XXI
O gün Bayan Cathy hepimizi çok üzdü. Sabah yataktan kalktığında çok mutluydu; heyecan içinde koşup kuzenini görmek istedi; ancak oğlanın artık Grange'da bulunmadığını öğrenince, büyük bir hayal kırıklığı yaşayarak ağlamaya başladı. Öyle çok ağlayıp, o kadar çok üzülmüştü ki, babası kızını yatıştırabilmek için sevgili yeğeninin çok yakın bir zamanda geri döneceğini söylemek zorunda kaldı. Ancak adam, "Elbette, eğer onu geri almayı başarabilirsem," diye eklemeyi de ihmal etmedi ki, bu zaten hiç de mümkün görünmeyen bir olasılıktı. Kız, babasının bu avutucu sözlerinden hiç de tatmin olmuşa benzemiyordu; ama zamanla her şey yoluna girdi. Küçükhanım, yine ara ara Linton'dan söz açıyor, ne zaman gelecek diye soruyordu, ama kuzeninin hayali öylesine silikleşmişti ki hafızasında, onu ikinci bir defa görse tanıyamayacağı muhakkaktı.
İşlerim için Gimmerton'a gidip geldikçe, Uğultulu Tepe'de çalışan kâhya kadınla karşılaşırdım. Fırsatını buldukça kadını yakalar, küçük Bey'in evdeki durumuyla ilgili onu konuşturup hakkında mümkün olduğunca çok bilgi edinmeye bakardım. O da olmasa, oğlanın ne durumda olduğunu bilmem imkânsızdı, çünkü o da aynı Bayan Cathy gibi herkesten uzak yaşıyor, evinin dışında hiçbir yerde görünmüyordu. Kadının anlattığı kadarıyla, çocuğun sağlığı hâlâ kötüydü, hatta artık etrafındakileri de bıktırmıştı. Kimseye belli etmek istememesine rağmen Bay Heathcliff, çocuktan hiç hoşlanmıyor, onu görmeye katlanamıyor, hatta sesini bile duymak istemiyormuş; öyle ki çocukla aynı odada üç beş dakikadan fazla kalmamak için elinden geleni yapıyormuş. Zaten ikisinin karşılıklı oturup konuştukları da yok denecek kadar azmış. Linton'ın günleri, ya 'oturma odası' adını verdikleri küçük odada ders çalışmakla, ya da bütün gün odasında yatıp uzanmakla geçermiş; çünkü çocuğun sağlığı ikide bir bozulurmuş. Zayıf bünyesi nedeniyle çabucak soğuk alır, öksürük nöbetleri geçirir, durmadan orası burası ağrır, sancısı tutarmış.
"Bir de bilsen ne korkak; böylesini ömrümde görmedim," diye ekledi kadın, "Aman, canı da bir tatlı ki sorma; akşam olunca pencereyi açmayayım, kıyametleri koparır. Yok, yok çekilecek gibi değil! Bir nefeslik gece havası alsa ne olur sanki! Yazın ortasında bile, ocağı yaktırır; neymiş efendim, Joseph'in tütünü onu zehirliyormuş; istekleri bitmek bilmez; şeker ister, çerez ister, süt ister; hele süt, hele süt... Kışın, biz istersek geberelim, onun umurunda bile değildir, kürklü paltosuna sarınıp ateşin karşısında oturur, kızarmış ekmekle bir tas su ya da başka bir içecek arada bir yudumlaması için ocak taşı üzerinde hazır bulunur. Hareton, sırf acıdığı için, onu eğlendirip oyalamaya kalksa (doğrusu Hareton kaba sabadır ama, kötü biri değildir, neme gerek), çok sürmez biri ağlar, öbürü küfreder, ayrılıverirler. Bana sorarsan, Linton kendi oğlu olmasa Bey, onu, Earnshaw'un bayıltıncaya kadar pataklamasından bile hoşlanır. Onun kendisine nasıl itinayla baktığını bir bilse, aman Tanrım, kapı dışarı fırlatıp atmazsa, ne olayım! Gelgelelim bilmiyor, çünkü oturma odasına hiç gitmez, sinirlenmekten kaçınır; bu yüzden de hep salonda oturur. Linton oraya gider de mızmızlanmaya başlarsa, onu doğruca yukarıya yollar."
Bu anlatılanlardan şunu öğrenmiştim ki; eğer genç Heathcliff doğuştan huysuz, doğuştan bencil değilse bile sırf kendisine karşı sevgi gösteren biri bulunmadığı için böyle davranıyordu. Bu yüzden ona acımamak elimden gelmiyor, keşke bizim yanımızda kalsaydı, diyordum, ama bu konuya duyduğum ilgi de sona ermiş bulunuyordu. Yalnız Bay Edgar, çocuk hakkında bilgi edinmek istemekteydi; öyle sanıyorum ki onu hiç unutamıyor, hatta kendisini görmek için bazı tehlikeleri bile göze alıyordu; bir defasında çocuğun ara sıra köye inip inmediğini kâhya kadından sormamı bile istemişti. Kadın, babasıyla birlikte iki defa atla indiğini, her defasından sonra da üç dört gün hasta yattığını söyledi. Eğer yanılmıyorsam, bu kadın, oğlanın gelişinden iki yıl sonra oradan ayrıldı ve yerine, benim tanımadığım başka biri geldi.
Bayan Cathy on altı yaşına basıncaya kadar Grange'de günler, eskisi kadar güzel geçti. Küçükhanımın doğum günlerini hiç kutlamazdık, çünkü o gün aynı zamanda Catherine'in de ölüm günüydü. Babası her yıl, o günü tek başına evin kitaplığında geçirir, akşam olunca da Gimmerton mezarlığına kadar yürür, çoğu zaman da gece yarısına kadar orada kalırdı. Bu yüzden Catherine doğum günlerini hep yalnız geçirir; o da keyfi nasıl isterse öyle eğlenirdi. O yıl, martın yirmisi, güzel bir bahar günüydü. Babası kitaplığa kapanmıştı. Bayan Cathy de dışarı çıkmak üzere giyindi ve aşağıya indi. Kırlarda benimle birlikte bir gezinti yapmak için babasından izin istediğini, Bay Linton'ın da, çok uzaklara gitmeyerek, bir saat içinde dönmesi kaydıyla, olur dediğini söyledi.
