XVII
O cuma günüyle birlikte, sıcak havalara da veda ettik. Akşam üzeri, hava birdenbire bozdu. Lodos gitti, poyraz çıktı. Yağmurun hemen ardından sulusepken bir kar yağmaya başladı. Ertesi gün öyle bir kış sabahıyla uyandık ki, son üç haftadır yaz günlerinin tadını çıkartıyor olduğumuza neredeyse inanamayacaktık. Rüzgârın savurduğu karlar, hatmi çiçekleri ile sarı çiğdemlerin üzerini örtmüş, ötüşüp duran tarla kuşlarının sesleri duyulmaz olmuş, soğuk hava erken çiçek açan ağaçları soldurarak, karartmıştı. İnsanı kedere boğan, iç sıkıcı, soğuk bir sabahtı. Bey, odasından çıkmamıştı. Ben de, salonun boş kalmasını fırsat bilerek, oraya yerleşmiş ve odayı bir çocuk yuvasına dönüştürmüştüm. Bir oyuncak bebekten farkı olmayan ve hiç durmadan ağlayan çocuğu dizime yatırmış pışpışlıyor, bir yandan da pencereden dışarı bakıp havada uçuşarak, camın pervazında üst üste yığılan karları izliyordum. Sonra birden kapı açıldı. Nefes nefese kalmış biri gülerek içeri girdi. Bir an için öfkem, merakımı bastırdı. Güleni, hizmetçi kızlardan biri sanarak:
"Şşş! Sessiz ol!" diye bağırdım. "Böyle aptal aptal gülmenin sırası mı? Bay Linton duyacak olsa, ne der?"
Tanıdık bir sesti bu; "Özür dilerim," diye cevap verdi. "Ama Edgar odasında, yatıyor, biliyorum. Ancak bir türlü gülmeme engel olamıyorum."
Konuşmakta olan kişi hâlâ soluk soluğaydı, bir eliyle göğsüne bastırıyordu. Ocağın başına yaklaştı.
Kısa bir sessizliğin ardından, "Ta Uğultulu Tepeler'den buraya koşarak geldim!" dedi. "Yolun yarıdan fazlasını da uçarak aştım desem, yeridir. Kaç kere, paldır küldür yuvarlanıp düştüm, bilmiyorum. Ah, her tarafım acıyor! Dur, acele etme hemen; bir kendime geleyim, tek tek anlatacağım her şeyi. Ama senden bir şey istiyorum, ne olur, ben soluklanana kadar bir koşu gidip söyle de, arabayı hazırlasınlar. Gimmerton'a döneceğim. Ha bir de söyleyiver, hizmetçilerden biri, dolabımdan giyebileceğim bir şeyler getirsin."
Gelen Bayan Heathcliff'di. Ama doğrusu hiç de gülebilecek durumda değildi. Sarı saçları, yağmur ve kardan sırılsıklam olmuş, püskül püskül omuzlarından aşağı sarkıyordu. Üzerinde, konumuna hiç de uygun düşmeyen, ancak yaşına oldukça uygun, genç kızlığında giydiği türden, kısa kollu, yakası açık, ince ipekliden bir elbise vardı; elbise ıslanmış, vücuduna yapışmıştı; başında ve boynunda hiçbir şey yoktu. Ayağına ince terlikler geçirmişti. Kulağının altında oluk oluk kanayan derin bir yara vardı. Dondurucu soğuk bile kanamayı tam olarak durduramamıştı. Yüzü gözü tırmalanmıştı, her tarafı yara bere içindeydi. Yorgunluktan ayakta duramayacak bir haldeydi. Bu bitkin halini görür görmez kapıldığım korkunun derecesini siz düşünün.
"Küçükhanımcığım," dedim. "Üstünüzdekilerin hepsini çıkarıp kuruları ile değiştirmedikçe, ne yerimden kalkar, ne de bir tek lafınızı dinlerim. Sonra, bu gece Gimmerton'a da gidecek değilsin, bu yüzden arabanın hazırlanmasına da hiç gerek yok."
"Mutlaka gideceğim," dedi. "İster yaya, ister arabayla, mutlaka gideceğim. Ama elbiselerimi değiştirme konusunda seninle aynı fikirdeyim. Sonra... Ayy, bak boynumdan aşağı nasıl kanlar akıyor! Çok sızlıyor ve ateş gibi de yanıyor."
Verdiği emirleri yerine getirmedikçe, yarasına el sürdürmemekte inat etti. Ancak arabayı hazırlamaları söylendikten, bir hizmetçi kızı da gerekli giyecekleri bohçalamak üzere gönderdikten sonra, yarasını sarmama ve üstündekileri değiştirmesi için ona yardım etmeme razı oldu.
Elbiselerini değiştirip yarasını sardıktan sonra ona bir bardak çay verip ocağın başındaki koltuğa oturttum. Bayan Heathcliff, "Şimdi karşıma otur Nelly," dedi. "Yalnız zavallı Catherine'in bebeğini bir yere bırak, onu görmek istemiyorum. Odaya tıpkı bir deli gibi girdim diye, Catherine için üzülmediğimi sanma; ben de ağladım, hem de günlerce gözyaşı döktüm... Hatırlarsın onunla dargın ayrılmıştık, bu yüzden kendimi hiç bağışlamayacağım. Ama ne olursa olsun, diğerinin acısını da paylaşacak değilim. Ah canavar! Çabuk uzat bana şu ocak demirini! Bende artık bundan başka bir şeyi kalmadı." Yüzük parmağındaki halkayı çıkartıp yere attı. Çocukça bir öfkeyle çiğneyerek, "Onu da ezeceğim! Hem de yakacağım!" dedikten sonra, eğri büğrü yüzüğü yerden alıp, korların arasına fırlattı. "Tamam!" dedi. "Beni bir daha eline geçirebilirse, yenisini satın alır. Burada kalmaktan çekiniyorum; çünkü, sırf Edgar'ı tedirgin etmek için, beni aramak bahanesiyle buraya gelebilir. Üstelik Edgar da bana karşı iyi davranmadı, biliyorsun. Ondan yardım isteyemeyeceğim gibi, başının daha fazla derde girmesini de istemem. Ben buraya, zorda kaldığım için sığındım, hatta Edgar'ın odasında olduğunu bilmeseydim, mutfaktan ileriye geçmez, orada biraz dinlenir, yüzümü yıkar, istediğim şeyleri sana getirtir, sonra hemen çıkar, şu uğursuz, insan kılığına girmiş zebaninin beni bulamayacağı bir yere giderdim. Ah, öyle bir öfkeliydi ki! Hele beni bir eline geçirebilseydi! Ne yazık ki, Earnshaw güç olarak onunla boy ölçüşecek bir durumda değil. Eğer Hindley onu altedebilecek güçte olsaydı, geberdiğini gözümle görmeden kaçar mıydım?"
