X

Kendi köşesine çekilerek, insanlardan uzak yaşamayı düşleyen biri için ne güzel bir başlangıç! Tam dört haftadan beri bu işkenceyi çekmekteyim. Ne çırpınmadır bu, ne biçim bir hastalık! Öff! O buz gibi esen rüzgâr, o kuzeyin asık yüzlü gökyüzü, kapanmış yollar, köyün ihmalkâr doktorları! Ya insan yüzüne duyulan bu özlem! En kötüsü de, Kenneth'ın moralimi bozarcasına söylediği ilkbahar gelmeden dışarı çıkamayacak olmam.

Az önce, Bay Heathcliff uğrayarak beni onurlandırdı. Buralarda av mevsimi bitmek üzere; Heathcliff tam yedi gün önce av mevsiminin son ürünü olan iki keklik göndermişti bana. Aşağılık adam! Hastalanıp yatıyor olmamda, onun da payı vardı elbet. Bunu yüzüne vurmaya kararlıydım. Yazık ki, bir saat boyunca başucumdan ayrılmadan benimle konuşma iyiliğinde bulundu; hem de, haplar, ilaçlar, tozlar ve yakılardan hiç konu açmadan. Benim de içimden, böyle bir iyilik karşısında nankörce kabalık etmek gelmedi. Daha yeni yeni, soluk alışım rahatlamaya başladı. Hâlâ kendimi kitap okuyabilecek kadar iyi hissetmiyorum, ama, yine de ilginç şeyler dinlemek hoşuma gidecek. Ne yapsam ki? Acaba Bayan Dean'i çağırıp şu öyküyü anlatmaya devam etmesini rica mı etsem? Dinlemiş olduğum kısma ait belli başlı bazı olaylar hâlâ hatırımda. Evet, olayların erkek kahramanı ortadan kaybolmuş ve sonraki üç yıl boyunca da onu ne gören olmuş ne de bir haber alınabilmişti. Kadın kahramanı ise evlenmişti. Ben en iyisi şu çıngırağı çalıp Bayan Dean'i çağırayım. Hem beni böylesine istekli, konuşabilecek bir halde görmek onun da hoşuna gidecektir. Bayan Dean yanıma geldi.

"Henüz ilaç vaktiniz gelmedi efendim, tam yirmi dakikanız var," diye başladı.

"Boşver ilacı, canı cehenneme!" dedim. "Benim istediğim..."

"Doktorla konuştum, artık şu tozdan almanıza gerek yokmuş."

"Hay, çok yaşasın! Ama dur şimdi, sözümü bölme de gel otur şöyle. Sakın elini şu zehir tadındaki ilaçlara uzatayım deme. Otur, örgünü çıkart, hah işte böyle... Evet, başla bakalım, hikâyeni dinlemek istiyorum; kaldığın yerden bugüne kadar. Bay Heathcliff'in başından başka neler geçti? Avrupa'da öğrenim görüp tam bir beyefendi olarak mı döndü, yoksa bir kolejden burs aldı da oraya mı yerleşti? Belki de Amerika'ya kaçmıştır. Eski yurdunda savaşmış, şan şeref kazanmıştır, ha? İngiltere'nin dağ geçitlerinde kısa yoldan zengin olmuş da olabilir."

"Bu işlerin her birine az çok girip çıkmış olabilir Bay Lockwood; ama şunu yapmıştır, şunu yapmamıştır diye kesin bir şey söyleyemem. Daha önce de anlattığım gibi parasını nereden, nasıl kazandığını bilmiyorum. Bilgisizlik ve cehaletten nasıl kurtulduğunu, nasıl yükseldiğini de öğrenemedim. Her neyse, izniniz olursa, ben gene kendi yöntemimle anlatmaya devam edeceğim. Böylece sizi de usandırmamış olurum. Bu sabah, kendinizi daha iyi hissediyor musunuz?.."

"Çok. Hem de pek çok!.."

"İşte bu iyi bir haber. Bayan Catherine'le birlikte Thrushcross Grange'e geldim. Catherine'in davranışları hiç beklemediğim şekilde düzeldi. Bay Linton'a pek düşkün görünüyor, görümcesine de bol bol sevgi gösterilerinde bulunuyor, onlar da hanımın üstüne titriyorlardı. Bu durum, dikenin hanımellerine doğru uzanması değil, hanımellerinin dikene sarılmasıydı adeta. Karşılıklı bir teslim oluş değildi; biri dimdik duruyor, diğerleri boyun eğiyordu. Eh, bu koşullarda kim huysuzluk ve geçimsizlik edebilir? Bay Edgar'ın içinde, derinlerde bir yerde, onu sinirlendirmekten duyduğu korkuyu fark etmiştim. Catherine'den çekiniyor, ancak bunu hanımdan gizliyordu, ama ne zaman benim ona sert bir karşılık verdiğimi duysa ya da hanımın herhangi bir emrine hizmetçilerden birinin surat astığını görse, kaşlarını çatarak hoşnutsuzluğunu belli ederdi. Oysa kendisine karşı yapılan böyle bir şeye hiç aldırış etmezdi. Bana kaç kere küstahlığımı sert bir dille hatırlatmış; hanımını üzülmüş görmekten duyacağı acının, sırtına saplanacak bir bıçak acısından bile büyük olacağını söylemişti. Ben de iyi huylu Bey'i kırmamak için daha az alıngan olmayı öğrendim. Böylece altı ay, bu barut fıçısı, barutla değil de, kumla doluymuş gibi tehlikesiz durdu. Zaten onu parlatacak hiçbir ateş de yakınına sokulmamıştı. Catherine'in arada bir kedere, sessizliğe gömüldüğü oluyordu. Daha önceleri böyle bir hali hiç görülmediğinden, bunu geçirdiği hastalık sonucu, durumundaki değişikliğe yoran kocası anlayış gösterir, güneşin yeniden parlamaya başlamasına ise, aynı coşkunlukla karşılık verirdi. Gerçekten derin ve gittikçe büyüyen bir mutluluk içinde olduklarını söyleyebilirim.