"Şu halde çabuk ol Nelly!" diye bağırdı, "Hem nereye gideceğiz biliyor musun? Doğruca av kuşlarının bulunduğu yere... Yuvalarını bitirip bitirmediklerini görmek istiyorum."
"Epey uzak olsa gerek," diye cevap verdim. "Çünkü o kuşlar düzlüğün kıyılarına yuva yapmazlar."
"Yoo, uzak değil," dedi. "Daha önce babamla yanlarına kadar gitmiştik."
Başlığımı giydim, daha fazla düşünmeden çıktım. Kız, bir tazı yavrusu gibi önümden koşuyor, sonra geri dönüyor, sonra yeniden uzaklaşıyordu. Önceleri, çevremizde ötüşen tarla kuşlarını dinlemek, güneşin tatlı sıcaklığını duymak, altın sarısı bukleleri uçuşan, yeni açmış yaban gülü yaprağı kadar lekesiz, yumuşak yanakları parıldayan, gözleri bulutsuz bir sevinçle ışıl ışıl yanan bu küçük kızı, bebeğimi, gönlümün neşesini izlemek çok hoşuma gitti. O yaşlarda mutlu bir afacandı, adeta bir melekti. Sonradan yüzünün hiç gülmeyecek olması ne acı!
"Eee, senin kuşlar nerede kaldı, Bayan Cathy?" dedim, "Grange sınırını geçeli çok oluyor, kuşların bulunduğu yere artık gelmiş olmamız gerekirdi."
Böyle her soruşumda, "Biraz daha ileride... Birazcık daha ileride Nelly," diye cevap veriyordu. "Şu bayırı tırman, sırtı aş, sen öbür yamaca geçmeden ben kuşların havalanmasını sağlarım."
Ama o kadar çok bayır tırmanıp, o kadar çok sırt aştık ki, yorulmaya başlamıştım. Beni geride bırakarak uzaklaştığı bir sırada ardından bağırdım; sesimi ya duymadı ya da aldırış etmedi, sıçraya sıçraya yoluna devam etti. Ben de onu izlemek zorunda kaldım. Derken bir çukurlukta kayboldu. Yeniden görebildiğim zaman ise, Uğultulu Tepeler'e, kendi evinden iki mil daha yakın bir yerdeydi. Önüne çıkan iki kişi onu durdurmuştu. Bu iki kişiden birinin Bay Heathcliff olduğunu hemen anladım.
Cathy, tam keklik yuvalarını ararken suç-üstü yakalanmıştı. Tepe ise Heathcliff'e aitti, onun için durmuş, bu hırsız avcıyı azarlıyordu.
Bin bir güçlükle yanlarına yaklaştım. Kız, ellerinin bomboş olduğunu göstermek ister gibi ileri doğru uzatarak, "Ne bir tanesini gördüm, ne de aldım," diyordu, "Zaten almayacaktım. Babam onların burada sürüyle bulunduğunu söylemişti, ben sadece yumurtalarını görmek istemiştim."
Heathcliff, kötü niyetli bir gülümsemeyle bana bir göz attı. Bu kaba adam, karşısındaki kızı tanımıştı, ona karşı hiç de iyi düşünceler beslemediği belliydi. Kıza, babasının kim olduğunu sordu.
Kız da, "Thrushcross çiftliğinin sahibi Bay Linton," diye cevap verdi. "Beni tanımadığınızı anlamıştım zaten, yoksa benimle bu şekilde konuşmazdınız."
Heathcliff, alaycı alaycı, "Babanın çok değer verilen, çok saygı gören biri olduğunu sanıyorsun, değil mi?" dedi.
Catherine de, bunları söyleyen adama merakla bakarak, "Peki, siz kimsiniz?" diye sordu. "Şu adamı daha önce görmüştüm, oğlunuz mu?"
Kızın gösterdiği Hareton'dı. Aradan geçen iki yıl içinde daha irileşmiş, daha da güçlü olmuştu. Yine eskisi gibi sert, kaba saba görünüyordu.
"Bayan Cathy," diye araya girdim, "Evden bir saat için çıkmıştık, neredeyse üç saat oluyor. Hemen geri dönmemiz gerek."
Heathcliff beni yana doğru iterek, "Hayır, genç benim oğlum değil," dedi, "Ama bir oğlum var, hem sen onu daha önce görmüştün. Dadın acele ediyor, ama ikiniz de biraz dinlenseniz iyi olur. Fundalarla kaplı şu tepeciği kıvrılıp, evime gelmek istemez misin? Gelirsen hepimiz çok memnun olacağız. Üstelik dinlendikten sonra eve daha çabuk gidebilirsiniz."
Catherine'e, benim iyiliğim için bu teklifi kabul etmemesini fısıldadım. Ama o yüksek sesle, "Niçin?" diye sordu. "Koşmaktan yorgun düştüm, toprak da ıslak olduğundan buraya oturamam. Haydi gidelim Nelly. Üstelik oğlunu daha önce gördüğümü söylüyor, bence yanılıyor, ama nerede olduğunu sanırım biliyorum. Penistone kayalarından dönüşte girdiğim çiftlik evinde olacak, orada oturuyorsunuz, değil mi?"
"Evet orada oturuyorum. Nelly, sen de dilini tut artık... Bizleri görmek kız için çok değişik, çok hoş bir şey olacak. Hareton, sen küçükhanımla önden yürü, sen de benimle gel Nelly."
Tuttuğu kolumu kurtarmaya çalışarak, "Hayır, küçükhanımın öyle bir yerde işi yok!" diye bağırdım, ama kız, son hızıyla koşarak yamacı aşmış, neredeyse evin önüne varmıştı. Ona kılavuzluk etmek istemeyen delikanlı ise yoldan ayrılıp, gözden uzaklaşmıştı.
"Hiç doğru değil Bay Heathcliff" diye devam ettim. "Siz de biliyorsunuz ki, niyetiniz kötü. Kız şimdi Linton'ı görecek, eve döner dönmez her şeyi anlatacak, sonra da suçlu ben olacağım."
"Kızın Linton'ı görmesini istiyorum," diye yanıtladı. "Şu birkaç gündür biraz düzeldi, böyle insan içine çıkacak hali olmaz her zaman. Kızı da bu görüşmeyi kimseye anlatmaması için kandırırız. Kötülük neresinde bunun?"
