XVIII
Bayan Dean, "Tam on iki yıl," diye devam etti. "geçirdiğimiz onca kötü günün ardından tam on iki yıl, sorunsuz ve mutlu yaşadık. Hatta diyebilirim ki bu, belki de hayatımın en mutlu dönemiydi. Bu süre içinde tek sıkıntımız, küçükhanımın ufak tefek rahatsızlıkları oldu ki bunlar da, ister zengin ister fakir olsun her çocuğun mutlaka geçirdiği türden hastalıklardı. Küçük Catherine'imiz, altıncı ayının sonundan itibaren, bir çam fidanı gibi gelişip serpilmeye başladı. Bayan Linton'ın mezarı başındaki funda ikinci kez yapraklanmaya yüz tutmuştu ki yürümeye ve hatta, ufak ufak konuşmaya bile başlamıştı. Ah, ne talı şeydi bir bilseniz!.. Dertten tasadan başını bir türlü kurtaramayan evimize, adeta güneş gibi doğuverdi. Kapkara, güzel gözlerini Earnshaw'lardan, bembeyaz tenini, lüle lüle sarı saçlarını da Linton'lardan almıştı. Gerçekten güzel bir yüzü vardı. Karakteri gereği ateşli ve heyecanlıydı. Buna rağmen, kırıcı, sert bir çocuk değildi. Duygusaldı, gönlü sevmeye ve sevilmeye açıktı. Bu nedenle de kendisine ilgi gösteren kişiye aşırı bir bağlılık duyardı. Onun bu halleri bana annesini hatırlatırdı. Ama yine de annesine benzediğini söyleyemezdim, çünkü bu çocuk bir kumru kadar uysaldı. Ses tonu çok tatlı, sözleri anlamlı, fakat asla tutkulu, çılgınca değildi. Gönlünde derin bir sevgi yaşıyordu. İyi huyları saymakla bitmezdi. Ama kusurları da yok değildi elbette. Şımarmaya eğilimliydi. Ne kadar uysal olursa olsun, bir çocuğun üstüne gereğinden fazla düşülürse, biraz inatçı olur. Bu da Catherine'de de fazlasıyla vardı. Ola ki hizmetçilerden biri canını sıkacak olsun, küçükhanım hemen tavrını koyar, onu, babasına şikâyet etmekle tehdit ederdi. Babasına öyle bir düşkünlüğü vardı ki, adamın bir tek sert bakışı, kızcağızın yüreğini parçalardı. Zaten ben, babasının ona sert davrandığına hiç tanık olmadım. Bay Linton, kızının eğitimini tümüyle kendi üstlenmişti. Bu iş, onun için bir avunma, bir mutluluk kaynağıydı. Neyse kız da, oldukça iyi bir öğrenciydi; hem uyanık ve meraklı, hem de istekli olduğundan, her şeyi çarçabuk kavrayıveriyor, babası da emeklerinin boşa çıkmadığını görerek seviniyordu.
On üç yaşına gelene kadar kızı, bahçe kapısından dışarı salmadık. Yalnız, arada sırada Bay Linton, onu alarak gezmeye götürürdü. Ayrıca bu gezintiler sırasında evden ancak birkaç mil uzaklaşırlardı. Kız, 'Gimmerton' adını duymuş olmakla birlikte, orayı hiç görmemişti. Yaşadığı evin dışında bulunduğu tek yer, köydeki kiliseydi. Uğultulu Tepeler ile Heathcliff'in varlığından bile haberi olmayan Catherine, kelimenin tam anlamıyla dört duvar arasında yaşıyor ama halinden de memnun görünüyordu. Onu bazen odasında, pencerenin başında oturmuş, dışarıyı izlerken bulurdum. İşte o zaman bana döner:
"Nelly, ben ne zaman şu karşıki tepelere çıkabileceğim? Onların arkasında ne var, deniz mi?" diye sorardı.
"Hayır, Bayan Cathy," diye cevap verirdim, "Yine tepeler var, tıpkı bunlar gibi."
Bir defasında da, "Şu sarı kayaların dibinde durup aşağı bakınca acaba nasıl görünüyorlar?" diye sordu.