Ama bu mutluluk sona erdi. Zamanla herkes, kendisi için var olma gereksinimini duyar. Yumuşak huylu, cömert kimseler; zorba yaradılışlı olanlardan sadece biraz daha bencildirler. Bir gün, o ana kadar hiç fark etmedikleri bir şeyi anladılar; birinin çıkarı diğeri için hiçbir anlam ifade etmiyordu. İşte bunu anladıkları an mutlulukları da sona erdi. Tatlı bir ekim akşamıydı. Topladığım elmaları bir sepete doldurdum. Yüksek duvarın üstünden süzülen ay ışığı ile binanın sayısız girinti çıkıntıları arasına gölgeler düşüyordu. Yükümü mutfak kapısı önündeki basamağa bıraktım ve ılık, tatlı havayı koklayarak dinlenmeye başladım. Gözlerim aya, sırtım ön kapıya dönüktü. Derken arkamdan bir ses işittim:

"Sen misin Nelly?"

Ses tonu yabancıydı, ama adımı söyleyişinde tanıdık bir şeyler vardı. Kim olduğunu anlamak için geriye döndüm. Korkmuştum, çünkü bütün kapılar kapalıydı, buraya doğru gelirken kimseyi görmemiştim. Sundurmanın orada bir şey kımıldadı, sonra yaklaşmaya başladı, koyu renk elbiseler içinde uzun boylu, esmer, siyah saçlı bir adam gördüm. Duvara yaslanarak, açıp girecekmiş gibi kapının mandalını tuttu. "Kim acaba?" diye düşündüm. "Bay Earnshaw? Yok, hayır! Sesi hiç benzemiyor."

Ben onu böylece süzerken, "Bir saattir burada bekliyorum," dedi. "Bu bir saat süresince her taraf bir ölüm sessizliğindeydi. Girmeye çekindim. Yoksa beni tanıyamadın mı? Buraya gel benim, yabancı değilim."

Yüzüne bir ışık huzmesi vurdu; çökük yanakları kapkara sakallarla kaplıydı. Kaşlar inikti, gözler derine gömülmüştü. Bu gözleri tanıdım.

Onun bu dünyadan biri olduğundan hâlâ şüphe duyuyordum. Hayretler içinde ellerimi kaldırdım ve, "Ne!" diye bağırdım, "Ne! Dönüp geldin ha? Gerçekten sen misin? Sen misin?"

"Evet, Heathcliff!" diye cevap verdi. Bu arada gözlerini benden ayırıp, ay ışığını yansıtan ama içerden hiçbir aydınlık görünmeyen pencerelere doğru kaldırdı. "Evdeler mi? O nerede? Nelly, bakıyorum sevinmedin! Endişe etmene hiç gerek yok. O burada değil mi? Söyle! Onunla... yani hanımınla konuşmak istiyorum. Git, Gimmerton'dan gelen birinin kendisiyle konuşmak istediğini söyle."

"Bunu nasıl karşılayacak?" diye söylendim. "Ne yapacak acaba? Beni bile şaşkına çevirdikten sonra... onun aklı başından gider mutlaka! Sen Heathcliff ha! Ama çok değişmişsin! Bu akıl almaz bir şey. Askere mi yazılmıştın yoksa?"

Sabırsızca sözümü keserek, "Sen git, benim dediğimi yap," dedi. "Bil ki, cehennem azabı içindeyim!"

Mandalı kaldırdı, içeri aldım. Ama Bay ve Bayan Linton'ın bulunduğu salona yaklaşınca bir an durakladım, kararsızdım. Sonra, şamdanları yakayım mı, diye sorma bahanesiyle gittim.

Bir pencere önüne, yan yana oturmuş dışarıyı seyrediyorlardı. Panjurlar ardına kadar açıktı. Bahçedeki ağaçlarla koruluğun ötesinde, Gimmerton vadisini uzun bir sis tabakası kaplamıştı. (Herhalde fark etmişsinizdir: Kiliseyi geçer geçmez fundalığın hışırtılı seslerini taşıyan rüzgâr, yamaçtan aşağı akan dereye gelince onunla aynı yönde eser. Bu yüzden de orada her zaman çizgi halinde bir sis tabakası bulunur.) Bu gümüş renkli sis tabakası üstünde Uğultulu Tepeler yükseliyor, ama bizim eski ev görünmüyordu, çünkü ev, tepenin öbür yamacında kalıyordu. Lintonlar salonun penceresinden huzur içinde manzarayı seyrediyorlardı. Onların bu mutluluğunu bozmaya gönlüm razı olmadı. Şamdanları yakayım mı, diye sorduktan sonra kapıya doğru yöneldim, tam gitmek üzereydim ki şaşkın şaşkın geri döndüm. "Gimmerton'dan gelen biri, sizi görmek istiyor hanımefendi," diye mırıldandım.

"Ne istiyormuş?" dedi Bayan Linton.

"Sormadım," diye cevap verdim.

"Pekâlâ, perdeleri ört Nelly," dedi. "Sonra da bize çay getir. Ben gidip bir bakayım."

Salondan çıktı; Bay Edgar, ilgisiz ilgisiz gelenin kim olduğunu sordu. "Hanımın hiç beklemediği biri," diye cevap verdim. "Heathcliff... Hatırladınız değil mi, efendim? Hani bir zamanlar Earnshaw'larda çalışıyordu."

"Nee! O çingene ha... O çiftlik yanaşması ha?" diye bağırdı. "Peki, gelenin o olduğunu Catherine'e niye söylemedin?"

"Sakın ha! Onu bu sıfatlarla anayım demeyin, Bayım," dedim. "Hanım duyarsa, çok üzülür. O kaçıp gittiği zaman nerdeyse deli olacaktı. Dönüp gelişine ise bayram eder, sanırım."

Bay Linton, salonun avluya bakan penceresine gidip, panjurlarını açarak aşağıya doğru eğildi ve hemen seslendi: "Orada ayakta kalma, sevgilim! Gelen kimse, içeri al istiyorsan." Biraz sonra kapı mandalının sesi duyuldu. Catherine uçarcasına yukarı çıktı. Ne yapacağını bilemez bir halde, soluk soluğaydı. Heyecanından sevincini belli edemiyordu. Hatta onu gören büyük bir felaketle karşılaşmış olduğunu bile sanabilirdi.

