VIII
Oldukça güzel bir haziran sabahıydı. Benim ilk süt bebeğim dünyaya geldi; bu bebek, Earnshaw ailesine katılan son birey olacaktı. Bu mutlu günde biz uzak bir tarlada, hasat kaldırma işiyle uğraşıyorduk. Her gün, hemen hemen aynı saatlerde kahvaltımızı getiren hizmetçi kız, o gün çok daha erken bir saatte, iki yanı fundalıklı keçi yolundan aşağı koştura koştura geldi. Bir yandan da nefes nefese bize sesleniyor, özellikle de beni çağırıyordu.
"Bir görseniz, öylesine güzel bir bebek ki..." dedi, soluğu kesilmiş bir halde. "Görüp görebileceğiniz bebeklerin en güzeli! Ama hanımın sağlık durumu hiç iyi değilmiş. Doktor söyledi, kadıncağızın günleri sayılıymış, zaten aylardır ince hastalık çekiyormuş. Bay Hindley ile konuşurlarken duydum, doktor dedi ki; 'Artık bebek doğdu; eşinizi bu dünyaya bağlayan hiçbir şey kalmadı. Kışa çıkabileceğini hiç sanmıyorum.' Nelly, hemen eve dönmen gerekiyor. Çocuğa bakma görevi sana verilecek. Bebeği bundan böyle sen besleyecek, ona süt verecek, gece ve gündüz, bir tek sen ilgileneceksin. Bir bilsen, senin yerinde olmayı ne çok isterdim, çünkü hanım ölünce bebek tümüyle senin olacak."
Elimdeki tırmığı yere fırlattım, başlığımı bağladım. "Hanım çok mu hasta?" diye sordum.
"Sanırım öyle, ama hâlâ çok cesur," diye yanıtladı hizmetçi kız. "Konuşmalarını duyan, sanki çocuğunu o bakıp, büyütüp, yetiştirecekmiş sanır. Kadıncağız öylesine mutlu ki, sevincinden ne yapacağını şaşırmış durumda. Ah! Bebek öylesine güzel ki, hanımımın yerinde olsam ölmez; Doktor Kenneth'ın dediklerine hiç aldırış etmez, yavrumu gördükçe her gün biraz daha iyileşirdim. Doğrusu şu doktora çok kızdım. Bey, salonda oturmuş bekliyordu; ebe, bebeği kucaklayıp getirince adamcağız bir seviniverdi ki görmeliydin. Ama, doktor gelip de o şom ağzını açınca, sevinci kursağında kaldı zavallının. Bunak herif ne dese beğenirsin? 'Earnshaw, karının sana böyle bir oğul doğuruncaya kadar yaşamış olması bile senin için bir nimettir. Zaten ben, buraya ilk geldiğinde onun çok yaşamayacağını anlamıştım. Şimdiyse önümüzdeki kış, işi bitecektir sanırım. Üzülüp kendini harap etme! Çünkü elden gelen bir şey yok. Hem, doğrusunu istersen, böyle zayıf bünyeli bir kızı kendine eş olarak seçmen bir hataydı.'"
"Peki, Bey ne cevap verdi?" diye sordum.
"Küfür etti sanıyorum, ama ben duymadım. Çünkü bütün derdim, bebeği doya doya görmekti." Yine kendinden geçercesine bebeği anlatmaya başladı. Ben de, Hindley için üzülmekle birlikte, en az kız kadar heyecanla eve koşturdum. Hindley'in kalbi yalnız iki şey için çarpardı; karısı ve kendisi. Bu ikisi için çıldırırdı. Özellikle de eşine tapardı. Onu kaybetmeye nasıl dayanacaktı aklım almıyordu.
Uğultulu Tepeler'e vardığımızda, Hindley ön kapıda durmaktaydı. İçeri girerken bebeğin nasıl olduğunu sordum.
Neşeyle gülümsemeye çalışarak: "Neredeyse ortalıkta koşturmaya başlayacak, Nelly," diye cevap verdi.