Penistone kayalarının dimdik gökyüzüne yükselişleri onu oldukça ilgilendiriyor, hele bütün kırlar gölgelerle kaplıyken, bu kayalarla tepelerin gün ışığında pırıl pırıl parlaması, onda büyük bir merak uyandırıyordu. Kendisine, onların birer taş yığını olduğunu, aralarında bodur ağaçlara bile yetecek kadar toprak bulunmadığını anlattım.
Bunun üzerine, "Peki ama, buralarda çoktan akşam olduğu halde, onlar niye hâlâ ışıl ışıl?" diye sordu.
"Bizden çok daha yüksekteler de ondan," diye yanıtladım, "Oralara tırmanmak da senin harcın değil, çünkü hem çok yüksek, hem de çok diktir. Kışın don, önce orada başlar, sonra buralara gelir. Kuzeydoğu yönündeki şu kapkara kovuk var ya, işte ben orada yaz ortasında bile kar görmüşümdür."
Sevinçli sevinçli, "Aaaa! Sen oraya tırmandın demek!" diye bağırdı. "Öyleyse ben de büyüyüp kadın olunca oraya gidebilirim. Babam da oraya gitti mi?"
Hemen cevap verip, "Baban da söyler ya küçükhanım, oraya gitmeye hiç değmez," dedim, "Onunla birlikte dolaştığın kırlar, oradan çok daha güzel; hele Thrushcross bahçesi, dünyanın en şirin yeridir."
"Ama ben bahçeyi biliyorum; kayaları ise bilmiyorum," diye, kendi kendine mırıldandı. "Şu en yüksek noktaya çıkıp da çevremi izlemek çok hoş olur sanırım. Bir gün küçük midillim Minny beni oraya götürür elbet."
Hizmetçi kızlardan birinden de perili mağarayı duyunca, oraya gitmekten başka bir şey düşünemez oldu. Bay Linton'ı sıkıştırdı, o da biraz daha büyüdükten sonra gitmesine izin vereceğine söz verdi. Ama Catherine, bu tepeleri aklından çıkarmıyor, hiç durmadan: "Penistone kayalarına gidecek kadar büyüdüm mü, artık?" diye soruyordu. Ancak oranın yolu Uğultulu Tepeler'in yakınından geçiyordu. Edgar ise oraya yaklaşmayı hiç istemiyor, bu yüzden kızına her defasında, "Hayır yavrum, hayır, az daha büyü..." diyordu.
Bayan Heathcliff'in, kocasını terk edip gitmesinden sonra on iki yıl daha yaşadığını söylemiştim. Zaten Linton'ların hepsi zayıf, güçsüz ve dayanıksız insanlardı. Bu yüzden ne Isabella, ne de Edgar bu çevre halkı gibi gürbüz ve sağlıklı insanlardı. Isabella Heathcliff'in son hastalığı neydi bilmiyorum, ama hepsi aynı dertten öldüler sanırım; yani bir çeşit humma. İlk zamanlar ağır ilerleyen, tedavisi olmayan, sonlarına doğru ise insanın ömrünü tüketip bitiriveren bir humma... Isabella, ağabeyine yazdığı son mektupta, dört aydır kendini pek iyi hissetmediğini, kendi sonunun da yaklaştığını, mümkünse gelmesini, çünkü yola koyması gereken birçok işi olduğunu yazmıştı. Ağabeyi ile son bir defa görüşmek, hem de Linton'ı kendi eliyle ona teslim etmek istediğini bildiriyordu. Ayrıca Linton'ın kendi yanında kaldığı gibi, dayısının yanında da kalabileceği umudunu beslemekteydi. Babasının onu okutup büyütme zahmetine katlanmayacağını yazıyor, daha doğrusu buna kendini inandırmaya çalışıyordu. Bey, kız kardeşinin bu dileğini yerine getirmekten hiç çekinmedi. Çok önemli durumlarda bile evinden çıkmadığı halde, bu mektup üzerine uçar gibi gitti. Giderken de Catherine'i bana, benim sadakatime ve uyanıklığıma emanet etti. Ayrıca benimle bile, kızın bahçe kapısından dışarı çıkarılmamasını sıkı sıkı tembihledi. Ama kızının yalnız başına gidebileceği aklına bile gelmemişti.
