SU

"Bir zamanlar kırk âlimin yaşadığı söylenilen yer; Kırklar Tepesi. Sahiden kırk âlimin yaşayıp yaşamadığı ya da uçurumun hemen yanına, taşın üzerine inşa edilen mescidi kimin yaptığı bilinmez. Fakat almasını bilen için büyük bir manevi huzur barındırdığı aşikâr. Şüphesiz her insan, şehre uzak bir yerde olmasından dolayı huzurlu olduğunu düşünse de tek başına bu düşünce üç bin rakım üzerinde bulunan bu yer için yetersiz bir düşünce olacaktır.

Evet, şehrin ve dahi insanların gürültüsünden uzaklaşıp manevi huzuru bulmak, pak havada muhteşem dağların manzaralarını görmek, bulutlu havada bulutların üzerinde olmak birçok yüksek rakımlı yerde olan durumlar. Peki uçurumun kenarına inşa edilen bu mescit? Sıradan bir mescit mi? Yoksa hakikaten manzara ile bir bütün olan bu muhteşem mescit bir bakmayla bile heyecanlandırıyor, bu heyecan dile ve kalbe hamd ile şükür olarak yansıyor mu? Evet buradayım ve yansıyor. Özellikle kısmen de olsa görülen rengarenk çiçekler ve kokuları eşliğindeki bir bakış. İşte o bakış insanın çeşitli duygular yaşamasını sağlıyor. O kokuyu aldığın yerden çektiğin bir resim hem muhteşem görseli hem de her bakışta anımsanan kokusuyla adeta bir anı tablosu gibi. O kokuyu anımsayıp o bakışı attıktan sonra içinde kıldığın namaz ise bambaşka bir huzur, bambaşka bir deneyim.

Ey bu yeri görmeyi nasip eden ve bununla birlikte Fatır suresi yirmi yedinci ayeti hatırlama sebebim kılan El Hakk;

Ey gökten inen suyla çeşitli meyveler veren, renk renk toprakları önümüze seren, alemlerin rabbi olan, gönlümüze iman dolduran Allah'ım. Vermiş olduğun ve verecek olduğun her türlü nimetler için şükrederim, hamd ederim.

Ey doksan dokuz adına hamdı ve şükrü, yaratılanlar ve yaratılacaklar adedince ettiğim Allah'ım. El Kerim yüce ismin üzere, hamd ve şükür adedimce senden af dilerim. Tövbemi kabul eyle. Âmin." diye not etti önünde, yerde duran defterine. Akabinde kalemi defterin üzerine bırakarak ellerini açtı El Hakk'a. Yazısının son kısmının aynısını söyler şekilde dua etti. Duası bitince Fatiha suresini okuyup yaratana açmış olduğu ellerini yüzüne sürdü.

İl müdürleri, Şube müdürleri, Şoförler ve sözleşmeli olan diğer personel ile gezerken gördüklerinin de etkisiyle gönlüne namaz aşkı düşmüştü. Diğerlerini daha fazla bekleyemeden erkenden Kırklar Mescidi içine girerek vakit namazını kılmış, dışarı çıkmak yerine mescitte oturarak gönlündekileri karalamaya koyulmuştu.

Zihnindeki duyguları, kaybolmadan önce yeteri kadarıyla kâğıda aktardığını düşündü. Kalemi içinde defterini kapattı. Onları bilgisayar çantasına koyarak çantanın fermuarını kapattı. İçinden hakkın adını zikretmeye başladı. Bu sırada il müdürleri ile şoförler selâm vererek girdiler mescitten içeriye. Selâmlarını aldı. Gönlüne, hakkın adını zikredince gelen huzurun devamını sağlamak üzere kaldığı yerden devam etti zikrine.

Dakikalar sonra, diğerlerinin namazlarını bitirmelerine müteakip ayağa kalktı. Her birine 'Allah kabul etsin.' diyerek tokalaştı. Hep beraber camiden çıkmaya başladılar.