"Aaa, bu kadar hızlı konuşma küçükhanım!" diye sözünü kestim, "Boynuna sardığım bezi düşürürsen, yaran yeniden kanamaya başlar. Çayını iç, biraz nefes al, bir de şu gülmeyi bırak artık. Bu evde, hem de şu durumda gülmenin hiç anlamı yok doğrusu!"
"Çok doğru," diye cevap verdi. "Şu çocuk da durmadan vıyaklıyor! Şunu bir saatliğine olsun uzaklaştır da, sesini işitmeyeyim. Zaten daha fazla kalmayacağım."
Çanı şıngırdatıp, gelen hizmetçi kıza bebeği verdim, sonra ona dönerek, Uğultulu Tepeler'den böyle apar topar kaçışının nedenini sordum. Peki bizimle kalmak istemediğine göre, acaba nereye gitmeyi düşünüyordu?
"Burada kalsam iyi olurdu, isterdim de," diye cevap verdi. "Böylece hem Edgar'ı avutur, hem de bebeğe bakardım. Sonra Grange benim asıl yuvam, ama söylediğim gibi o, beni burada rahat bırakmaz! Günden güne kendimi toparlayıp, neşelenmeme katlanabilir mi sanıyorsun... Bizim burada sakin sakin yaşadığımızı düşünerek, rahatımızı kaçırmadan durabilir mi? Artık, onun benden, yüzümü görmeye, sesimi duymaya bile katlanamayacak kadar nefret ettiğini bilmenin gönül rahatlığı içindeyim. Beni gördüğü zaman, yüzü ister istemez buruşuyor, iğrenç bir ifade alıyor. Bu biraz benim de kendisine karşı aynı duyguyu beslediğimi bilmesinden; biraz da, baştan beri içinde yeşerttiği kininden kaynaklanıyor. Nefreti o kadar şiddetli ki, eğer kaçabilirsem, beni yakalamak için İngiltere'nin altını üstüne getirmeye kalkacağını pek sanmıyorum. Ama yine de yeterince uzağa gitmem gerekiyor. İlk zamanlar istediğim gibi, onun beni öldürmesini de artık istemiyorum. Kendi canına kıyarsa, çok daha memnun olacağım! Kendisine karşı duyduğum sevgiyi, kendi isteğiyle söndürdü. Bu yüzden de içim rahat. Evet, onu nasıl sevmiş olduğumu hâlâ hatırlayabiliyorum. Hatta yine de sevebileceğimi düşünüyorum... Ama, yok, yok! Benim için deli divane bile olsaydı, o iblis ruhu bir yerden kendisini belli ederdi mutlaka. Onu o kadar iyi tanıdığı halde, bu kadar çok sevmesi için Catherine'in sapık zevklere sahip olması gerekirdi. Canavar! Onun hem bu dünyadan, hem de benim hafızamdan silinip gittiği günü bir görsem!"
"Sus, sus! O da bir insan," dedim. "Biraz insaflı ol. Ondan da kötüleri var!"
"O, insan değil," diye karşılık verdi. "Benden insaf beklemeye de hiç hakkı yok. Ben ona kalbimi verdim, aldı, parçalayıp öldürdükten sonra geri fırlattı. İnsanlar kalpleriyle hisseder Nelly. O benimkini yok ettiğine göre kendisine acımama imkân yok. Ölünceye kadar inlese, Catherine için kanlı gözyaşları da dökse yine acımam. Hayır, hiç, hiç acımam..." Durdu ve ağlamaya başladı, ama hemen kirpiklerindeki yaşları silerek devam etti: "Nasıl olup da, en sonunda kaçmaya karar verdiğimi sormuştun; kaçmak zorunda kaldım; çünkü onu, eziyet etmekten aldığı zevki bile unutturacak kadar çok öfkelendirmeyi başarmıştım. Bir insanın, sinirlerini kızgın bir maşayla teker teker çekip koparması, kafasına vurup yere sermesi için çok fazla serinkanlı olması gerekir. Öfkeden kudurmuş gibiydi. O her zaman böbürlendiği şeytansı soğukkanlılığını bir yana bırakıp, çok daha tehlikeli şeyler yapmaya başlamıştı. Onu çileden çıkarabildiğim için büyük bir zevk duydum. Bu duygu bende, kendimi koruma içgüdüsünü uyandırdı. Böylece kaçıp geldim. Yeniden eline düşersem, bütün öcünü almadan yakamı bırakmaz.
"Biliyorsun, Bay Earnshaw'un dün Catherine'in cenaze töreninde bulunması gerekiyordu. Bu yüzden içmeyip, ayık kalmak istedi, elbette mümkün olduğu kadar. Yani sabahın altısında zil zurna yattı. Öğleyin kalktığında hâlâ sarhoştu. Uyandığında da sıkıntıdan patlayacak gibiydi. Değil kiliseye, baloya bile gidecek durumu yoktu. Bu yüzden de ocağın başına oturup kadeh kadeh konyakla cin yuvarladı.
"Heathcliff'in adını anarken bile tüylerim diken diken oluyor. Geçen pazar gününden bu yana eve adeta bir yabancı gibi girip çıkmıştı. Onu gökteki melekler mi besliyorlardı, yoksa, cehennemin dibindeki hısımları mı, bilmiyorum. Yalnız, hemen hemen bir haftadır bizimle bir defa olsun sofraya oturmamıştı. Sabaha karşı eve geliyor, doğruca odasına çıkıyor, kapısını kilitliyordu... Sanki herkes onunla konuşmaya can atıyormuş gibi! Odasında, Methodistler gibi dua edip durdu, ama yalvarıp yakardığı Tanrısı, cansız toz topraktan ibaretti. Tanrı'ya seslenirken de, O'nu, kendi öz ataları, hatta kara suratlı kendi öz babası ile karıştırmaktaydı! Ardı arkası kesilmeyen ve sesi kısılıncaya kadar süren bu paha biçilmez yakarışları, boğazı kuruyup da sona erince, dışarı çıkıyor, doğru Grange'e gidiyordu. Edgar'ın neden bir polis çağırarak onu içeri attırmadığına doğrusu şaşıyordum! Bana gelince Catherine için üzülmekle birlikte, onun o insanı küçük düşüren baskısından kurtulduğum bu bir haftayı bayram saymamak elimde değildi.