Bey'in bu ayrılığı üç hafta sürdü. Catherine bir iki gün kitaplığın bir köşesine çekilip oturdu. Öyle üzgündü ki, ne kitap okuyor, ne de oyun oynuyordu. Böyle uslu uslu oturduğu sürece de, bana hiç yük olmadı. Ama sonraları, canı sıkılmaya başladı. Oysa benim işim başımdan aşkındı. Üstelik onu eğlendirmek için oradan oraya koşturabilecek yaşta da değildim. Bu yüzden kızın kendini oyalayabileceği bir yol buldum, onu bazen yaya, bazen midillisiyle Grange sınırları içinde dolaşmaya salıveriyor, döndükten sonra da gerçek ya da uydurma serüvenlerini sabırla dinliyordum.
Yaz mevsiminin ilk günlerini yaşıyorduk. O da, yalnız başına yaptığı bu gezintilerden öylesine hoşlanıyordu ki, çoğu günler ne yapıp ediyor, sabah kahvaltısından ikindiye kadar dışarda kalıyor, eve döndükten sonra da, uydurduğu hikâyeleri anlatarak uyku saatine kadar vakit geçiriyordu. Grange sınırları dışına çıkacağından korkum yoktu, çünkü bahçe kapılarının hepsi kilitliydi. Hatta ardına kadar açık olsa bile, çıkıp uzaklaşacağını sanmıyordum. Ne yazık ki bu güvenim boşa çıktı. Bir sabah Catherine karşıma dikilip, kendisinin bir Arap tacir olduğunu, kervanı ile çölü geçeceğini, hem kendi hem de hayvanları için bol bir yolluk hazırlamamı söyledi; hayvanları üç deve ile bir attı. Üç deve dediği ise iri bir tazı ile iki zagardan başka bir şey değildi. Türlü türlü yiyecekler hazırlayıp bir sepete doldurarak eyerin bir yanına astım. Başında, onu temmuz güneşinden koruyacak geniş kenarlı, tül peçeli şapkası olduğu halde, bir peri kızı gibi sevinçle atına atladı. Dörtnala gitmemesi ve eve de erken dönmesi için verdiğim öğütleri bir kahkaha ile keserek, atını sürdü gitti. Yaramaz çocuk, çay vakti olduğu halde hâlâ görünmedi. Yolculardan yalnız birisi geri dönmüştü; o da, hem yaşlı, hem rahatına düşkün kocaman tazıydı. Ama ne Cathy, ne midilli, ne de iki zagar ortalıklarda yoktu. Her tarafa adamlar saldım, sonunda kendim aramaya çıktım. Grange sınırındaki fidanlığın çitini onarmaya çalışan bir çiftçiyle karşılaştım. Ona, küçükhanımı görüp görmediğini sordum.
"Sabahleyin görmüştüm," diye yanıtladı. "Bana bir fındık dalı kestirdi, sonra da atını, şuradan, çitin en alçak yerinden atlattığı gibi dörtnala gözden kayboldu."
Bunu duyunca beynimden vurulmuşa döndüm. Aklıma ilk gelen şey, Penistone kayalarına gittiğiydi. Adamın onarmakta olduğu bir aralıktan geçerek şoseye doğru yöneldim. içimden, "Başına bir şey gelmese bari," diye dua ediyordum. Yarışa çıkmış gibi durmadan yürüdüm, millerce yol aldım, derken bir dönemeçte, karşıma Uğultulu Tepeler çıktı. Ama çevrede Catherine'den hiç bir iz yoktu. Penistone kayaları Bay Heathcliff'in evinden bir mil kadar ötededir; yani Grange'den dört mil uzak. Ancak ben oraya varmadan gece karanlığı bastırabilirdi. Korkmaya başladım. "Ya kayalara tırmanırken kayıp düştüyse?" diye düşünüyordum. "Ya bir yerleri kırılmış, ya da ölmüşse ben ne yaparım?" Bu kuşkular gerçekten içimi ürpertiyordu. Heathcliff'in çiftlik evinin yanından hızla geçerken, zagarların en azılısı Coli'yi bir pencerenin altında, kafası şişmiş, bir kulağı kan içinde uzanır görünce seviniverdim. Bahçe kapısından geçip, evin kapısına koştum, açmaları için olanca gücümle vurmaya başladım. Kapıyı, eskiden Gimmerton'da oturan tanıdığım bir kadın açtı. Bay Earnshaw öldükten sonra buraya hizmetçi olarak gelmişti.