Güneşin batmasıyla soğuklar iyiden iyiye varlığını hissettirmeye başlamış, havaya neredeyse göz gözü göremeyecek derecede bir karartı çökmüştü. Otuz dakika önce, saat tam akşam altıyı gösterdiğinde ilk gün denetimlerini bitirmişlerdi. Bayburt'un Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürü Cemil'in daveti üzerine, önce Kırklar Tepesini gezip mescidinde namaz kılmak ardından ise alandaki konteynırlarda kalmak yerine Bayburt'ta misafirhanede kalmak üzere sözleşmişlerdi. Şimdi de gezi bitmiş, namazlar kılınmıştı. Sırada bir saatlik Bayburt merkez yolcuğu vardı.

Arabaya biner binmez ısınmak adına klimayı açtı Ali. Kubat ise soğuktan ellerini ovuşturdu. Selim ile Deniz'de kendi aralarında soğuk ile ilgili karşılıklı birer cümle kurdular.

"Müdürüm, Bayburt ekibini takip ediyorum." dedi Ali.

"Evet bugün onların misafiriyiz." dedi Kubat. Araç hareket ederken dikiz aynasından Selim ile Deniz'e baktı. "Evet anlatın bakalım. Denetim ile ilgili birinci gün görüşleriniz neler?"

"Beklemediğimiz derecede olumlu müdürüm." diyerek söze başladı Deniz. "Tesis sıradan bir tesis değil, çok para yatırılmış, emek harcanmış. Bu yönden pek örneğine rastlanmayan durumlar söz konusuydu. Bir tek atık depolama alanlarında bazı eksik durumlar gözlemledik. Onları da kendilerine ilettik. Bayburt Şube Müdürümüz Zehra Hanım ve sözleşmeli hanım kızımız Beril ile etrafı didik didik ettik. Başka da bir problem görmedik." dedi Deniz.

"Selim?"

"Sayın müdürüm öncelikle maden alanının sınırlarını inceledim. Yetki alanımıza girmese de güney kanadı ile güney doğu kanadı arasındaki sınırların dışında kalan bazı yerlerin bitki örtüsü talan edilmiş, toprağı alınmış. İkinci olarak yine yetki alanımıza girmese de incelemelerim esnasında sahanın genişletilmek istenilen kuzey kısmında bazı bitki türleri bulunduğunu gördüm. Endemik olabileceklerini düşündüğüm için bunların resimlerini çektim. Buraya kadar gerek kendi yetki alanımız gerekse de başka durumlar ile ilgili herhangi bir soruna rastlamadım.

Bizi ilgilendiren asıl hususu ise maden alanının kuzey doğusunda gördüm. Burada bir mağara vardı. Edindiğim bilgilere göre mağara içindeki su analiz edilmeden, doğrudan doğruya doğaya deşarj edilmiş. Mağara ile ilgilenen Jeoloji Mühendisi ile konuştuğumda durumun işçilerin dikkatsizliğinden kaynaklı olduğunu öğrendim. Söylediği kadarıyla mağaranın ikinci etabı için yine aynı su deşarjı konusu var. Bu konuyu sizinle konuşacağını söylemişti.

Tüm bunlar haricinde toprak kirliliğine yönelik müdire hanımın söylediği yeri gördüm. Su kirliliğine dair bir rastlantı bulamadım. İş güvenliği konularında da oldukça dikkatli olduklarını gördüm."

"Bunlar böylesine bir maden alanı için küçük ayrıntılar. Yine de yaklaşımını takdir ettim Selim. İlk iki durumu Orman Bölge ile Doğu Karadeniz Ormancılığa iletiriz. Mağaradaki su olayını benimle konuştu o mühendis. Yarın bu işin üzerine hep birlikte eğileceğiz. Şimdilik ben de beğendim, görünen ciddi bir sorun yok." dedi Kubat.

Sonraki gün saat dokuzu on üç geçe maden alanı önündeydi Selim. Huzursuzdu. Bir o kadar da açık algılıydı. Acaba girdiği bu role kendini fazla mı kaptırmıştı bilemiyordu.

Gece boyunca, gün içinde görmüş olduğu maden alanını zihninde canlandırmış, eksik var mı yok mu diye irdelemişti. Çünkü askerliğin ona kattığı tecrübelerden biri de paranın olduğu yerde sıkıntının var olabilme ihtimalinin yüksek olduğuydu. Bu yüzden paranın döndüğü bu madende herhangi bir yanlış varmış ve bu yanlışı bulmak adına yarışma yapılıyormuş gibi programlamıştı kendini.