"Kötülük şurasında ki, kızının evinize girmesine göz yumduğumu babası duyarsa, bana düşman kesilir. Kaldı ki kötü bir niyetinizin olduğuna inanıyorum," dedim.
"Şu ana kadar hiç bu kadar dürüst olmamıştım. Niyetimin ne olduğunu sana enine boyuna, anlatacağım," dedi. "İki kuzenin birbirlerine âşık olmalarını, sonra da evelenmelerini istiyorum. Hem bu işte senin Bey'e karşı cömert davranmaktayım. Çünkü onun delişmen kızının ileride sahip olabileceği hiçbir şeyi yok, ama kız benim dediğimi yaparsa, kalacak mirasta Linton'a ortak olacak."
"Sağlık durumu sallantıda olan Linton ölünce de, bütün mal mülk Catherine'a kalacak," dedim.
"Hayır kalmayacak," diye cevap verdi, "Vasiyetnamede böyle bir kayıt yok. Bütün malları bana kalacak, ama ben ilerde çıkabilecek anlaşmazlıkları önlemek için onların birleşmesini istiyorum, bu konuda elimden geleni yapmaya kararlıyım."
"Ben de kızı bir daha evinize yaklaştırmamaya kararlıyım," dedim. Bu sırada bahçe kapısına yaklaşmıştık. Bayan Cathy de bizi orada bekliyordu.
Bay Heathcliff ses çıkarmamamı söyledi. Sonra bahçe yolunda önümüze geçerek, evin kapısını açmak üzere hızlı hızlı gitti. Bizim küçükhanım ise durup durup ona bakıyor, ne biçim bir adam olduğuna bir türlü karar veremiyordu. Diğeriyse kızla göz göze geldikçe gülümsemeye, ona bir şey söylerken ses tonunu yumuşatmaya çalışıyordu. Ben de budala gibi, annesinin anısı engel olur da, kıza bir kötülük yapmaya kalkmaz diye saf saf düşünmekteydim. Linton ocağın başında duruyordu. Kırlara gezmeye çıkıp yeni dönmüş olsa gerekti, çünkü kasketi başındaydı. Kendisine kuru ayakkabı getirmesi için Joseph'i çağırdı. On altı yaşına basmasına daha birkaç ay vardı, ama yaşına göre boyu uzundu. Yüz hatları hâlâ güzeldi, gözleri ve teni, benim aklımda kaldığından daha da parlaktı. Ama bu, temiz kır havasının ve cana can katan güneşin verdiği geçici bir zindelikti.
Bay Heathcliff, Cathy'ye, "Bil bakalım kim bu genç?" diye sordu. "Tanıyabildin mi?"
Kız bir ona, bir ötekine bakarak karasız bir halde, "Oğlunuz mu?" diye sordu.
"Evet, elbette," diye yanıtladı. "Ama iyice bak bakalım, bu onu ilk görüşün mü? İyi düşün! Vah, Vah! Belleğin zayıfmış meğer. Linton sen de mi tanıyamadın kuzenini, hani gidip görmek için durmadan kafamızın etini yediğin kuzenini tanımadın mı?"
Cathy, bu adı duyar duymaz sevinçten deliye döndü. "Nee?" dedi, "Linton mı? O küçük Linton mı bu? Benden daha uzun boylu olmuş! Gerçekten, sen Linton mısın?"
Delikanlı yaklaşıp kendini tanıttı. Kız sevinç içinde kuzenini yanaklarından öptü, birbirlerine bakarak, zaman içinde ne kadar çok değişmiş olduklarına şaşırdılar. Catherine de boy atmıştı, balık etindeydi, ayrıca çok çevik ve kıvraktı, her yanından sağlık fışkırıyor, neşe taşıyordu. Linton'ın ise bakışları gibi hareketleri de güçsüz, vücudu ise son derece zayıftı. Ama davranışlarında öyle bir incelik vardı ki, bütün bu kusurlarını örtüyor, onu adeta sevimlileştiriyordu. İkisi de birbirlerine bir sürü güzel sözler söyledikten sonra kız, Bay Heathcliff'in yanına gitti. Heathcliff kapının önünde kalmış, dışarıya bakarmış gibi yapıyordu ama, aslında içerde olup bitenlere kulak kabartmıştı.
Cathy ayaklarının ucunda kalkıp onun boynuna sarılmak istedi, "Demek siz benim eniştemsiniz!" diye bağırdı. "Önce bana çıkıştınız ama, ben zaten sizi sevmiştim. Niye Linton'la birlikte Grange'e uğramıyorsunuz? Bunca yıl iki yakın komşu olalım da bize hiç gelmeyin, çok garip doğrusu. Peki bugüne kadar neden gelmediniz?"
"Sen doğmadan önce, oraya bir iki kere uğramış olmam bile çok görüldü," dedi Heathcliff, "Dur, Tanrı iyiliğini versin, dur. Öpücüklerini Linton'a sakla, benim için boşuna harcama."
Kız, onu bırakıp bana koştu, boynuma sarıldı, öptü, "Ah, sen nesin Nelly," dedi. "İnsafsız Nelly! Bir de beni buraya getirmek istemiyordun. Ama bundan sonra her sabah buraya kadar yürüyeceğim. Gelebilirim değil mi, ara sıra babamı da getirebilir miyim? Bizi görmekten memnun olursunuz, değil mi?"
Enişte, bu iki ziyaretçiye karşı duyduğu derin hoşnutsuzluğu belli etmemek için kendine güçlükle engel oluyordu. "Elbette!" diye cevap verdi. "Ama dur, bak aklıma gelmişken söyleyeyim; Bay Linton beni öteden beri sevmez. Eskiden aramızda, iki Hıristiyan'a yakışmayacak kadar şiddetli bir dargınlık oldu. Eğer kendisine buraya geldiğini söylersen, seni bir daha hiç göndermez. Kuzenini görmek istiyorsan bu ziyaretinden babana hiç söz etme. İstersen ara sıra gelebilirsin, ama bunu babana söylememelisin."
Neşesi birdenbire kaçmış olan Catherine, "Peki, niye darılmıştınız?" diye sordu.
"Baban, benim çok yoksul olduğumu düşünerek kız kardeşiyle evlenmemi istemiyordu," diye cevap verdi. "Onunla evlenince de çok üzüldü, gururu kırılmıştı. Bunun için beni hiçbir zaman bağışlamayacaktır."
