XXXII
1802
Eylül ayında, bir arkadaşımın daveti üzerine, hasat zamanını geçirmek için onun kuzeydeki çiftliğine doğru yola çıkmıştım ki, kendimi birdenbire Gimmerton'un beş mil yakınında buldum. Yol boyunca karşıma çıkan hanlardan birine girdim. Seyis atlarıma su verirken yoldan geçmekte olan, daha yeni biçilmiş yeşil yulaflarla yüklü bir araba görünce:
"Bak işte, bu kesin Gimmerton'dandır! Bunlar, hasadı herkesten üç hafta daha geç bitirirler," dedi.
"Gimmerton mu?" deyiverdim. Orada bulunduğum zamanlara ait anılarım şimdi silik birer hayal gibiydi. "Evet, orayı biliyorum. Buraya uzaklığı tam olarak ne kadardı?"
"Şu tepelerin üstünden oraya giden bir yol var. Kötü bir yoldur ama, aşağı yukarı on dört mil çeker," dedi.
Öğlen üzeriydi, bir an içimden Thrushcross Grange'e gitmek geldi. "Geceyi bir handa geçirmektense, gidip kendi evimde geçirebilirim," dedim kendi kendime. Hatta belki bir gün kalır, bu arada hazır yolum bu tarafa düşmüşken mal sahibiyle de görüşüp, işleri yoluna koyardım. Böylece, bir daha buralara gelme zahmetinden de kurtulurdum. Bir süre dinlendikten sonra, hizmetçime köy yolunu öğrenmesini söyledim. Köye ulaşmak üç saatimizi aldı, atlarımız yorgunluktan bitkin düşmüşlerdi.
Ben de hizmetçimi köyde bırakarak, kalan yolu tek başıma almaya karar verdim. Tek başıma, vadiden aşağı Grange'e doğru yola koyuldum. Kül rengi kilise daha kararmış, mezarlık daha da ıssızlaşmıştı. Mezar taşlarının arasında bir koyun otlamaktaydı. Hava yolculuk için biraz fazla sıcaktı ama bu, gözlerimin önünde alabildiğine uzanan güzelliklerden zevk almama engel olamazdı. Eğer eylül başlarında olsaydık, bu ıssız kırlarda bir ay daha geçirme sevdasına kapılabilirdim. Buraları kışın kasvetli olur. Ancak yazın tepeler arasına sıkışmış vadileri, fundalıklarla kaplı dik yamaçlarıyla ilahi bir güzelliğe bürünür.
Sonunda Grange'e vardığımda güneş henüz batmamıştı. Gidip evin kapısını çaldım, ama duyan olmadı. Bacadan mavi renkli, ince bir duman kıvrıldığını görünce, ev halkının arka odada oturduğunu anladım. Atımla beraber avluya yöneldim. Kapı sundurmasının altında oturmuş örgüsünü ören dokuz on yaşlarında bir kız çocuğuyla bir binek taşına yaslanmış, çubuğunu tüttüren dalgın, yaşlı bir kadın çarptı gözüme.
Kadına, "Bayan Dean evde mi?" diye sordum.
"Bayan Dean ha? Yok!" diye cevap verdi, "O burada oturmuyor artık. Tepeler'de oturuyor."
"Sen de yeni kâhya kadın olacaksın o halde?" dedim.
"Öyle de denebilir, eve göz kulak oluyoruz işte," diye yanıtladı.
"İyi o halde, tanışalım, ben evin efendisi Bay Lockwood'um. Bu gece evde kalmayı düşünüyorum, uygun bir oda var mı?"
Kadın şaşırıp kalmıştı, "Ne? Efendisi mi?" diye bağırdı, "Geleceğinizden kimsenin haberi yoktu ki! Bir haber etmez mi insan? Sizi ağırlamak için evin durumu müsait değil! Ne yapsak bilmem ki?"