"Son bir kez." diye içinden geçirdi. "Son bir kez daha alanı inceleyeceğim. Sonra tamamen bu ruh halinden çıkacağım."

Saat sekizi çeyrek geçtiğinde mağara önünde buluşmak üzere izin aldı Kubat'tan. Alanı gezmeye başladı. Önce tek tek alan içerisindeki malzemeleri ve onların çevre ile ilişkisi irdeledi. Akabinde sıkıntılı olan atık depolama alanına yürümeye başlayacaktı ki Deniz, Zehra ve Beril'in orası ile ilgilenmeye gittiklerini gördü.

"Anlaşılan bir sıkıntı yok. Artık zihnimi rahatlatabilirim." dedi içinden kendi kendine. O an  genişleme yapılması plânlanan kuzeydeki çiçekli yer düştü kalbine. Bunca bitkinin neden orada toplanmış olduğunu merak etti. Oraya gidip gitmeme arasında kararsız kaldı. Telefonuna baktı. Saat daha sekiz elli beşti. Zaman geçirmek adına gitmekte karar kıldı. Zihnine istemsizce Karadeniz Türküsü gelince 'Var ben kalbimi de hak kelâma iyice alıştırayım.' dedi içinden. Kalbinden 'Estağfirullah.' söyleye söyleye bu yere doğru ilerlemeye başladı.

Çiçeklerin olduğu alana varmıştı ki Kubat ile Cemil'in, Soner ve Ertuğ ile bu alanda olduğunu gördü. Yanlarına gitmeye niyetlendi.

Ansızın arkasında bir ses duydu.

"Selamun aleyküm genç adam."

Arkasına döndü. Maden alanı işçilerinin giydiği turuncu renkli, gri fosforlara sahip kıyafeti üzerinde olan, bakımlı, orta uzunluktaki sakallarıyla yaşlı bir adam gördü.

"Aleyküm selâm ağabey."

"Ne güzel değil mi?" dedi adam, yüzüyle çiçekleri işaret ederek. "Her biri bir lütuf bizlere, yaratandan."

"Hiç kuşkusuz öyle. Buyur birlikte geçelim müdürlerin yanına ağabey."

"Yok genç adam. İşimin başına döneceğim. Dönmeden önce seni görmek istedim. Temiz birine benziyorsun."

"Bu kirli Dünya'da kalabildiğimiz kadar temiz kalmaya çalışıyoruz." diye cevap verdi Selim.

"Kirlilik artarsa da kalmaya mı çalışacaksın yoksa kire mi karışacaksın?"

"Ben kirliliği temizlemek adına gönlümden geleni yapmaya devam edeceğim. Ama bilirim ki kalpler El Hakk'ın elindedir. O ne nasip eder, zaman nelere sebep olur bilinmez." dedi Selim. "Bu adam da kim ola ki? Bir evliya mı? Yoksa burada çalışan ve bana hakkı söyleyecek iyi niyetli bir ağabey mi?" diye geçirdi içinden.

"Ben sadece sebebim genç adam. Vazifemdir birkaç kelâm etmek. Dinleyesin, sabrını hiç yitirmeyesin."

Şaşkınlığı iyice arttı. Kısmen de olsa heyecanlandı. Söylediği sözleri mi tahmin etmişti? Yoksa sahiden evliya mıydı bilinmez ama öyle ya da böyle karşısındaki zeki bir kimseydi.