"Peki, ya hanım?" dedim. "Sözde doktor diyormuş ki..."
Yüzü kıpkırmızı kesilerek: "Doktorun canı cehenneme!" diye sözümü kesti. "Frances çok iyi, bir hafta içinde hiçbir şeyi kalmaz. Üst kata mı çıkıyorsun? Konuşmamaya söz verirse, benim de gelmek istediğimi söyleyiver. Çenesini tutmadığı için yanından ayrıldım, oysa, ağzını bile açmaması gerekiyor. Bay Kenneth'ın böyle dediğini ona anlat."
Bunu Bayan Earnshaw'a söyledim, sevinç içindeydi; Neşeli neşeli şöyle dedi:
"Ağzımı açmamla, ağlayarak çıkıp gitmesi bir oldu Ellen. Peki, söz veriyorum konuşmayacağım, ama ona gülmeyeceğim konusunda söz veremem."
Zavallı kadıncağız! Ölümünden bir hafta öncesine kadar bu neşesini hiç kaybetmedi. Bu arada kocası da, inadından, hatta biraz da hırsından, her geçen gün biraz daha iyileştiğini iddia edip durdu. Bir gün Kenneth, hastalığın giderek ilerlediğini, artık ilaçların da bir yararı dokunmayacağını, daha fazla masrafa girmemesi gerektiğini söyleyince, hışımla şöyle dedi:
"Bunu ben de biliyorum... Çünkü iyileşti... Senin tedavine de hiç ihtiyacı yok! Zaten vereme yakalanmış falan da değildi. Biraz ateşi vardı o kadar. Şimdi o da geçti, nabzı benimki kadar normal atıyor."
Karısına da aynı masalı okudu durdu. O da inanıyor gibi görünüyordu. Ama bir gece başını kocasının omzuna dayamış, sohbet ederlerken, hem de ertesi günü ayağa kalkabileceğini söylediği sırada, bir öksürük nöbeti başladı. Kocası, onu kolları arasına alıp kaldırdı, o da elleriyle kocasının boynunu tutmuştu. Aniden yüzü değişti, hiç beklenmedik bir anda yaşama veda etti.
Kızın da söylediği gibi, bebek Hareton büsbütün bana kaldı. Bay Earnshaw, bebek hastalanmadığı, ağlamadığı sürece hayatından memnun gibi görünüyordu. Ama yalnızca bebek konusunda böyleydi, yoksa kendisi son derece üzgündü. Üzüntüsünü pek belli etmiyordu; ne ağlıyor, ne de dua ediyordu; yalnız küfür ediyor, meydan okuyor, Tanrı'ya da, insanlara da isyan ediyordu. Sonra kendisini çılgın bir sefahat âlemine kaptırdı. Hizmetçiler, onun huysuzluklarına, kötü davranışlarına dayanamayıp ayrıldılar; sadece Joseph'le ben kalmıştık. Benim de, bebeği bırakıp gitmeye gönlüm razı olmuyordu. Dahası Bey'in süt kardeşiydim, onun sinirli davranışlarına bir yabancıdan daha kolay katlanabilirdim. Joseph ise, işçilerle kiracıları boyunduruğu altına almak, eziyet ederek onları yönetmekten hoşlandığı için kaldı. Kötülüğün bol olduğu bu yerde kalarak herkesi azarlamak, acımasızca eleştirmek ve çevresine hükmetmek onun en büyük ihtirasıydı.
