KONFERANS
Konferans salonundan içeriye girdi. O an, salonda gereksiz yere çalışmakta olan klimanın verdiği soğuk huzursuzluğu bedeninin her zerresinde hissetti. Derin bir nefes alıp vererek üzerlerindeki tabakta sponsor bir pastanenin pastalarını barındıran, yuvarlak, sandalyesiz, yükseklikleri bir metreyi aşan süslü masalardan boş gördüğü bir tanesini gözüne kestirmiş şekilde yürümesine devam etti.
"Bir insan klima açmayı gerektirmeyen bu havada neden klima açar?" diye geçirdi içinden. "Alışkanlık mı? Yoksa kendi rahatını diğer herkesin ve her şeyin üstünde tutmasından mı? Ya da bedava olduğunu, cebinden para çıkmadığını düşündüğü için mi? Belki de misafirlerin rahatını doğaya tercih ettiği içindir. Malum, kurumlardaki klimaların çoğunluğu yeni teknolojilerden bir haberler. Her biri oldukları yerde bozulmayı bekliyor, bu uğurda doğaya zararlı, sera etkisini artıran gazlarını da gönülleri bol şekilde havaya saçmaktan geri durmuyorlar.
Peki çözüm ne? Çok basit; Kuralların koyulması ve koyulan kuralların ciddiyetle denetlenmesi. Peki zor mu? Hayır değil. E o zaman ciddi enerji harcayan ve doğaya zarar veren klimalar hakkında neden bir düzenleme yapmıyoruz? Bilmiyorum."
Masanın üzerindeki tabak içerisinden kalp şekilli, kuru ve tuzlu olan bir pasta aldı. İçerisi kalabalıktı. "Ya konferansa gelenler iyi konuşmacılar ya da konferans sonunda sponsorlar sayesinde gerçekleşecek olan güzel bir çekiliş var. Demek ki işini iyi yapan birileri var kulüpte. Her halükârda mevcut durum sevindirici." şeklinde geçirdi içinden. Pastayı yerken tanıdık bir yüz var mı diye etrafına bakmaya başladı.
Normal şartlarda bulunduğu ortama ilk defa giriyor olsa, bir yandan işi ile ilgilenirken diğer yandan algılarını açık tutardı. Yeterince iyi duyar, şansı da yaver giderse kimseye sormadan birçok konu hakkında bilgi edinebilirdi. Edinemezse gözlemlerine başvurur, bu sayede soru sorabileceği doğru kişiye ulaşırdı. Hem de bunu etrafındakiler onu fark etmeden, bakışlarından rahatsız olmadan yapabilirdi. Zira gözlem yapmak ile rahatsız etmek arasındaki o ince çizgiyi iyi biliyordu. Bu yüzden ilk kez girdiği ortamlarda çoğunlukla duyma yetisini kullanıyordu. Lâkin durum böyle değildi; lisans okurken kendini geliştirmek adına sık sık bu tarz ortamlarda bulunmuştu. Az çok işleyişi tahmin edebiliyordu.
Konferans salonunun iki kapısı arasında bulunan üç masadan, ortadakinin arkasında durmak suretiyle önlerinde bulunan sandalyelere oturmuş, masanın üzerindeki diz üstü bilgisayarlar ile kulübe kayıt ve konferansa giriş işlemleri ile uğraşan arkadaşlarına yardımcı olmakta olan Rümeysa ile Rabia'yı gördü. Her zamanki gibi ara sıra birbirlerine laf atıyorlar, mevcut durumla eğleniyorlardı. Gülümsedi. Meşhur analizlerinden sağ çıkmayı başaran o nadir insanların yanına doğru yürümeye başladı. Bu esnada Rümeysa'nın, Rabia'ya, içeriye geçme vakitleri geldiğini söylediğini duydu.
"Tamam geçelim." dedi.
Sesleri duyan Rabia ile Rümeysa sesin geldiği yöne baktılar. Selim'i görür görmez Rümeysa:
"Ooo Selim ağabey. Hoş geldin." dedi. Tıpkı Rabia gibi o da Selim'den beş yaş küçüktü.
Hemen ardından Rabia ise:
"Hoş geldin ağabey. Gözümüz yollarda kaldı."