"Ama bu doğru değil!" dedi küçükhanım. "Günü gelince bu konuyu kendisine de söyleyeceğim. Hem siz kavga ettinizse, bunda Linton'la benim ne suçumuz var ki? Ben buraya gelmesem bile, o Grange'e gelebilir."
Kuzeni, "Orası benim için çok uzak," diye mırıldandı. "Dört mil yol yürümek beni öldürür. Yok, yok, senin buraya gelmen daha doğru olur Catherine. Her sabah değil ama, haftada bir iki kez."
Babası acı bir gülümsemeyle oğluna baktı. "Korkarım ki bütün emeklerim boşa gidecek Nelly," diye mırıldandı, "Bu muhallebi çocuğunun ne mal olduğunu er ya da geç anlayacaktır Catherine, ondan sonra da, başından defedecektir. Ah, onun yerinde Hareton olsaydı... İnanır mısın, bütün o aşağılık tavırlarına rağmen, günde belki yirmi defa gıptayla bakıyorum Hareton'a. O değil başka biri olsaydı sevip bağrıma basardım, ama kızın Hareton'ı sevmesine imkân yok. Bu miskin oğlan, aklını başına alıp, biraz canlanmazsa Hareton'dan, onu biraz adam etmesini isteyeceğim. Yaptığım hesaba göre, bu oğlan yaşasa yaşasa on sekiz yaşına kadar yaşar. Şu Tanrı'nın cezası canlı cenazeye bak! Ayaklarını kurulama derdine düşmüş, kıza baktığı bile yok... Linton!"
"Efendim, baba!"
"Kuzenine götürüp göstereceğin hiçbir şey yok mu? Bir tavşan ya da bir sansar yuvası falan da mı yok? Ayakkabını değiştirmeyi bırak da, kızı bahçeye çıkar, atını göstermek için ahıra götür."
Linton, Cathy'ye baktı, "Burada otursak daha iyi değil mi?" diye sordu. Konuşmasından, yerinden kımıldamak istemediğini belli oluyordu.
Cathy, istekli istekli kapıya doğru baktıktan sonra, "Bilmem ki," dedi. Dışarıya çıkmak, bir şeyler yapmak için can attığı açıkça görülüyordu.
Oğlan ise yerinden kımıldamadığı gibi, ateşe biraz daha yaklaştı ve oraya büzülüverdi. Heathcliff de kalkıp, mutfağa gitti, oradan da avluya çıkarak Hareton'ı çağırdı. İkisi birlikte odaya girdiler. Delikanlı yıkanmış olmalıydı ki, yanakları parlamıştı, saçları da ıslaktı.
Bayan Cathy, hizmetçi kadının sözlerini hatırlayarak, "Haa! Size sorayım bari," dedi. "Bu benim kuzenimmiş, öyle mi?"
Heathcliff, "Evet," diye yanıtladı, "Annenin yeğeni. Yoksa ondan hoşlanmıyor musun?"
Catherine bir tuhaf oldu.
Heathcliff, "Yakışıklı bir delikanlı, değil mi?" diye devam etti.
Yaramaz kız, ayak ucunda yükselip Heathcliff'in kulağına bir şeyler fısıldadı. O da bir kahkaha attı. Hareton'ın ise hemen kaşları çatıldı. Küçümsenmeye hiç gelemediğini, aşağı tabakadan sayıldığının az çok farkında olduğunu anladım.
"İçimizdeki tek gözde sensin Hareton! Kız senin için diyor ki... Ne demişti bakayım? Her neyse, pek hoşuna gidecek bir şeydi. Haydi bakalım! Kızı al da çiftliği gezdir. Efendi gibi davranmayı da unutma sakın! Ağzından kötü bir söz kaçırayım deme, küçükhanım sana bakmadığı sırada gözlerini ona dikme, baktığı zaman da yüzünü saklamaya kalkma, konuşurken sözcükleri teker teker söyle, ellerini de pantolonunun ceplerine sokma. Hadi bakalım, kızı elinden geldiğince eğlendir."
Heathcliff pencerenin önünden geçerlerken iki genci seyretti. Earnshaw başını kızdan başka tarafa çevirmişti; her gün gördüğü şeyleri, bir sanatçı, bir ressam gibi ilgiyle inceliyordu sanki. Catherine ise ona şeytani bir bakış attı. Ama bu bakışta hiçbir hayranlık belirtisi yoktu. Sonra, çevresindeki şeylerden kendisine eğlenceli bir şeyler bulmaya koyuldu. Neşeli neşeli yürüyor, bir türkü mırıldanarak monotonluğu gidermeye çalışıyordu.
"Oğlanın ağzını dilini bağladım," dedi Heathcliff, gezinti süresince tek kelime söyleyemez, söylemeye cesaret edemez. Nelly, sen benim bu yaştaki halimi hatırlarsın... Hayır, biraz daha küçüklük halimi. Ben hiç bu kadar salak mıydım, Joseph'in dediği gibi böyle 'dilini yutmuş' muydum?"
"Daha beterdiniz," diye cevap verdim, "Hem de daha somurtkandınız."
Heathcliff içinden geçenleri dile getirerek, "Ona baktıkça memnun oluyorum," dedi. "Bütün özlemlerimi onda gideriyorum. Doğuştan budala biri değil, onun neler hissettiğini çok iyi biliyorum, çünkü zamanında aynı şeyleri ben de hissetmiştim. Örneğin, şu anda ne sıkıntılar çektiğini tamamıyla biliyorum, ama bu, bundan sonra çekeceklerinin sadece başlangıcı... Üstelik o, yontulmamış biri. Cahilliğinin karanlık uçurumundan çıkıp kendini kurtaramayacak. Ben onu, babası olacak o alçağın beni düşürdüğünden de beter bir duruma düşürdüm; hem de kıskıvrak bağlayarak. Öyle ki, bu hayvan gibi halinden gurur duyuyor. Onu öyle yetiştirdim ki hayvanlığın dışındaki her şeyi, zayıflık, budalalık olarak görüyor. Hindley oğlunu bu haliyle görse koltukları kabarırdı, öyle değil mi? Tıpkı kendi oğluma baktıkça benim koltuklarımın kabardığı gibi... Yalnız aralarındaki fark şu: Birisi kaldırım taşı olarak kullanılıyor, ama gerçekte altın; diğeri, gümüş gibi pırıl pırıl parlatılmış, ama özünde bir teneke. Benimkinin elle tutulur bir yanı yok, ama ben onu elimden geldiğince allayıp pullayacağım. Onun oğlu ise, çok üstün yeteneklere sahipti, ama hepsi törpülendi ve yok edildi; üstelik artık hiçbir şeyi yok. Hindley yaşasaydı bunu gördükçe başını taşlara vuracaktı. İşin en hoş yönü de Hareton'ın bana, tam bir budala gibi düşkün oluşudur! Bu noktada Hindley'i alt ettiğimi herhalde kabul edersin. Geberip giden o alçak, mezarından çıksa da oğluna yaptığım kötülükler için bana çatmaya kalksa; o zaman, o çok önem verdiği oğlunun, dünyadaki tek dostuna dil uzattığı için, babasını tuttuğu gibi yeniden mezara sokup, üstüne toprak yığdığını görme zevkine ererdim."