Bey'in uygunsuz davranışları ve kötü arkadaşları, Catherine'le Heathcliff için kötü örnek oluyordu. Hele Heathcliff'e karşı davranışları, en sabırlı insanı bile çileden çıkarmaya yeterliydi. Gerçekten de, o günlerde oğlan adeta kudurmuştu: Ayrıca, Hindley'in artık iflah olmaz bir şekilde alçalışına seviniyor gibiydi; her gün biraz daha göze batar derecede hırçın, somurtkan, insafsız oluyordu. Evin nasıl bir cehenneme döndüğünü anlatamam. Papaz artık uğramaz olmuştu. Bayan Cathy'yi ziyaret etmek için uğrayan Edgar Linton'dan başka, hiç kimse gelmiyordu. Cathy, on beş yaşında, buraların en güzel kızıydı; eşi, benzeri yoktu. Bu yüzden de, burnu kaf dağında, dediğim dedik bir yaratık olup çıkmıştı! Doğrusu çocukluk çağını geride bırakan bu kızı daha çok sevmeye başlamıştım. Kibirli tavırlarından vazgeçirmek için elimden geleni yapıyor, rahat, dirlik vermiyordum. Böyle olduğu halde, benden hiçbir zaman nefret etmemiştir. Zaten, eski tanıdıklarına karşı şaşılacak bir bağlılığı vardı. Örneğin Heathcliff'e olan düşkünlüğünde de hiç değişiklik olmamıştı. Hatta genç Linton bile, bütün üstün niteliklerine karşın, kızın üzerinde aynı derecede bir etki yaratmakta oldukça güçlük çekmişti. Genç Linton, benim rahmetli efendimdir. Ocak rafındaki resim, onun portresidir. Eskiden bir yanda onun, bir yanda da karısının resmi dururdu. Ama hanımınki kaldırıldı, yoksa nasıl biri olduğunu resmine bakıp anlayabilirdiniz. Oradan görebiliyor musunuz?
Bayan Dean mumu yukarı doğru tutunca; Uğultulu Tepeler'deki genç kadına çok benzeyen, ama ondan daha dost canlısı, daha sevecen bir yüz gördüm. Çok hoş bir resimdi. Uzun sarı saçları şakaklarına doğru dalga dalga iniyordu. Gözler iri, bakışları ciddiydi. Yüzü biraz daha nazikti. Catherine'in böyle biri için, çocukluk arkadaşını unutmuş olmasına doğrusu hiç şaşırmadım. Ama, görünüşüne uygun bir kişiliğe sahip olmasını beklediğim birinin, benim hayal ettiğim Catherine Earnshaw'a ilgi duymasına, oldukça şaşırdım.
"Güzel bir portre," dedim kâhya kadına. "Gerçekten de böyle miydi?"
"Evet," diye yanıtladı. "Bu, onun her günkü hali. Genel olarak durgun bir insandı, neşeli olduğu zamanlar daha da bir güzelleşirdi."
Evet, Catherine, Linton'ların arasında geçirdiği beş haftadan sonra, onlarla olan ilişkilerini sürdürdü. Onların yanında uygunsuz davranışlarda bulunmak istemezdi. Neyse ki, sürekli olarak nezaketle karşılandığı bu yerde, kaba hareketlerde bulunmanın ayıp olacağını akıl edebilmiş ve böylelikle farkında olmadan Bay ve Bayan Linton üzerinde oldukça olumlu bir etki bırakmıştı. Açıkyürekliliğiyle Isabella'nın hayranlığını, erkek kardeşinin de kalbini kazanmıştı. Çok hırslı bir kişiliğe sahip olan genç kızın, bu kazanımlar sayesinde gururu oldukça okşanmaktaydı. Ama, kimseyi aldatmak gibi bir amacı olmamasına rağmen, bu durum, zamanla onun çift kişilik kazanmasına neden oldu. Heathcliff'ten "Rezil haydut!" ya da "Hayvandan da beter!" diye söz edildiğini duyduğu bir evde, ona arkadaşı gibi davranmamaya özen gösteriyor, ama kendi evindeyken, ne alay konusu edilecek kibarlık gösterilerinde bulunuyor ne de, nasıl olsa takdir edilmeyeceğini bildiğinden, uysal davranışlar takınıyordu.