Çubuğunu yere atıp telaşla içeri girdi. Kız da ardından kalktı. Ben de arkalarından girdim. İlk bakışta sözlerinin doğru olduğunu anladım. Hiç beklenmedik bir sırada ortaya çıkarak, neredeyse kadının aklını başından almıştım. Sakin olmasını söyledim. Şöyle çevrede bir gezintiye çıkacağımı, ben gelene kadar oturma odasında yemek yiyebileceğim bir köşe ile uyumak için bir yatak odası hazırlamasını bildirdim. Silip süpürmekle uğraşmamasını, yalnız ocağı güzelce yakmasını, çarşaflarla örtülerin kuru olmasını tembih ettim. Kadın telaştan ocağa maşa yerine yanlışlıkla ocak süpürgesini daldırmıştı. Dönüşte dinlenebileceğim bir yer bulacağıma inanarak oradan ayrıldım. Niyetim Uğultulu Tepeler'e gitmekti. Oturma odasından çıktıktan sonra geri döndüm.
Kadına, "Tepeler'de her şey yolunda mı?" diye sordum.
Kucağında içi kül dolu bir leğenle acele acele giderken, "Bildiğim kadarıyla iyiler," diye yanıt verdi. Ona, Bayan Dean'in neden buradan ayrıldığını soracaktım ama öyle bir telaş içindeydi ki, durdurmak olanaksızdı. Geri dönüp, dışarı çıktım. Batan güneşin kızıl ışıkları ardımda kalmıştı. Tepemde tepsi gibi duran ayın aydınlığında yavaş yavaş yürüyordum. Bahçeden çıkıp, Bay Heathcliff'in çiftlik evine doğru uzanan taşlı yola saptım. Daha ev görünmeden karanlık basmış, ufukta donuk kehribar rengi bir aydınlık kalmıştı. Ama, ay ışığında, yoldaki her çakıl taşını, her bir otu, tek tek seçebiliyordum. Ne bahçe kapısının üstünden atlamama ne de tokmağa dokunmama gerek kalmadı. Hafif bir itmeyle kapı açılıverdi. Burada büyük gelişmeler var, diye düşündüm. Derken, bir değişiklik daha dikkatimi çekti; hantal meyve ağaçları arasından inci çiçeği ve şebboy kokuları süzülüp geliyordu.
Kapılar, pencereler, ardına kadar açıktı. Ocakta, kıpkırmızı bir ateş yanıyordu. Oturup bu güzel manzarayı izlemekten büyük bir zevk aldığımı söyleyebilirim. Ancak içerisinin sıcaklığından oldukça bunalmıştım. Üstelik, Uğultulu Tepeler'deki ev öylesine büyüktü ki, sıcaktan bunalanların kaçıp sığınabilecekleri yığınla yer vardı. Nitekim şimdi de ev halkı sıcaktan kaçıp pencere önlerine çekilmişlerdi. Dışardan onları hem görüyor, hem de konuştuklarını duyabiliyordum. Bir süre onları merak ve özlem dolu bakışlarla izledim.
Gümüş bir çıngırağın çınlaması kadar tatlı bir ses, "Tam tersine," dedi. "Bu üçüncü tekrarlayışım, kalın kafalı! Bak, bir daha tekrarlamam! Aklını başına topla, yoksa kulağını çekerim!"
Buna kalın, ama yumuşak bir ses cevap verdi, "Peki öyleyse," dedi, "Bak nasıl düzgün okudum... Haydi mükâfat olarak bir öpücük ver artık."
"Hayır, önce baştan sona hiç yanlışsız oku bakalım."
