istiyordunuz da, birini alıp şu ateşle niye yakmadınız?"
"Hayır, yukarıya çıkmak istemiyorum," dedi. "İçeri gel, bana burada bir ateş yak. Şu odayı da bir hale yola sokuver."
Ocağın yanına oturdum, "Önce ateşi körükleyip canlandırmam gerekir, ancak ondan sonra korları getirebilirim," dedim.
O da, bu arada bir aşağı bir yukarı, deli gibi dolaşmaya koyuldu. Ardı ardına öyle derin, öyle sık iç çekiyordu ki, doğru dürüst soluk almasına bile vakit kalmıyordu.
"Gün ağarınca, Green'i çağırmak için adam göndereceğim," dedi. "Onunla konuşmam gerek. Henüz aklım yerindeyken, soğukkanlılıkla karar verebilecekken, kendisine danışacağım bazı hukuki işler var. Vasiyetimi daha yazmadım. Malımı mülkümü kime bırakacağıma daha karar veremedim. Mümkün olsa hepsini yeryüzünden yok etmek isterdim."
"Öyle demeyin Bay Heathcliff," dedim. "Vasiyetinizi de hemen yazmayın, çünkü yaptığınız haksızlıklardan pişman olacak kadar yaşayacaksınız. Ben sizin sinirlerinizin bozulacağını hiç ummazdım doğrusu ama elimde değildi ne yapayım. Hem de buna, büyük ölçüde siz neden oldunuz. Son üç gündür kendinize yaptığınız eziyetlere, bir dev olsa dayanamazdı. Ne olur, bir şeyler yiyin, biraz olsun dinlenin. Buna ne kadar ihtiyacınız var bir bilseniz. Bunu anlamanız için, bir kez aynaya bakmanız yeter. Avurtlarınız çökmüş, gözleriniz kan çanağına dönmüş, açlıktan ölmek üzeresiniz. Uykusuzluktan gözleriniz kör olacak."
"Yemek yiyemiyor, uyku uyuyamıyorum. Bu benim suçum değil," diye yanıt verdi. "İnan ki bunu isteyerek, gizli bir amacım olduğundan yapmıyorum. Canım isteyince hem yiyecek, hem de uyuyacağım. Ama denizde yüzen bir adama kıyıya bir metre kala 'hele biraz dinlen' desen hiç durabilir mi? Önce kıyıya çıkmalıyım, ondan sonra dinlenirim! Pekâlâ, Bay Green'i bir yana bırakalım. Yaptığım haksızlıklardan pişman olmama gelince; ben ne bir haksızlık ettim, ne de pişmanlık duyuyorum. Çok, pek çok mutluyum; ama gene de yeterince mutlu değilim. İçimdeki mutluluk, bedenimi öldürüyor, ama ruhumu doyuramıyor."
"Mutluyum mu, dediniz efendim?" diye bağırdım. "Bu çok garip bir mutluluk! Söyleyeceklerimi kızmadan dinleyeceğinizi bilsem, mutluluğunuzu artıracak bir öğüt verirdim size."
"Neymiş o?" diye sordu. "Ver bakalım."
"Siz de biliyorsunuz ki Bay Heathcliff," dedim. "On üç yaşınızdan beri Hıristiyanlığa yakışmayan, bencil bir ömür sürdünüz; bütün bu süre içinde İncil'i, belki bir kere bile elinize almadınız. Kitapta yazılı olanları herhalde unutmuşsunuzdur. Yeniden öğrenmek için de, artık vaktiniz kalmamıştır. Acaba birini çağırsak, yani, hangi mezhepten olursa olsun bir papaz çağırsak da size kutsal kitabın ilkelerinden ne kadar saptığınızı gösterse, ölmeden önce Tanrı'ya günahlarınızı affetmesi için yalvarmazsanız cennetin eşiğine bile yaklaşamayacağınızı anlatsa, kötü mü olur?"