"Öyle ki, artık Joseph'in sonu gelmez vaazlarını ağlamadan dinleyebiliyor, evin içinde de korkak bir hırsız gibi çekine çekine dolaşmıyordum. Daha önce Joseph'in her söylediğine ağladığıma belki inanmazsın, ama o da, Hareton da, çekilir gibi değillerdi. 'Küçük Bey' ile, onun o sadık destekleyicisi, mendebur moruğun yanında olmaktansa; Hindley'le oturup, ağza alınmaz küfürlerini dinlemek bence daha iyiydi. Heathcliff evde olduğu zamanlar, çoğunlukla mutfağa sığınıp, onlarla arkadaşlık etmek ya da bomboş odalarda soğuktan titremek zorunda kalır, bu hafta olduğu gibi, evde bulunmadığı zamanlarda ise ocak başına bir sandalye ile bir masa çekip oturur, Bay Earnshaw kendi başına ne yaparsa yapsın ilgilenmezdim, o da bana karışmazdı. Zaten kendisini kızdıran olmazsa Hindley, eskisine göre daha sakin, daha somurtkan, daha bitkin, ama daha az öfkeliydi. Joseph, onun hepten değiştiğine emin olduğunu; 'Ateşle vaftiz edilmişçesine' yüreğine Tanrı korkusu düşüp, kurtuluşa erdiğini söylüyordu. Bu hayırlı değişmenin belirtilerini ben pek göremiyordum, ayrıca beni de hiç ilgilendirmiyordu.
"Dün akşam, köşeme çekilip, gecenin on ikisine kadar bazı eski kitapları gözden geçirdim. Dışarda kar fırtınası devam ediyordu. Aklım da mezarlığa takılmıştı. Tek başıma yukarı kata çıkmak hiç içimden gelmiyordu! Başımı kitaptan kaldırır kaldırmaz, gözlerimin önünde o hazin manzara canlanıyordu. Hindley, elini başına dayamış, karşımda oturmaktaydı. Belki o da aynı şeyi düşünüyordu. Zırvalama noktasına gelmeden, içmeyi bırakmıştı. İki üç saatten beri ne kımıldamış, ne de ağzını açmıştı. Evde, ara sıra pencereleri sarsan rüzgârın uğultusundan, yanan kömürlerin çıtırtısından, mumun fitilini keserken makasın çıkardığı şıkırtıdan başka ses yoktu. Hareton'la Joseph, herhalde çoktan yatmış, derin uykulara dalmışlardı. Ortalığı bir hüzün kaplamıştı. Bir yandan okuyor, bir yandan da içimi çekiyordum. Sanki dünyanın tadı tuzu kalmamıştı, bundan böyle düzeleceği de yoktu.
"Bu hazin sessizlik, mutfak mandalının tıkırdaması ile bozuldu. Heathcliff, birdenbire çıkan fırtına yüzünden olsa gerek, nöbetini her zamankinden erken bırakıp gelmişti. Kapı sürgülendiğinden öteki kapıdan girmek için çevreyi dolaştığını duyduk. Ayağa kalktım, o andaki duygularımın dudaklarımdan dökülmelerine engel olamadım. Mırıldandığımı duyan Hindley, dönüp yüzüme baktı.
"Onu beş dakika dışarda bekleteceğim, ne dersin?' dedi.
"'İyi olur, isterseniz bütün gece bekletin," diye cevap verdim. "Evet! Anahtarı kilide sokun, sürgüyü de sürün."
"Earnshaw, konuğu kapıya gelmeden bu işi tamamladı. Sonra sandalyesini benim oturduğum masanın diğer yanına çekti, eğilerek gözlerime baktı. Kendi gözlerinden fışkıran nefrete benzer bir duygu arıyor, görünüşü de, duyguları da bir caniyi andırıyordu. Ancak bende o kadarını bulamadı ama bulduğu kadarı da konuşmasına yetti:
"'Senin de, benim de şu dışarıdaki adamla görülecek büyük bir hesabımız var!' dedi. 'Eğer birer korkak değilsek, bu hesabı temizlemek için birleşiriz. Sen de ağabeyin gibi korkak mısın? Hiç karşılıkta bulunmadan, sonuna kadar boyun mu eğeceksin?'
"Benim de çekecek halim kalmadı artık," diye cevap verdim. "Yaptıklarının öcünü almak isterim, ama bana zararı dokunmaması şartıyla. Oysa, ihanet ile şiddet, iki ucu sivri mızrak gibidir; onları kullananları düşmanlarından beter yaralar."
"'Ama, ihanet ve şiddete, ancak aynı metotla karşı konulur!' diye bağırdı Hindley. 'Bayan Heathcliff, ben senden bir şey istemiyorum, sadece oturduğun yerden kımıldama ve de sesini çıkarma. Bunu yapabilir misin? Bu iblisin son nefesini verdiğini görmek, eminim ki, seni de benim kadar sevindirecektir. Eğer sen ondan önce davranmazsan, o seni öldürecek, beni de mahvedecek! Tanrı bu alçak zebaninin cezasını versin! Sanki şimdiden evin beyiymiş gibi kapıyı çalıyor! Dilini tutacağına söz verirsen, saat bire üç var, biri vurmadan önce kurtulmuş olacaksın!'
"Sana mektubumda anlattığım silahı koynundan çıkardı, sonra ışığı söndürmek istedi. Ama ben hemen mumu alıp, onu kolundan yakaladım."
"Hayır, dilimi tutmayacağım," dedim. "Ona el sürmeniz doğru olmaz; kapıyı açmayın, ses çıkarmadan oturun!"
"Çılgın yaratık şöyle bağırdı; 'Hayır! Ben kararımı verdim; Tanrı şahittir ki, bu kararımı da yerine getireceğim. Sen istemesen de, hem senin, hem Hareton'ın hakkınızı koruyacağım!'
"'Önüme siper olmak için de kafanı yorma, Catherine gitti. Şu anda kendi canıma kıysam, ardımdan acıyacak, ya da utanacak kimsem kalmadı. Üstelik bu işe bir son verme zamanı da geldi artık!'
"Ha, bir deliye karşı durmuş, ha bir deliye laf anlatmaya kalkmışım ha ona, hiç fark etmez. Yapabileceğim tek şey, pencereye koşup ölüm hükmünü giymiş olana, burada kendisini bekleyen sonu haber vermekti.
"Biraz da muzaffer bir havayla, 'Bu gece gidip bir başka yere sığınırsan iyi edersin!' diye seslendim. 'Eğer içeri girmekte inat edecek olursan, haberin olsun Bay Earnshaw seni vuracak.'
"'Sen de şu kapıyı açarsan iyi edersin, yoksa!..' diye tehdit ederek, şimdi burada tekrarlayamayacağım bir küfür savurdu.