Heathcliff bu düşüncesinden ötürü hain hain gülümsedi. Hiçbir şey söylemedim, çünkü benden cevap beklemediğinin farkındaydım. Bu sırada konuşulanları işitemeyecek kadar uzakta oturan Linton da, huzursuzluk belirtileri göstermeye başlamıştı. Az da olsa yorulmamak için, kendi kendini Catherine'le arkadaşlık etme zevkinden mahrum bırakmış olması canını sıkmıştı anlaşılan. Onun endişeli endişeli pencereye baktığını, elini kararsızca kasketine uzattığını gören babası, sahte bir coşkuyla:
"Hadi kalk, tembel seni!" diye bağırdı, "Düş arkalarına! Tam köşede, arı kovanlarının yanındalar, hadiii!"
Linton bütün gücünü toplayıp ocağın başından kalktı. Pencere açıktı. Çocuk daha kapıdan çıkarken Cathy, Hareton'a kapının üstündeki yazının ne olduğunu sormaktaydı. Hareton gözlerini havaya dikip, tam bir dağlı gibi kafasını kaşıdı.
"Ne olacak, yabancı dilde yazılmış bir yazı işte," diye yanıtladı, "Okuyamıyorum."
Catherine, "Okuyamıyor musun?" diye bağırdı, "Ben okuyabiliyorum, çünkü İngilizce. Ama oraya niye yazılmış, onu öğrenmek istiyorum."
Linton kıkır kıkır güldü: Belki de, hayat boyu göstermiş olduğu ilk sevinç belirtisiydi bu.
"O daha kendi dilinin harflerini bilmez," dedi kuzenine, "Dünyada böyle bir ahmak daha bulunabileceği aklına gelir miydi?"
Bayan Cathy ciddi ciddi, "Öğrenmeye olanak mı bulamadı acaba?" diye sordu, "Yoksa eblek mi; yani kafadan biraz sakat mı? Kendisine iki soru sordum, öyle aptal aptal yüzüme baktı ki; sanki ne dediğimi bile anlamamıştı. Hoş, ben de onu anlamış değilim ya..."
Linton tekrar bir kahkaha attı, ardından da, anlayışsız olmadığı her halinden belli olan Hareton'a alaylı alaylı baktı.
"Hepsi tembellikten. Yoksa başka hiçbir neden yok, öyle değil mi Earnshaw?" dedi, "Kuzenim seni budala sanıyor. 'Hükümette kâtip mi olacağım?' diye okumayı hor görüyorsun. Bu yüzden de herkes onu budala sanıyor. Onun kaba bir Yorkshire ağzı ile konuştuğunun farkındasın değil mi Catherine?"
Hareton, o ana kadar hiç ağzını açmamıştı. Çocuğun bu sözleri üzerine hemen homurdandı: "Okumak dediğin şey ne halta yarar ki?" dedi. Daha da ileri gidecekti ama, çocuklar kahkahalarla gülmeye başladılar. Bizim hoppa küçükhanım onun tuhaf konuşmalarından kendine bir eğlence çıkarıp pek keyiflenmişti.
Linton kıkır kıkır güldü, "Peki, demin söylediğin 'halt' sözcüğü ne demek oluyor? Oysa babam sana ağzından kötü söz kaçırma demişti. Sen ise ağzını açtın mı mutlaka o biçim konuşursun. Efendi gibi davranmaya çalış, hadi bakalım!"
Hareton çok kızmıştı. "Eğer, erkekten çok kıza benzemeseydin, şimdi seni yere sererdim, ulan canlı cenaze!" dedi. Delikanlının yüzü hem öfke, hem de utançtan kıpkırmızı olmuştu. Hemen çekip gitti, çünkü ağır bir hakarete uğradığını biliyor, ama buna nasıl karşılık vereceğini kestiremiyordu.
Konuşmaları, benim gibi duymuş olan Bay Heathcliff, onun uzaklaştığını görünce gülümsedi, ama hemen ardından kapının önünde duran düşüncesiz çifte, kızgın kızgın baktı. Oğlu, Hareton'ın kusurlarını ve yaptıklarını sayıp dökerken biraz canlanmış, Catherine ise şımarık Linton'ın haksız sözlerinden hoşlanmıştı. Önceleri çok acıdığım Linton'dan, artık soğumaya başlamıştım. Babasının onu adam yerine koymamasına hak veriyordum.
Bayan Cathy'yi oradan bir türlü ayıramadım. Bu yüzden ikindiye kadar orada kaldık. Neyse ki Bey odasından hiç çıkmamış, böylece uzun süren yolculuğumuzu fark etmemişti. Eve gelirken küçükhanıma, bugün görüştüğümüz kimselerin nasıl insanlar olduklarını anlatmak için çok uğraştım. Ama o, benim onlara kin duyduğuma inanmıştı bir kere.
"Yaa! Demek sen de babamdan yana çıkıyorsun Nelly!" diye bağırdı. "Taraf tutuyorsun, biliyorum. Yoksa Linton'ın bizden çok uzaklarda olduğunu söyleyerek bunca yıl beni aldatmazdın. Doğrusu sana son derece dargınım, ama öylesine sevinçliyim ki, ne kadar kızdığımı belli edemiyorum! Yalnız, enişteme dil uzatma ve onun eniştem olduğunu unutma. Babama da onunla dargın olduğu için çıkışacağım zaten."