"Sana, kızmak şöyle dursun, minnettar bile kaldım Nelly," dedi. "Çünkü bana nasıl gömülmek istediğimi hatırlattın. Cenazemin, mezarlığa akşamüzeri götürülmesini istiyorum. Benimle yalnız sen ve Hareton gelebilir. İki tabutla ilgili olarak mezarcıya verdiğim emirlerin aynen uygulanmasına dikkat et. Sakın unutma! Hiçbir papazın gelmesini istemiyorum, mezarımın başında da dua edilmesin. Ben, kendi cennetime gideceğim, başkalarınınki onların olsun."
Onun bu dinsiz, umursamaz tavrı karşısında şaşırıp kalmıştım. "Peki, diyelim ki, yiyip içmemekte inat ettiniz ve bu yüzden öldünüz, onlar da kilise yakınlarına gömülmenize izin vermediler. Bu durum hoşunuza gider mi?" dedim.
"Bunu yapamazlar," dedi. "Bunu yapacak olurlarsa, o zaman sen, beni gömdükleri yerden gizlice oraya taşıyacaksın. Eğer taşımazsan sen bilirsin. Ölülerin büsbütün yok olup gitmediklerini o zaman görürsün!.."
Ev halkının kalkıp gezinmeye başladıklarını işitir işitmez kendi odasına çekildi. Ben de rahat bir soluk aldım. Ama, öğleden sonra Joseph'le Hareton kendi işlerinin başına gittikleri sırada o yine mutfağa geldi. Sert bir tavırla kendisiyle birlikte oturmamı söyledi. Yanında birinin olmasını istiyordu. Kalmak istemedim, o garip tavırlarından korktuğumu, onunla yalnız kalmaya cesaretim olmadığını açıkça söyledim.
Soğuk soğuk gülerek, "Beni bir şeytan sanıyorsun galiba," dedi. "Aynı çatı altında, birlikte olamayacak kadar korkunç bir yaratık sanıyorsun, değil mi?" Sonra, odada bulunan Catherine'e döndü. Genç kız, onun mutfağa yaklaştığını duyar duymaz benim arkama saklanmıştı. Heathcliff alaycı bir gülüşle ona: "Sen de gelmek ister misin, ciğerparem? Korkma, canını yakmam. Hayır! Öyle ya, senin gözünde ben şeytandan da beterim. Neyse, yanımda olmaktan hiç korkmayan biri var! Lanet olsun! Buna, etten kemikten hiçbir vücut dayanamaz... Hatta benimki bile!" dedi.
Artık kimseden yanında oturmasını istemedi. Ortalık kararınca kendi odasına gitti. Bütün gece kuşluk vaktine kadar inlediğini, kendi kendine mırıldandığını işittik. Hareton yanına girmek istiyordu ama ben bırakmadım. Gidip Doktor Kenneth'ı çağırmasını söyledim. Doktor gelince, haber vermek için kapısını açmaya çalıştım, ama kilitliydi. Heathcliff içerden bağırarak hepimizi bir güzel lanetledi. Daha iyi olduğunu, kendisini rahat bırakmamızı söyledi, doktor da çıktı gitti.
O akşam hava çok yağmurluydu. Gün ağarıncaya kadar durmadan bardaktan boşanırcasına yağdı. Her sabah yaptığım gibi evin çevresinde dolaşırken Bey'in penceresinin açık olduğunu, yağmurun da olduğu gibi içeri girdiğini gördüm. Kendi kendime, yatağında olamaz, diye düşündüm. Yoksa bu sağanakta sırılsıklam olurdu. Ya kalkmış, ya da dışarı çıkmış olsa gerekti. "Daha fazla ne düşünüyorum, gider bakarım," dedim.
Kapıya başka bir anahtar uydurarak içeri girdim. Odada kimse yoktu, yatağa doğru koştum, tahta kapakları yanlara doğru ayırarak içeri bir göz attım. Bay Heathcliff orada, sırtüstü yatıyordu. Gözleri keskin, yırtıcı bakışlarla yüzüme dikilmişti ki, yüreğim bir an hop etti. Ama gülümsüyor gibiydi. Öldüğüne inanamıyordum. Ne var ki yüzünden ve boynundan yağmur suları akıyordu. Yatak çarşafları da sırılsıklamdı, hiç hareket etmiyordu, bir eli pencerenin pervazında duruyordu. Bir açılıp bir kapanan panjurlar elini sıyırmıştı. Ama, kesilen deriden kan sızmıyordu. Parmak uçlarıma dokununca, artık kuşkum kalmadı. Ölmüş, kaskatı kesilmişti!