"Bunu söyleyip, pencereyi kapadıktan sonra ocak başındaki yerime döndüm. Çünkü, kendisini bekleyen tehlikeden endişe duyuyormuşum gibi görünmek istemiyordum. Çünkü o kadar ikiyüzlü değildim. Earnshaw, o alçağı hâlâ sevdiğime yeminler ederek, bana ağız dolusu küfürler savurdu, mertçe hareket etmediğim için de ağzına geleni söyledi. Ben ise, kendi kendime: 'Eğer Heathcliff, bu adamı öldürüp de acılarından kurtarırsa, kendine iyilik etmiş olur. Yok, eğer o Heathcliff'i layık olduğu yere gönderirse, bana bir iyilikte bulunmuş olur,' diyor, hem de hiç vicdan azabı duymuyordum. Ben bu düşüncelere dalmış otururken, Heathcliff, arkamdaki pencere camını bir yumrukta yere indirdi ve kırılan yerden ateş püsküren, uğursuz kara suratı göründü. Pencerenin cam bölmeleri, omuzları geçecek kadar geniş olmadığından, kendimi güvende hissederek alaycı alaycı gülümsedim. Üstü başı, saçları, kardan bembeyazdı. Hem soğuktan, hem öfkeden gerilmiş dudaklarının arasından yamyam dişleri, karanlıkta parlıyordu.
"Joseph'in deyimiyle, hırlayarak, 'Isabella kapıyı aç; yoksa pişman olursun!' dedi.
"Bile bile katil olamam," diye yanıtladım. "Bay Hindley, elinde bir bıçak, ayrıca dolu bir tabanca ile seni bekliyor."
"'Öyleyse, mutfak kapısını aç,' dedi.
"Hindley, oraya da senden önce yetişebilir," diye cevap verdim. "Hem, seninkisi de, ne zayıf bir sevgiymiş böyle, bir kar fırtınasına bile direnemedin! Ay ışığında, bütün bir yaz boyu, geceleri bizleri yataklarımızda huzur içinde uyumaya terk etmiş, ne güzel hiç rahatsız etmemiştin. Ama şimdi kışın ilk günlerinde, sığınacak bir yer arıyorsun! Heathcliff, ben senin yerinde olsam, gider, boylu boyunca onun mezarının üstüne uzanır, sadık bir köpek gibi orada ölürdüm. Dünya, artık yaşanmaya değmez bir yer, öyle değil mi? Bende uyandırdığın düşünceye göre, seni hayata bağlayan tek şey, Catherine'di, onu kaybettikten sonra hâlâ yaşamak istemene şaşıyorum."
"Hindley kırık pencereye koşarak, 'Orada mı o?' diye bağırdı. 'Ah, kolumu bir dışarı çıkarabilirsem, işini bitiririm!'
"Korkarım ki, benim kötü bir insan olduğumu düşünüyorsun, ama olup biteni daha bilmiyorsun. Onun için hemen hüküm verme. Ben, onunki de olsa, hiç kimsenin canının kıyılmasına yardım edecek, ya da böyle bir şeye onay verecek yaradılışta bir insan değilim. Ölmesini dilemek... o başka. İşte onun içindir ki, Heathcliff, Bay Earnshaw'un elinde bulunan silaha doğru atılıp da, zorla alınca büyük bir hayal kırıklığına uğradım, hem de alaycı sözlerimin başıma neler açacağını düşünerek çok korktum.
"Tabanca ateş almış, sustalı bıçak da geriye kıvrılarak sahibinin bileğinin üstüne kapanmıştı. Heathcliff, onu hızla çekip alınca, Earnshaw'un bileği kesildi ve sonra ucundan kanlar damlaya damlaya, cebine koydu. Yerden bir taş buldu, pencerenin iki kanadı arasındaki pervazı kırarak içeriye girdi. Hindley, dayanılmaz bir acıyla, damarından fışkıran kanlar yüzünden bayılmış, yerde yatıyordu. Alçak herif, onu tekmeledi, üstüne çullanarak başını tutup tutup döşemenin taşlarına vurdu; bir eliyle de beni yakalamış, Joseph'i çağırmama engel oluyordu. Onun işini bitirmeden durması için insanüstü bir çaba harcamak gerekirdi. Cansız gibi uzanan gövdeyi sürükleyerek kanepenin üstüne bıraktı. Kendisi de soluksuz kalmıştı. Orada Earnshaw'un ceketinin kolunu keserek yarayı hayvanca bir hoyratlıkla sardı. Tükürüp, küfürler savuruyordu. Ben ise, serbest kaldığım için hemen gidip, yaşlı kâhyayı buldum; bin bir güçlükle olan biteni anlamasını sağladıktan sonra, adamcağız merdiven basamaklarını ikişer ikişer inerek, soluk soluğa aşağıya vardı.
"'Ne yapacağız şimdi? Aman Tanrım, ne yapacağız şimdi?' diye soludu.
"'Yapılacak şey şu!' diye gürledi Heathcliff, 'Senin Bey delirdi. Sağlığı elverir de bir ay daha yaşarsa, onu doğru tımarhaneye göndereceğim. Ya sen, bütün kapıları sürgüleyip beni nasıl dışarda bıraktın, onu söyle, köpek! Orada durmuş ne homurdanıyorsun? Yaklaş, ona ben bakacak değilim. Şu kanları da temizle, dikkat et, mumu çok yaklaştırma... Çünkü o kanın yarıdan fazlası alkoldür!'
"Joseph dehşet içinde gözlerini tavana dikip, ellerini havaya kaldırdı. 'Demek onu öldürecektin ha?' diye haykırdı. 'Ömrümde böyle bir şey görmedim! Tanrı'dan dilerim ki...'
"Heathcliff, bir itişte adamı kanların ortasına çökerttikten sonra, önüne bir havlu fırlattı. Ama öbürü kanları sileceği yerde, ellerini çenesinin altında birleştirip duaya başladı. Öyle acayip şeyler söylüyordu ki, beni bir gülmedir aldı. Zaten öyle bir haldeydim ki, hiçbir şey beni korkutamazdı; daha doğrusu, darağacı dibinde bile soğukkanlılığını kaybetmeyen suçlular vardır ya, işte ben de onlar gibi bir umursamazlık içindeydim.
"'Aa! Seni unutmuştum,' dedi insafsız herif. 'Bu işi sen yapacaksın. Diz çök şuraya. Bana karşı onunla bir olur, kumpas kurarsın ha? Seni engerek yılanı seni! Al bakalım, tam sana yaraşan bir iş!'