Bay Edgar, Uğultulu Tepeler'i açık açık ziyaret etme cesaretini pek az gösteriyordu; Earnshaw'un kötü ününden çekinmekteydi. Onunla karşılaşmaktan korkuyordu, yoksa biz, her gelişinde onu, elimizden geldiğince en iyi koşullarda ağırlamaya özen gösterirdik. Hangi niyetle geldiğini bildiği için Bey bile kabalık yapmaktan kaçınır, eğer sinirleri çok bozuksa, kabalık yapmaktan korkarak ortalıkta görünmezdi. Catherine'e gelince, sanırım Linton'ın bu ziyaretlerini biraz tatsız buluyordu. Catherine, ne yapmacık davranışlardan hoşlanır ne de cilve yapmayı becerirdi; üstelik iki arkadaşının karşılaşmasını da istemiyordu, çünkü Heathcliff, Linton'ın yüzüne karşı, ne zaman kendisinden hoşlanmadığını söylese, genç kız bu düşünceye, Linton'ın yokluğunda yaptığı gibi, yarım ağızla da olsa, katılamıyor; Linton ne zaman Heathcliff'ten tiksindiğini hiç çekinmeden belli etse bu kez Catherine diğer arkadaşına tepki gösteriyordu. Kızın, alay etmemden çekindiği için, benden sakladığı bu üzücü durumları işitince çoğu zaman kahkahalarla gülmüşümdür. Bu, katı yürekli bir davranış gibi görünebilir ama, öylesine kibirli bir insan olmuştu ki, ona üzülmem için önce burnunun iyice sürtülmesi gerekliydi. Neyse, en sonunda gene bana gelip anlatmak, akıl danışmak zorunda kaldı. Çünkü ona akıl hocalığı yapacak başka kimse yoktu.
Bir gün öğleden sonra Bay Hindley evden ayrılınca, Heathcliff de bunu fırsat bilip, işini bıraktı. O sırada on altı yaşlarındaydı sanırım; yakışıklıydı, üstelik çok da akıllıydı. Ama bugün yerinde yeller esen bir sevimliliği vardı. Erkenden işe başlayıp geç vakitlere kadar çalıştığından ondaki kitap okuma ve öğrenme hevesi sönmüş, çocukluğunda öğrendiklerini ise neredeyse unutmuş ve küçükken, yaşlı Earnshaw sayesinde kazanmış olduğu üstünlük duygusu silinip gitmişti. Uzun süre Catherine'in çalışmalarını izleyerek, ondan geri kalmamak için çabalamış; sonra sessizce ama büyük bir üzüntüyle vazgeçmek zorunda kalmıştı. Çünkü önceki başarısına ulaşması olanaksızdı. Ayrıca bunu anlamış ve içinde yükselme hevesi de kalmamıştı. Gitgide, fiziği de ruhsal çöküşüne uygun bir hal aldı. Yürüyüşü değişti, davranışları basitleşti, bakışları sabitleşti. Zaten doğuştan içine kapanıktı, bu daha da arttı. Giderek suratsızlaştı. Dostlarına sempatik görünmektense, onların canını sıkmaktan sinsice bir zevk alıyordu.
Catherine'le gerek iş başında, gerekse dinlenirken, hâlâ arkadaşlık ediyorlardı. Ancak ona olan bağlılığından hiç söz etmez olmuştu. Sevgisini göstermekten kaçınıyordu, hırçın bir şüphecilikle ondan uzaklaşmıştı. Sanki bu davranışların kendisinde en küçük bir minnet duygusu bile uyandıramayacağını kanıtlamak istiyordu. Dediğim gün, hiçbir işe bakmayacağını haber vermek için eve gelmişti. Ben Bayan Cathy'nin giyinmesine yardım etmekteydim. Kız ise onun işi yarıda bırakıp geleceğini hiç düşünmemiş, bütün evin kendisine kalacağını düşünerek, ağabeyinin gittiğini Bay Edgar'a gizlice bildirmişti. Şimdi de onun ziyareti için hazırlanıyordu.
