XIII

Kaçaklar iki ay boyunca saklandılar. Bayan Linton ise, beyin humması denen bir hastalığa yakalandı. Hastalığı oldukça ağır geçmesine rağmen, sonunda eski sağlığına kavuşabildi. Hastalığı süresince onun bakımını üstlenen Edgar, elinden geleni esirgemedi. Hatta diyebilirim ki, bir annenin gösterebileceği tüm özeni göstererek onunla yakından ilgilendi, hem de başından bir an olsun ayrılmadı. Gece demeden gündüz demeden onun tüm kaprislerine ve korkularına sabırla katlanarak karısına baktı. Kenneth ise ona, boşuna uğraştığını, ölümün kıyısından döndürmeye çalıştığı eşinin kurtulup sağlığına kavuşması halinde, kendisi için daha büyük bir üzüntü kaynağı olacağını söyleyip durdu. Ancak doktorun bu sözleri bir kulağından girdi öbüründen çıktı. Doktor ona tam olarak, "Bir insan yıkıntısını kurtarmak uğruna kendi sağlığını feda ediyorsun," demişti. Sonunda Catherine'in ölüm tehlikesini tam anlamıyla atlattığını duyunca, Bay Linton derin bir mutluluk ve sevinç duydu ve saatler boyu karısının başucunda oturarak, onun günden güne sağlığına kavuşmasını izledi. Hanımın yavaş yavaş, hem bedeni hem aklı sağlığına kavuşuyor, bu da Bay Linton'a büyük bir mutluluk veriyordu.

Catherine'in yatak odasından çıkabilmesi bir sonraki mart ayını buldu. O günün sabahında Bay Linton, eşinin yastığını sarı çiğdemlerle donattı. Gözlerini açıp karşısında baharın tüm canlılığını yansıtan bu çiçekleri gören Bayan Linton'ın gözleri sevinçle parladı.

"Bunlar, Uğultulu Tepeler'de açan, baharın ilk müjdecileridir," dedi. "Bana, hafif rüzgârları, ılık güneşi, erimekte olan karları hatırlatıyor. Rüzgâr lodosa döndü, karlar tamamen eridi mi Edgar?"

"Bizim burada kar kalmadı sevgilim," diye yanıtladı kocası. "Kırlar boyunca iki yerde beyazlık görüyorum, tarla kuşları ötüşüyorlar. Dereler, çaylar kabarmış... Bir ilkbaharın bugünlerinde seni bu çatının altına almanın özlemi içindeydim; Şimdi ise bu tepelerin doruklarında olmanı istiyorum. Bana öyle geliyor ki şu tatlı tatlı esen rüzgâr, seni iyileştirecektir."

"Ancak ben oraya bir defa daha gideceğim," dedi hasta kadın. "O zaman da sen beni orada bırakacaksın ve ben artık hep orada kalacağım. Gelecek baharda, beni yine bu çatı altında görme özlemini duyacak, bugünleri hatırlayıp 'meğer ne mutluymuşum' diye düşüneceksin."