Durup dinlenmeden konuştu, öyle ki, sonunda ben de, düştüğü hatayı kendisine anlatmaktan vazgeçtim. Yaptığımız bu ziyaretten o gece söz açmadı, çünkü Bay Linton'ı görmemişti. Ertesi gün her şeyi tek tek anlattı. Bu benim için hiç de iyi olmadı ama bir yandan da seviniyordum. Çünkü kızın güvenliği söz konusuydu; babası onu benden daha iyi çekip çevirir, en azından sahip çıkabilir diye düşünüyordum. Gelgelelim Bay Linton, kızının Tepeler'de yaşayan insanlarla ilgisini kesmek için inandırıcı nedenler gösteremedi, geçmişte yaşananları ise anlatmaktan kaçındı. Oysa Catherine, konulan her yasağa karşı sağlam kanıtlar isterdi.
O sabah babasının boynuna sarılıp öptükten sonra, "Babacığım!" dedi, "Dün kırlarda dolaşırken, kiminle karşılaştım, bilin bakalım. Aaa! Bakın nasıl da irkildiniz? Doğru hareket etmemiş olduğunuzu siz de biliyorsunuz değil mi? Şeyi gördüm... Ama dinleyin, hem sizin sırrınızı, hem Nelly'nin yalanını nasıl öğrendim anlatayım. Nelly de sizin tarafınızı tutuyor. Oysa Linton bir gün geri gelecek diye ümit besler, gelmeyince de hayal kırıklığına uğrarken, bana acıyormuş gibi göründü!"
Yaptığı gezintiyi ve sonra olanları uzun uzun anlattı. Bey bana bir iki kez öfkeyle baktı ise de kız hikâyesini bitirinceye kadar sesini çıkarmadan dinledi. Sonra kızını yanına çekti; Linton'ın yakın bir yerde oturduğunu ondan saklamasının nedenini bilip bilmediğini sordu. Kızına zararı dokunmayacak bir zevkten onu yoksun bırakmak istemesi düşünülebilir miydi?
"Sebep, sizin Bay Heathcliff'den hoşlanmayışınız," diye cevap verdi kız.
"Öyleyse, benim kendi duygularıma seninkilerden daha çok önem verdiğimi sanıyorsun, değil mi Cathy?" dedi, "Hayır, ben Bay Heathcliff'den hoşlanmadığım için değil, onun benden hoşlanmadığı, hatta nefret ettiği için oraya gitmeni istemiyorum. Bay Heathcliff, nefret ettiği kimselere her fırsatta kötülük yapmaktan, onları yıkıp, yok etmekten zevk duyan, iblis ruhlu biridir. Bu adamla karşılaşmadan, kuzeninle arkadaşlık edemeyeceğini biliyordum. Ayrıca benim yüzümden senden nefret edeceğinden de hiç kuşkum yoktu. Ben senin iyiliğin için, başka hiçbir şeyden değil, sadece senin iyiliğin için Linton'ı görmene engel olmak istedim. Bunu sana biraz daha büyüyünce anlatmayı kararlaştırmıştım, ama geç kalmış olduğumu görmek beni oldukça üzdü."
Catherine'in bu işe hâlâ aklı yatmış değildi. "Ama, babacığım, Bay Heathcliff bana çok iyi davrandı," dedi, "Üstelik, birbirimizi görmemize engel olmaya da kalkışmadı, ne zaman istersem evine gidebileceğimi söyledi. Yalnız bu ziyareti sizden gizli yapmalıymışım, çünkü siz kavga çıkarıp kendisine darılmış, Isabella halamla evlendiği için de onu bir türlü bağışlamamışsınız. Öyle görünüyor ki suçlu olan sizsiniz. O, hiç olmazsa Linton'la benim arkadaşlık etmemizi hoş görüyor, ama siz hâlâ istemiyorsunuz."
Bizim bey, Heathcliff'in kötü bir adam olduğu hakkındaki sözlerine kızın inanmadığını görünce, onun Isabella'ya yaptıklarını, Uğultulu Tepeler'i nasıl ele geçirdiğini kısaca anlattı. Bu konu üzerinde uzun uzun konuşmak istemiyordu. Pek seyrek sözünü ettiği halde eski düşmanına karşı duyduğu nefret, Bayan Linton'ın ölümünden bu yana hiç azalmamıştı. Her zaman acı acı, "O olmasaydı, karım belki hâlâ sağ olacaktı," diye düşünürdü. Onun gözünde Heathcliff, bir katildi. Bayan Cathy'ye gelince, arada bir düşüncesizlik ya da kızgınlık yüzünden yaptığı ufak tefek kusurlar ve kaprisler dışında kötülük nedir bilmeyen biriydi. Yaptığına da hemen pişman olurdu. Bu yüzden böyle yıllarca kin besleyebilen, hazırladığı öç alma planını vicdanı hiç sızlamadan, uygulamaya koyan bir ruhun korkunçluğu karşısında allak bullak olmuştu. Bugüne kadar görüp bilmediği, aklına bile getirmediği bir insanın bu kadar kötü olabileceği kendisini öyle sarsmış, öyle derinden etkilemişti ki, Bay Edgar konuyu daha fazla uzatmanın doğru olmayacağını anlamış ve sadece şunları eklemişti:
"İşte yavrum, onun evinden ve evindekilerden uzak durmanı neden istediğimi biliyorsun artık. Şimdi eski işlerinle, eski eğlencelerine dön, onları da aklından çıkar."
Catherine, babasını öptükten sonra her zamanki gibi bir saat derslerine çalıştı. Daha sonra birlikte çiftliği dolaştılar, böylece o gün de sıradan bir gün gibi geçti. Ama kız, akşam odasına çekilip, ben de soyunmasına yardım etmek için yanına gittiğim zaman, onu yatağının yanına diz çökmüş ağlarken buldum.
"Aaa! Ne ayıp!" dedim. "Eğer gerçek üzüntünün ne olduğunu bilseydin, böylesine küçük bir sorun için bir damla gözyaşı dökmeye utanırdın. Sen daha ömründe, üzüntünün, derdin ne demek olduğunu bilmiyorsun, Bayan Catherine. Hele bir an, babanla benim öldüğümü ve senin bu dünyada tek başına kaldığını düşün, o zaman ne yaparsın? Bu felaketle, o küçük sorunu karşılaştır da, sahip olduğun eski dostlar için Tanrı'ya şükret, yenilerini aramaktan da vazgeç."