Kollarını kocasının boynuna dolayarak, "Oh, Edgar, Edgar!" diye bağırdı. "Oh, Edgar sevgilim, Heathcliff geldi! Dönüp geldi!" diyerek kocasına daha sıkı sarıldı.

Öbürü ise kırgın bir sesle, "Pekâlâ, pekâlâ, ama bu yüzden beni boğman gerekmez," dedi. "Onun bu derece büyük bir değer taşıdığını bilmiyordum. Dur, kendine gel biraz, bunun için çıldırmana gerek yok!"

Hanım sevincini dizginleyerek, "Ondan hoşlanmadığını biliyorum," dedi. "Ama benim hatırım için yakınlık göstermen gerekir. Gidip çağırayım mı?"

"Buraya? Salona mı?"

"Elbette, başka nereye olacak?"

Bey'in canı sıkılmışa benziyordu. Onu mutfağa almanın daha uygun olacağını söyledi. Kocasının bu müşkülpesentliğine, yarı kızan, yarı gülen Bayan Linton, onu alaycı alaycı süzdü.

"Hayır," dedi bir süre sonra, "Ben mutfakta oturamam. Ellen, buraya iki masa hazırla. Birisi, soylu kişiler olduklarından Bey'inle Bayan Isabella için, diğeri de aşağı tabakadan olan Heathcliff'le benim için. Buna da bir diyeceğin var mı, sevgilim? Yoksa başka bir odaya geçip, orada mı oturalım?.. Öyleyse gerekli emirleri kendin ver. Ben konuğumu almaya gidiyorum. Tanrım bu bir düş değil ya!"

Tam odadan çıkacağı sırada, Edgar onu yakaladı. Sonra bana dönerek:

"Git çağır, buraya gelsin," dedi. "Catherine, sen de fazla sevinçli görünmemeye çalış lütfen! Kaçak bir yanaşmayı, öz kardeşinmiş gibi karşılamanı, bütün ev halkının seyretmesine hiç gerek yok."

Aşağıya indim; Heathcliff, davet edileceğini biliyormuş gibi sundurmanın altında bekliyordu. Fazla söze gerek kalmadan arkamdan geldi; ben de onu, yüzlerinin kızarmış olmasından tartıştıkları ilk bakışta anlaşılan, Bey'le Hanım'ın yanına götürdüm. Hanım'ın yüzü eski kader arkadaşını görür görmez bambaşka bir duyguyla aydınlandı; koşarak geldi ve onu iki elinden yakalayarak kocasına doğru çektikten sonra, Linton'ın gönülsüzce uzattığı elini, misafirin eline tutuşturdu. Ocak ateşiyle, mumların aydınlığında daha iyi görebildiğim Heathcliff'teki değişiklik karşısında şaşırıp kaldım. Uzun boylu, çevik, yakışıklı, yapılı bir adam olup çıkmıştı. Bizim Bey, onun yanında sıska bir çocuk gibi kalıyordu. Dimdik duruşundan, orduda hizmet etmiş olduğu anlaşılmaktaydı. Yüz çizgileri, Bay Linton'ınkilerden çok daha olgundu. Eski günlerin çaresizliğinden en küçük bir iz bile taşımayan, bilgili bir hali vardı. Aşağı eğik kaşlarla, kara kara parıldayan gözlerde yarı uygar bir yırtıcılık gizliyse de, bunu bastırmaya çalıştığı anlaşılmakta, davranışlarında ise soylu bir tavır fark edilmekteydi. Kabalıktan tamamıyla sıyrılmış bulunuyordu, ama yine de sertti. Bizim Bey'in şaşkınlığı benimkini de geçti. Çiftlik yanaşması dediği bu kimseye ne söyleyeceğini bilemiyordu. Bir dakika kadar hareketsiz kaldı. Heathcliff, onun narin elini bıraktıktan sonra, serinkanlılıkla yüzüne bakıp konuşmasını bekledi.

O da, en sonunda, "Oturun efendim," diyebildi. "Bayan Linton eski günleri hatırlayarak, size candan bir kabul göstermemi istedi. Onu memnun edecek her şey benim için de bir sevinç kaynağıdır."

"Benim için de öyledir," diye cevap verdi Heathcliff, "Hele o şeyde benim de payım varsa... Bir ya da iki saat oturacağım seve seve."

Catherine'in karşısına oturdu, Catherine ise, gözlerini ona dikmiş, sanki başını çevirirse kaybolup gidiverecekmiş gibi ondan ayırmıyordu. O ise, ancak arada bir hanıma bakıyor, ama her bakışından kendinden daha emin bir şekilde kadının gözlerinden gizli zevkler tadıyordu. Hiçbir şeyi umursamayacak ölçüde, karşılıklı sevinç içindeydiler. Ama Bay Edgar öyle değildi; endişeliydi; benzi sararmıştı. Hele hanımı kalkıp ilerleyerek Heathcliff'in ellerini tutup, çılgınca kahkahalar atmaya başlayınca, bu endişesi doruğa ulaştı.

"Yarın bunun bir düş olduğunu düşünebilirim!" diye bağırmıştı Hanım. "Sana bir defa daha dokunduğuma, seni bir defa daha gördüğüme, seninle bir defa daha konuştuğuma inanamayacağım. Oysa, sen, insafsız Heathcliff! Sen böyle bir hoş geldini bile hak etmiş değilsin. Üç yıl ne göründün, ne bir haber gönderdin; beni de hiç düşünmedin."

"Düşündüm, hem de senin beni düşündüğünden daha fazla," diye cevap verdi delikanlı, "Evlendiğini öğreneli çok olmadı Cathy: Aşağıda avluda beklerken kendi kendime şöyle bir plan kurdum: Yüzünü bir an görecek, gözlerindeki şaşkınlığı, belki de sahte sevinci bir an izleyecek, sonra gidip Hindley'le hesaplaşacak, ardından da yakalanmamak için ne gerekiyorsa onu yapacaktım. Ama senin şu sıcak tavrın bütün bu düşüncelerimi silmiş bulunuyor. Ama sakın bir dahaki karşılaşmamızda başka türlü davranmaya kalkışma. Hayır, beni gene uzaklaştıramayacaksın. Benim için gerçekten üzülmüştün, değil mi? Üzülmekte haklıydın. Senden ayrıldıktan bu yana, çok zor günler geçirdim. Beni bağışlamalısın, çünkü bütün çabalarım sadece senin içindi!"