Erkek okumaya başladı. Temiz giyinmiş bir delikanlıydı, önünde açık bir kitap olduğu halde masanın başında oturuyordu. Pırıl pırıl bir yüzü vardı, sevinçten parlıyordu. Bakışları sürekli, önündeki kitaptan, omuzundaki küçük beyaz ele kaymaktaydı. Elin sahibi ise, onun bu şekilde dikkatini dağıttığını fark ettikçe şakacıktan tokadı yapıştırıyordu. Delikanlının arkasında ayakta durmuştu. Arada bir yanlış okuduğunda düzeltmek için öne doğru eğildikçe, parlak sarı bukleleri, onun kumral saçlarına değiyordu. Neyse ki delikanlı onun yüzünü göremiyordu, yoksa dikkatini veremezdi. Ama ben bu yüzü görüyordum. Hem de, vaktiyle elime geçen fırsatı kaçırıp, bu öldürücü güzelliği seyretmekten başka bir şey yapmadığım için kendime kızıyor, hırsımdan dudaklarımı kemiriyordum.
Ders sona erdi, bazı yanlışlıklar yapmış olmasına rağmen öğrenci bir ödül istiyor, üstelik ödülünü alabilmek için de diretiyordu. En azından beş öpücük aldı, kendisi de fazlasıyla karşılığını verdi. Sonra kapının önüne geldiler. Konuşmalarından kırlarda gezintiye çıkmak üzere olduklarını anladım. Benim orada bulunmam ise talihsizlikti. Varlığımı onlara belli etsem, Hareton Earnshaw bana içinden ne lanetler okurdu kim bilir. Süklüm püklüm, mutfağa sığınmak için evin arka tarafına sıvıştım. Mutfak kapısı da sürgülü değildi. Sevgili dostum Nelly Dean, kapının yanında oturmuş, bir yandan dikiş dikiyor, bir yandan türkü söylüyordu. Türküsü, ikide bir içerden gelen, öfkeli bir sesle kesilmekteydi.
Nelly de ona anlamsız sözlerle karşılık verdi. Mutfaktaki ise, "Sabahtan akşama kadar karşımda küfürler savursunlar razıyım, yeter ki senin sesini duymayayım," diye cevap verdi, "Ne zaman kutsal kitabı elime alıp okumaya başlasam, hiç utanmadan, şeytan ilahilerine, adamın tepesini attıran cadılıklarına başlıyorsun. Ah, ah... Sen bir, diğeri iki. O zavallı oğlan da, aranızda mahvolacak. Zavallı çocuk!" diye içini çektikten sonra ekledi: "Büyülendiğine eminim. Ey ulu Tanrım, bari sen bunların cezasını ver. Çünkü bu dünyada ne hak var, ne adalet!"
"Doğru, doğru!" diye karşılık verdi kadın. "Yoksa çoktan alev alev yanan odunların üstüne oturtulurduk. Ama yeter be ihtiyar. İyi bir Hıristiyan gibi İncil'ini oku da, benim işime karışma. Bu türkü, 'Peri kızı Annie'nin düğünüdür... Güzel bir türkü, dansa da pek güzel uyar."
Bayan Dean türküye yeniden başlamak üzereyken meydana çıktım. Beni hemen tanıyıp ayağa fırladı.
"İlahi Bay Lockwood!" diye bağırdı, "Hiç böyle aniden gelinir mi? Thrushcross Grange'in her yeri kapatıldı. Önceden bir haber verseydiniz olmaz mıydı?"
"Merak etme fazla kalmayacağım. ayrıca her şey yolunda. Oraya uğrayıp gereken hazırlıkları da yaptım," diye yanıtladım, "Yarın yine gideceğim. Ama sen buraya nasıl yerleştin, bana asıl onu anlat Bayan Dean."
"Siz Londra'ya gittikten az sonra Zillah buradan ayrıldı. Bay Heathcliff de, siz dönünceye kadar kalmam üzere, beni buraya getirdi. Neyse, buyrun girin! Gimmerton'dan mı geliyorsunuz?"
"Grange'den geliyorum," diye cevap verdim, "Onlar odamı hazırlarken ben de Bey'inle hesabımı keseceğim. Çünkü, bir daha kolay kolay bu fırsatı bulacağımı sanmıyorum."
Nelly, beni eve doğru götürürken, "Ne hesabı efendim?" dedi. "Kendisi şimdi dışarda, üstelik hemen dönmeyecek."