Heathcliff ona, "Cathy, bugün işin mi var, bir yere mi gidiyorsun?" diye sorunca, "Hayır, nereye gideceğim ki, yağmur yağıyor," dedi.
"Öyleyse o ipekli elbiseyi niye giydin? Biri mi gelecek?"
"Bildiğime göre, hayır," diye kekeledi kız, "ama senin şimdi tarlada olman gerekirdi Heathcliff. Öğle paydosu biteli bir saat oldu, ben seni gitti sanıyordum."
"Hindley uğursuzu bizi pek seyrek baş başa bırakıyor," dedi oğlan da, "Bugün başka iş yapmayacak, senin yanında kalacağım."
"İyi ama Joseph hemen yetiştirir, gitsen iyi olur."
"Joseph şimdi Pennistow kayalıklarının ta öteki ucunda kireç yüklemekle meşgul, işi akşama kadar bitmez, onun için de, haberi bile olmaz," diyerek, kayıtsız bir tavırla ocağın başına geçip oturdu. Catherine kaşlarını çatarak bir an düşündü. İçinde bulunduğu durumdan en uygun biçimde kurtulması gerekiyordu. Bir dakika sessizlikten sonra; "Isabella ile Edgar Linton bu öğle üzeri buraya uğrayacaklarını söylemişlerdi," dedi. "Ama yağmur yağdığına göre, geleceklerini pek sanmıyorum. Gelirlerse boşu boşuna azar işitmiş olacaksın."
"Ellen'e emir ver, onlara işin olduğunu söylesin, Cathy," diye ayak diredi Heathcliff, "O sersem arkadaşların yüzünden beni kapı dışarı edecek değilsin herhalde?.. Bazen öyle tepem atıyor ki, dayanamayıp onların... hayır, neyse söylemeyeceğim."
Catherine tedirgin bir tavırla gözlerini ona dikip, "Eee, onların?.." diye bağırdı; sonra başını hızla öteki yana çevirdi. "Öff, Nelly! Sen de bütün buklelerimi dümdüz ettin. Yeter, beni yalnız bırak. Söyle Heathcliff, dayanamadığın nedir?"
"Hiç... yalnız duvardaki şu takvime bir bak." Pencere yanında duvara asılı çerçeve içindeki takvimi göstererek devam etti: "Çapraz işaretliler Linton'larla geçirdiğin, noktalılar ise benimle olduğun gecelerdir. Her günü işaretledim, görüyorsun değil mi?"
"Evet, ama bu pek saçma bir şey; sanki umurumdaymış gibi," diye hırçın bir ses tonuyla cevap verdi Catherine. "Peki ama neden?"
"Sadece bunlara dikkat ettiğimi göstermek istedim," dedi Heathcliff.
Genç kız gittikçe artan bir bıkkınlıkla, "Peki hep seninle mi oturacaktım?" dedi. "Bundan ne kazancım olacak ki?.. Bana neler anlatmayı düşünüyorsun ki? Beni oyalama konusunda bir dilsizden, hatta küçük bir çocuktan farkın ne?"
"Benim pek az konuştuğumu ya da yanında bulunmamdan hoşlanmadığını şimdiye kadar hiç söylememiştin, Cathy," dedi Heathcliff. Büyük bir şaşkınlık içindeydi.
"Eğer bir şey bilmeden konuşuyorsan dostum sayılmazsın," diye mırıldandı Catherine.
Oğlan ayağa kalktı, ama ne düşündüğünü söylemeye vakit kalmadı, çünkü taşlıkta nal sesleri duyuldu. Derken kapıya hafifçe vurarak genç Linton içeri girdi, hiç beklemediği bir sırada çağrılmış olmasından duyduğu sevinç, yüzünden okunuyordu. Arkadaşlarından biri gelirken, diğeri gidiyordu. Catherine ikisi arasındaki farkı o an görmüştü. Bu fark, kuru, çorak, dağlık bir arazi ile verimli, güzel bir vadi arasındaki fark gibiydi. Yeni gelenin konuşması da davranışı da diğerinden çok farklıydı. Linton'ın yumuşak, tatlı bir konuşması vardı. Kelimeler ağzından tane tane çıkardı. Yani bizim burada konuştuğumuzdan daha güzel, daha düzgün.