Linton, her zamanki ses tonu ve terbiyeli haliyle konuşmaya çalışarak, "Çayı soğuk içmek istemiyorsak, lütfen masaya Catherine," diye araya girdi, "Bay Heathcliff, bu geceyi nerede geçirecek olursa olsun, önünde yürünecek uzun bir yol var. Ben ise fazlasıyla susadım."

Hanım çaydanlığın karşısına oturdu, çıngırakla çağrılan Bayan Isabella da geldi, ben ise, hepsinin sandalyelerini çekerek oturmalarına yardımcı olduktan sonra, salondan ayrıldım. Catherine bir şeyler yiyip içecek halde değildi, bardağını bile doldurmadı. Edgar yemeye çalışmış, ancak boğazından bir lokma zor geçebilmişti. Böylece yemek on dakikada sona ermiş bulunuyordu. Misafir o geceki ziyaretini bir saatten fazla sürdürmedi. Ayrılırken, Gimmerton'a mı gideceğini sordum.

"Hayır, Uğultulu Tepeler'e," diye yanıtladı. "Bu sabah uğradığım zaman Bay Earnshaw beni oraya davet etti."

Evet!.. Bay Earnshaw da onu davet etmişti! Heathcliff, Bay Earnshaw'a uğramıştı. O gittikten sonra üzüntü içinde bunları düşündüm. Yoksa göz boyayarak, buralara sinsice bir kötülük etmeye mi gelmişti? Gönlümün derinliğinde bir önsezi bana, onun uzaklarda kalmasının daha iyi olacağını söylüyordu.

Gece yarısına doğru Bayan Linton'ın odama süzülüp başucumdaki sandalyeye oturarak, saçımı çekiştirmesiyle uyandım.

Özür dileyen bir ses tonuyla, "Gözüme uyku girmedi bir türlü, Nelly," dedi, "Mutluluğumu paylaşacak birine ihtiyacım var. Kendisini ilgilendirmeyen bir şey yüzünden sevinçli oluşuma Edgar surat asıyor. Öfkeli, hırçın ve saçma sapan sözler dışında ağzını bile açmıyor. Kendisiyle hastayken ve uyumaya ihtiyacı olduğu bir sırada konuşmak istediğim için de benim katı yürekli, bencil bir insan olduğumu söylüyor. Zaten en küçük bir güçlük karşısında hemen hastalık bahane eder! Heathcliff'i bir iki kelimeyle övünce ya baş ağrısından söz ediyor ya da kıskançlık krizleri tutup ağlamaya başlıyor. Ben de onu böylece bırakıp, kalktım geldim."

"Heathcliff'i ona övmenin ne gereği var," diye yanıtladım, "Çocukluklarından beri birbirlerini sevmiyorlar; Heathcliff de Bay Linton'ı ona övmenden rahatsız olacaktır. İnsanın mayası bu. Açıkça aralarında bir kavga çıkarmak istemiyorsan, Bay Linton'a ondan söz açma."

"Ama bu, büyük bir güçsüzlük örneği değil mi?" dedi, "Bak, ben kıskanıyor muyum? Isabella'nın sarı saçlarının pırıl pırıl oluşunu, teninin beyazlığını, eşsiz inceliğini, bütün aile halkının ona karşı gösterdiği düşkünlüğü kıskanıp üzülüyor muyum? Sen bile Nelly, ne zaman onunla aramızda bir tartışma olsa, hemen Isabella'yı desteklersin. Ben de budala bir anne gibi boyun eğer, ona yavrum, kuzum der, sinirlerinin yatışması için yaltaklanırım. Birbirimizle içli dışlı olmamız ağabeyinin hoşuna gidiyor, ben de bunu istiyorum. Ama ikisi de aynı, şımartılmış çocuklar. Dünya kendileri için yaratılmış sanıyorlar. Ben her ne kadar onların suyuna gidiyorsam da, esaslı bir cezanın ikisini de yola getireceğini düşünmüyor değilim."

"Yanılıyorsun, Bayan Linton," dedim, "Asıl onlar senin suyuna gidiyorlar. Böyle yapmasalar, ne olacağını pekâlâ biliyorum. İşleri güçleri senin isteklerini yerine getirmek olduğu sürece, onların geçici heveslerine göz yumabilirsin. Ama, iki taraf için de aynı derecede önemli bir şey oldu mu, sanırım kavga çıkarırsın. Bu durumda senin o güçsüz dediklerin en az senin kadar inatçı olacaklardır."

"Bu kavga da ölünceye kadar böylece sürüp gidecek, değil mi Nelly," diye güldü. "Hayır! Bak sana anlatayım Linton'ın sevgisinden öylesine eminim ki, onu öldürsem bile karşılık vermek istemeyeceğini biliyorum."

Bu sevgiden ötürü Linton'a daha fazla değer vermesi gerektiğini söyledim.

"Veriyorum," dedi, "ama, o da önemsiz şeyler için sızlanmamalı. Çocukça bir şey bu. Sonra, ben Heathcliff'in artık saygıdeğer biri olduğunu, ülkedeki en saygın kişilerin bile onunla arkadaşlık etmekten onur duyacağını söylediğim zaman, gözyaşı dökeceğine, bana hak vermeli, bu yakınlıktan hoşlanmalı. Heathcliff'e alışmak zorunda, hatta sevmek için çaba göstermeli. Heathcliff'in ondan hoşlanmaması için ne gibi sebepler olduğunu düşünmemiz gerekir; örneğin bugünkü davranışı fevkaladeydi!"

"Peki onun Uğultulu Tepeler'e gidişine ne diyorsun?" diye sordum. "Her açıdan değişmiş görünüyor. O tam bir Hıristiyan; bütün düşmanlarına dostluğun simgesi olan sağ elini uzatıyor!"