"Kirayı ödeyip hesabı kapatacaktım," dedim.
"Ha! Öyleyse Bay Heathcliff'i görmeniz gerekecek, daha doğrusu bu işi benimle bitireceksiniz," dedi. "Çünkü o henüz işlerini çekip çevirmeyi beceremiyor. Onun yerine ben bakıyorum. Başka kimse yok. Demek, Heathcliff'in öldüğünü duymadınız," dedi.
Ben hayretle, "Neee, Heathcliff öldü mü?" diye bağırdım. "Ne zaman?"
"Üç ay oluyor. Ama önce oturun, şapkanızı da alayım, size hepsini anlatırım. Durun, karnınız açtır herhalde, öyle değil mi?"
"Hiçbir şey istemem. Evde yemek hazırlamalarını söyledim. Onun öleceği aklımın ucundan bile geçmemişti doğrusu! Söyle, bu iş nasıl oldu. Onların, yani gençlerin hemen dönmeyeceklerini söylemiştin değil mi?"
"Evet... Her akşam uzun uzun gezdiklerinden geç geliyorlar. Ben de bu yüzden onları azarlamak zorunda kalıyorum. Ama beni hiç dinledikleri yok. Yorgun görünüyorsunuz. Hiç olmazsa yıllanmış biramızdan bir iki yudum için, iyi gelir. "
"İstemem," dememe fırsat vermeden, bira getirmek için içeri koştu. Bu arada ihtiyar Joseph'in söylendiğini duydum; "Şuna bak, yaşına başına bakmadan kendisine bir âşık edinmeye kalkıyor, ne demeli bilmem ki. Rezaletin dik âlâsı!.. Üstelik onlara Bey'in mahzeninden içkiler taşıyor, olur şey değil! Şu gördüklerimden utanıyorum."
Bayan Dean ona hiç cevap vermeden geldi. Elinde yarım litrelik gümüş bir kadeh vardı. Birayı zevkle yudumlamaya başladım. Derken Bayan Dean bana Heathcliff'in başına gelenleri anlattı. Anlattığına göre, bu öykü oldukça garip sona ermişti.
"Bizi bırakıp gitmenizin ikinci haftasıydı, Uğultulu Tepeler'den çağrıldım. Elbette Catherine'imin hatırı için koşa koşa gittim. Genç hanımım, ben görmeyeli öylesine değişmişti ki, aramızda geçen konuşma beni hem üzdü, hem de ürküttü. Bay Heathcliff beni neden çağırdığını söylemedi, sadece benimle konuşmak istediğini, Catherine'in suratını görmekten bıktığını anlattı. 'Küçük oturma odasına yerleşirsin, onu da yanından ayırmazsın,' dedi. Onu günde bir ya da iki kez görmek bile canını sıkıyordu. Aslında bu durum, Catherine'in hoşuna gidiyordu. Ben de Grange'den gelirken başta kitaplar olmak üzere onun hoşuna gidebileceğini düşündüğün bazı şeyleri yanımda getirdim. Birlikte güzel günler geçireceğimizi düşünerek kendimi avutuyordum. Ama bu hayal uzun sürmedi. Önceleri halinden hoşnut olan Catherine çok geçmeden yeniden hırçınlaşmaya başladı. Bir kez bahçeden dışarı çıkması yasaktı. Bahar yaklaştıkça, kızcağız o daracık mekânda kapalı kalmaktan iyice sıkılmaya başlamıştı. Ben de, evdeki işlerim yüzünden, ona yeterince arkadaşlık edemiyordum. Catherine sık sık yalnız kalıyor ve bunalıyordu. Odada tek başına rahat rahat oturmaktansa, mutfağa gidip Joseph'le kavga etmeyi tercih ediyordu. Onların bu didişmelerine aldırmıyordum. Ama Bey, salonda yalnız kalmak istediği zamanlar, Hareton da mutfağa sığınmak zorundaydı. Önceleri, delikanlı mutfağa girince, Catherine ya oradan uzaklaşır ya da sessiz sessiz bana yardım ederdi. Delikanlıyı görmezden gelir, onunla tek kelime konuşmazdı. Hareton da suratı bir karış, hiç ağzını açmadan otururdu. Ama bir süre sonra Catherine'in tavırları değişti; delikanlıyı rahat bırakmaz ona laf atmadan duramaz oldu. Hareton'ın, bu hayata nasıl katlandığına, akşamlarını ocak başında, gözlerini ateşe dikmiş, uyuklayarak nasıl geçirebildiğine şaşırdığını söyleyip duruyordu sürekli.