Linton karısını tatlı tatlı okşayıp, en güzel sözlerle neşelendirmeye çalıştı, ama o, dalgın dalgın çiçeklere bakarken, kirpik uçlarında biriken gözyaşlarının, yanaklarından aşağı yuvarlanmasına engel olamadı. Onun, eskisine göre daha iyi olduğunu bildiğimizden, bu üzüntüsünün sürekli bir oda içinde kapalı kalmasından kaynaklandığına, bir süre başka yarde kalırsa üzüntüsünün tamamen geçeceğine karar verdik. Bey, haftalardan beri kimsenin girmediği salondaki ocağı yakmamı ve güneş gören bir pencerenin önüne bir koltuk yerleştirmemi söyledi. Sonra hanımı aşağıya indirdi. Catherine, tahmin ettiğimiz gibi bu ılık bahar havasından hoşlanarak uzun süre orada oturdu, çevresindeki her şeyle ilgilendi ve neşesi yerine geldi. Bunlar hiç görmediği şeyler değildi, ama hiç olmazsa hastayken kaldığı loş yatak odasının usandırıcı, hüzünlü havasını taşımıyordu. İkindiye doğru yorgun göründüğü halde, ne dedikse, onu odasına çıkmaya ikna edemedik. Bu yüzden başka bir oda hazırlanıncaya kadar yatması için salondaki divanı yatabileceği gibi hazırladım. Merdivenden inip çıkarken yorulmasın diye salonla aynı katta bulunan, bu odayı düzenledik. Kısa süre sonra da Edgar'ın koluna yaslanarak buradan salona, salondan buraya gidip gelebilecek kadar iyileşti. Kendi kendime, umarım tamamen iyileşir, diye düşünüyor ve o sağlıklı günlere kavuşmasını bekliyordum. Bu isteğimin iki nedeni vardı: Başka birinin yaşaması, hanımın yaşamasına bağlıydı. Öyle umuyorduk ki, kısa bir süre sonra bir erkek vârisin doğumu ile hem Bay Linton'ın gönlü sevinç dolacak, hem de toprakları bir yabancının eline düşmekten kurtulacaktı.

Bu arada unutmadan söyleyeyim: Isabella, evi terk etmesinin üzerinden altı hafta geçtikten sonra ağabeyine kısa bir mektup yollayarak, Heathcliff'le evlendiğini haber verdi. İlk bakışta soğuk, kuru bir mektuptu, ama altına eklenen kurşunkalemle yazılmış bir notla üstü kapalı bir şekilde özür diliyor, kendisini unutmamasını, kızdıysa bağışlamasını rica ediyordu. Bu işi elinde olmadan yaptığını, şimdi ise düzeltmek için gücünün yetmeyeceğini bildiriyordu. Linton'ın buna cevap vermediğinden eminim. Aradan iki hafta geçmişti ki, ben de uzun bir mektup aldım. Balayını yeni bitirmiş bir gelinin kaleminden çıktığı düşünülürse, biraz garip bir mektuptu. Onu size okuyacağım, çünkü hâlâ saklıyorum. İnsanlar için değer taşıyan ve artık aramızda olmayan kişilerin geride bıraktıkları her anı, büyük bir önem taşır.


Sevgili Nelly, diye başlıyor:

Dün akşam Uğultulu Tepeler'e geldim. Catherine'in çok hastalandığını, hâlâ da hasta olduğunu burada duydum. Benim ona yazmam doğru olmaz sanırım. Ağabeyim de ya çok kızgın ya da çok üzgün olmalı ki, kendisine gönderdiğim mektuba yanıt vermedi. Ancak benim birilerine mutlaka bir şeyler yazmam gerek, o da ancak sen olabilirsin.

Edgar'a söyle, onun yüzünü bir kere daha görebilmek için dünyaları veririm. Bırakıp gittiğimden yirmi dört saat sonra, gönlümü Thrushcross Grange'de bıraktığımı anladım. Hem kendisi hem Catherine için çok sıcak duygular beslediğimi bildir! Ne var ki, artık gönlümün dilediğini yapamam... (bu sözlerin altı çizilmiş) Beni, oraya gelir diye beklemesinler, hiçbir şeyi iradesizliğime ya da sevgi eksikliğime yormasınlar da, hakkımda canlarının istediğini söylesinler razıyım.

Mektubun geri kalan bölümü sadece senin içindir. Sana iki soru sormak istiyorum: Birincisi şu; burada bulunduğun günlerde insanlara karşı olan sevgini nasıl oldu da kaybetmedin, onlarla iletişim kurabilmeyi nasıl başarabildin? Çevremde bulunanların, bir tek duygularını bile benimle paylaştıklarını hayal edemiyorum.

Benim için çok önemli olan ikinci soru da şu: Bay Heathcliff insan mı? İnsansa, deli mi? Değilse, şeytan mı? Bunu soruşumun nedenlerini açıklayacağım, ama mümkünse bana kiminle evlenmiş olduğumu anlat, yalvarırım, yani buraya beni görmeye geldiğin zaman anlatmanı rica ederim. Hem de hiç vakit geçirmeden gelmelisin Nelly, mektup yazma, kendin gel, Edgar'dan da bir şeyler getirmeye çalış.