"Unutmamalı genç adam, unutmamalı. Hatırlamalı, hep hatırlamalı." diye girdi söze yaşlı adam. "Kötülüğe karşı dik durmalı, güçlü olmalı. Sabretmeli, ön görmeli. Hamd ve şükrü eksiltmemeli. Tövbeyi katlamalı, zihni hep dinç tutmalı. Yoksa ne soy kurtarır ne boy. Bakarsın; bir asır, üç nesil adaletiyle seçilir, üç asır nice nesil rezaletiyle. Bir asır, iki nesil bereketiyle gelir, iki asır dört nesil nefretiyle. Nice asırlar ki nice nesiller gayretleriyle gelir, nice asırlar ki nice nesiller de gafletleriyle. Bilinen, bilinmeyen ve bilinemeyecek olan alemlerin rabbi  Allah (c.c) seni, çıkacağın kutlu yolda her daim muzaffer eylesin. Allah'ın adıyla, koş bakalım sırrına genç adam. Allah'ın adıyla koş." dedi. Sağ eli ile Selim'in kalp hizasına dokundu. "Emanetini teslim aldığın vakit sabah namazında Kırklar Mescidinde buluşalım. Buluşalım ki emanetini tamamlayalım." dedi. Maden alanına doğru yürümeye başladı.

Yaşlı adama sorular sormak üzere onun gittiği alana dönecekti ki hareket edemez olduğunu gördü. Olduğu yerde kalakalmış, başını dahi hareket ettiremez olmuştu. Kalp atışları hızlandı. Yüzünden boncuk boncuk terler dökülmeye başladı. Resmen bedeni felç geçirmiş gibiydi. Korku ve sinir tüm bedenini sardı. Sonunda korkusu sinip içten içe sinir hâkim oldu bedenine. Bu siniri ses tonuna da yansıttı ve yüksek sesle "Lâ ilâhe illâllah." dedi. O an hareket etmeye başladı. Etrafına baktı. Yaşlı adam yoktu.

Öte yandan sesi Kubat'a kadar ulaşınca o ve yanında bulunanlar bir anlık boş bulunup ürktüler. Kendilerine gelince bağırdı Kubat:

"Selim hayırdır Selim. Ne oldu?"

Bir anlık maden alanına doğru gitmek istese de Kubat seslenince utanç kapladı bedenini. Yüzü kızardı. Mahcup bir yüz ifadesi ile Kubat'ın yanına doğru hızlı adımlarla gitti. Karşılıklı konuşmaya başladılar;

"Kusura bakmayın sayın müdürüm. Bir anlık gereksiz yere sinirlendim, sesim yükseldi öyle."

"Neye sinirlendin böyle ki sesini duyacağımız kadar bağırdın."

"Kendi kendime sinirlendim."

"Selim, ah Selim. İyi dediğimiz bir gün gitmiyor Selim. Ne yaptın denetimini bitirdin mi?"

"Evet müdürüm bitti. Olumsuz bir durum ile karşılaşmadım."

"Mağaralarla aran nasıl peki? Herhangi bir korku durumun var mı?"

"Yok müdürüm. Su örneği almayı da biliyorum. İzniniz olursa alabilirim."

"Sayın Müdürlerim." diyerek araya girdi Soner. "Arkadaşlar su alma ekipmanlarını hazırlamıştır. Dilerseniz gidelim."

Bunun üzerine Cemil:

"Gidelim bakalım." dedi. Maden alanına doğru hep birlikte yürümeye başladılar. Ertuğ'a dönüp sözlerine ekledi Cemil; "Ormancı arkadaşlar gelince söyleyecektir ama umut etmeyin diye ben önden söyleyeyim. Bu yer ile ilgili bazı taahhütler vermeden olumlu bir karar beklemeyin. Özellikle talan edilen yetki dışı alandan sonra arkadaşlar ile taahhüt imzalarken olabildiğince gönlü bol davranmanızı tavsiye ederim. Bakınız zatlarına karşı değil bizâtihi taahhüt ile devlete karşı."

"Anlaşıldı sayın müdürüm." dedi Ertuğ.

Biraz sonra mağaranın önüne vardıklarında üstü başı kirle dolu olan tulumlu bir gencin onları beklediği gördüler. Gencin elinde iki cam şişe su, önünde ise su alma ekipmanlarını içinde barındıran, yan gözünde cam şişe ile su olan bir çanta vardı. Genç, onları görür görmez önündeki çantanın sağ tarafından geçerek yanlarına koştu.

"Şefim istedikleriniz hazır. İçeride lazım olur diye su da getirdim." dedi genç. Elindeki suları uzattı.

"Sağ ol." dedi Soner. Gencin elindeki suları aldı. "Seni daha önce gördüğümü hatırlamıyorum."