"Bu konuyu açıkladı," diye yanıtladı. "Senin gibi ben de merak ediyordum. Senin hâlâ orada olduğunu sandığı için uğramış oraya, Joseph de gidip Hindley'e haber vermiş, Hindley de çıkıp, bu zamana kadar nerelerde olduğunu, neler yaptığını, nasıl yaşadığını sormuş, sonunda da içeri girmesini söylemiş. İçerde kumar oynanıyormuş, Heathcliff de oynamış, ağabeyim Heathcliff'e yenilerek bir miktar borçlanmış, ama bakmış ki, Heathcliff'te çok para var, akşama gene gelmesini söylemiş, o da kabul etmiş. Hindley, arkadaş seçmekte ince eleyip sık dokumaz, alçakça kalbini kırdığı insanlardan kendisine bir kötülük gelebileceğini aklına bile getirmez. Ama Heathcliff'in dediğine bakarsan, kendisine işkence eden adamla yeniden ilişki kurmasının önemli bir nedeni var. Birincisi, Grange'e yürüyerek gidilebilecek bir uzaklıkta olması; diğeri ise birlikte yaşadığımız eve karşı duyduğu bağlılık. Ayrıca, Gimmerton yerine orada oturursa, benim kendisini daha sık görme fırsatını bulacağımı ümit ediyormuş. Bol para önerip, Uğultulu Tepeler'e yerleşmek istiyor. Kardeşimin paraya olan zaafını biliyorum, kabul edeceğine hiç şüphe yok. Sağ eliyle topladığını, sol eliyle dağıtan biri olmasına rağmen öteden beri bir açgözlülüğü de vardır."

"Tam da genç bir adamın yerleşmesine uygun bir yer," dedim. "Bunun doğuracağı sonuçlardan hiç endişe duymuyor musun, Bayan Linton?"

"Arkadaşım açısından hayır," diye yanıtladı. "Sağlam mantığı onu tehlikelerden koruyacaktır; Hindley için ise biraz. Ama manevi açıdan değil, çünkü bundan daha kötü bir duruma düşeceğini sanmıyorum. Ayrıca onun varlığına gelecek zararlara ben engel olurum. Bu akşamki olay, beni Tanrı'yla da, insanlarla da uzlaştırmış bulunuyor! Daha önce kadere karşı öfkeyle isyan ediyordum. Ah, çok, çok çektim Nelly! O yaratık ne acılar çektiğimi bilseydi, bunların sona erişini budalaca bir huysuzlukla gölgelemekten utanırdı. Oysa ki dertlerime tek başıma katlanışım bile onun için bir iyilikti. Duyduğum her acıyı dile getirmiş olsaydım, o da, benim kadar bunların sona ereceği günü dört gözle beklerdi. Neyse, geçti artık, yaptığı budalalığın intikamını da almayacağım; bundan böyle her şeye katlanabilirim! Dünyanın en aşağılık yaratığı yanağıma tokat vuracak olsa, öbür yanağımı uzatmakla kalmayacak, üstelik onu kızdırdığım için özür dileyeceğim. Bunun kanıtı olarak da hemen gidip Edgar'la barışacağım. İyi geceler! Ben bir meleğim!"

Böylece, kendiyle barışık bir halde yanımdan ayrıldı. Verdiği kararın başarıya ulaştığı, ertesi sabah açıkça görüldü. Bay Linton huysuzluğu bir yana bırakmakla kalmamış, (neşesi, Catherine'in coşkun canlılığı ile gölgelenir görünse bile) karısının Isabella'yı da alıp öğleden sonra Uğultulu Tepeler'e gitmesine razı olmuştu. O ise, kocasını öylesine sıcak, öylesine tatlı bir sevgiyle ödüllendirdi ki, ev adeta cennetten farksızdı. Bundan hem Bey, hem de hizmetçiler fazlasıyla yararlandılar.

Heathcliff, (ona artık Bay Heathcliff demeliyim) ilk günler Thrushcross'a sık sık gelmekten çekiniyor, çiftlik sahibinin bu ziyaretleri nasıl karşıladığını anlamaya çalışır görünüyordu. Catherine de onu görmekten duyduğu sevinci belirtmek için daha ılımlı kelimeler kullanmaya dikkat ediyordu. Böylece, Heathcliff her zaman beklenen bir konuk olma hakkını yavaş yavaş elde etti. Çocukluğunda olduğu gibi, hâlâ içine kapanık bir yapısı vardı. Bu da coşkularına ve duygularına hâkim olmasına yarıyordu. Bey'in tedirginliği de giderek yatışmıştı. Sonra gelişen başka olaylar bu tedirginliği bir süre için başka bir yöne kaydırdı.

Onun üzüntüsü, Isabella'nın bu yeni konuğa karşı birdenbire, hem de karşı konulmaz bir yakınlık duymaya başlamasından ileri gelmekteydi. Isabella o sıralarda, on sekiz yaşında, çekici bir genç hanımdı. Davranışları biraz çocuksuydu, ama keskin bir zekâsı, ince, canlı duyguları ve kızdırılınca sertleşen, alıngan bir yapısı vardı. Onu çok seven ağabeyi, bu inanılmaz tutku karşısında şaşırıp kalmıştı. Adı sanı belirsiz bir adamla kurulacak aile bağının onur kırıcı olacağını düşünüyor, bir erkek çocuğu olmadığı takdirde varını yoğunu bu adama kaptıracağı gerçeğini de hazmedemiyordu. Tüm bunlar bir yana, Heathcliff'in yaradılışını bildiğinden, dış görünüşü değişmiş bile olsa, ruhunun değişmediğini düşünüyordu; haklıydı. Bütün bu düşündükleri onu ürkütüyor, isyan ettiriyordu. Isabella'yı ona emanet etme düşüncesi bile nefretinin artmasına yetiyordu. Hele, bir de kız kardeşinin bu tutkusunun karşı taraftan hiçbir ilgi görmeden, tamamıyla karşılıksız geliştiğini bilse, çok daha fazla acı çekerdi. Ama o, işin farkına varır varmaz suçu Heathcliff'e yüklemişti.