Şimdi, yeni yuvam olacağına inandırıldığım Tepeler'de nasıl karşılandığımı öğreneceksin. Evet şu anda bulunduğum ortamın huzursuzluğundan şikâyet ediyorum, ama bunun tek nedeni kendimi biraz olsun oyalayabilmek; huzuru özlediğim anlar dışında onları düşünmüyorum bile. Üzüntülerimin yalnız maddi eksikliklerden kaynaklandığını, geri kalanının ise olağanüstü bir düş olduğunu bilsem, sevincimden güler, oynardım!

Kır yoluna saptığımız sırada, güneş Grange'in ardında batmak üzereydi. Bundan, saatin altı olduğunu anladım. Çiftlik evinin taşlığında atlarımızdan indikten sonra yol arkadaşım karanlıkta görebildiği kadar koruluğu, bahçeleri, hatta evi gözden geçirmek için yarım saat oyalandı, derken senin Joseph, elinde birkaç yanar çıra ile bizi karşılamaya çıktı. Hem de bunu öyle bir nezaketle yaptı ki, doğrusu şaştım kaldım. İlk iş olarak meşaleyi suratıma tuttu, alt dudağını sarkıtarak sanki hiç memnun olmamış gibi yüzüme baktı, sonra başını çevirdi ve iki atı alıp ahıra götürdü; derken, sanki tarihi bir şatoda yaşıyormuşuz gibi bahçe kapısını sürgülemek üzere geri döndü.

Heathcliff ise onunla konuşmak için orada kaldı, ben de mutfağa girdim... Karmakarışık, pis bir yerdi. Sen ayrıldıktan sonra öyle değişmiş ki, görsen tanıyamazsın. Ocağın yanında, iri kemikli, üstü başı kir pas içinde, Catherine'e çok benzeyen, canavar gibi bir çocuk duruyordu.

'Edgar'ın kayınbiraderi,' diye düşündüm. 'Bir bakıma benim de yeğenim sayılır. Onunla tokalaşmalıyım, hatta, onu öpmem gerek. Başlangıçta iyi iletişim kurmak doğru olur.'

Yaklaştım, tombul yumruğunu tutmak için elimi uzattım ve şöyle dedim:

"Merhaba yavrum, nasılsın?"

Anlayamadığım bir şeyler homurdandı.

Dostça bir konuşma yapmak için ikinci girişimim, "Seninle ben, iki arkadaş olacağız, değil mi, Hareton?" diye sormak oldu.

Bu iyi niyetli davranışıma karşılık bir küfür savurdu, ardından da basıp gitmezsem Throttler'i üzerime saldırtacağı tehdidinde bulundu.

"Gel buraya Throttler," diye fısıldadı küçük hain. Bunu söylemesiyle de buldog kırması bir köpeğin, köşedeki kulübesinden çıkması bir oldu. Oğlan bana emredercesine, "Şimdi basıp gidiyor musun?" dedi.

Can korkusu, beni bu emre uymaya zorluyordu. Diğerlerinin gelmesini beklemek üzere dışarı çıktım. Bay Heathcliff görünürlerde yoktu; ahıra doğru giden Joseph'in peşine takıldım ve eve benimle birlikte gelmesini rica ettim. Bir süre dik dik yüzüme baktı, sonra burnunu kıvırarak şöyle dedi:

"Kemküm, kemküm... şimşirek, şümşek... Hiçbir Hıristiyan'ın böyle konuştuğu duyulmuş mu? Neler geveleyip duruyorsun öyle?"

"Adam sağır galiba," diyerek: "Evden içeri benimle birlikte gelmeni istiyorum!" diye bağırdım, kabalığına kızmıştım.