"Beni, dişlerim birbirine çarpıp, takırdayıncaya kadar sarstıktan sonra, Joseph'in yanına savurdu. Joseph, istifini bile bozmadan duasını bitirdi. Doğruca Grange'e gideceğine yemin ederek, ayağa kalktı; 'Bay Linton bir hâkimdir, elli karısını da kaybetmiş olsa bu işle ilgilenir,' diyordu. Oraya gitmekte öyle bir ayak diretiyordu ki, Heathcliff olup bitenleri ona, bir de benim anlatmamı uygun buldu. Tepeme dikilip kötü kötü bakarak, anlatmaya zorladı. Sorduğu soruları, istemeye istemeye yanıtladım. İlk saldıranın Heathcliff olmadığına yaşlı adamı inandırmak epey güç oldu. Hele benim gönülsüz yanıtlar verişim, adamın kuşkularını daha da artırmıştı. Bu arada tüm hırpalanmalarına rağmen Bay Earnshaw'un hâlâ yaşadığının farkına varmıştık. Bunun üzerine Joseph, bir fincan hindiba suyu getirmek için koştu ve bu suyun yardımıyla da Bey'ini kısa zamanda ayağa kaldırdı. Heathcliff, hasmının, baygınken olup biteni hatırlamayacağını biliyordu. Bu yüzden, ona, çok sarhoş olduğunu, çılgına dönüp kendisine karşı giriştiği o çirkin davranışına, hiç olmamış gibi göz yumacağını söyledikten sonra, hemen gidip yatağına uzanmasını öğütledi. Bu değerli öğüdü verdikten sonra da çıkıp gitti. Hindley, ocak başına boylu boyunca uzandı. Ben ise, bu işi bu kadar ucuz atlattığıma hem şaşıp, hem de sevinerek odama çıktım.
"Bugün saat on bir buçukta aşağı indiğim zaman Bay Earnshaw'u ateşin karşısında oturur buldum. Ağır hasta olduğu her halinden belliydi. Başının belası da, hemen hemen onun kadar bitkindi; beti benzi atmış bir durumda ocağın kenarına yaslanmış duruyordu. İkisinin de sofraya oturmaya hiç niyeti yok gibiydi. Yemekler soğuyuncaya kadar bekledikten sonra, masaya oturup tek başıma yemeye başladım. İştahım yerindeydi, karnımı bir güzel doyurmama hiçbir şey engel olamazdı. Somurtkan oda arkadaşlarıma arada bir gözüm iliştikçe, kendi halime şükrediyor ve içim rahat, kendimi huzurlu hissediyordum. Yemeğimi bitirdikten sonra o güne kadar cesaret edemediğim bir rahatlıkla ocağın başına yaklaştım. Earnshaw'un yanından dolaşıp, bir köşeye diz çöktüm.
"Heathcliff başını çevirip bakmadı bile. Ben de, sanki taştan bir anıtı seyrediyormuşum gibi, hiç çekinmeden onun yüzünü incelemeye başladım. Bir zamanlar, tam bir erkek alnı olarak görüp beğendiğim, şimdi ise bir iblisinkinden farksız bulduğum alnına, kara düşüncelerin izleri sinmişti. Yılan gözlerinin, uykusuzluktan, belki de ağlamaktan –çünkü kirpikleri hâlâ ıslaktı– feri hemen hemen sönmüş, dudakları her zamanki alaycı biçimini yitirmiş, anlatılamaz bir üzüntüyle birbirine kenetlenmişti. Karşımdaki başka biri olsa, onun bu üzüntüsüne bakamaz, yüzümü ellerimle kapardım. Ama Heathcliff'in böyle perişan bir halde olması hoşuma gidiyordu. Düşmüş bir adama hakaret etmek belki alçaklıktır, ama taşı gediğine koymak için elime geçen bu fırsatı da kaçırmak istemiyordum doğrusu. Çünkü onun bana yaptıklarının karşılığını ancak zayıf bir anında ödetebilirdim..."
"Yazık, yazık küçükhanım!" diye sözünü kestim. "Seni duyan da, ömründe İncil'i açmamış sanacak. Tanrı, senin düşmanını cezalandırmışsa, bununla yetinmen gerek. Ona bir de senin eziyet etmeye kalkışman hem alçaklık, hem de küstahlık olur!"
"Tanrı'nın verdiği cezayı yeterli görmeyi çoğu zaman ben de isterim Nelly," diye yanıtladı. "Ama Heathcliff'in başına gelen felaketleri, eğer benim katkım yoksa, az bulurum. Daha az acı çekmesine bile razı olabilirim, yeter ki o acıya ben neden olayım; ayrıca bu acılara benim neden olduğumu da bilmesini isterim. Onu ancak bir şartla affedebilirim ki, bu da; göze göz dişe diş öç almak, bana çektirdiği her acıyı aynen ona da çektirip, kendisini benim durumuma getirmekle mümkündür. Kötülüğe ilk başlayan o olduğuna göre, bağışlamak için ilk yalvaranın da o olması gerekir. Ancak ondan sonra belki biraz insafa gelirim. Ne var ki, öcümü almam bu dünyada olası gözükmüyor. Bu yüzden de, onu bağışlayamam... Hindley su istedi, kalkıp bir bardak su verdim, hatırını sordum.
"'İstediğim kadar kötü durumda değilim,' diye yanıtladı. 'Yalnız kolum değil, her yanım sızlıyor; sanki şeytan ordusuyla dövüşmüş gibiyim.'
"'Evet; demek Catherine'in; kendisi sağ oldukça size kimsenin dokunamayacağını söyleyerek, bununla övünüp durması boşuna değilmiş... Yani, onu gücendirmemek için bazı kimselerin size kötülük yapmaktan çekineceklerini anlatmak isterdi. İyi ki ölüler, bazılarının dediği gibi, mezarlarından kalkmıyor. Yoksa o zavallı kadın dün gece çok çirkin sahnelere tanık olurdu. Omuzlarınız, göğsünüz, hep yara bere içinde değil mi?'
"'Bilmem ki' diye cevap verdi. 'Ama sen ne demek istiyorsun? Yoksa, ben yere serildikten sonra da mı vurmaktan çekinmedi bu adam?"
"'Üzerinize çullanıp tepindi, başınızı yere çarptı,' diye fısıldadım. 'Sizi, dişleriyle didik didik etmek için hınçla ağzı köpük köpük olmuştu. Zaten adamın yarısı insan, yarısı canavar.'
"Bay Earnshaw da benim baktığım gibi, ortak düşmanımızın yüzüne baktı. O ise, kendi acılarının içine gömülmüş; çevresinde olup bitenin farkında bile değildi. Orada duvarın dibinde öylece dikiliyordu. Karanlık düşüncelere daldığı her halinden belliydi.
"Bay Earnshaw'un sabrı kalmamıştı. 'Ah, Tanrı bana son nefesimde onu boğmaya yetecek kadar bir güç verirse, cehenneme sevinçle gideceğim!' diye inledi zavallı adam. Bay Earnshaw ayağa kalkmaya çalıştıktan sonra, dövüşmeye gücü yetmeyeceğini anlayarak yeniden yerine çöktü.
