UYANIŞ


Yine olmuştu. Ne zamana kadar böyle süreceğini bilmiyordu. Neredeyse her gece vakti aynı saat aralığında açıyordu gözlerini. Saat 02.00-04.00 arasında, evinden uzakta buluyordu kendisini.

Bu gece de yatağından uzakta aralamıştı gözlerini. Kirpiklerinin arasından bir kızın gölgesini görüyordu. Birisinin boğazını sıktığını hissederek uyanmıştı. Artık katlanamıyordu bu duruma. Bir gün değil, iki gün değil yaklaşık üç aydır bu durumdan muzdaripti. Her gece aynı şeyleri yaşamaktan bıkmıştı. Yatağına yatıp başka yerde uyanmaya anlam veremiyordu. Gittiği psikiyatristin verdiği ilaç da bir işe yaramıyordu.

Sabaha yakın evine anca varabilmişti. Yorgunluğunu sıcak suyun altında duş alarak geçirmeye çalışmıştı. Bedeninin yorgunluğu dinse dahi zihinsel olarak çöküşteydi. İçtiği bir fincan kahvenin kokusu ağırlaşan gözlerini uyanık tutmakta zorlanıyordu.

Her zamanki mavi kravatını boynuna geçirip ardından okulun yolunu tuttu. Bıkkın suratına sahte bir gülüş yerleştirdi. Öğrencilerine ders anlatması gerekiyordu. Psikolojik olarak zor dönemlerden geçse de o bir öğretmendi. Her şeyden önce hayata hazırladığı öğrencilerini düşünmeliydi. On yaşlarındaki çocukların karşısına asık suratla çıkamazdı.

Sahte gülümsemesi yüzüne yayılmışken kapıyı açtı. Sınıfa adımı ilk attığında duyduğu cümleyle gülümsemesi yok olmuştu.

"Öğretmenim Mehmet kaybolmuş."

Akşam vaktinde var olan stresini atmak için alt kata inmişti. İki katlı evinin birinci katını atölye olarak kullanıyordu. Burada dolap, masa gibi eşyalar üretiyordu. Eline çekiç ve çivi alıp bir şey üretmeyi seviyordu. Üstelik kasabada ihtiyacı olan kişilere bu şekilde yardım ediyordu.

Bitirmek üzere olduğu dolabına son birkaç çivi çakılacaktı. Malzemeleri koyduğu çantaya doğru gitti. Çantanın içini açtığında çekici yerinde yoktu. Oysa yerine bıraktığından emindi. Etrafta biraz dolandı. Her yere bakmasına rağmen çekici bulamamıştı. Daha fazla aramanın gereksiz olduğunu düşünüp odasına çekildi.

Birisinin boğazını sıktığını hissederek uyandı. Her gece olduğu gibi evinden uzak bir yerde uyanmıştı. Bu durumdan sıkılsa da isyan edecek gücü kalmamıştı. Çıplak ayakları soğuk toprağa basarak evin yolunu tuttu.

Öğle civarında bahçeye ektiği ürünlerle ilgileniyordu. Güneşin kendisini hissettirmesiyle eve girdi. Mutfağa gidip kendisine soğuk bir bardak su aldı. Suyu içeceği sırada telefonun çalmasıyla adımlarını salona yöneltti. Masanın üzerinde duran telefonu eline aldı. Duyduklarıyla elinden bardağı düşürdü. Cam kırıkları koyu renkteki ahşap döşemeye dağılıyordu. Vücut sıcaklığının arttığını hissediyordu. Kalbi son hızda atıyordu.

"Mehmet'in ölüsünü bulmuşlar. Kafasına aldığı çekiç darbesiyle ölmüş. Çekiç de hemen yanındaymış."

Evinde ne kadar pencere ve kapı varsa hepsini kilitledi. Alnından aşağıya cehennem kadar sıcak terler damlıyordu. "Ben mi öldürdüm?" diye bir soru geçirdi içinden. Uyurgezerliği esnasında katil mi olmuştu? Mehmet'i o mu öldürmüştü? Yoksa her şey bir tesadüf müydü?

"Ben katil değilim! Ben katil değilim!" diye sayıklıyordu evin içinde. Dört duvar üzerine üzerine geliyordu. Kulaklarıyla duymadığı bir ses ona, "Sen katilsin!" diye bağırıyordu sanki. Aklı allak bullak olmuştu. Doğru düzgün düşünemiyordu. Öğrencisini öldürdüğüne inanmıyordu. Yaşanılanların bir açıklaması olması gerektiğini düşünüyordu. Kendisi uyurgezer diye cinayet işlemiş olamazdı değil mi? Üstelik çekiç bir tek kendisinde bulunan bir eşya değildi. Neredeyse her evde bulunurdu. Kendi çekicinin kaybolması onu suçlu yapmazdı değil mi?

Bir gece vakti tekrar aynı şekilde uyanmıştı. Saat aralığı aynı, evden dışarı da ve yine birisi onu uyandırmıştı. Boğazının sıkılışı artık canını acıtmıyordu. Aklı hala işlenen cinayetteydi. Ölen öğrencisindeydi kalbi. Çıplak ayaklarına batan taşlar bile yüreğinin sızısının yanında bir hiçti.