"Ben kendim için ağlamıyorum ki, Nelly," dedi, "Onun için ağlıyorum. Yarın için beni bekliyor, ama hayal kırıklığına uğrayacak... Bekleyecek, bekleyecek ve ben gitmeyeceğim."
"Saçma," dedim. "Senin onu düşündüğün kadar, onun da seni düşündüğünü mü sanıyorsun? Hem arkadaşlık etmesi için Hareton var ya! Dünyada kimse yoktur ki, topu topu iki defa ve yalnız birkaç saat gördüğü bir akrabayı kaybettiği için ağlasın. Linton durumu hemen anlayacak ve seni düşünme zahmetine bile girmeyecektir."
Kız ayağa kalkarak, "Kendisine iki satır bir şey yazıp, niçin gelmediğimi bildirsem olmaz mı?" diye sordu, "Ona götürmeye söz verdiğim kitapları gönderemez miyim? Onun kitapları benimkiler kadar güzel değil, kendisine, benim okuduklarımın nasıl ilgi çekici şeyler olduklarını anlattığım zaman öyle heveslenmişti ki... Gönderebilirim değil mi, Nelly?"
Ben kestirip atarak, "Hayır, kesinlikle olmaz!" dedim. "Sen yazacaksın, o yazacak, derken bu işin sonu gelmeyecek. Hayır Bayan Catherine, onunla ilgini tamamıyla kesmelisin. Baban böyle istiyor, ben de böyle olmasına dikkat edeceğim."
Kız yalvaran bir sesle, "Ama iki satırcığın ne gibi bir kötülüğü..." diye başlayınca;
"Susalım!" diyerek sözünü kestim. "İki satırcık diye başlamayalım yine. Hadi bakalım doğru yatağa!"
Yüzüme öyle ters ters baktı ki bir an benden nefret ettiğini sandım. Bu yüzden ben de ona iyi geceler öpücüğü vermedim. Üstünü örttükten sonra öfkeli öfkeli çıkıp kapıyı kapadım. Ama yarı yolda pişman olup usulca geri döndüm. Bir de ne göreyim! Küçükhanım elinde bir kalem, önünde boş bir kâğıt, masa başında ayakta durmuyor mu!.. Odaya girdiğimi görür görmez kalemi sakladı.
"Yazsan bile gönderecek adam bulamazsın Catherine," dedim, "İşte mumu da söndürüyorum."
Şamdan külahını alevin üstüne geçirdim, ben bunu yaparken elime vurdu, "Aksi kadın!" dedi. Yeniden odadan çıktım, o da bütün öfkesiyle kapısını sürgüledi. Mektup yazıldı, köyden süt almaya gelen sütçü eliyle de gideceği yere ulaştırıldı, ama ben bunu ancak bir süre sonra öğrenebildim. Haftalar geçmişti, Catherine yine eskisi gibiydi, ancak tek başına bir köşeye çekilip oturmaktan şaşılacak derecede hoşlanır olmuştu. Kitap okuduğu sıralarda, birdenbire yanına gittiğimde irkiliyor, hemen kitabın üstüne eğiliyordu, belli ki okuduğunu bana göstermek istememekteydi, ama ben sayfaların arasından ucu görünen kâğıtları fark etmiştim. Kız, ayrıca sabahları erkenden aşağı inip bir şeyler bekliyormuş gibi, mutfakta dolaşmayı da huy edinmişti. Kitaplıktaki çekmeceli dolabın bir gözü onundu, bu çekmecenin başında saatler geçiriyor, anahtarını da üstünde bırakmamaya özen gösteriyordu.
Bir gün yine çekmecesini karıştırırken baktım ki, önceleri orada bulunan oyuncaklar, incik boncuklar yok olmuş; yerlerini katlanmış kâğıtlar almış. Bu bende bir merak, bir kuşku uyandırdı; onun için bir gece, herkes odasına çekildikten sonra kızın gizli hazinelerine bir göz atmaya karar verdim. Anahtarlarımın arasından çekmecenin kilidine uyanını arayıp buldum, açtım, gözde ne var ne yoksa hepsini önlüğüme boşalttım, rahatça gözden geçirebilmek için odama götürdüm. Öteden beri şüphelenmekte olduğum halde bunların bir deste mektup olduğunu görünce şaşırmaktan kendimi alamadım. Kızın hemen hemen her gün yazdığı mektuplara Linton Heathcliff'in gönderdiği cevaplardı hepsi. İlk gelen mektuplar hem çekingen, hem kısaydı, ama gitgide uzun aşk mektuplarına dönüşmüştü. Yazanın yaşına uygun, saçma sapan, beceriksizce yazılmıştı, ama arada bir daha tecrübeli bir kaynaktan alındığını sandığım cümlelere de rastlanmaktaydı. Mektuplardan bazılarının hem ateşli, hem sade oluşu dikkatimi çekti; İlk satırlar güçlü bir duygusallıkla başlıyor, ancak sonra bir okul öğrencisinin hayalinde canlandırabileceği kadar gerçeklikten uzak bir sürü yapmacık sözlerle sona eriyordu. Cathy bunları beğeniyor muydu bilmem, ama bence beş para etmezlerdi. Gerekli gördüğüm kadarını gözden geçirdikten sonra, hepsini mendile bağlayıp bir kenara koydum, boş çekmeceyi de yeniden kilitledim.