"Bana güvenme! Görülecek işlerim var," diyerek, işine devam etti. Arada bir de durup, tepeden bakarcasına, yüzümü ve üstümü başımı gözden geçirdi. (Elbiselerim çok fazla süslüydü, ama yüzüm onun istediği kadar keder dolu olsa gerekti).

Avluya döndüm; ara kapısından geçtikten sonra başka bir kapıya geldim; belki daha kibar bir hizmetçi bulabilirim umuduyla kapının tokmağını vurdum. Kısa bir bekleyişten sonra uzun boylu, asık suratlı, boyunbağsız, omuzlarına dökülen ve yüzünü örten karmakarışık saçları ile her bakımdan şapşal, Catherine'inkileri andıran, ancak bütün güzelliğini kaybetmiş gözlere sahip bir adam kapıyı açtı.

"Kimsin sen?" diye tersledi, "Ne işin var burada?"

"Adım, bir zamanlar, Isabella Linton'dı," diye cevap verdim. "Beni daha önce görmüştünüz efendim. Çok olmuyor. Bay Heathcliff'le evlendik. Beni buraya o getirdi... Herhalde izninizi almıştır."

Dünyadan elini eteğini çekmiş gibi görünen adam, aç bir kurt gibi canlanarak, "O da geldi, demek?" diye sordu.

"Evet, yeni geldik," dedim. "Ama beni mutfak kapısının önünde bırakıp gitti, içeriye girdiğim sırada oğlunuz oranın nöbetçiliğini yapmaktaydı. Şu buldoğu üzerime salarak, beni korkutup kaçırdı."

Ev sahibim olacak adam, Heathcliff'i görmek umuduyla karanlığı gözleriyle taradı. "Sözünde durmakla iyi etti o alçak," diye homurdandı. Sonra eğer o 'namussuz' kendisini aldatmaya kalkışsaydı ona neler, neler yapacak olduğunu, bir sürü küfür sıralayarak anlattı.

Adam küfürleri bitirmeden usulca uzaklaşmak üzereydim ki, içeri girmemi emretti, girdim, kapıyı kapatıp sürgüledi. Ocakta büyük bir ateş yanıyor, koca salonu aydınlatıyordu. Döşeme, kirden kül rengine dönmüş, yıllar önce gördüğüm ve gözlerimi alamadığım o pırıl pırıl çay takımları da kir pas içinde görünmez olmuştu. Yatak odamı göstermesi için bir kadın hizmetçi çağırabilir miyim, diye sordum. Ama Bay Earnshaw cevap vermek alçakgönüllülüğünde bulunmadı. Elleri cebinde, bir aşağı bir yukarı dolaşıyor, varlığımı hepten unutmuş görünüyordu. Öylesine dalgın, öylesine insanlıktan uzak bir hali vardı ki, tekrar sormaktan çekindim.

O ocağın başında, yalnızlıktan da beter bir halde oturmuş, dünyada en çok sevdiğim insanları çatısı altında barındıran sıcak yuvamın dört mil uzakta olduğunu, ama, dört mil yerine, sanki aramızda okyanus varmış gibi olan bu uzaklığı hiçbir zaman aşamayacağımı düşünerek fazla dert yapmama şaşırmıyorsun umarım, değil mi Nelly? Avunmak için ne yapabilirim, diye kendi kendime sordum. –Sakın Edgar, ya da Catherine'e söyleyeyim deme– Bütün üzüntülerim bir yana, Heathcliff'e karşı beni destekleyebilecek bir kimse bulunmayışından duyduğum umutsuzluk beni daha da çok yıpratıyor. Uğultulu Tepeler, benim için bir sığınak olur diye sevinmiştim böylece onunla baş başa yaşamaktan kurtulmuş olacaktım, ama o da birlikte yaşayacağımız bu insanları iyi tanıyor, aralarına katılmaktan çekinmiyordu.