Bir süreden beri, Isabella'nın bir şeylere üzüldüğünün, kendi kendini yediğinin farkındaydık; kavgacı, çekilmez biri olmuş çıkmıştı. Durmadan Catherine'e çatıyor, onunla alay ediyor, üstüne varıyor, sabrını taşırmaktan çekinmiyordu. Biz ise, gözümüzün önünde eriyip solmasını göz önünde tutarak, "Herhalde hasta olduğu için böyle yapıyor" diyerek onu hoş görüyorduk. Ama o sürekli şikâyet ediyor, hizmetçilerin sözünü dinlemediğinden, kendisine evde hiç söz hakkı tanınmamasından, Edgar'ın onunla hiç ilgilenmediğinden, kapıların açık bırakılıp soğuk almasının sağlandığından yakınıp duruyordu. Bir gün kahvaltısını yememekte direnince, Bayan Linton da ona sert bir şekilde hemen gidip yatağına yatmasını söyledi. Ardından da bir güzel azarlayıp, yatmazsa derhal doktoru çağıracağını bildirdi. Kız, Kenneth'ın adını duyar duymaz hemen ağız değiştirdi ve eğer biraz neşesiz görünüyorsa, bunun sırf Catherine'in hırçınlığından kaynaklandığını söyledi.

Bu mantıksız iddiaya şaşmış olan hanım ise, "Bana nasıl hırçın diyebiliyorsun, hayret!" diye bağırdı. "Şımarığa bak, ne dediğini kulakların duyuyor mu senin? Söyle bakalım, sana karşı ne zaman sert davrandım?"

"Dün," diye hıçkırdı Isabella, "Şimdi de!"

"Dün ha!" dedi yenge, "Peki ne yaptım?"

"Kırlara çıktığım sırada sen Bay Heathcliff'le baş başa kalabilmek için bana canımın istediği yere gidip dolaşabileceğimi söyledin."

Catherine gülerek, "Senin sertlik dediğin bu demek?" diye sordu. "Ben bunu sözlerle, senin yanımızda fazlalık olduğunu ima etmedim. Çünkü bizimle birlikte olup olmaman bir şeyi değiştirmezdi. Ben sadece Heathcliff'in konuşmalarının seni ilgilendirmeyeceğini, canının sıkılacağını düşünmüştüm, o kadar."

"Yoo, yo," dedi küçükhanım gözyaşları arasında, "Benim yanınızdan gitmemi söyledin, çünkü yanınızda bulunmak istediğimi biliyordun."

Bayan Linton bana dönerek, "Deli mi bu çocuk?" diye sordu, "Şimdi dün konuşulanları, kelimesi kelimesine tekrarlayacağım Isabella, sen de bunun neresi seni ilgilendirir, söyleyeceksin."

"Ben konuşulanlara aldırış etmiyordum ki," diye cevap verdi kız, "Ben yalnızca..."

Catherine onun sözünü tamamlamaya cesaret edemediğini görünce, "Evet, sen yalnızca..." dedi.

"Onun yanında bulunmak istiyordum. Bundan böyle de, beni ondan uzaklaştırabileceğini sanma!" diye devam etti. "Sen sıradan bir çoban köpeği gibisin Cathy, kendinden başkasının sevilmesini çekemiyorsun!"

Bayan Linton şaşıp kalmıştı. "Sen de arsız küçük bir maymunsun!" dedi. "Ama bu kadar budalalık olamaz! Heathcliff'in hayranlığını kazanmak istemen, onu çekici biri olarak görmen olacak şey değil! Umarım sözlerini yanlış anlamışımdır, Isabella!"

Çılgına dönmüş olan kız ise, "Hayır, yanlış anlamadın," dedi, "Ben onu, senin Edgar'ı sevdiğinden çok daha fazla seviyorum. Eğer bırakırsan, o da beni sevebilir!"

Catherine de sözcüklerin her hecesine basa basa, "Öyleyse, bir krallık bile bağışlasalar, senin yerinde olmak istemem!" dedi. Üstelik bunları içten söylediği anlaşılıyordu. "Nelly, şu kızın delilik etmekte olduğunu anlatmam için bana yardım et, ne olursun. Heathcliff'in nasıl bir insan olduğunu söyle şuna; onun yontulmamış, eğitilmemiş bir yırtıcı; katırtırnakları, devedikenleri ile kaplı, kupkuru biri olduğunu söyle. Bence senin ona gönül vermen, şu küçük kanaryayı, kış ortasında koruluğa salıvermenle eşdeğerdedir. Sen, onun hakkında azıcık bir bilgiye sahip olsaydın, böyle bir hayale imkânı yok kapılmazdın; sana yalvarıyorum, onun sert görünüşü altında derin bir iyilik, bir sevgi bulunabileceğini sanma! O sert bir elmas, içinde inci bulunan bir istiridye değil; insafsız, yırtıcı, tilki gibi bir adamdır. Ben ona hiçbir zaman, 'Şu ya da bu düşmanına dokunma, çünkü onlara zarar vermek kalpsizlik, insafsızlık olur,' demem; 'Onlara dokunma, çünkü zarar görmelerini istemiyorum,' derim; sana gelince Isabella, seni bir yük olarak gördüğü anda bir serçe yumurtası gibi ezmekten çekinmeyecektir, bilmiş ol! Ben onun Linton'ı bundan böyle sevemeyeceğini biliyorum; ama seninle paran için hiç düşünmeden evlenebilir. Hırs, onun içinde gittikçe dal budak salarak büyüyen bir günahtır. İşte benim bildiklerim... Üstelik arkadaşıyım. Öyle ki, seni gerçekten ele geçirmeyi düşünüyorsa belki de benim dilimi tutmam, onun tuzağına düşmene göz yummam bile gerekir."

Küçükhanım yengesine kızgın kızgın baktı.

"Ayıp! Ayıp!" diye tekrarladı. "Sen arkadaş değil, yirmi düşmandan daha beter zehirli bir yılansın!"

"Yaa, demek bana inanmıyorsun?" dedi Catherine. "Benim alçakça bir bencillikle böyle konuştuğumu düşünüyorsun, değil mi?"

"Bundan hiç şüphem yok," diye karşılık verdi Isabella, "Sana baktıkça tüylerim diken diken oluyor!"

Diğeri de, "Güzel!" diye bağırdı, "Madem aklına koymuşsun, dene öyleyse; ben üstüme düşeni yaptım, bundan sonrasını sen bilirsin."

Bayan Linton odadan çıkıp giderken, genç kız: "Beni kendi bencilliğine kurban etmek istiyor," diye hıçkırdı. "Herkes, herkes bana karşı. İşte benim tek avuntumu da berbat etti. Ama söylediklerinin hiçbiri doğru değildi, öyle değil mi? Bay Heathcliff bir canavar değil; onurlu, vefalı bir insan. Eğer böyle olmasaydı onu yeniden görmek için, döner gelir miydi?"