"Şefim yeni gelen işçi grubundanım. Adım Naim. Bu sabah geldik. Bugün geleceğimizi size iletmiş olmaları lazımdı."

"Naim. Hm. Listede adını görmüştüm. Şu lisans mezunu olan Naim. Öğretmen olan."

"Evet şefim."

"Anlaşıldı kardeşim. Sağ olasın. İşine geçebilirsin." dedi Soner. Listede adını ilk gördüğünde şaşırmış, bir öğretmenin burada çalışmaya mecbur kalması moralini bozmuştu. Lâkin insanoğlu bu ya; kendi dertlerine dalmış, bu durumu unutmuştu. Ta ki şimdiye kadar.

Naim ile yüz yüze gelince moral bozukluğu tekrar vuku buldu Soner'de. Elinden geldiği kadar belli etmemeye çalıştı Naim'e. O oradan ayrılırken aynı moral bozukluğunu yaşayan Selim ile göz göze geldiler. Kubat ile Cemil mağaraya girip girmeme konusunda aralarında sohbet ederken, Selim ile Soner ise derin bir sessizliğe gömülmüşlerdi. Kısa süren göz göze gelmenin sonrasında "Bilmem." anlamında kaşlarını kaldırdı, başını sağ yana yasladı Selim. Derin bir nefes alıp verdi. Soner ise kısa süren bu bakışmada gözleri ile anlatamadıklarını diline dökmek istedi. Konuşmak ve fikirlerini sunmak istedi ama yapamadı. Ne söyleyecekti ki? Ne diyecekti? Niye Naim'in burada olduğunu, okulda olmadığını mı tartışacaktı Selim ve diğerleri ile? Ya da neden böyle pis bir işi tercih ettiğini mi? Hayat şartlarını mı tartışmaya açacaktı? Yoksa üniversite sayısının gereksiz fazlalığını mı?

Seneleri bulan iş aramasının sonunda kısa süreli de olsa bir iş bulan Selim için bu durum yeni değildi. İş aradığı dönem içerisinde defalarca mesleği dışında kalan, diploma gerektirmeyen işlere başvurmuştu. Ama tecrübeli olmadığı için kabul edilmemişti. Halbuki birçok iş diploma gerektirmediği kadar tecrübe de gerektirmiyordu. Hem gerektirse bile dolu dolu olan özgeçmişini inceleyen bir insan, onun işi ne kadar hızlı kavrayabileceğini bilirdi. Ama yaşadığı coğrafyada biliyordu ki zekâya da insana da değer veren pek azdı. Ve o, bu az olan kişileri henüz bulamamış, onlara kendini gösterememişti.

Mağaraya kim kim gideceğini aralarında netleştiren Cemil ile Kubat'ın sohbetinde söz Naim ile ilgili olan konuya geldi.

"Bu çocuk madem öğretmen burada işi ne?" dedi Kubat.

"Hayat şartları Kubat Müdürüm, hayat şartları. Hem bak senin sözleşmeli personeline. Deniz hanımın anlatmasına göre maşallahı var ama yakında işten ayrılacak. Öyle değil mi Selim?" dedi Cemil.

Sesini çıkarmadı. Başını hareket ettirmek suretiyle onayladı onu Selim.

"O bulur iş, bulur. Hem bulamazsa bile herkes işe girecek değil ya kendi işini kurar." dedi Kubat.

Selim'e baktı Cemil. Önce başı ile Kubat'ı gösterdi. Sonra sağa sola sallayarak güldü. İş kurmanın kolay bir durum olmadığını daha önce iş yeri açıp batmasından dolayı biliyordu.

Öte yandan Selim ise iş bulamadığı dönemden çok daha önceki senelerde; henüz üniversiteye başlamamışken iş kurmak üzerine çeşitli girişimler yapmıştı. Bu girişimlerin sonucunda gerek risk alabilecek bir maddiyatı olmaması yönünden gerekse de iş yapılabilecek düzgün bir konum bulamamasından kaynaklı olarak bu fikrinden vazgeçmişti. Buna rağmen araştırmalarına devam etmişti, ediyordu da.