Uzun bir süre, üzüntü içinde düşünerek oturdum. Saat sekizi, sonra dokuzu vurdu. Adam başı önüne doğru eğik, arada bir çıkardığı homurtular, ahlar, oflar dışında hiç konuşmaksızın, bir aşağı bir yukarı dolaşmaya devam ediyordu. Evin içinde bir kadın sesi duyabilir miyim, diye kulak verdim. Bu arada duyduğum pişmanlıklar, umutsuz, karamsar düşünceler, engel olamadığım iç çekişler gözyaşlarına dönüşmüştü. Earnshaw, odayı adımlamayı bırakıp da karşıma dikilerek, şaşkın şaşkın yüzüme bakıncaya kadar, açıkça dertlenip sızlandığımın farkında bile değildim. Benimle yeniden ilgilenmesini fırsat bilerek, şöyle dedim:

"Yolculuktan yorgun düştüğüm için yatmak istiyorum! Hizmetçi kadın nerede? Kendisi gelmediğine göre, bana onun bulunduğu yeri söyleyin!"

"Bizim kadın hizmetçimiz yoktur," diye cevap verdi. "Sen de kendi işini kendin göreceksin!"

Gururumu düşünemeyecek derecede yorgunluktan bitkin olduğum için; "Peki, ben nerede yatacağım?" diye hıçkırdım.

"Joseph sana Heathcliff'in yatak odasını gösterir," dedi, "Şu kapıyı aç... Joseph oradadır."

Dediğini yapmak üzereyken, kolumdan yakaladı, çok garip bir ses tonuyla şunları ekledi:

"Ne olursa olsun, kapıyı kilitle ve sürgüle... Sakın unutayım deme!"

Kendimi Heathcliff'le bir odaya kilitlemek hoşuma gitmemişti. "Peki, ama neden Bay Earnshaw?" dedim.

Yeleğinden tuhaf bir tabanca çıkararak, "Bunu görüyor musun?" dedi. Tabancanın namlusuna iki uçlu bir sustalı tutturulmuştu. "Çaresiz bir adam için bu çok kışkırtıcı bir şey değil mi? Her gece bunu elime alıp, kapısına dayanma isteğine engel olamıyorum. O kapıyı bir defa açık bulursam işi bitmiştir! Bir dakika önce, böyle bir şey yapmaktan sakınmamı gerektiren bir sürü neden düşünmüş olsam bile, yine de kapısını yoklamaktan kendimi alamıyorum. Onu öldürmekle amacıma kendi ellerimle son vermiş olacağımı bildiğim halde, içimde beni sürekli dürten bir şeytan var. Sen sevdiğin adam uğruna, bu şeytanla elinden geldiğince savaşabilirsin, ama zamanı gelince onu kurtarmak için gökteki bütün melekler bile yetmeyecektir."

Silaha merakla baktım. Zihnimde korkunç bir düşünce belirdi. Böyle bir alete sahip olsam kim bilir ne kadar güçlü bir insan olurdum! Onu elinden alıp, namluya dokundum. Kısacık bir saniye süresince yüzümde beliren dehşet ifadesinden çok, açgözlülük ifadesi karşısında şaşırmıştı. Tabancayı elimden geri aldı, tekrar iç cebine soktu.

"Ona söylesen de umurumda değil," dedi. "Yalnızca kendisini kollamasını söyle. Aramızdaki ilişkiyi öğrendin, ama bakıyorum, onun tehlikede oluşu seni hiç telaşlandırmadı."

"Heathcliff size ne yaptı?" diye sordum. "Böylesine bir nefreti hak etmek için size nasıl bir kötülüğü dokundu? Ona buradan çekip gitmesini söylemek daha akıllıca bir şey olmaz mı?"

"Hayır!" diye gürledi Earnshaw. "O beni bırakıp gitmek istediği an ölmüş olacak, sen de onu gitmek için kışkırtmaya kalkma sakın! Ben her şeyi kaybedeyim, hem de bir daha geri almamak üzere, ha? Hareton da namerde muhtaç olsun, öyle mi? Cehennemin dibi! Bütün verdiklerimi geri alacağım, üstüne üstlük altınlarını, sonra da kanını... Ruhu ise cehenneme gidecek! Hem o gidince, cehennem, her zamankinden on kat daha karanlık olacak!"