"Aaa!" dedi, "Belli ki küçükhanımı aramaya çıkmışsın. Korkma, korkma. Kız burada, sapasağlam; neyse ki Bey yok."
Ben soluk soluğa, "Demek Bey evde yok, öyle mi?" diye sordum; hızlı yürümekten soluğum kesilmişti.
"Hayır, hayır," dedi kadın, "O da, Joseph de yok. Bir iki saatten önce döneceklerini de sanmam. Buyur gir de azıcık dinlen."
İçeri girdim, bir de ne göreyim, bizim küçük Catherine, annesinin çocukken oturduğu sandalyeye kurulmuş, öne arkaya sallanıp duruyor. Şapkasını duvara asmış, sanki kendi evindeymiş gibi rahat, neşeli neşeli Hareton'a bir şeyler anlatıyor, kahkahalarla gülüyor; iriyarı güçlü bir delikanlı olan Hareton da onu, hem merak, hem de şaşkınlıkla izliyordu. Cıvıl cıvıl küçük kızın durmaksızın anlattıklarının, sorduğu soruların birçoğunu anlamadığı belliydi.
Sevincimi göstermedim, suratımı asarak, "Aferin, aferin, küçükhanım!" dedim, "Baban gelinceye kadar bir daha izin falan yok sana! Bir daha kapının eşiğinden dışarı ayağını attırmayacağım, yaramaz kız!"
Yerinden fırlayıp koşarak yanıma geldi, "Aaa, Nelly!" diye neşeyle bağırdı. "Bu akşam sana anlatacak öyle güzel şeylerim var ki... Artık beni buldun işte. Sen hiç ömründe buraya gelmiş miydin?"
"Hadi şu şapkayı giy, doğru eve," dedim. "Doğrusu sana çok kızdım, Bayan Cathy. Son derece kötü bir şey yaptın. Somurtmanın da, ağlamanın da hiç yararı yok. Bana çektirdiğin üzüntüyü bilmiyorsun!.. Dört bir yana koşturup her yerde seni aradım. Hele Bay Linton'ın kızı evden uzaklaştırma diye sıkı sıkı tembih edişini hatırladıkça!.. Böyle başını alıp gitmen, olur şey değil! Bu da senin ne kurnaz bir tilki olduğunu gösteriyor. Bundan böyle sana kimse inanmaz!"
"Ben ne yaptım ki?" diye haykırdı, sonra birden kendini tutarak, "Babam bana hiçbir şey tembih etmedi. O bana kızmaz... Babam senin gibi sinirli değildir!" dedi.
"Hadi, hadi bakalım!" diye tekrarladım, "Dur, şapkanın kurdelesini bağlayayım. Yoo, huysuzluk etmek yok. Aman ne ayıp! On üç yaşında koskoca bir kız oldun, ama hâlâ bebek gibi davranıyorsun!"
Bu sözleri kızın şapkasını başından atıp, ocağın yanına, benim ulaşamayacağım bir yere kaçması üzerine söylemiştim.
Hizmetçi kadın da, "Yoo!.." dedi, "Bu güzel kızı böyle azarlama, Bayan Dean. Onu biz alıkoyduk, yoksa küçükhanım senin merak edeceğini düşünerek hemen gitmek istiyordu. Hareton, 'Ben götüreyim,' dedi. Ben de yerinde buldum, çünkü bu tepelerde yollar çok kötü."
Bu konuşmalar sırasında elleri ceplerinde öylece duran Hareton, ağzını açıp tek kelime söylememişti. Benim ortaya çıkıp işleri karıştırmamdan hoşlanmadığı anlaşılıyordu.
Kadının araya girmesini duymazlıktan gelerek, "Daha ne kadar bekleyeceğim?" diye devam ettim. "On dakika sonra karanlık basacak. Midillin nerede Bayan Cathy? Phoenix nerede? Çabuk olmazsan bırakır giderim; gerisini keyfin bilir artık."
"Midilli avluda," diye cevap verdi kız; "Phoenix de şurada kapalı duruyor. Isırdılar onu... Coli'yi de ısırdılar. Sana hepsini anlatacaktım, ama yine öfken üstünde, beni bir türlü dinlemiyorsun ki."