"Bu adamı aklından çıkar, küçükhanım," dedim. "O bir uğursuzluk kuşudur, senin dengin, değil. Evet, Bayan Linton sert konuştu, ama doğruyu söyledi. Hanım onun içyüzünü hepimizden daha iyi bilir. Üstelik onu olduğundan daha kötü göstermeye kalkışmasına da imkân yok. Dürüst insanlar yaptıklarını gizlemezler. Buralarda yokken neler yaptı? Nasıl zengin oldu? Niye, nefret ettiği bir adamın evine, Uğultulu Tepeler'e yerleşti? Onun geldiği günden bu yana Bay Earnshaw'un giderek daha kötü bir duruma düştüğünü söylüyorlar. Bütün gece birlikte oturuyorlarmış, Hindley toprak karşılığında ondan borç para alıyor, içki içip, kumar oynamaktan başka şey yapmıyormuş. Daha bir hafta önce duydum –söyleyen de Joseph'di– onunla Gimmerton'da karşılaşmıştım; 'Nelly,' dedi, 'Bugünlerde bizim evde bir sorgu yargıcı olsa iyi olur. Evde çok garip şeyler oluyor. En başta Bey! Ne kıyamet gününden korkuyor, ne Aziz Paulus'dan, ne Aziz Petros'dan, ne Aziz Yohannes'den, ne de Aziz Matta'dan. Hiçbirinden! Korkmak bir yana, sanki onlarla yüz yüze gelmeye can atıyor! Bir de o düzgün kılıklı Heathcliff var ya, bildiğin gibi değil! Her bir şeye gülüp geçiyor, hiçbir şey umurunda değil, şeytanın ta kendisi. Grange'e uğradığında, bizim orada ne kadar güzel vakit geçirdiğimizi hiç anlatmıyor mu size? Bak ben anlatayım: Güneş batarken yataktan kalkıyor, ertesi gün öğleye kadar kepenkler kapalı kalıyor, mumlar yanıyor, içki, kumar gırla... Sonra bizim deli söve saya, bağıra çağıra odasına gidiyor. Öyle ki azıcık kendini bilen biri bu hale düşse utancından yedi kat yerin dibine girer. O alçak var ya, o alçağın sayamayacağı kadar çok parası var; yiyip içip uyuyor, sonra da doğru yandaki çiftliğe, komşunun karısıyla çene çalmaya gidiyor; o Catherine denen kadına, babasının altınlarını kendi cebine nasıl akıttığını, kardeşinin tepeden aşağı dörtnala inerken, kendisi seğirtip önündeki kapıları ardına kadar nasıl açtığını, herhalde anlatıyordur.' İşte böyle küçükhanım. Evet Joseph bunak alçağın biridir, ama yalan söylemez. Heathcliff'in davranışları üzerine anlattıkları da doğru olacağına göre, böyle bir koca istemeyi aklından bile geçirmezsin, değil mi?"

"Sen de öbürleri gibisin Nelly," diye cevap verdi. "İftiralarını dinlemeye hiç niyetim yok. Bu dünyada mutluluk olmadığına beni inandırmayı istemen için, senin çok kötü bir insan olman gerek."

Kendi başına bırakılsaydı bu hevesten vazgeçer miydi, yoksa bu heves onun için vazgeçilmez bir tutku mu olurdu, bilmiyorum. Ama bu konu üzerinde düşünmeye pek vakit bulamadı. Ertesi gün komşu kasabada bir mahkeme vardı ve bizim bey oraya gitmek zorundaydı. Onun evde olmayacağını bilen Bay Heathcliff de her zamankinden daha erken, çıkageldi. Catherine'le Isabella kavgalı, ama sessiz sessiz, evin kitaplığında oturmaktaydılar. Isabella, akılsızlık ettiği, geçici bir öfke anında gizli duygularını ortaya döktüğü için kaygılı, diğeri ise ağırbaşlı bir tavırla, yine bu tür bir davranışla karşı karşıya kalırsa nasıl davranması gerektiğini düşünmekteydi. Eğer karşısındaki ona gülerse, bunun gülünecek bir davranış olmadığını da belirtecekti. Heathcliff'in pencerenin önünden geçtiğini görünce gülümsedi. Ben o sırada ocağın etrafını süpürüyordum, yüzündeki haince gülümsemeyi gördüm. Isabella, ya düşüncelere dalmıştı ya da önündeki kitabı okuyordu, emin değilim. Kapı açılıncaya kadar da hiçbir harekette bulunmadı. İmkân olsa açılır açılmaz hemen kaçıp gidecekti, ama geç kalmıştı.

Hanım, bir sandalyeyi ocağa doğru çekerek, "Ne iyi ettin de geldin!" dedi neşeyle. "Biz de, burada iki kişi oturmuş, aramızdaki soğukluğu giderecek bir üçüncüyü bekliyorduk. Üstelik bu konuda bize yardım edecek tek kişi de sensin. Heathcliff, sana, en sonunda benden daha fazla düşkün olan birini tanıtmakla gurur duymaktayım. Bu, senin de gururunu okşayacaktır sanırım. Hayır, Nelly değil, ona öyle bakma! Senin hem beden, hem ruh güzelliğin karşısında yanıp tutuşan bu insan, zavallı görümcemdir. Yani Edgar'ın eniştesi olmak, sana bağlı." Öfkeyle yerinden kalkan kızcağızı sahte bir neşeyle yakaladı. "Yoo, yoo, Isabella, sıvışıp gidemezsin," diye devam etti. "Görüyorsun ya Heathcliff, senin için kedi gibi kavga ediyoruz. Bağlılık, hayranlık gösterileri olarak ise ben epeyce geride kalmış bir durumdayım. Ayrıca eğer ben bir yana çekilme nezaketini gösterecek olursam, kendi deyimiyle, 'rakibim' senin gönlüne öylesine bir ok saplarmış ki, seni sonsuza kadar elde eder, beni de unutulmuşlar karanlığına gönderirmiş."