"Ben yüksek sesle, 'Yok, yok, bir cinayet yeter,' dedim. 'Grange'de herkes biliyor ki, Bay Heathcliff olmasaydı kız kardeşiniz hâlâ yaşıyor olacaktı. Demek ki, onun sevmesindense, nefret etmesi daha iyi. O gelmeden önce hepimizin, özellikle de Catherine'in ne kadar mutlu olduğunu hatırladıkça, o güne lanet edeceğim geliyor.'
"Herhalde Heathcliff, bunları söyleyenin niyetini tam olarak anlamamış, ama doğru olduğunu hissetmişti. Derin düşüncelerden uzaklaştığını fark ettim. Çünkü, gözlerinden durmaksızın akan yaşlar, küllerin içine damlıyor, boğulurcasına iç çekiyordu. Gözlerimi kırpmadan yüzüne dikip, onu hor görürcesine güldüm. Cehennemin buğulu pencerelerini andıran gözleri üstüme çevrilerek, bir an şimşekler yağdırdı; ama bu pencerelereden her zaman bakan iblis, şimdi gözyaşı perdesinin ardında öyle silik görünüyordu ki, yeniden gülmekten çekinmedim.
'Kalk oradan defol, gözüm görmesin!' diye homurdandı.
"Daha doğrusu böyle dediğini sanıyorum; çünkü sesi çok boğuk çıkmıştı.
"'Özür dilerim, ama Catherine'i ben de severdim.' diye cevap verdim. "Şimdi onun ağabeyi bakıma muhtaç. Catherine'in hatırı için ona bakacağım elbette. Ben, Hindley'de hep onu görüyorum. Hindley'in gözleri de tıpkı onunkilere benziyor... Elbette, sen onları oymaya çalışmasaydın da, böylesine morarıp şişmeseydiler; bir de...'
"'Defol sersem budala, şimdi seni ayaklarımın altına alır gebertirim!' diye bağırınca yerimden kalktım.
"Hemen sıvışmaya hazır bir durumda, 'Bir de,' diye devam ettim, 'Catherine sana güvenip de, o gülünç, o iğrenç, o aşağılık 'Bayan Heathcliff' adını alsaydı, onun da kısa sürede başına gelecekler bundan farklı olmazdı! Çünkü o, senin iğrenç tavırlarına ses çıkarmadan edemez, duyduğu tiksintiyi açığa vurmadan yapamazdı.'
"İkimizin arasında Earnshaw ile kanepenin arkalığı vardı, bu yüzden beni yakalamaya kalkmadı, masadan bir yemek bıçağı kapıp başıma fırlattı. Bıçak, kulağımın altına saplanınca susmak zorunda kaldım. Onu çekip çıkardım. Kapıya doğru koştum. Elbette çıkmadan önce sözümü tamamlamayı da ihmal etmedim. Söylediklerim herhalde çok dokunmuştu. Sanki bıçağın bende açtığı yaradan daha büyük bir yara onun yüreğinde açılmıştı. Son olarak, bana doğru deli gibi saldırırken, ev sahibinin onu yakaladığını, ikisinin birbirine kenetlenerek birlikte ocak başına düştüklerini gördüm. Mutfaktan kaçarken Joseph'e, Bey'inin yanına acele gitmesini söyledim. Bir sandalyenin arkalığına yeni doğan köpek yavrularını asmaya çalışan Hareton'a çarpıp, onu devirdim, sonra Araf'tan kurtulmuş bir ruh gibi mutlu, yokuş aşağı sendeleyerek uçar gibi koştum. Bu arada dönemeçli yolu bırakıp doğruca kırlara yöneldim. Bayırlar aşıp, bataklıklar geçerek Grange'in ışığına doğru yol aldım. Uğultulu Tepeler'in çatısı altında bir tek gece daha geçirmektense, sonsuza kadar cehennemin yedi kat dibinde kalmaya razıyım."
Isabella sustu, bir yudum çay içti; sonra ayağa kalktı. Başlığını giydirmemi, getirdiğim büyük şalı omuzlarına örtmemi söyledi. Bir saat daha kalması için yalvarmalarıma kulak asmadan bir sandalyenin üstüne çıkıp, Edgar ile Catherine'in portrelerini öptü. Bana da aynı şekilde veda ettikten sonra, hanımını yeniden bulmanın sevinciyle havlayıp duran Fanny'yi de alarak arabaya bindi. Buralara bir daha dönmemek üzere gitmişti. Ama, ortalık biraz durulur durulmaz, Bey ile sık sık mektuplaşmaya başladılar. Güneyde, Londra yakınlarında bir yere yerleşmişti sanırım. Kaçışından birkaç ay sonra bir oğlu oldu. Linton adı ile vaftiz edildi. Annesinin yazdığına göre, hastalıklı, huysuz, çelimsiz bir çocuktu.
Bir gün, köyde Bay Heathcliff'le karşılaştım. Bana, küçükhanımın nerede olduğunu sordu. Söylemedim. Nerede olursa olsun, önemi yok, dedi. Ancak ağabeyinin yanına dönmeye kalkışmamasını, onu oralarda barındırmayacağını söyledi. Ben, kendisine hiçbir bilgi vermemiştim, ama o, başka hizmetçilerden, Isabella'nın oturduğu yeri ve bir çocuğu olduğunu öğrenmişti ama gene de gidip onu tedirgin etmedi. Ona bu sabrı veren, İsabella'ya duyduğu nefretti. Bunun için de, Isabella yatıp kalkıp Tanrı'ya şükretmeliydi sanırım. Beni hemen her görüşünde çocuğu soruyordu. Adını öğrenince kötü kötü gülümseyerek şöyle dedi:
"Benim ondan da nefret etmemi istiyorlar, öyle değil mi?"
"Bana sorarsanız çocuktan haberiniz olmasını bile istemiyorlar," diye cevap verdim.
"Ama, ben istediğim zaman, onu ellerinden alacağım iyi bilsinler!" dedi.
Neyse ki, Isabella, çocuğunun elinden alındığı günü görmeden, yani Catherine'in toprağa verilişinden on üç yıl sonra öldü de, bu acıyı yaşamak zorunda kalmadı. Küçük Linton henüz on iki yaşını biraz geçmişti.