Şapkasını yerden aldım, giydirmek için yanına yaklaştım. Ama o, ev halkının kendisinden yana çıktığını anlayınca, zıplaya zıplaya kaçtı. Peşinden kovalamam üzerine de, eşyaların üzerinden atlamaya, masaların altından geçmeye, dolapların arkalarına saklanmaya başladı. Beni de güç bir duruma düşürmüştü. Hareton'la kadın, kahkahalarla gülüyorlardı. O da onlarla bir oldu, hatta daha da ileri gitti. Öyle ki, sonunda dayanamayıp öfkeyle şöyle bağırdım:
"Ama Bayan Cathy, bu evin kimin evi olduğunu bilsen, hiç durmaz hemen kaçar giderdin."
Kız, Hareton'a dönerek, "Burası sizin babanızın değil mi?" diye sordu.
Delikanlı, utanıp kızararak yere baktı, "Yo," dedi. Kızın yüzüne bakmasına bir türlü dayanamıyordu. Oysa ikisinin gözleri, birbirinin hemen hemen aynısıydı.
Kız, "Kimin öyleyse... Senin Bey'inin mi?" diye sordu.
Delikanlı bu kez kıpkırmızı kesildi. Ama utançtan değildi. Çocuk çok farklı bir duygu yaşıyordu. Bir küfür savurduktan sonra, arkasını döndü.
İnatçı kız bana sordu, "Kim bunun Bey'i? Deminden beri hep; 'bizim ev, bizimkiler' diyordu, ben de onu, evin oğlu sanmıştım. Üstelik bana, 'Bayan' diye de hitap etmedi. Bu evin hizmetlisiyse böyle davranması gerekmez miydi?"
Catherine'in bu sözlerinin ardından Hareton'ın kıpkırmızı yüzü birden simsiyah oldu. Durum hiç de iyi değildi. Hemen küçük kızı sarstım, ardından da şapkasını giydirdim, artık yola çıkabilecektik.
Kız yine, akrabası olduğunu bilmediği delikanlıya dönerek sanki Grange'deki bir seyis yamağına emrediyormuş gibi, "Hadi bakalım, atımı getir!" dedi, "İstersen benimle gelebilirsin. Bataklıktaki cin yuvasını görmek istiyorum. Sonra o dediğin periler ne iş yaparmış, anlatırsın bana. Ama çabuk ol! Hâlâ ne duruyorsun? Atımı getir diyorum sana."
Delikanlı, "Seni cehennemin dibine yollarım, gene de senin hizmetkârın olmam," diye homurdandı.
Catherine şaşırmıştı. "Nereye yollarım, dedin?" diye sordu.
"Cehennemin dibine... Şımarık cadı!"
Hemen araya girdim. "Al bakalım Bayan Cathy! Ne biçim insanlarla arkadaşlık etmeye geldiğini gör işte!" dedim, "Genç bir hanımın önünde söylenecek ne kibar sözler! Lütfen onunla tartışmaya başlama! Hadi gel, Minny'yi biz bulalım ve sonra da alıp başımızı gidelim."
Şaşkınlıktan gözleri iri iri açılmış olan kız, "Ama Nelly," dedi, "Bana, ne cesaretle böyle sözler söyledi? Hem, dediğimi yapmak zorunda değil mi? Kötü yaratık! Söylediklerinin hepsini babama anlatacağım. Bak göreceksin!"
Hareton, verilen bu gözdağına da aldırış etmedi. Kızın öfkeden gözleri dolu dolu olmuştu. Kadına dönerek, "Midilliyi sen getir," dedi, "Köpeğimi de çabuk bırak!"
"Yavaş olun, küçükhanım," dedi kadın, "terbiyeli davranmakla bir şey kaybetmezsiniz. Bay Hareton, Bey'in oğlu değil, ama sizin kuzeninizdir. Üstelik ben de size hizmet etmek için tutulmadım."
Catherine küçümseyen bir kahkaha atarak, "O mu, benim kuzenim?" diye bağırdı.
Kadın, "Elbet ya!" dedi.
Kız çok kötü olmuştu. "Ellen, ne olursun, böyle şeyler söyletme şunlara," dedi, "Babam kuzenimi alıp getirmek için Londra'ya gitti. Benim kuzenim bir Bey çocuğudur. Bu benim nasıl..." Birdenbire sustu; hüngür hüngür ağlamaya başladı. Böylesine kaba saba biriyle akraba olma düşüncesi bile kızı altüst etmişti.