Normalde kulüp etkinliklerine erkenden gelirdi Selim. Yönetici olmasa bile herkesle tek tek ilgilenir, bir yandan işlerin yürütülmesine yardım ederken diğer yandan onlarla sohbet ederdi. Çünkü o, insana değer verirdi. Ve insana değer verdikten sonra işler hep yolunda giderdi.
"Hoş buldum. Daha rahat dedikodu yapabilin diye geç geldim." dedi Selim, imalı bir ses tonu ile. Gülümsedi.
"Ay ağabey. Bir bilsen neler oldu neler." dedi, Selim'in şaka yaptığını anlayan Rümeysa.
"Yalnız yine iyi anladın ağabey ha. Sen yokken bayağı dedikodu yaptık, hep çekiştirdik milleti." dedi Rabia.
Güldü Selim.
"Açık sözlülükte Rabia ve Rümeysa gibi ol." dedi.
"Öyle bizde her şey net." dedi gülümseyerek Rümeysa.
"Tabi ki." dedi aynı duygularla Rabia.
"O halde benim kaçıncı konuşmacı olduğumu da rahatlıkla söyleyebilirsiniz?"
"İki." dedi bir ağızdan, Rabia ile Rümeysa.
"Teşekkür ettim, sağ olun. O zaman yeniarkadaşlarla bir görüşeyim de içeri geçelim." dedi Selim. Masada görevli olan, yüz ifadelerinden ve dahi çekingen tavırlarından üniversitenin yeni öğrencileri olduklarını belli eden gençlere baktı. Söylediklerinin kalpten olduğunu belli eder bir ses tonu ve yüz ifadesi ile sözlerine devam etti; "Arkadaşlar emeğinize, yüreğinize sağlık. Geç geldim tanışamadık. Bir aksilik olmaz, etkinlikten sonra olacak olduğunu tahmin ettiğim toplantıya da katılırsanız tanışır, bol bol sohbet ederiz. Şimdilik görüşmek üzere. Kendinize iyi bakın."
Dakikalar dakikaları kovaladı. Konuşma yapmak adına mikrofon ayarlayan ve en ön koltuklardan en sağ tarafta kalanında oturmuş olan Selim, tarzına pek ısınamadığı konuşmacının, kendi hayatını anlatıp kişisel gelişim ile ilgili dersler verdiği sırada birçok kez Zihin Dünyası ile Gerçek Dünya arasında gitti geldi. Üslubu farklı olacak olsa da içerik olarak yine aynı tarzda yapacağı kendi konuşmasının insanlara katacaklarını tekrar tekrar sorguladı. Çünkü bu tarz bir konuşma ile salondaki herkese hitap edemeyeceğini biliyordu. Ona göre asıl verimli olacak olan konuşma ikinci yapacağı konuşmaydı. Neyse ki ilk konuşmasını ikinci konuşmacı olarak yapacağı için birçok insanın algısı halâ açık olacaktı. Algısını kapatmış olanlar da ona bir şans verecekti.
Beklemeye devam etti. Bekledi, bekledi. Sonunda alkışların sesini duyunca ilk konuşmacının konuşmasını bitirdiğini anlayıp o da alkışladı. Nihayet o an gelmişti; ilk konuşmasını yapacağı o tatlı an.
Konuşmacıya teşekkür etti Asya. Sıradaki konuşmacı olan Selim'i anons etmek üzere konuşmaya başladı:
"Sıradaki konuşmacımız olan Cenk Bey gelemediği için sizlere özürlerini iletmemi istedi. Onun yerine bugün aramızda ikinci yüksek lisansını burada okumakta olan ve Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğünde Çevre Mühendisi olarak çalışan, aynı zamanda ödül almış kitaplara sahip değerli yazarımız Selim Yiğiter var. Kendisi bugün bizlere hayatını anlatarak tavsiyelerde bulunacak. Alkışlarınızla kendisini konuşmasını yapmak üzere sahneye devam ediyorum."
Alkışlar eşliğinde, mikrofonunun ayarlamalarını yaparak sahneye adımını attı Selim. İlk konuşmacının aksine, adeta çözemediği denklemi sonunda çözmeyi başaran bir bilim insanı gibi heyecanlıydı ve yüzü gülümsüyordu. Konuşmaya başladı. Konuştu, konuştu. Jest mimiklerini, ses tonunu ustalıkla kullanarak konuştu. Tek sorunu, heyecandan dolayı sahne içerisinde olması gerekenden biraz daha fazla hareket ediyor olması olmuştu. Buna rağmen can kulağı ile dinledi salondakiler onu, defalarca alkışladılar.