Bir keresinde, "Tıpkı bir köpek gibi, değil mi Nelly?" dedi. "Ya da bir araba beygiri! İşini bitiriyor, yiyeceğini yiyor, horul horul uyuyor! Kafasının içi kim bilir ne kadar boş, ne kadar karanlıktır! Sen hiç düş görür müsün Hareton? Eğer görüyorsan, neler görürsün? Haa, sahi benimle konuşmazsın, değil mi?"
Böyle dedikten sonra gözlerini delikanlının yüzüne dikti. Öbürü ise, ne baktı ne de ağzını açıp bir şey söyledi.
Catherine, "Belki şu anda da düş görüyordur," diye devam etti, "Tıpkı Coli gibi omuzunu titretti. Bir de sen sor bakalım Nelly."
"Uslu durmazsan, Bay Hareton gidip Bey'den seni yukarıya göndermesini isteyecek!" dedim. Delikanlı ise çok sinirlenmiş, yumruklarını da iyice sıkmıştı.
Catherine başka bir gün de, "Ben mutfaktayken, Hareton niye hiç konuşmuyor biliyorum," dedi. "Kendisiyle alay ederim diye korkuyor, öyle değil mi Nelly? Bir zamanlar okuma yazma öğrenmeye kalkışmıştı, ben onunla alay edince kitaplarını yaktı, öğrenmekten de vazgeçti. Ne budalalık değil mi?"
"Seninki de şımarıklık, değil mi?" dedim. "Hadi cevap ver."
"Belki öyle," diye devam etti. "Ama onun o kadar budalalık edeceğini nerden bilirdim ki? Hareton, sana şimdi bir kitap versem, alır mısın? Bir deneyeyim, bakalım!"
Catherine kendisinin okumakta olduğu kitabı delikanlının eline tutuşturdu. O da kitabı tuttuğu gibi yere fırlattıktan sonra, eğer rahat durmazsa kafasını patlatacağını söyledi.
Catherine de, "Pekâlâ, kitabı işte şuraya koyuyorum," dedi. "Masanın gözüne, ben de yatmaya gidiyorum artık."
Sonra benden delikanlıyı gözetlememi istedi gitti. Ama Hareton kitabın yanına bile yaklaşmadı. Ertesi sabah bunu kendisine anlatınca Catherine çok şaştı. Delikanlının sürekli kendisine surat asmasına üzüldüğünü fark ediyordum. Onun kendi kendini yetiştirmesine engel olduğu için vicdan azabı çekmekteydi, ama bu yaptığını affettirebilmek için de, elinden geleni yapıyordu. Ben çamaşır ütülerken, ya da oturma odasında günlük işlerimle uğraşırken, eline bir kitap alır, yüksek sesle okurdu. Eğer Hareton oradaysa en ilginç yerinde okumayı keser, kitabı ortalıkta bırakarak, bir bahaneyle çıkar giderdi. Bunu birçok kez yineledi, ama Hareton da katır gibi inatçıydı doğrusu. Genç hanımın uzattığı yemeğe başını çevirir, yağmurlu havalarda Joseph'le oturup karşılıklı tütün içerdi. Ocağın iki yanında ağaç gibi öylece oturup dururlardı. Joseph ise, Hareton'ın anlattıklarını 'cadı saçmaları' olarak nitelerdi ama, konuşmaları duymayacak kadar da sağırdı. Delikanlı ise onun bu davranışları karşısında umursamaz görünürdü. Hareton, havanın iyi olduğu akşamlarda ava giderdi. Catherine esner, oflayıp puflar, kendisine bir şeyler anlatmamı ister, ben konuşmaya başlayınca da, ya avluya ya da bahçeye çıkardı. Zaman zaman hayatının anlamsız oluşundan yakınır, yaşamaktan bıktığını söyler, son çare olarak ağlamaya başlardı.