"Hişşt, hişşt!.." diye fısıldadım, "İnsanın birçok, hem de çeşit çeşit kuzenleri olabilir Bayan Cathy, hiç olmaması daha kötü değil mi? Kaldı ki, hepsiyle konuşmak zorunda da değilsin. Hele, kötü olanları ile..."
"Ama bu değil... bu benim kuzenim değil Nelly!" dedi. Düşündükçe daha büyük bir üzüntü duyarak, kendini kollarımın arasına attı; sanki bu düşünceden kurtulmak için bana sığınmak istiyordu.
Gizli kalması gereken şeyleri ortaya döktükleri için küçükhanıma da, hizmetçi kadına da çok kızmıştım. Küçükhanım, Linton'ın yakında geleceğini söylemişti ki, bunu elbette Bay Heathcliff'e duyuracaklardı. Diğer taraftan babası gelir gelmez Catherine'in ilk işi, kadının söylediği gibi bu kaba saba delikanlının gerçekten yeğeni olup olmadığını sormak olacaktı. Bu arada Cathy tarafından çiftlik yanaşması sanılan Hareton'ın kızgınlığı da geçmişti. Catherine'in haline de acımış olmalı ki, midilliyi kapının önüne çektikten sonra, köpek kulübesinden paytak bacaklı bir Teriyer yavrusu getirerek, kızı sakinleştirmeye çalıştı. Sonra da, artık ağlamamasını, çünkü laflarıyla onu üzmek istemediğini söyledi. Kız hıçkırıklarını keserek, ona şaşkılık ve korkuyla baktı, sonra yeniden ağlamaya başladı.
Catherine'in bu zavallı delikanlıya karşı duyduğu antipatiye gülmekten kendimi alamadım. Oysa Hareton güçlü kuvvetli, sağlam, dayanıklı ve yakışıklı bir gençti. Yalnız üstü başı pek düzgün değildi, üzerinde çiftlikteki günlük işlerine uygun bir kılık vardı; kırlarda gezen, tavşan ve kuş etiyle karnını doyurmaya alışık bir köylüye benziyordu. Üstelik, babasından daha soylu bir kişiliğe sahip olduğu yüzünden okunmaktaydı. O, sık, yaban otlarının sardığı bir toprak gibiydi; iyi cins ürünler de veriyordu elbette. Bu iyi cins ürünler filiz vermiş ancak, alabildiğine gelişip serpilen ayrık otlarının ortasında bakımsız kalmıştı işte, değişik ve uygun koşullarda, bol ve bereketli ürün verebilecekti bu toprak. Bay Heathcliff'in, ona eziyet ettiğini, ceza verdiğini sanmıyorum. Çünkü, Bay Heathcliff'in ona güç gösterisinde bulunabileceği kadar zayıf ve çelimsiz biri değildi. Tam tersine, dayanıklı ve gözüpek bir gençti. Çok şükür kendini hırpalatacak kadar ürkek de değildi. Heathcliff bütün kötülüğünü, çocuğu bir hayvan gibi yetiştirmekte kullanıyor olsa gerekti. Okuyup yazma öğretmemişti. Heathcliff'in canını sıkmadığı sürece yaptığı yanlışlara hiç karışılmamış; ona doğru yolu bu kötüdür, bunu yapma diye hiçbir zaman göstermemiş, hiçbir engel, hiçbir yasak koymamıştı. Duyduğuma göre, çocuğun kötü yetişmesinde Joseph'in de payı olmuştu; dar kafalı ihtiyar, sonunu hiç düşünmeden devamlı çocuğun tarafını tutmakla, farkında olmadan ona zarar vermişti. Onu, bu köklü ailenin lideri olarak görmüş ve sürekli şımartmış, her hareketini hoş görmüştü. Geçmişte, "Bey'in kendisini içkiye vermesinin nedeni, Heathcliff ile Catherine Earnshaw'dur. Bu çocuklar uygunsuz davranışlarıyla Bey'in sabrını taşırıyorlar, o da bu yüzden içiyor," diyorsa, şimdi de, Hareton'ın bütün kötülüklerinin günahını, onun servetini ele geçirmiş olan Heathcliff'in omuzlarına yüklüyordu. Çocuk küfretse Joseph sesini çıkarmıyor, kötü bir hareket yapsa düzeltmiyordu. Anlaşıldığı