Cinayetin üstünden birkaç hafta geçmişti. Ne katil bulunabilmişti ne de cinayet aletinde parmak izi. Parmak izinin olmaması öğretmeninin içine su serpmişti. Kendisinin katil olmadığını bilmek delirmesine engel olmuştu.

Uzun bir zaman sonra tekrar okula gidecekti. Evde bir sağa bir sola dönüp duruyordu. Bir türlü bulamıyordu. Bir zamanlar kendisine hediye edilen mavi kravatını bulamıyordu. Birçok kravata sahip olsa dahi o kravatı takmadan işe gitmezdi. Yine de gitmek zorundaydı. Saat kendisini beklemiyordu. O yüzden başka bir kravat geçirdi boğazına ve okula gitti.

Akşam vakti koltuğun bir köşesinde kitap okuyordu. En sonunda rahat bir nefes aldığını düşünürken telefonu çaldı. İçinden bir ses açmamasını fısıldıyordu. Henüz duymadığı cümlelerin ağırlığıyla eziliyordu. Gönlü istemese bile telefonu açtı. Kulaklarını sağır eden kelimelerin ardından telefonu yere düşürdü.

"Hatice Teyze yol kenarında ölüsü bulundu. Kravatla boğularak öldürülmüş. Kravatı gördüm. Seninkilerden birisine benziyordu."

Kendi kravatını bulamadığı aklında zonkluyordu. Şimdiyse kravatının nerede olduğunu tahmin ediyordu.

Aradan üç ay geçmişti. Neredeyse her hafta bir cinayet işleniyordu. Sürekli dışarıda uyanıyordu. Evinden kaybolan eşyalarla cinayetler işleniyordu. Kendisiyle görüşmeye gelen polisler ve dedektife yalan söylediğini hatırladıkça sözler boğazında düğümleniyordu. Herkesin içine çıkıp, "Ben katilim!" diyemezdi.

Akşam vakti olduğunda kendisini zincirle yatağa bağlıyordu. Hiçbir şey değişmiyordu. Zincirler uyurgezerliğine engel olamıyordu. Bir sabah eve geldiğinde zincir de olması gerektiği yerde değildi zaten. Bir gün sonra öğrendiği haberde, cinayet zincirlerle işlenmişti.

Elindeki vakaları gözden geçiriyordu dedektif. İşinde oldukça iyi olsa da kasabada olan cinayetlerle ilgili hiçbir açıklaması yoktu. Cinayet aletlerinden parmak izi çıkmamıştı. Eşyaların kime ait olduğu bilinmiyordu. Sadece kravatın sahibi olabilecek öğretmeni bulmuştu. Onunla yaptığı konuşmadan da bir şey çıkmamıştı. Nasıl bir yol izlemesi gerektiğini bilmiyordu. Yine de öğretmenden kuşkulanıyordu.

Masanın üstündeki defterde yeni bir sayfa açtı. Bütün kurbanları, öldürüldükleri tarihleri ve cinayet aletlerini teker teker yazdı. Bunca zaman dikkatini çeken tek şey olmuştu, ölüm saatleri. Hepsi yaklaşık aynı saat aralığında ölmüştü. Saat 02.00 ile 04.00 arasında.

Cinayet aletlerine baştan sona göz gezdirdi. "Katil neden arkasında cinayet aletlerini bıraksın ki?" diye düşündü içinden.

Kafasındaki sorularla birlikte kasabada bir tur atıyordu. Etraftan işe yarar bir şeyler duyabileceğini ümit ediyordu. Ne de olsa dedikodu, ışık hızıyla yarışabilecek kadar hızlıydı.

Gezintisi sırasında kaldırım taşının üstünde oturan yaşlı bir kadın dikkatini çekti. Kadının hal ve tavırlarından yardıma ihtiyacı olabileceğini düşünmüştü.

"İki saat boyunca çığlık attı ama duyan olmadı. Eşyalar fırlattılar ona. Her gece uyandırdılar ve dövdüler. Evden dışarıya attılar. Çığlıklarını duyan olmadı."

Kadının söylediklerine bir anlam veremiyordu dedektif. Kadının yanına eğildi ve bir soru sordu. "Kimden bahsediyorsun?"

"Ondan."

"O kim?"

"Öldürülen kız."

Dedektif tam soru soracakken kadının oğlu geldi. Gelen adama soru sorup sormamak arasında kalmıştı. O sırada da adam, annesini alıp götürdü.

Sabahın erken saatlerin aldığı haberle yola koyuldu. Öğretmenin evine doğru sürmüştü arabayı. Eve vardığında olay yeri polislerle kaplıydı.

İçeriye girdiğinde tavana asılı olan cansız bedene yöneldi. Öğretmen intihar etmişti. Arkasındaysa sadece bir not bırakmıştı.

"Kimseye zarar vermek istemedim"

Kafasında hissettiği ağrıyla aralamıştı gözlerini. Karşısında bir kızın gölgesini görünce kendine geldi. Etrafına baktı. Karanlık yeryüzünü esir almıştı. Ağaçlar etrafını çevreliyordu. Evde değildi. Buraya nasıl geldiğini bilmiyordu. Bu uyanış dedektifin ilk defa başına gelmişti ama son olmayacaktı.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top