Kubat'ın cevabı karşılık gülümsemekle yetindi Selim.

Derken, ortam gerilmeden Soner araya girdi;

"Hazırsanız girelim sayın müdürlerim."

"Hazır mıyız Selim?" dedi Cemil.

"Hazırız." dedi Selim. Yerde bulunan çantayı sırtına geçirdi.

"Haydi bakalım Soner. Düş önümüze." dedi Cemil. O önde, Cemil ile Selim arkasında mağaradan içeriye girdiler. Ellerinde bulunan bilgisayar çantası, telefon gibi ağırlık yaptığını düşündükleri malzemeleri mağara girişine bıraktılar. Ağır adımlarla mağara içerisinde yürümeye başladılar.

"Daha şimdiden susadım." diye içinden geçirdi Selim. İlk defa bir mağaraya giriyordu. Korkusu yoktu fakat heyecanı en üst seviyedeydi. Sırtındaki çantada bulunan cam şişedeki suyu eline aldı. Şişenin kapağını açtı ve yere çömeldi. Sudan yudumlarını alırken etrafına baktı. Mağaranın yapay ışıklandırmaları yeterli düzeydeydi. İş güvenliğine dair her şey de düşünülmüş, mağara içine yeterli ışıklandırmaya sahip bilgilendirme panoları asılmıştı.

"Soner, mağara senin sorumluluğunda olduğuna göre bir speleologsun öyle mi?"

"Değilim sayın müdürüm. İhtisas alanım jeomorfoloji üzerine. Jeomorfoloğum."

"Ama mağara hakkında bilgin var değil mi?"

"Evet müdürüm var."

"Mağarada söz konusu tehlikeli bir durum var mı?"

"Yok müdürüm."

Ansızın mağara girişinden ses duymaya başladılar.

"Müdürüm, müdürüm. Soner şefim orda mısınız?"

Yürümeyi bıraktılar. Sesin Naim'e ait olduğunu anlayan Soner:

"Evet Naim ne oldu?"

"Sizi ve Ertuğ şefimi girişte bekleyen birileri varmış. Dediklerine göre maden alanına fon sağlayan kişilermiş. Ertuğ şefim işini bırakıp gelsin dedi. Kendi de koşarak gitti."

"Hayda. Şimdi olacak iş mi bu? Müdürüm hemen yerime birini gönderiyorum. Kusuruma bakmayın." dedi Soner. Geri dönerek mağaran çıkmaya başladı.

"Tamam biz Selim ile yavaş yavaş ilerlemeye devam edeceğiz."

Önde Selim, arkasında Cemil, bir yandan sohbet edip diğer yandan mağarayı inceler şekilde, ağır adımlarla ilerlemeye devam ettiler. İlerledikçe mağara eğiminin önce arttığını sonra azalarak stabil hale geldiğine şahit oldular. Stabil olduğu noktanın altı metre ilerisi ise sularla kaplıydı.

"İlginç bir yer." dedi Cemil. Daha fazla ileri gitmenin bir anlamı olmadığını görüp durdu.

"Kesinlikle öyle." dedi Selim. Sudan örnek almak üzere ilerlemeye devam etti. Suya tamamen yaklaşınca sırtındaki çantasını önüne aldı. Önce, biraz önce içmiş olduğu cam şişedeki sudan birkaç yudum daha aldı. Kapağını kapatıp yere koydu. Sonra çantasının fermuarını açtı. Çantadan numuneyi koyacağı ışığa karşı malzeme ile kaplı şişeyi aldı. Şişenin ağzını açarak onu yere sabitledi. Tekrar çantasına yöneliyordu ki altında bir çıtırtı hissetti. Olduğu gibi durdu. Sesin nereden geldiğini anlamaya çalıştı.

"Müdürüm sanırım zemin." dedi. Dikkatlice ayağa kalkıyordu ki Cemil'in önünden Selim'e doğru mağara tabanının tamamı, tavanın ise bir kısmı çöke çöke gelmeye başladı. Hızlıca ayağa kalkıp mağara tavanının çökmeyen sağ kısmına geçti. Tam mağara duvarında tutunabildiği herhangi bir yere tutunacaktı ayağı altındaki zeminin çökmesiyle zemin altında bulunan suyun içine düştü.