Pencere panjurlarının çengellerini geçirdim. Alnına düşen uzun, siyah saçlarını taradım, gözlerini kapamaya çalıştım. Gözlerinde, sanki canlıymış gibi, gururlu, mutlu, tuhaf bir bakış vardı. Bu yüzden kimse görmesin diye, bir an önce kapatmak istedim. Kapanmıyor, üstelik benimle mücadele ediyorlardır. Yarı açık dudaklarıyla keskin dişleri de alaycı bir şekilde sırıtmaktaydı! Yeniden bir korku nöbetine tutuldum, bağırarak Joseph'i çağırdım. Joseph ayaklarını sürüye sürüye yukarı geldi, bir feryat kopardı, ama ona kesinlikle elini sürmemeye de kararlıydı.
"Onun ruhunu şeytanlar alıp götürmüştür!" diye bağırdı. "Leşini de onlar alıp götürsünler, umurumda bile değil! Pöh! Şu alçağa bak hele, ölümle bile alay eder gibi sırıtıp duruyor!" Yaşlı günahkâr, bunları söyledikten sonra onu taklit ederek sırıttı. Yatağın çevresinde tepinerek dönecek sandım. Ama birdenbire kendisini toparlayıp yere diz çöktü, ellerini havaya kaldırdı. Evin asıl Bey'i ile, eski hizmetçilerin haklarını geri veren Tanrı'ya şükürler etti.
Bu acı olay beni serseme çevirmişti, elimden olmadan hep eski günler aklıma geliyor, yüreğim burkuluyordu. Aramızda gerçekten en çok haksızlığa uğrayan ve en çok acı duyan Hareton'dı. Hüngür hüngür ağlayarak, gece boyunca cesedin başından ayrılmadı. Ellerini tuttu, herkesin bakmaya korktuğu o korkunç, yırtıcı yüzü öptü. Su verilmiş bir çelik kadar sert ama, aslında pırıl pırıl tertemiz yüreğinden gelen derin bir üzüntüyle yasını tuttu.
Bay Kenneth, Bey'in hangi hastalıktan öldüğünü bir türlü açıklayamadı. Ben de, dört gün ağzına bir lokma bir şey koymadığını ondan sakladım. Çünkü başımıza dert açılmasını istemiyordum. Zaten Bey de, isteyerek aç ve uykusuz kaldığına beni inandırmıştı. Yiyip içmekten kesilmesi o garip hastalığının sonucuydu...
Konu komşunun dedikodusuna hiç kulak asmadık ve onu istediği şekilde gömdük. Cenaze töreninde, Earnshaw, ben, kilisenin mezarcısı ile tabutu omuzlamış taşıyan altı adamdan başka hiç kimse bulunmadı. O altı adam da tabut mezara indirilir indirilmez çekip gittiler. Biz üstünün örtülmesini görmek için kaldık. Hareton, gözleri ağlamaktan şiişmiş, köklediği yeşil çimenleri mezarın kara toprakları üstüne yerleştirdi. Bugün bu mezar da, çevresindekiler kadar düzgün, onlar gibi yeşildir. İçinde yatan da umarım komşuları gibi rahat ve derin bir uykudadır. Ama köylülere sorarsanız, İncil üzerine yemin ederek, hortladığını söylüyorlar. Onu kilise yakınında, kırlarda, hatta bu evin içinde gördüklerini söyleyenler bile var. Uydurma şeyler diyeceksiniz, ben de öyle diyorum. Ama mutfakta, ocak başında oturan yaşlı Joseph diyor ki, hangi yağmurlu gecede pencereden dışarı baksa, Heathcliff'le Catherine'i birlikte görüyormuş. Ayrıca, bir ay kadar önce benim başıma da garip bir şey geldi. Bir akşam, Grange'e gidiyordum. Karanlık bir akşamdı, fırtına kopacağa benziyordu. Tam Tepeler'in orada bir oğlan çocuğuyla karşılaştım. Önünde bir koyunla iki kuzu vardı. Çocuk durmadan ağlıyordu. Kuzular yerlerinde durmuyor, çocuk da onları götürmekte güçlük çektiği için ağlıyor sandım.