Bizim küçükhanım her zaman olduğu gibi sabah erkenden aşağı inerek mutfağa uğradı. Sütçü çocuğun gelmesiyle de kapıya gittiğini gördüm. Mandıra işlerine bakan kız çocuğun güğümünü doldururken Cathy, çocuğun ceketinin cebine bir şey sokuşturdu ve yine aynı cepten başka bir şey aldı. Ben hemen bahçeden dolaşıp bu küçük elçiyi beklemeye başladım. Çocuk emaneti vermemek için kahramanca direndi, boğuşurken de sütü döktük, ama ben sonunda aşk mektubunu ele geçirdim. Oğlanı da, "Hemen evinin yolunu tutmazsan sonun çok fena olur!" diye korkutup gönderdikten sonra, duvarın dibinde Bayan Cathy'nin ateşli satırlarını gözden geçirdim. Kızınki, kuzeninkinden daha sade, daha güzeldi; çok sevimli ama budalaca yazılmış bir mektuptu! İçimi çekip, başımı salladım, düşünceli düşünceli eve girdim. O gün hava yağmurlu olduğundan Cathy gezmek için bahçeye çıkmayacağı için derslerini bitirir bitirmez çekmecesiyle oyalanmak istedi. Babası, masa başında kitap okuyor, ben de özellikle kendime bir iş bulmuş, perdenin sökük püskülünü diker gibi yapıyordum, ama bir gözüm de kızdaydı. Kızın çekmeceyi açıp bomboş bulmasıyla, "Ah!" diye haykırışı bir oldu; tıpkı yuvasını cıvıl cıvıl yavrularla bırakıp, döndüğünde bomboş bulan bir kuşun acı feryatları gibiydi; bütün mutluluğu bir anda yok oluvermişti. Bay Linton başını kaldırıp baktı:
"Ne oldu yavrum? Bir yerini mi incittin?" dedi.
Kız, babasının tavrından, defineyi keşfedenin o olmadığını hemen anladı.
Boğuk bir sesle, "Hayır baba!" dedi, "Nelly, Nelly! Yukarı gel!.. midem bulanıyor!"
Çağrısına uyarak onunla birlikte çıktım.
Odasına girip kapıyı kapar kapamaz dizlerinin üstüne çöktü. "Ah, Nelly! Onları sen aldın!" diye başladı, "Ne olur, onları ver bana. Bir daha hiç, hiç böyle bir şey yapmayacağım! Babama sakın söyleme. Babama söylemedin, değil mi Nelly? Ne olursun, söylemedim de! Evet, son derece büyük bir suç işledim, ama bir daha yapmam!"
Kendine gelmesini ve hemen ayağa kalkmasını söyledim.
"Oo, Bayan Catherine, işi epey ilerletmişe benziyorsunuz. İşte boş vakitlerinde okuyup inceleyeceğin bir yığın süprüntü! Bunlardan ötürü ne kadar utansan doğrusu yeridir! Her biri bastırılmaya değer! Peki bunları önüne serdiğim zaman, Bey ne der sanırsın? Hayır, henüz göstermedim, ama senin gülünç sırlarını saklarım diye düşünüyorsan, yanılıyorsun. Ne ayıp! Sanırım bu saçma sapan yazışmaya ilk başlayan sensin. Çünkü mektup yazmak onun aklına bile gelmezdi, eminim!"
"Ben başlamadım, ben başlamadım!" diye haykırdı Cathy. Sanki yüreği parçalanıyormuş gibiydi. "Bir gün ona âşık olacağım aklımdan bile geçmiyordu. Taa ki..."
Sözcükleri elimden geldiğince tiksintiyle söyleyerek, "Âşık olmakmış!" diye bağırdım. "Âşık olmak! Hiç duyulmuş, görülmüş şey mi! Mısırlarımızı almak için yılda bir defa buraya gelen değirmenciye vuruldum desen, ancak bu kadar anlamlı olur. Güzel bir aşk doğrusu! Linton'ı ömründe topu topu iki kez gördün, bu da dört saati geçmez! İşte bebekçe saçmalıklarının hepsi ortada! Şimdi onları alıp doğru kitaplığa gidiyorum, bakalım baban bu 'aşk'a ne diyecek?"
Kız, bu çok değerli aşk belgelerini almak için elime doğru bir hamle yaptı ama ben atik davranıp, onları başımın üstüne doğru kaldırdım. O zaman deli gibi yalvarıp yakarmaya başladı, "Babama gösterme de, hepsini yak, ne istersen yap!" Ben de, aslına bakılırsa bu işin geçici bir genç kızlık hevesi olduğunu biliyor, kızmak yerine, gülüp geçmek istiyordum. Bu yüzden biraz yumuşamıştım. "Peki, bunları yakmaya razı olursam, bir daha mektuplaşmayacağına, kitap, saç buklesi, yüzük, oyuncak gibi şeyler göndermeyeceğine, gelenleri de almayacağına söz verir misin?" diye sordum.
Gururu utancına üstün gelen Catherine, "Biz birbirimize oyuncak göndermeyiz!" diye bağırdı.
"Başka bir şey göndermek de yok küçükhanım!" dedim. "Söz vermezsen ben de gidiyorum!"
Eteğimden yakalayarak, "Söz veriyorum Nelly!" dedi, "At onları ateşe, hadi çabuk!"
Ama ben ocak demiriyle ateşte yer açmaya başlayınca, bu kadar fedakârlığa dayanamayacağını anladı. Bir iki tanesini olsun bırakmam için, acı acı yalvardı.
"Ne olursun Nelly, bir iki tanecik! Linton'dan anı olarak saklamam için!"
Mendili çözdüm, mektupları bir köşesinden ateşe atmaya başladım. Alevler kıvrıla kıvrıla bacaya doğru yükseliyorlardı.
Kız parmaklarının yanması pahasına elini ateşe daldırıp, yarısı yanmış kâğıtları çekerek, "Hiç olmazsa birini alacağım, insafsız alçak!" dedi.
"Pekâlâ! Ben de birkaçını babana göstermek için saklarım öyleyse," dedim. Geri kalanları mendile sararak, yine kapıya doğru yöneldim.
Bunun üzerine yarısı yanmış kâğıtları yeniden ateşe attı, bana da bu işi artık bitirmemi söyledi. Dediğini yaptım, külleri iyice karıştırdıktan sonra, üstüne bir kova da kömür boşalttım. O da hiç sesini çıkarmadan, kırgın ve üzgün köşesine çekildi. Aşağı kata inip Bey'e, küçükhanımın bulantısının hemen hemen geçmiş olduğunu, ama bir süre daha yataktan çıkmaması gerektiğini söyledim. Kız öğle yemeği yemedi, ama akşam çayına geldi; benzi solmuş, gözkapakları kızarmıştı, şaşılacak kadar sakin görünüyordu. Ertesi gün küçük beyin mektubunu ben yanıtladım: Küçük bir kâğıda şunları yazarak, sütçü çocuğa verdim: "Küçük Heathcliff'in bundan böyle Bayan Linton'a mektup göndermemesi rica olunur. Çünkü bundan böyle hiçbiri kabul edilmeyecektir." Ondan sonra sütçü çocuk cepleri boş gelmeye başladı.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top