Suyun içine düşer düşmez "Selim, Selim. Selim iyi misin?" diye seslenen Cemil'i algılayamadan suyun soğukluğunu bedeninin her bir hücresinde hissetti. Hemen kendini düzeltti. Derin bir nefes alıp verdi. Yarı kapalı gözlerle, zar zor bir şekilde iki elini de kullanarak mağara kenarında tutunabildiği taşlara tutundu. Soğuğun etkisiyle titremeye başladı. Algıları bozuldu. Şu an sadece bir uğultu, nefes alış ve veriş sesleri ile titremekten birbirine çarptığı dişlerinin sesini duyuyordu. Haricinde istemsizce gözlerini kapatmıştı ve her şey kapkaranlıktı.

Saniyeler sonra gözlerini açtı. Mağaradaki ışık kaynaklarının yarısından fazlası çökmenin etkisiyle bozulmuştu. Mağara içini aydınlatan pek az ışık kaynağı kalmıştı. Gerek mağaranın neredeyse kapkaranlık olması gerekse de derinliğini bilmediği bir suyun içinde olması dolayısıyla kalbine korku dolmaya başladı. Bir an önce çıkmak için hareket etmek istedi ama su onu hareket edemeyecek derecede üşütmüştü.

Suyu sevmesine rağmen yüzme bilmiyordu. Öğrenmekte istememişti. Çünkü küçükken mahallesinde birden fazla boğulma vakası gerçekleşmiş, gözü önünde bir arkadaşı neredeyse boğulacakken kurtarılmıştı.

Kulağındaki uğultu netleşip de Cemil'in sesini nihayet algılayabilince sesin geldiği tarafa doğru baktı. Cemil'i görüp:

"İyi'yim. Sa sadece su. Bi biraz soğuk." dedi titreyen sesiyle.

"Tamam hemen yardım çağırıyorum. Dayan." dedi Cemil. Bu esnada Soner'in yerine gönderdiği adamın geldiğini gördü. "Sen. Dışarıdakilere haber ver ve hemen bana bir ip getir. Hemen hadi koş koş." dedi ona. Dedi demesine ama mağara tavanında yine bir hareketlilik yaşanmaya başlayınca iki adım geriye geldi. Yanındaki kayaları tuttu. Her an gerisin geri kaçmaya hazırdı.

Aynı anda Selim'in kulağında yaşlı bir erkeğin sesi yankılandı.

"İnsanoğlu..."

Korku tüm bedenini kapladı. Etrafına baktı. Tekrar aynı ses kulağında yankılandı.

"İnsanoğlu..."

"Kendine gel Selim." dedi içinden, kendi kendine. "En iyi yaptığın şeyi yap. Bu Dünya'da işler yolunda değilse kapat gözlerini. Geç Zihin Dünya'na."

Tutunduğu taşlara yasladı başını. Cemil'in telkin edercesine söylediğini tahmin ettiği bir takım sözler yine uğultu olarak gelmeye başladı kulağına. Kapattı gözlerini. Gözünün önünden bir sürü mekân geçti. Sonunda kendini Trabzon Boztepe'de buldu.

"İnsanoğlu. Bedelini ödemedi, hep aldı hiç vermedi." sesleri yankılandı kulağında. Etrafına bakmaya başlamıştı ki Boztepe'den bakıldığında, deniz doldurularak betonlaştırılan yerler tek tek çökmeye başladı. Çok geçmeden tüm yer çöktü ve bu kısımlara yine su hâkim oldu. Arkasına dönüyordu ki birden her şey karanlıklaştı.

"İnsanoğlu. Uyumu hiç bilmedi, aç gözlülüğü dinmedi." sesleri yankılandı kulağında. Kendini yaşadığı evin üst mahallesindeki ara yolda buldu. Mahallesinin en büyük binasının önündeydi. Sonra tüm binalar çökmeye başladı. En büyük bina ise olduğu gibi onun üzerine çöküyordu. Kaçmaya çalıştı ama hareket edemiyordu. Derken tam bina üzerine düşerken her şey karanlıklaştı.