Isabella'nın o beklenmedik ziyaretinin ertesi günü de Bey'le konuşma fırsatı bulamadım; hiç kimseyle konuşmak istemiyordu, Zaten konuşacak hali de yoktu. Ama bir süre sonra onu, beni dinlemesi için ikna edince, kız kardeşinin kocasını terk edip gittiğine sevindiğini gördüm. Çünkü, o naif kişiliğinden beklenmeyen bir şiddetle, o heriften nefret ediyordu. Hem de öylesine derin, öylesine güçlü bir nefretti ki bu, Heathcliff'le karşılaşabileceği, hatta adını duyacağı yerlere bile gitmekten kaçınıyordu. Buna bir de üzüntüsü eklenince, büsbütün 'tek başına yaşayan bir adam' olup çıkmıştı. Hâkimlik görevini bıraktı, kiliseye de gitmez oldu, köye hiç uğramıyor, tüm zamanını bahçesiyle çiftliğinin sınırları içinde geçiriyor, zaman zaman kırlarda dolaşmaya çıkıyor ve karısının mezarını ziyaret ederek kendini avutmaya çalışıyordu; bunu da, ya geceleri ya da ortalıkta kimsenin bulunmadığı erken saatlerde yapıyordu. Ama o kadar iyi kalpliydi ki, mutsuzluğu uzun süre devam edemezdi. 'Catherine'in hayali peşimi bırakmasın,' diye dua etmemişti. Aradan günler geçtikçe, üstüne bir hüzün çöktü. Her şeyi Tanrı'ya havale ediyor, her şeye daha hoşgörüyle yaklaşıyordu. Bu hali, neşeli halinden daha iyiydi. Karısını daha farklı bir sevgiyle anıyor, onun gittiği huzurlu dünyaya bir an önce kavuşmayı bekliyordu.
Üstelik, dünya nimetlerine ilgisi artmış, giderek kendine avunacak şeyler bulmaya başlamıştı. Hani, Catherine'in giderayak kendi yerine bıraktığı, o cılız yaratığa karşı, ilk günler hiç ilgi göstermedi, demiştim ya... Bu ilgisizlik, nisan karlarıyla birlikte kısa sürede eridi de, dudaklarından daha ilk sözcükler dökülmeden, çelimsiz bacaklarıyla daha ilk adımlarını atmadan, babasının gönül tahtına bir sultan gibi kuruluverdi. Bu dediğim dedik çocuğa Catherine adı verilmişti. Ama babası için o, hep 'Cathy' idi. Oysa, annesini hiç böyle çağırmamış, ona daima Catherine diye hitap etmişti. Bu da belki Heathcliff'in Catherine'e "Cathy" demesinden kaynaklanıyordu. Evet, babası için o hep 'Cathy'ydi, bu ad onu hem annesinden farklı kılıyor, hem de onunla arasındaki bağı göstermekten geri kalmıyordu. Zaten babanın sevgisi de, onun kendi kızı oluşundan çok, annesini hatırlatmasındandı.
Bay Linton ile Hindley Earnshaw arasında kendi kendime karşılaştırmalar yapar, olaylar karşısındaki davranışlarının bu kadar farklı oluşuna sağlam nedenler bulmak için çabalar dururdum. İkisi de çocuklarına düşkün birer baba, iyi birer kocaydı. Böyle iken, yollarının bu kadar ayrı, davranışlarının bu kadar değişik olmasına bir türlü akıl erdiremiyordum. Ama içimden şöyle düşünmekteydim: Hindley, görünüşte daha sağlam, daha dayanıklı olduğu halde, hem daha kötü, hem de zayıf çıktı. Gemisi kayalara bindirince, 'kaptan' gemiyi terk etti, tayfalar da tekneyi kurtarmaya çalışacakları yerde, başkaldırıp birbirlerine girdiler. Böylece talihsiz geminin kurtulma umudu da kalmadı. Linton ise vefakâr, inançlı bir ruhun verdiği cesaretle Tanrı'ya güvendi. Tanrı da onu huzura kavuşturdu. Doğruyu söylemek gerekirse, biri umutla beklemesini bilmiş, öbürü umutsuzluğa kapılmıştı. Böylece ikisi de kaderlerini kendi seçti, ikisi de aradığını buldu. Her neyse, benim olup bitenlerden çıkardığım bu dersler sizi pek ilgilendirmez, Bay Lockwood. Çünkü siz de en az benim kadar, olayları değerlendirip bir sonuca varabilir, en azından bunu yapabileceğinize inanırsınız. Earnshaw'un sonu beklendiği gibi oldu, yani kız kardeşinden sonra fazla yaşamadı. Aralarında altı ay, ya var ya yoktur. Biz Grange'dekiler, onun ölümünden önceki günleri nasıl geçirdiğini hiçbir zaman öğrenebilmiş değiliz. Benim bildiklerim de cenazenin hazırlanmasına yardım etmek için gittiğim sırada duyduklarımdan ibarettir. Olayı bizim Bey'e haber vermek üzere Bay Kenneth geldi.
At üstünde avluya girdiğinde henüz sabahtı. Vakit çok erken olduğu için beni kötü haberle heyecana düşürmek istemedi. "Eee, Nelly," dedi, "Şimdi de yas tutma sırası seninle bana geldi. Bu defa bizi bırakıp giden kim, biliyor musun?"
Heyecanlı heyecanlı, "Kim?" diye sordum.
Atından inip, dizgini kapının yanındaki halkaya bağladıktan sonra, "Bil bakalım!" diye karşılık verdi. "Hem de önlüğünün ucunu gözüne doğru kaldır, çünkü gerekli olacağına eminim."
"Bay Heathcliff olmasın?" diye bağırdım.
"Ne! Onun için de ağlar mısın?" dedi doktor. "Hayır, Heathcliff dayanıklı bir genç. Üstelik bugün yanağında güller açıyor. Kendisini az önce gördüm. Dünyada tek sevdiği insanı kaybettiğinden bu yana epey semirmiş."
"Kim öyleyse, Bay Kenneth?" diye sabırsızlandım.
"Hindley Earnshaw! Senin eski arkadaşın Hindley," diye yanıt verdi. "Benim ise, günahkâr arkadaşım. Uzun süredir işi azıtmıştı. İşte! Ben sana dememiş miydim bu işin sonunda gözyaşı olacak diye. Ama üzülme, tam kendisine yakışır bir şekilde, yani bir Lord gibi, zilzurna sarhoş öldü. Zavallı adam! Biliyor musun çok acıdım. İnsan eski bir arkadaşını kaybedince, üzülmemesi elde değil. Oysa akla hayale gelmeyecek kadar kötü kalpli biriydi. Yaptığım iyiliklere karşı da epey alçaklık etmiştir. Daha yirmi yedi yaşına yeni basmıştı galiba. Yani tam senin yaşındaydı. İkinizin aynı yıl doğduğuna kim inanabilir?"