Bana şöyle bir baktıktan sonra; "Çok mu erken geldim yoksa?" dedi. Ben tabakları silmeye ve diğer taraftaki dolabın çekmecelerini düzeltmeye başladım.
"Hayır," diye cevap verdi Catherine. "Sen ne yapıyorsun orada Nelly?"
"Her zamanki işimi efendim," dedim. (Bay Hindley bana emir vermiş, Linton'ın yalnız başına ziyarete geldiği zamanlar onların yanından ayrılmamamı söylemişti.)
Genç kız arkamdan yaklaşıp, kızgın kızgın fısıldadı: "Toz bezlerini alıp hemen buradan toz ol. Konukların yanında hizmetçilerin toz aldıkları, tahta sildikleri nerede görülmüş!"
"Hazır bey evde değil, temizliğin tam sırasıdır!" dedim, yüksek sesle, "Çünkü onun önünde temizlik yapmamızdan hiç hoşlanmaz sanırım. Bay Edgar alınmaz."
Heathcliff'le aralarında geçen küçük tartışmanın kızgınlığından henüz kurtulamamış olan küçükhanım, konuğun cevap vermesine vakit bırakmadan, bana tepeden bakarak; "Öyleyse ben de yanımda bu tür işlerle oyalanmanı istemiyorum," dedi.
"Buna üzüldüm doğrusu Bayan Catherine," diye yanıtladıktan sonra, daha büyük bir çabayla işime devam ettim.
O da, Edgar'ın fark etmeyeceğini düşünerek, bezi elimden kapıp koluma hırsla bir çimdik attı. Onun kibirini kırmak için elimden geleni yaptığımı söylemiştim. Bir de canımı yakınca, diz çöktüğüm yerden doğrularak çığlık çığlığa bağırmaya başladım: "Yoo, küçükhanım, bu kadarı da fazla artık! Beni çimdiklemeye hiç hakkın yok. Buna gelemem doğrusu!"
"Sana dokunmadım bile yalancı mahluk!" diye bağırdı. Sinirinden kulakları kıpkırmızı kesilmişti, parmakları da tekrar çimdiklemek için adeta fırsat kolluyordu. Zaten kızgınlığını hiç gizleyemez, hemen belli ederdi.
"Peki, bu ne öyleyse?" diyerek, kızarmış kolumu açıp gösterdim.
Ayağını yere vurdu, bir an kararsız kaldıktan sonra da, içindeki kötü ruhun etkisiyle, yanağıma bir tokat indirdi. O kadar şiddetli bir tokattı ki bu, bir an gözlerimden yaş geldi.
Gözdesinin hem yalancı, hem de hain olduğunu görüp şaşkına dönen Linton, "Catherine, sevgilim! Catherine," diye araya girdi.
Kız tepeden tırnağa, zangır zangır titriyordu. "Odayı terk et, Ellen!" diye tekrarladı.
Nereye gitsem peşimden gelen, o sırada da döşemenin üstünde yanıma oturan küçük Hareton, gözyaşlarımı görünce, "Kötü yürekli Cathy hala," diye hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bu da, kızın bütün öfkesini zavallı çocuğa yöneltmesine neden oldu. Çocukcağızı omuzlarından yakalayıp, mosmor oluncaya kadar sarsmaya başladı. Edgar da düşüncesizce davranarak, çocuğu kurtarmak için kızın ellerini tuttu. Bir anda Cathy'nin bileği Edgar'ın elinden kurtuldu ve öfkeli kız, delikanlının yüzüne sert bir tokat patlattı. Delikanlı dehşet içinde geriye çekildi. Ben Hareton'ı kucağıma aldığım gibi mutfağa gittim. Catherine ile Linton'ın aralarındaki anlaşmazlığı nasıl bir sonuca bağlayacaklarını merak ettiğim için de mutfak kapısını aralık bıraktım. Hakarete uğramış olan ziyaretçi, şapkasını almak için portmantoya doğru yürüdü; benzi atmış, dudakları titremekteydi.