Gitgide insanlardan daha fazla kaçan Bay Heathcliff, Earnshaw'u, kendi odasından iyice uzaklaştırmıştı. Üstelik, delikanlı mart başında bir kaza geçirmiş ve bu yüzden de bir süre eve kapanmak zorunda kalmıştı. Tepelerde dolaşırken tüfeği kendiliğinden ateş almış, delikanlı kolundan yaralanmış, eve gelinceye kadar da epeyce kan kaybetmişti. Bu yüzden eski gücünü kazanıncaya kadar ocak başında kendini yormadan oturmak zorundaydı. Bu durum Catherine'in de işine geliyordu.
Aslında Catherine artık üst kattaki odasında pek vakit geçirmiyordu. Aşağıda vakit geçirebilmek için sürekli beni mutfağa inip iş yapmam için zorluyordu.
Paskalya yortusunun ertesi günü, Joseph birkaç hayvan alıp Gimmerton panayırına götürmüştü. Öğle üzeri, ben de mutfakta çamaşır yıkıyordum. Earnshaw, her zamanki somurtkan haliyle ocak başında oturmaktaydı. Catherine de, parmağının ucuyla pencere camındaki buhara, resimler çizerek oyalanmaya çalışıyor, arada bir şarkı mırıldanıyor, bu arada durmadan tütün içip gözlerini ocaktan ayırmayan kuzenine bakarak sıkıntıdan oflayıp pofluyordu. Kendisine ışığın önünden çekilmesini söylemem üzerine ocağa doğru gitti. Ne yaptığına pek dikkat etmiyordum, ama şöyle dediğini duydum:
"Hareton, artık bana gerçekten kuzenim gibi davranmanı istiyorum. Benim kuzenim olduğun için mutluyum ama, bana karşı o kadar sert ve kaba davranmazsan elbette..."
Hareton cevap vermedi.
"Hareton, Hareton, Hareton! İşitmiyor musun?"
Delikanlı, inatçı ve sert bir tavırla, "Git işine be!" diye homurdandı.
Genç kız, çekine çekine elini uzatarak, "Ver o pipoyu bana," deyip pipoyu delikanlının ağzından çekti.
Hareton atılıp piposunu almaya vakit bulamadan, pipo parçalanmış, ateşe atılmıştı. Ama o da, bir küfür savurduktan sonra başka birini aldı.
Catherine, "Dur!" diye bağırdı. "Önce beni dinle, sonra yakarsın, çünkü dumanlar yüzüme gözüme savrulurken konuşamıyorum."
Delikanlı da yırtıcı bir ses tonuyla, "Cehennem ol! Beni rahat bırak!" diye bağırdı.
"Hayır," diye diretti genç kız, "Bırakmayacağım. Seni konuşturmak için ne yapmam gerekir bilmiyorum. Beni anlamak istemiyorsun. Sana 'budala' dedim, ama bu sözlerimde inan ciddi değildim. Ayrıca seni küçümsediğim falan da yok. Ne olursun, bana biraz ilgi göster Hareton! Sen benim kuzenimsin, benim de senin kuzenin olduğumu kabul et."
"Senin o pis kibirinle de, o Tanrı'nın cezası alaylarınla da, işim yok!" dedi. "Bir daha yüzüne bakarsam cehennemin dibini boylayayım. Hadi çek arabanı şimdi, defol!"