Konuşmasını bitirdiğinde bir kez daha alkışlandı uzunca. Faydalı olabildiği için mutluydu. Alkışlar devam ederken üç kez daha teşekkür etti salondakilere. Kibrini ayaklar altına almak adına başını öne eğip selâm verdi. Sahneden inerek koltuğuna oturdu.
Oturur oturmaz sonraki konuşmasının çok daha iyi olması adına hemen Zihin Dünyası'na daldı. İkinci konuşma için yazdıklarını düşünmeye başladı. Sonra hızlıca bir komisyon kurulmasına karar verdi, Zihin Dünyasındaki bilgi adamlarıyla. Tarih adamı aldı yanına, dini bütünle hep birdi. "Raflardaki tecrübe, sen de buyur efendi."
Düşününce biraz daha, dedi içinden: "Yeter. Bu üç bilgi adamla, olunmaz ki derbeder. Kuruldu artık komisyon, haydi mekân seçelim. Dere aksın yanımızdan, oradan suyu içelim.
Yeşillik olsun her yer, oturalım çimene. Burada kimse göremez bizi, görse bile kime ne? Çimenim bu Dünya'da, hep der üstüme yatın. Huzuru bende bulun, gerçeği ezmeyi bırakın.
Artık vakit geldi, kalem benim elimdir. Besmeleyle başladım, çünkü Allah Kerim'dir. Düzenleyeceğim satırlar karşımdaki dağdadır. Haydi başlayalım artık, çünkü geçen zamandır.
Birçok başarılı ismin hayat hikâyelerini dinlediğimizde hep aynı şeyi görürüz; zorluğu.
İstisnasız her birimiz, şartlar ve doğamız gereği zorluklara maruz kalır, türlü hatalar yaparız. Doğrudur, bazıları çok can yakar, bizleri derde sokar. Ama ne demiştik; tecrübe. Her birimizi diğerlerinden ayıracak olan en önemli unsur bu tarz olaylara maruz kaldığımız andaki algılama biçimimiz, tecrübeyi kavrayıp kavrayamadığımız. Algımız açık bir şekilde zorluklara maruz kalmak zihnimizi açar, hata yapmak tecrübe edindirir. Bu nedenle hata yapmaktan, zorluklardan korkmamak gerekir. Tecrübe edinmek, tecrübelileri dinlemek, onların söylediklerini zihnimizde canlandırmak, hissetmek. Ve hayatın her anında öğrenmeye açık olmak. Sadece kitap okumamak, çevreyi de okuyabilmektir önemli olan.
Diyelim bizler iyiyiz. Tamam algıladık tecrübe edindik falan. Ee çevremiz kötü. Ne yapacağız? Basit; hakkı savunur biçimde, yapıcı bir şekilde eleştireceğiz, konuşacağız, değer verecek, doğrusunu anlatacağız. Örneğin; eleştiri yaptığımız bir sistem ise fırsat verildiğinde o sistemi en iyi şekilde iyileştirebilecek durumda olacağız. O şekilde kendimizi yetiştireceğiz. Bir insan ise ona değer verecek, dinlemek istiyorsa anlatacağız. İstemiyorsa bizler hareketlerimizle güzelliğimizi etrafa göstereceğiz. Lâkin küçük bir uyarı; konu insan olunca sistemi eleştirmekten çok daha dikkatli olmalıyız. İnsanoğlu yapısı itibariyle hassas bir varlık. Nasıl yaklaşılacağının çok iyi analiz edilmesi gerekir.
Özet olarak; Biz diyebilmesini bileceğiz. İyileştirmek adına yapışacağız bir yıkıma, bir sıfıra yapışacağız. İnşa edeceğiz bir güzelliği, bir yeniliği inşa edeceğiz.