Bana eski beyin huylarını anlatmıştın Nelly. Evet, deliliğin sınırında bulunduğu bir bakışta görünüyor. Hiç değilse dün gece böyleydi. Ona yakın olmaktan korktum, hizmetkârının o suratsızlığı ve kabalığı bunun yanında hiç kalır, diye düşündüm. Derken, yine sinirli sinirli dolaşmaya başladı. Ben de mandalı kaldırıp mutfağa kaçtım, Joseph ocağa doğru eğilmişti, ateşin üzerinde büyük bir bakraç, yanındaki sedirin üstünde ise yulaf lapası ile dolu tahta bir sahan vardı. Bakracın içindekiler kaynamaya başlayınca, akşam yemeğinin hazırlanmakta olduğunu anlamıştım. Karnım da aç olduğundan, ortaya yenir yutulur bir şey koymaya karar vererek, "Bırak da o keşkeği ben pişireyim!" diye bağırdım. Sahanı adamın elinden aldıktan sonra, şapkamı ve üstümdeki süvari ceketini çıkardım. "Bay Earnshaw, kendi işimi kendim yapmam gerektiğini söyledi," diye devam ettim. "Burada hanımlık taslamaya kalkmayacağım, çünkü açlıktan ölmeye hiç niyetim yok."

"Hey ulu Tanrım!" diye homurdanan Joseph, oturup, çoraplarını ayak bileğinden diz kapağına kadar çekti. "Daha kimlerden emir alacağız... Ben ki Bey'e alışayım derken, bir de hanım çıktı başıma, o da kumar oynarsa, artık buralarda durulmaz. Bir gün gelip de, bu evi bırakıp gideceğim hiç mi hiç aklıma gelmemişti..."

Bu yakınmaya hiç aldırmadım, hemen işe koyuldum. Keşkek pişirmenin, benim için büyük bir zevk olduğu günleri hatırlayıp, ara sıra iç geçiriyordum, ama bütün bu düşünceleri zihnimden uzaklaştırmak zorundaydım. Geçmiş mutluluklar bana işkence veriyordu. Onlar gözümün önüne geldikçe, kepçeyi daha hızlı çeviriyor, avuç avuç yulaf ezmesini daha kısa aralıklarla sahana atıyordum. Joseph ise, benim bu aşçılığımı gittikçe artan bir öfkeyle seyretmekteydi.

"Hıh!" diye homurdandı. "Bu akşam keşkek yiyemeyeceksin Hareton, çünkü yumruğum gibi top top olacak. Senin yerinde olsam bakraç makraç, bir tekmede hepsini savuruverirdim! Şunun yulafı karıştırışından bakracın dibi nasıl delinmiyor, hayret doğrusu!"

Sahanlara boşaltma işi bitince, ben de iyi bir keşkek olmadığını gördüm. Dört sahan vardı, bir de mandıradan yeni doldurulup getirilmiş süt kabı duruyordu. Hareton, kabı iki eliyle tutup üstüne başına döke saça içmeye başladı. Karşı çıktım, sütünü bir tasa koyup içmesi gerektiğini, benim bu şekilde kirletilmiş sütten bir yudum bile alamayacağımı söyledim. Yaşlı ve huysuz Joseph bu titizliğimden pek alındı. Çocuğun her bakımdan benim kadar temiz, benim kadar sağlıklı olduğunu tekrarladı ve kendini beğenmişliğime de şaştığını bildirdi. Bu arada, küçük alçak, hiç aldırış etmeden, gözlerini iri iri açmış, sütünü içmekteydi.

"Ben yemeğimi başka bir odada yiyeceğim," dedim. "Yemek salonunuz yok mu?"

Adam dudak bükerek, "Saloon!" diye tekrarladı, "Saloon! Hayır, saloonumuz yok. Bizimle oturmaktan hoşlanmıyorsan, Bey var; Bey'den hoşlanmıyorsan biz varız."

"Öyleyse yukarı kata çıkacağım!" diye cevap verdim, "Bana bir oda göster!"