Catherine kaşlarını çatıp, dudağını ısırarak pencerenin önündeki sedire gitti. Ağlamamak için de bir şarkı mırıldanmaya başladı.
Ben araya girerek, "Bak Hareton," dedim. "Madem kuzenin bugüne kadar sana yaptıklarından pişman olmuş, senin de bu işi bu kadar uzatmana gerek yok. Artık onunla barışmalısın," dedim. "Onunla arkadaşlık etmelisin, bu senin için çok daha yararlı olur. Seni çok farklı bir insan yapabilir."
Delikanlı, "Arkadaşlık ha!" diye bağırdı, "Bana ayakkabılarının tozunu aldırmayı bile layık görmezken, ha! Yoo! Sonunda Kral olacağımı bilsem, bu hanımın gözüne gireceğim diye kendimi küçük düşürmem!"
Cathy, üzüntüsünü daha fazla saklayamadı ağlamaya başladı. "Ben senden nefret etmiyorum, asıl sen benden nefret ediyorsun," dedi. "Benden, Bay Heathcliff kadar, hatta belki ondan da fazla nefret ediyorsun."
Earnshaw, "Sen Tanrı'nın cezası, yalancının birisin," diye başladı. "Madem öyle, niye senin tarafını tutarak onu belki de yüz defa kızdırdım? Üstelik benimle alay ettiğin, beni adam yerine koymadığın günlerde. Hadi hadi, üstüme varma, yoksa gider bana mutfakta da rahat vermediğini söylerim."
Cathy gözlerini kuruladı. "Benden yana çıktığını bilmiyordum," dedi. "Üstelik o zamanlar dertliydim, herkese kızıyordum, ama şimdi teşekkür ederim. Beni bağışlaman için yalvarıyorum, daha başka ne yapabilirim?"
Ocak başına gidip, samimiyetle elini uzattı. Hareton hâlâ barut gibiydi, yumruklarını sıkmış inatla kuzenine uzatmıyordu. Bakışlarını yerden ayırmadı. Catherine, Hareton'ın kendisinden hoşlandığını biliyordu. Ama genç adam çok inatçıydı. Catherine bir süre kararsız durduktan sonra eğilip kuzeninin yanağına bir öpücük kondurdu. Ben başımı azarlar gibi sallayınca da, yüzü kızararak şöyle fısıldadı:
"Peki başka ne yapabilirim? Ne el sıkıştı, ne yüzüme baktı. Oysa benim kendisinden hoşlandığımı ve barışmak istediğimi bir şekilde kanıtlamam gerekiyor."
Bu öpücük Hareton'ı yumuşatmış mıydı bilmiyorum. Bir iki dakika kadar başını kaldırıp Catherine'e bakmaktan kaçındı.
Catherine, güzel bir kitabı beyaz bir kâğıda sardıktan ve bir kurdeleyle bağladıktan sonra üstüne, "Bay Hareton Earnshaw'a" diye yazdı. Benden arabuluculuk yapmamı ve hediyeyi, delikanlıya vermemi istedi.
"Şunu da kendisine söyle; eğer kabul ederse yanına gidip kitabı doğru bir şekilde okumasına yardım ederim," dedi. "Ama bu önerimi geri çevirirse yukarı çıkacak, bir daha da onu hiç rahatsız etmeyeceğim."
Catherine'in heyecanlı bakışları arasında kitabı verip, söylediklerini tekrarladım. Hareton almak istemedi, ben de emaneti dizlerinin üzerine bıraktım ama itip yere atmadı. Ben de işimin başına döndüm. Catherine, kollarını masaya yasladı, kitabın sarılı olduğu kâğıdın hafifçe hışırdadığını duyuncaya kadar öylece kaldı. Sonra usulca kalktı ve gidip yanına oturdu. Delikanlı titriyor, yüzü sevinçle parlıyordu. Kabalığı, aksiliği bir anda yok oluvermişti. Ancak Cathy'nin tüm yalvarmalarına karşın cesaretini toplayıp tek kelime etmedi.