"Ha şöyle," dedim kendi kendime, "Bu sana bir ders olsun da, çek git! Onun gerçek kişiliğini görmen için büyük bir fırsat bu."
Catherine kapıya doğru ilerleyerek, "Nereye gidiyorsun?" diye sordu.
Delikanlı onun yanından dolanıp geçmek istedi.
"Gitme!" dedi kız, sert bir ses tonuyla.
Linton ise sesini yükseltmemeye çalışarak, "Gitmem gerek, hemen gideceğim!" dedi.
"Hayır," diyerek, kapının tokmağını tuttu Catherine. "Hemen gitmeyeceksin, Edgar Linton! Otur, beni bu kızgın halimle bırakıp gidemezsin. Yoksa bütün geceyi üzüntü içinde geçiririm; senin yüzünden üzülmek istemiyorum!"
"Beni tokatladığın halde burada nasıl kalabilirim?" diye sordu Linton.
Catherine cevap vermedi.
Delikanlı devam etti: "Beni hem korkuttun, hem de hayal kırıklığına uğrattın," dedi. "Bir daha buraya ayak atmayacağım!"
Kızın gözleri yaşarmaya, göz kapakları kıpırdamaya başladı.
"Üstelik, bile bile doğruyu gizlemek istedin," dedi delikanlı.
"Hayır!" diye bağırdı Catherine. Genç kızın dili yeniden çözüldü. "Bile bile hiçbir şey yapmadım. Pekâlâ git, istiyorsan... Çek git! Ben de ağlarım... yatağa düşünceye kadar ağlayacağım!"
Bir sandalyenin yanına diz çöküp, hüngür hüngür ağlamaya başladı. Avlunun sonuna kadar inat edip geri dönmeyen Edgar, oraya varınca durakladı. Ben de onu kışkırtmaya karar verdim.
"Küçükhanım çok dikkafalıdır, efendim!" diye seslendim. "Bütün şımarık çocuklar gibi kötü huyludur. İyisi mi atınıza atlayıp evinizin yolunu tutun, çünkü nasıl olsa sırf bizi üzmek için zaten yatağa düşecektir."
Çok yumuşak yürekli olan Linton, göz ucuyla pencereden içeriye baktı; nasıl ki bir kedi fareyi boğmadan ya da bir kuşu yemeden bırakıp gidemez, o da ayrılıp gidemiyordu işte. 'Yazık!' diye düşündüm, 'Artık onu kurtarmak imkânsız. Umutsuz kaderine doğru hızla gidiyor!' Düşündüğüm gibi de oldu. Birdenbire dönüp eve girdi. Kapıyı ardından kapadı. Bir süre sonra, Earnshaw'un zil zurna sarhoş olarak (içki içtiğinde hep böyle olurdu) eve geldiğini, evi nerdeyse başımıza yıkacağını haber vermeye gittiğimde ne göreyim; bu kavga aralarındaki samimiyeti artırmış ve gençliğin verdiği sıkılganlık çemberini kırmışlar. Aralarındaki arkadaşlık öyle ilerlemiş ki artık birbirlerine sevgilerini açıklamaya bile başlamışlar.
Bay Hindley'in geliş haberiyle, Linton atına, Catherine de odasına koştu. Ben de, küçük Hareton'ı bir köşeye saklayıp, Bey'in av tüfeğindeki saçmaları boşaltmaya gittim. Çünkü Bey sarhoşken tüfeğiyle oynamaya bayılır, böylece de canını sıkan ya da gözüne hoş görünmeyen herkesin hayatı tehlikeye girerdi. Tedbiri elden bırakmamak için tüfeği boşaltmakta yarar gördüm.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top