"Ne oldu delikanlı?" diye sordum.
"Taa, şu sivri kayanın dibinde Heathcliff'le bir kadın duruyor," diye haykırdı. "Yanlarından geçmeye korkuyorum."
Ben bir şey göremedim. Ama ne çocuk, ne de hayvanlar oraya doğru gitmek istemiyorlardı. Onun için çocuğa, daha aşağıdaki yoldan gitmesini söyledim. Belki de kırlarda böyle tek başına dolaşırken, anasından babasından, arkadaşlarından duyduğu saçmasapan sözler aklına gelmiş ve kendini hayalet gördüğüne inandırmıştı. Ama ne olursa olsun, ben artık hem geceleri dışarı çıkmaktan hem de bu korkunç evde de tek başıma kalmaktan hoşlanmıyorum. Elimde değil. Burayı bırakıp Grange'e taşındıkları gün doğrusu pek sevineceğim.
"Demek Grange'e taşınacaklar," dedim.
Bayan Dean, "Evet," diye yanıt verdi. "Evlenir evlenmez, yani yılbaşında."
"Peki, burada kim oturacak o zaman?"
"Aaa, Joseph elbette!.. Belki de bir çiftlik yanaşmasıyla birlikte, evin bekçisi olarak mutfakta oturacaklar. Geri kalan odalar kapatılacak."
"Hayaletlerden canı isteyen gelsin, otursun, diye öyle mi?" dedim.
Nelly başını salladı. "Hayır, Bay Lockwood," dedi, "Ben ölülerin huzur içinde uyuduklarına inanıyorum. Ama, ne olursa olsun onlardan böyle alaycı bir dille söz açılması hiç doğru değil."
Tam o anda bahçe kapısı açıldı, gezintiye çıkan Hareton ve Catherine dönmüşlerdi.
Pencereden, onların gelişini seyrederken, "İşte bunların hiçbir şeyden korkusu yok," diye mırıldandım. "İkisi birlikte oldukça, şeytana da, şeytanın ordularına da meydan okuyabilirler."
Taş basamaklardan çıkarken ay ışığında, birbirlerinin yüzüne bakmak için durdular. İçimde, onlara görünmeden uzaklaşmak isteği doğdu. Bayan Dean'in eline, beni unutmaması için bir şeyler tutuşturdum. Onun, "Yoo, olmaz, ayıp," demesine kulak asmadan, diğerleri salonun kapısını açarken ben mutfak kapısından dışarı sıvıştım. Bu davranışım yüzünden belki Joseph de beni kaba bir insan sanacaktı, ama ayaklarının dibine düşen bir altın liranın tatlı şangırtısını işitince, benim saygıdeğer bir adam olduğuma hükmetti.
Eve dönüşte kiliseye uğradığım için yol biraz uzadı. Kilisenin duvarları dibine gelince, şu son yedi ay içinde iyice yıprandığını fark ettim. Pencerelerin çoğu, camları kırık olduğundan karanlık birer mağara gibiydi. Çatının arduvaz kaplamaları yer yer kaymıştı. Yaklaşan sonbahar fırtınalarıyla büsbütün sürüklenip düşmeye hazırdı.
Aradığım üç mezar taşını yamacın kırlara bakan yüzünde buldum. Ortadaki taş, kül rengi olmuş, yarı yarıya fundalarla örtülmüştü. Edgar Linton'ın taşı, yalnızca ayak ucundan yukarı doğru tırmanan otlarla süslenmişti. Heathcliff'inki ise, henüz çırılçıplaktı.
Sakin gökyüzünün altında, mezarların çevresinde dolandım. Fundalar ve çan çiçekleri arasında uçuşup duran pervaneleri izledim. Otları hışırdatan hafif rüzgârın fısıltısını dinledim. İnsan, nasıl olur da bu sakin toprağın altında yatanların huzursuz bir uykuda olduklarına inanabilir, şaşırdım.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top