kadarıyla onun bu kötü gidişi Joseph'in hoşuna bile gitmekteydi, çünkü ona göre, delikanlı için nasıl olsa bir kurtuluş yoktu. Ruhu nasıl olsa cehenneme gidecekti, ama bunun hesabını verecek olan da Heathcliff'ti. Bu da Joseph'in gönlüne büyük bir rahatlık veriyordu. Hareton'a, soyu ile övünmesini öğretmişti. Eğer cesaret edebilse çocuğun içine Tepeler'in yeni sahibine karşı nefret tohumları da ekecekti; ama Ondan Tanrı gibi korkuyordu. Bu yüzden, Heathcliff'e olan gerçek duygularını ancak kendi kendine, içten içe lanetlemelerle dile getirmekteydi. Bunları anlatmakla Uğultulu Tepeler'de yaşayanların, o günkü yaşayışlarını çok iyi bildiğim sanılmasın; bildiklerimin çoğu söylentilere dayanmaktadır. Çünkü pek azını gözlerimle gördüm. Köylüler, Bay Heathcliff'in, ortakçılarına karşı eli sıkı, sert, insafsız bir toprak ağası olduğunu söylüyorlardı. Ama evin içi, bir kadının çekip çevirmeye başlamasıyla yeniden, o eski günlerdeki rahatlığını kazanmıştı. Hindley zamanında hiç eksik olmayan, gürültü patırtılı içki âlemleri de yoktu artık. Bey, iyi ya da kötü herhangi biriyle dostluk kuramayacak derecede üzgün ve içine kapanıktı. Bugün de öyledir.
Neyse, bunları anlatayım derken benim hikâyem olduğu yerde kaldı: Bayan Cathy, barışmak üzere verilen köpek yavrusunu kabul etmeyip, kendi köpeklerini Coli ile Phoenix'i istedi. Hayvanlar başları öne sarkmış, topallaya topallaya geldiler. Hepimiz üzgün evin yolunu tuttuk. Küçükhanımımdan bütün gün neler yaptığını bir türlü öğrenemedim. Yalnız şunları anlattı: Benim de tahmin ettiğim gibi, asıl niyeti Penistone kayalığına gitmekmiş. Çiftlik evinin bahçe kapısına kadar kayda değer hiçbir şey olmamış. Tam o sırada Hareton da, ardında birkaç köpekle birlikte kapıdan çıkmaktaymış. Köpekler kızın yol arkadaşlarına saldırmışlar. Sahipleri ayırıncaya kadar da dalaşmışlar. Bu olay da küçük kızla delikanlının tanışmasına yol açmış. Catherine, Hareton'a kim olduğunu, nereye gitmek istediğini söylemiş. Sonunda oğlanı kendisiyle birlikte kayalıklara gitme konusunda ikna etmiş. Hareton ona, Perili Mağara başta olmak üzere birçok garip yerlerin öykülerini anlatmış. Ancak ben gözden düşmüştüm. Bu yüzden de Cathy'nin gördüğü ilgi çekici şeyleri dinleme mutluluğuna eremedim. Yalnız, anladığıma göre Catherine, kılavuzundan pek hoşlanmıştı. Ancak bu sempati, ona hizmetçiymiş gibi emir vermeye kalkıp, kadının da, "O senin kuzenin," dediği ana kadar sürmüştü. Üstelik delikanlının sözleri de yüreğine işlemişti. Grange'de herkesin, "yavrum", "birtanem", "kraliçem", "meleğim" derken, bir yabancının böyle hakaret etmesi, olur şey değildi! Bunu bir türlü aklı almıyordu. Olup biteni babasına anlatıp, şikâyet etmeyeceği sözünü alıncaya kadar akla karayı seçtim. Ona, babasının Tepe'de oturanların hiçbirinden hoşlanmadığını, oraya gittiğini duyunca nasıl üzüleceğini anlattım. Ama emirlerini yerine getirmediğim için asıl bana çok kızacağını, belki bu yüzden beni kovabileceğini de söyledim. İşte Cathy buna dayanamazdı ve bana söz verdi. Benim iyiliğimi düşünerek de bu sözünü tuttu. Zaten oldum olası çok çok tatlı bir kızdı.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top