Sahanımı bir tepsiye koyup, süt getirmek için gittim. Yukarı kata çıkacağım sırada, adam homurdana homurdana önüme düştü, tavan arasına vardık. O, arada bir durup önünden geçtiğimiz odalara bakmak için tek tek kapılarını açıyordu.

En sonunda, menteşeleri gıcırdayan bir kapıyı açtı. "İşte, oda!" dedi. "Keşkek yemek için çok bile, köşede bir çuval mısır var. Çuval epey temizdir, ama sen süslü ipek elbiselerin kirlenir diye çekinirsen, üstüne mendilini serersin."

Oda dediği odunluk gibi bir yerdi, içerisi ekşi ekşi tahıl küfü kokuyordu. Öte beri dolu bir yığın çuval duvar boyunca yığılmış, ortada geniş, boş bir yer kalmıştı.

Öfkeyle, yanımdakine dönerek, "Be adam!" diye bağırdım. "Burası uyunacak bir yer değil. Ben yatak odamı görmek istiyorum."

Alaycı bir sesle, "Yatak odası!" diye tekrarladı, "Pekâlâ, bütün yatak odalarını göreceksin... İşte benimkisi."

Tavan arasındaki ikinci hücreyi gösterdi. Birincisinden tek farkı, duvarlarının boş olması, çivit renkli bir yorgan ile geniş, alçak, perdesiz bir yatağa sahip olmasıydı.

"Seninkini ne yapayım?" diye çıkıştım, "Bay Heathcliff, evin en üst katında yatmıyor herhalde, öyle değil mi?"

Yeni bir şey keşfetmiş gibi, "Ooo!" diye bağırdı, "Sen Bay Heathcliff'inkini istiyordun demek! Bunu baştan söyleseydin ya! O vakit ben de sana işi bütünüyle anlatıverirdim. Anlardın ki, işte, bir tek o odayı göremezsin... Çünkü her zaman kapısını kilitler, oraya kendisinden başka kimse giremez."

"Güzel bir eviniz var Joseph," demekten kendimi alamadım. "İçindekiler de çok hoş insanlar doğrusu. Kaderimi onunkine bağladığım gün, aklımı kaçırmıştım herhalde! Neyse, bunun sırası değil şimdi... Başka odalar da var. Tanrı aşkına, çabuk beni birine yerleştir."

Bu yalvarışıma cevap vermedi, bildiğinden şaşmaz bir tavrı vardı. Ağaç merdivenden indik. Bir odanın önünde durdu, içerdeki eşyanın kalitesinden buranın evin en iyi odası olduğunu anladım. Yerde bir halı vardı; iyi bir halı, ama tozdan desenleri görünmez olmuştu. Ocağın önüne yırtık bir kâğıt gerilmişti. Pahalı kumaştan, koyu kırmızı renkli son moda perdelerle çevrili güzel bir meşe karyola göze çarpmaktaydı, ama bakımsızdı. Kıvrım kıvrım sarkan perdeler halkalarından çıkmış, halkaların takılı olduğu demir çubuk bir yanından bükülmüştü. Sandalyeler de kırık döküktü; çoğu kullanılamayacak haldeydi. Duvarların tahta kaplamalarında derin ve geniş yarıklar vardı. Ben içeri girip yerleşmek için cesaretimi toplamaya çalışırken, budala kılavuzum, "İşte burası Bey'in odası," dedi. Bu arada yemeğim soğumuş, iştahım kaçmış, sabrım da kalmamıştı. Bana hemen uyuyup, dinlenebileceğim bir oda göstermesini söyledim.

"Hangi cehennemde?" diye başladı, dindar ihtiyar, "Tanrı hepimize sabır versin! Tanrı hepimizi affetsin! Hangi cehennemin dibinde yatacaksın, baş belası. Hareton'ınkinin dışında bütün odaları gördün işte. Bu evde girilecek bir delik bile yok!"