"Ne olursun, beni bağışladığını söyle Hareton! Söyleyeceğin bir küçücük 'evet' ile beni öyle büyük bir mutluluğa erdirebilirsin ki..."
Delikanlı, anlaşılmaz bir şey mırıldandı.
Catherine, "Benimle dost olacak mısın?" diye sordu.
Öbürü, "Hayır," dedi, "Sen benimle dost olmaktan utanç duyarsın. Her geçen gün beni daha iyi tanıyacak ve bu utancın da artacaktır; bense buna gelemem."
Catherine tatlı tatlı gülümseyip ona sokuldu ve "Benimle dost olmayacaksın demek?" dedi.
Hareton'ın ne dediğini duyamadım, ama başımı çevirip bakınca, Catherine'in armağan ettiği kitabın üstüne birlikte eğilmiş baktıklarını gördüm. Sonunda anlaşmaya vardıklarından kuşkum kalmadı. Düşman kardeşler bundan böyle dost olmaya and içmişlerdi.
Baktıkları kitapta çok güzel resimler vardı. Onlara bakarken öyle mutluydular ki, Joseph gelinceye kadar yerlerinden bile kıpırdamadılar. İhtiyar Joseph, Catherine'in bir eli delikanlının omzunda, ikisini aynı divanda oturmuş görünce donup kaldı. Hele delikanlının bu tavrı karşısında ağzı dili tutuldu. Bu durum zavallı Joseph'e öyle dokunmuştu ki, gece boyunca bu konuda tek kelime söylemedi. Duygularını derin iç çekişlerle belli etmeye çalıştı. Kocaman İncil'ini çıkardı ve ciddi bir tavırla masaya koydu. Sonra cüzdanından, o günkü alışverişten artan kirli banknotları çıkarıp İncil'in üstüne yaydı. Ardından da, Hareton'ı yanına çağırdı.
"Al şunları, götür Bey'e ver oğul," dedi, "Hem de orada kal. Ben kendi odama çıkacağım. Burası erkeklerin oturabileceği bir yer olmaktan çıkmış artık. Gidip kendimize başka bir yer bulmamız gerekiyor."
"Haydi Catherine," dedim, "Biz de gidelim. Ütüyü bitirdim."
Genç kız, "Saat daha sekiz bile değil!" dedi, ama istemeye istemeye yerinden kalktı; "Hareton, kitabı ocağın rafına bırakıyorum, yarın da diğerlerini getireceğim."
Joseph araya girdi, "Buraya koyduğun her kitabı salona götüreceğimi bilmiş ol," dedi. "Onları bir daha göremezsin, ötesini keyfin bilir artık!"
Cathy de, kaybolan her kitabına karşılık onun kitaplarından birini yok edeceğini söyledi. Sonra Hareton'ın yanından gülümseyerek geçti, türkü söyleye söyleye yukarı çıktı. Catherine bu çatı altında en mutlu dakikalarını yaşıyordu diyebilirim.
Bu yakınlık, arada bir hırlaşmalarla aksıyordu ama yine de hızla ilerledi. Hareton'ı, o kabalıktan vazgeçirmek elbette çok zordu. Catherine ise ne hoşgörülü bir filozof, ne de o kadar sabırlıydı. Ama ikisi de ortak bir noktada buluşmuşlardı; biri seviyor, takdir etmek istiyor; diğeri de seviyor, takdir edilmek istiyordu ve sonunda başardılar.
Görüyorsunuz ya Bay Lockwood, Bayan Heathcliff'in gönlünü kazanmak ne kadar kolaymış. Ama şimdi, bu işe bulaşmadığınıza seviniyorum. Çünkü dünyada en büyük dileğim, bu iki gencin birleşmesiydi. Onların düğününü görebilirsem gözüm arkada gitmeyecek ve İngiltere'nin en mutlu kadını ben olacağım.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top