"Ve insanoğlu..." diye bir ses kulağında yankılanıyordu ki bağırmaya başladı Selim;

"Bu rüyam ise artık dur. Dur artık. Biliyorum. İnsanoğlunun ne olduğunu çok iyi biliyorum." dedi.

Kendini, üniversite içindeki konferans verdiği salonda buldu. Sağına baktı. Bir kız gördü. Arkası ona dönüktü. Bu kız, karşısında boş olan seyirci koltuklarına doğru bakıyordu.

"Bu efsunim, bu kesinlikle o." diye geçirdi içinden. Kötü rüyasını ardında bıraktığını düşünüyordu ki kulağında yankılanan ses, gönül okunu yediği kızın sesine bürünerek sözlerinin devamını getirdi;

"Bir şansı hak eder mi? yoksa çağı biter mi?" 

"Gözlerinin toprağında kaybolduğum efsunim. Rüyamda bile hislerimi söylemediğim..." diye geçirdi içinden. Zihninin ona oynadığı bu oyunu bitirmenin yolunun bilinç altının ona gösterdiği bu rüyâyı sonuca erdirmek olduğunu düşündü. Cevap verdi;

"Evet. İnsanoğlu genel itibarıyla yıkıma meyilli. Maalesef güç de genel olarak 'Ben.' diyen yıkıcılarda. Ama gelişebilen zihinlere sahipler. Gelişebilirler, öğrenebilirler, iyileştirebilirler. Sadece düşünmeleri gerek. Düşünmeleri ve hırslarına karşı durmayı öğrenebilmeleri. Belki de bir ders almaları... Bilemiyorum. Bilemiyorum ama umutluyum. Bir gün 'Biz.' diyen iyilerin çıkıp kötüleri yönetebileceğini, onlara öğretebileceğini düşünüyorum. Sadece iyinin iyi olmasını bilmesi, kötüye yönelmeden güçlenmesi gerekiyor. Şuna da inanıyorum; kalplerinde merhamet, sevgi, iyilik barındıran yüz milyonlarca insan var. Lâkin iyilikleri olduğu kadar güçleri yok. Eziliyorlar, susturuluyorlar, kötüye dönüştürülüyorlar. Her insan bir şansı hak eder, etmeli."

Yürümeye başladı arkası ona dönük olan efsunisine doğru. Fakat ne kadar yürürse yürüsün aradaki mesafenin hiç azalmadığını ve bir türlü ona ulaşamadığını gördü. Maruz kaldığı bu durumun tuhaflığından nasıl çıkabileceğini düşünürken sözlerine karşılık geldi;

"O halde söyle onlara sen ki; bedeninizdeki sular, sizleri hissedecek. Suya değer vermeyen, düşmanıyla birleşecek. Bundan sonra çoğu su, bereketini söndürür. Ancak değer verene, faydasını gördürür.

Unutma; Su sebep olunca, bereket azalmasına üzerinizden. Düşmanlar çıkacaklar, akın akın gizlerden. Suya değer verirseler düşmanlarını yenerler, eğer devam ederseler yok olup da sönerler.

Ve sen insanoğlu, önem verdin özüne. Ödülündür suyun gücü, kullan onu iyiliğe."

Efsunisinin, sözlerine karşılık vermeyi bitirir bitirmez ona döndüğünü gördü. Hareket etmek adına çabalamayı bırakarak onun ab-ı hayat gözlerine bakmaya başladı.

Derken efsunisi açtı ellerini. Avuçları içinde çokça su vardı. Sonra üfledi onu Selim'in suratına doğru.

Sular, Selim'in suratına çarparken, kapattı gözlerini bir anlık refleksle. Titremeye başladı sonra. Birkaç saniye içinde her şey karanlığa gömüldü. Çok geçmeden bazı sesler işitti. Gözlerini açtı. Buğulu görüyordu etrafı. Biraz sonra görüntü netleşince, anladı ki bir arabada içinde yatıyordu. Sesler ise yanında bulunanların telaşlarından kaynaklanıyordu. Ve anlaşılan o, hastaneye gidiyordu. 

1. BÖLÜM: GİRİŞ SONU

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top