Isabella ağırbaşlılığını kaybetmemeye çalışıyordu. Bu arada bileğini kavrayan elden kurtulmak için çırpınmayı bir küçüklük sayıyormuşçasına sakin sakin durarak; "Catherine!" dedi. "Yalnız gerçeği anlatmanı, şaka da olsa benimle alay etmemeni rica ederim! Bay Heathcliff, arkadaşınıza söyleyin de beni bıraksın. Sizinle aramızda sıcak bir dostluğun olmadığını unutuyor. Üstelik onu pek eğlendiren bu durum, bana tarif edemeyeceğim kadar acı çektirmektedir."

Konuk cevap vermeden yerine oturdu. Kızın kendisine karşı beslediği duygulara da hiç aldırış etmedi. Bu yüzden kızcağız, tekrar yengesine dönerek alçak sesle yalvarmak zorunda kaldı.

"Hayır!" diye bağırdı Bayan Linton. "Bir daha çoban köpeğine benzetilmeye hiç niyetim yok. Burada kalacaksın! Heathcliff, verdiğim güzel haberden hoşlandığını niye söylemiyorsun? Isabella, sana karşı beslediği sevginin, benim Edgar'a karşı beslediğim sevginin yanında hiç kalacağına yemin ediyor. Yanılmıyorsam, Isabella buna benzer bir şeyler söylemişti, değil mi Nelly? Önceki gün yaptığımız gezinti sırasında, onu senden uzaklaştırdığım için duyduğu üzüntü ve kızgınlıktan, ağzına bir lokma koymuyor."

Heathcliff sandalyesini ona doğru çevirdi. "Bana kalırsa kıza iftira ediyorsun," dedi. "Hiç değilse şu anda bana yakın olmak istemiyor."

Söz konusu kız Isabella'ydı ve ona garip, iğrenç bir hayvana bakar gibi gözlerini dikti. Sanki o, tiksinti verdiği halde gözlerini ayıramadığı, örneğin Hint adalarından gelmiş bir kırkayaktı. Zavallı, işte buna dayanamadı, bir kızardı, bir bozardı. Gözlerinden yaşlar damlarken Catherine'in sımsıkı tutan elini gevşetmek için bütün gücünü topladı. Hepsini birden açamadığı için, açtığı her parmağın yerini bir başka parmak alıyordu. Bu yüzden sivri tırnaklarını kullanmak zorunda kaldı.

Üstünde kırmızı ay biçiminde izler kalan elini acıyla sallayarak kızı serbest bırakan Bayan Linton, "Vay dişi kaplan vay!" diye bağırdı, "Defol Tanrı'nın cezası, git de o tilki suratını görmeyeyim! Onun önünde pençelerini göstermekle budalalık ettin. Bundan ne gibi sonuçlar çıkaracağını kestiremiyor musun? Bak Heathcliff! Bunlar işkence araçlarıdır. Gözlerini onlardan sakınmalısın."

O da, kapı kızın ardından kapandıktan sonra, "İyi ama Cathy, kızla bu şekilde alay etmekteki amacın neydi? Söylediklerin herhalde doğru değildi, öyle değil mi?" diye sordu.

"Emin ol doğruydu; haftalardır senin için ölüp bitiyor. Sana olan hayranlığını gidermek için bütün kötü yanlarını sayıp döktüm. Bu yüzden de bana etmediği hakareti bırakmadı. Neyse, aldırma; benim bütün istediğim, küstahlığının cezasını vermekti hepsi bu kadar. Aslında ben onu sevgili Heathcliff, senin kapıp bir lokmada yutmana göz yummayacak kadar çok severim."

"Ben de böyle bir şey yapmaya kalkışmayacak kadar az severim," diye yanıtladı adam; "O iğrenç, balmumu suratla bir ömür boyu karşı karşıya kalmak zorunda olsaydım, çok garip şeyler işitirdin. Bunların arasında en basiti de, o bembeyaz yüzü gökkuşağı renklerine, o mavi gözleri siyaha boyamam olurdu. Çünkü tiksinti verecek derecede Linton'ınkilere benziyorlar."

"Hayır, hoş bir şekilde!" dedi Catherine, "Melek gözleri onlar, huri gözleri..."

Heathcliff, kısa bir sessizlikten sonra sordu: "Kız Linton'ın vârisi, değil mi?"

"Bunu düşünmek bile ayıp," dedi kadın. "Mirası paylaşacak yarım düzine yeğen var, hey ulu Tanrım! Sen şimdi bu işi düşünme, bakıyorum komşunun mallarına gözünü pek erken dikmişsin. Şunu unutma; komşunun malı benimdir."

"Eğer, seninse mesele yok," dedi Heathcliff, "Ne var ki, Isabella Linton akılsızın biri olsa bile, deli değil. Her neyse, dediğin gibi bu konuyu bırakalım."

Miras ve vâris konularını konuşmayı kestiler, hatta Catherine unutmaya bile çalıştı. Ama diğerinin bunu gece boyunca sık sık hatırladığına eminim. Çünkü onun arada bir, kendi kendine gülümsediğini, daha doğrusu sırıttığını; Bayan Linton salondan çıktıkça da, kötü düşüncelere daldığını gördüm.

İşte ben de bu nedenle onun davranışlarını izlemeye karar verdim. Kalbim Catherine'den değil, Bey'imden yanaydı. Çünkü Bey iyi huylu, onurlu, güvenilir bir insandı. Hanımım için de, 'bunun tam tersi bir insandı' diyemem elbette. Ama davranışları o kadar özgür ve bağımsızdı ki ona hiç güven duyamaz; ne ilkelerine ne de duygularına güvenmez, ayrıca ilgilenmezdim. Tek dileğim, bizleri Uğultulu Tepeler'i ve Grange'i, Bay Heathcliff'in elinden kurtaracak bir şey olması ve o gelmeden önceki yaşantımıza geri dönebilmemizdi. Ziyaretleri benim için korkulu birer düş gibiydi, Bey'im için de öyleydi sanırım. Tepeler'de oluşu ise anlaşılmaz bir sıkıntı, bir baskıydı. Bana öyle geliyordu ki, Tanrı, sürüden ayrılan koyunu kendi kaderine terk etmişti; kötü bir canavar da, onunla ağıl arasında durmakta, üstüne atılıp parçalamak için fırsat kollamaktaydı.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top