Öylesine çileden çıkmıştım ki, elimde tuttuğum tepsiyi, üstündekilerle birlikte yere fırlattım. Sonra merdiven başına oturdum, yüzümü ellerimle kapayıp ağladım.

"Eh! Eh!" diye bağırdı Joseph, "İşte bunu iyi yaptın, Bayan Isabella! İşte bunu iyi yaptın! Gelgelelim şu kırılan kap kacak Bey'in ayağına takılınca başımız dertte demektir. Seni ciğeri beş para etmez kaçık seni! Nefsini tutamayıp, Tanrı'nın nimetlerini ayaklar altına attığın için, bugünden Noel yortusuna kadar orucu hak ettin. Heathcliff senin bu güzel hallerine katlanır mı, sanırsın? Seni bu halde yakalamasını isterdim. Hiçbir şeyi değil, sadece bunu görmesini isterdim."

Böylece söylene söylene, aşağıdaki hücresine indi. Mumu da götürdüğü için karanlıkta kalmıştım. Bu budalaca hareketimin sonunda, orada bir süre düşününce; gururumu yenip, öfkemi yatıştırarak ortalığı temizlemek zorunda olduğumu anladım. Hiç beklemediğim anda yanımda bir yardımcı belirdi, bu, yaşlı Skulker'ın yavrusu olmalıydı. İlk günlerini Grange'de geçirmiş, sonra babam onu Bay Hindley'e vermişti. O da beni tanıdı sanırım. Selam yerine, burnunu burnuma dokundurduktan sonra, yerdeki keşkeği yemeye başladı, ben de basamaklara yayılan çanak parçalarını topladım, tırabzana bulaşan sütleri mendilimle sildim. İşimiz yeni tamamlanmıştı ki, geçitten Bay Earnshaw'un ayak seslerini duydum. Yardımcım kuyruğunu kısarak duvar dibine sindi, ben de en yakın kapı aralığına gizlendim. Köpeğin saklanışı pek başarılı olmamış olsa gerekti ki, aşağıya doğru bir yuvarlanmayla birlikte giderek azalan uzun bir uluma duydum. Ben daha şanslı çıktım! Adam önümden geçip gitti, yatak odasına girdi, kapısını kapadı. Hemen ardından da, Hareton'ı yatırmak için Joseph geldi. Ben meğer Hareton'ın odasına sığınmışım. Yaşlı adam beni görünce söylendi:

"Hem sana hem de kibrine bir oda bulundu sonunda bu evde. Şu oda boş, kibrinle birlikte yerleşebilirsin."

Bu habere sevinerek odaya gittim; ateşe yakın bir koltuğa kendimi atar atmaz, başım önüme düştü; uyuyakalmışım. Hem derin, hem de tatlı bir uykuydu ama çok kısa sürdü; Heathcliff uyandırmıştı. Sevgi dolu bir ses tonuyla burada ne yaptığımı sordu, yeni gelmişti. Geç vakitlere kadar uyanık kalışımın nedenini ve odamızın anahtarının kendi cebinde olduğunu anlattım. Odamız, demekle büyük bir suç işlemişim meğer; küfürler savurarak odanın ikimizin olmadığını, hele benimle hiçbir zaman olmayacağını, üstelik kendisi... Ama hayır kullandığı kelimeleri tekrarlamayacak, her zamanki davranışlarını da anlatmayacağım. Bende, kendisine karşı nefret uyandırmakta öylesine kararlı, öylesine usta ki! Bazen korkumu bile unutuyor, sadece şaşırıyorum. Oysa, inan ki, yırtıcı bir hayvan, zehirli bir yılanmışçasına ondan korkuyorum. Bana, Catherine'in hastalığını anlattı ve buna neden olmakla ağabeyimi suçladı. Edgar'a cezasını verme fırsatını ele geçirinceye kadar acısını benden çıkaracağını söyledi.

Ondan nefret ediyorum –mahvoldum– budalalık ettim! Sakın, Grange'de kimseye, bunların tek kelimesini bile söyleme. Her gün gelmeni bekleyeceğim... Beni hayal kırıklığına uğratma!

Isabella

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top