Açıkça söylemeliyim ki, bu haber beni Bayan Linton'ın ölümünden daha çok sarsmıştı. Belleğimdeki eski anılar bir bir gözümün önünden geçmeye başladı. Bay Kenneth'a, kendisini Bey'in yanına götürecek başka bir hizmetçi bulmasını söyleyerek kapının önüne oturdum ve yakın bir akrabam ölmüş gibi ağlamaya başladım. "Acaba eceliyle mi öldü?" diye düşünmekten kendimi alamıyordum. Ne yaptıysam bu düşüncenin verdiği tedirginlikten kurtulamadım, zihnimden çıkarıp atamadım. Bu yüzden cenazenin hazırlanmasına yardım etmek üzere Uğultulu Tepeler'e gitmeye karar verdim. Bay Linton'dan izin istedim. Bay Linton gitmemi hiç istemiyordu, ama ben, cenazenin yanında bir tek dostu bile olmadığını söyleyerek, yalvardım. Üstelik, "Hem eski Bey'im, hem de süt kardeşim olarak, benden hizmet beklemeye sizin kadar hakkı var," dedim.
Ayrıca, karısının yeğeni Hareton'ı da, kendi himayesi altına alması gerektiğini hatırlattım. Mirastan alan malların durumunu arayıp sormak, kayınbiraderinin bütün işleriyle ilgilenmek Bay Linton'ın göreviydi. Ama Bay Linton, o günlerde böyle şeylerle uğraşacak bir halde değildi, onun için de bana avukatı ile konuşmamı söyleyerek, gitmeme izin verdi. Avukat, Earnshaw'un da avukatıydı. Köye indim ve avukatı Uğultulu Tepeler'e çağırdım. Adam, başını sallayarak gelemeyeceğini söyledi. "Heathcliff'in üstüne pek varmayın," dedi. "İşin aslı ortaya çıkacak olursa, Hareton'a babasından tek bir kuruş bile kalmadığının anlaşılacağını," söyledi.
"Babası borç içinde öldü," diye ekledi. "Malların hepsi ipotekli; vâris için tek çıkar yol, alacaklıyla iyi geçinmektir. Alacaklı belki ondan sonra çocuğa acıyıp bazı merhamete gelebilir."
Tepeler'e varınca, her şeyin usulüne uygun yapılmasını sağlamak için geldiğimi bildirdim. Epey sıkışık durumda olan Joseph, beni görünce sevindi. Bay Heathcliff ise, bana ihtiyaçları olduğunu pek sanmadığını, ama istiyorsam kalarak cenaze işleriyle ilgilenebileceğimi söyledi.
"Doğrusunu istersen, bu sersemin ölüsünü, törensiz mörensiz, bir yol kavşağına gömmek en iyisidir," dedi. "Dün akşam üzeri, on dakika yanından ayrıldım, kendisini öldürmek için bütün gece içki içmiş! Bu sabah beygir gibi horladığını duyarak, kapıyı kırıp içeri girdik. Peykenin üzerine boylu boyunca uzanmış, yatıyordu. Derisini yüzsen uyanacağı yoktu. Kenneth'ı çağırttım, geldi. Ama o gelince bu hayvanın leşini buldu. Ölmüş, soğumuş, kaskatı kesilmişti. Artık bundan sonra ortalığı daha fazla telaşa vermeye gerek olmadığını sen de kabul edersin sanırım!"
Yaşlı hizmetli de onun bu sözlerini doğruladı, ama şöyle homurdanmaktan da geri kalmadı:
"Keşke doktoru çağırmaya kendi gitseydi! Hem ben, Bey'ime ondan iyi bakardım... Hem ben, onu bıraktığımda ölü değildi, hayır, ölü falan değildi..."
Cenaze töreninin gerektiği gibi olmasında ayak diredim. Bay Heathcliff, nasıl istersem öyle yapabileceğimi, ancak bu iş için harcanacak bütün paranın kendi cebinden çıkacağını söyleyerek, bunu unutma, dedi. Duygusuz, kayıtsız bir hali vardı. Ne üzgün, ne de sevinçliydi. Yalnız güç bir işin başarıyla sona erdirilmesinden hoşnut olmuş gibiydi. Sadece bir kere, o da tabutu götürenler kapıdan çıkarken, gözlerinde sevince benzer bir şey parladığını fark ettim. Yas tutar gibi bir tavır takınma ikiyüzlülüğünü de yaptı. Hareton'la birlikte tabutun ardından gitmeden önce, çocuğu kaldırıp masanın üzerine oturtarak, garip bir mutluluk içinde şöyle mırıldandı, "Sen artık benimsin güzel çocuk! Göreceğiz bakalım, aynı yıpratıcı rüzgâr karşısında, taze bir fidan da yaşlı bir ağaç gibi eğri büğrü olarak büyür mü büyümez mi, göreceğiz bakalım." Dünyadan haberi olmayan çocuk, sanki bu sözlerden pek hoşlanmıştı. Heathcliff'in sakallarıyla oynayıp, yanağını okşadı. Ama ben, onun ne demek istediğini anladığım için sert sert şöyle dedim: "Ben bu çocuğu alıp Thrushcross Grange'e götüreceğim efendim. Dünyada sizin olmayan bir şey varsa, o da bu çocuktur!"
"Linton böyle mi diyor?" diye sordu.
"Elbette... Bana, onu alıp gelmemi emretti," diye cevap verdim.
"Pekâlâ," dedi alçak herif. "Bu konuyu bırakalım şimdi. Ne var ki, ben de bir çocuk nasıl yetiştirilir bilmek istiyorum. Bey'ine söyle, eğer bu çocuğu almaya kalkarsa, ben de onun yerine kendi çocuğumu getirmek zorunda kalırım yani, Hareton'ı kolay kolay vermeyeceğimi söylemek istiyorum. Hele öbürünü almadan hiç veremem! Aynen böyle iletmeyi sakın unutma."
Bu sözler elimin ayağımın titremesine yetti de arttı bile. Eve dönünce söylediklerini kısaca anlattım. Zaten başından beri bu işe fazla bir ilgi göstermemiş olan Edgar Linton, hiç sesini çıkarmadı. İstese de elinden bir şey gelir miydi, bilmiyorum.
Uğultulu Tepeler'deki konuk, artık oranın sahibi, hem de tek sahibiydi. Kumara aşırı düşkün olan Earnshaw bütün arazisini, peşin para karşılığında rehine koymuştu. Parayı verip araziyi alan da Heathcliff'ti. Elinde belgeler vardı ve avukat da bizim Bey'e bu belgeleri gösterdi. Böylece, Hareton, bugün buraların en zengin çiftlik sahibi olacakken, babasının can düşmanının eline bakar bir duruma düştü. Bundan böyle kendi evinde yanaşma gibi yaşayacak, üstelik yanaşmaların aldığı gündelikten de yoksun olacaktı. Kaybettiğini geri alması da imkânsızdı, çünkü ne bir dostu vardı, ne de uğradığı haksızlıktan haberi.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top