Öte yandan bugün ben, bazı konularda ülkemin işleyişine kızıyorum ve bu yüzden yurt dışına gitmek istiyorum. Ama bu demek değil ki ülkemi sevmiyorum. Ben burada ne kadar uğraşırsam uğraşayım düzeltemediğim mevcut şartlarda; örneğin her sene daha da elimden alınan laboratuvar hakkımdan dolayı zaman kaybediyorum, doğru öğrenemiyorum. Çok daha kısa sürede çok daha faydalı olabilecekken zamanım gidiyor. Dolayısıyla kızacağım, sinirleneceğim ama bir amaç edineceğim. Yurt dışına çıkacak, en iyisi olup geri geleceğim. Çok daha yetkin şekilde mücadele edeceğim. Eğer yurt dışına gidemiyorsam kötülükler karşısında mücadelemi sürdüreceğim. Ölümü hatırlayacağım ve hep dik duracağım. Eleştireceğim, doğrusunu söyleyeceğim. Tahmin edeceğim, uyaracağım. Dinlemeyecekler, sabredeceğim. Ben düzeltemezsem düzeltecek nesil yetiştireceğim. Benim lugatımda pes etmek yok. Dibin dibine de batsam doğrulabilecek kuvveti bulacağım kendimde. Heveslerime kapılıp gitmek yerine sistematik olacağım, bana verilen akıl nimetini en iyi şekilde kullanacağım.
Küçük bir örnek vereyim; arkeolog olacağım meselâ. Yabancılar gelip ülkemde kazı yaparken, onların yanında stajyer olarak çalışmakta olan Türk hanımına yaptıklarını hatırlayacağım; ilk bulgusunu bulduğunda yabancıların ona resim çektirmediğini, tez yazmaları için kendi öğrencilerine ayırdığını hatırlayacağım. Onun onurunu nasıl kırdıklarını, o bilmeden dillendireceğim. O her ne kadar batıya da özense onun yaşadığı haksızlığı kendime yapılmış bileceğim. Ve en iyisi olacağım. En iyisi olacağım ki benzer olaylar yaşanmasın, ülkemden defalarca Deniz Atı Broşu çalınmasın, Sümela malum milletler tarafından yağma edilmesin. Ya da ülkemin bilinçsizleri ülke değerlerini bulup çıkarıp paraya değişmesin.
Bir paleontolog olacağım meselâ; madende bitki fosili bulup bunu bilinçsizce cebine koyan ve sonra da madenden çıkarken bunu düşüp kıran arkadaşım gibi olmayacağım. Bakmayı, kollamayı bileceğim. Şunu da iyi bileceğim ki benim taşım toprağım satılacak ya da ben duygusuyla saklanacak bir şey değil; benim taşım ve dahi toprağım, müzelerde sergilenen o nadide eserler. Satılamaz, kıyılamaz, cebe koyulamaz. Bulunur, incelenir, anlaşılır, sergilenir, nesillere örnek olur, onların bilincini açar ama asla üç günlük menfaat beklenmez. Çünkü bulunan o eser bir gün kimlere ne ilham olur bilinmez. O fosilde insanlık tarihine ışık tutacak olan bir bilgi olup olmadığı, bunu kimlerin hangi gözle, hangi tecrübeyle bakarak görüp göremeyeceğini hiçbirimiz bilemez.
Evet, milyon yıllık fosilleri bahçe duvarı yapıyoruz, yıllarca kömür niyetine uzun süreçler sonunda ortaya çıkan ve doğrudan ekonomiye güzel katkılar sağlayan kehribarı meselâ, yakıyoruz. Evet ülkeyi tabiri caizse sakat edebilecek büyük depremlerle ilgili çalışmalar yapmaya, onları ilerletmeye çalıştığımızda bizlerle görevli olan ekip arkadaşlarımızın inançsızlığında boğuluyor, üstlerimiz tarafından cezalara çarptırılıyoruz. Evet yine biz doğanın hafızası turbalıkları, kesmek için ulaşmaya çalıştığımız orman adına yakıyoruz. Evet evet bizler ormanlara yandı süsü verip otellerde yapıyoruz. Ne yapalım yani turistler rahatsız mı olsun? Hani rahatsız olmasınlar diye ben aşılıyım maskesi taktığımız şu turistlerden bahsediyorum. Evet doğru, önemli bir yetkiliye yine önemli bir madenin en iyi kısmından bir parça gösterip sonra o parçanın küçük de olsa değerini, belki de müzesel büyüklükteki değerini düşünmeden çöpe de atıyoruz. Üniversite laboratuvarlarında her sene deney yapma sayısı malzemelerin eksikliğinden dolayı azalırken bizler malum kurumlarda, alınan bütçe geri gitmesin diye her sene tadilâtta yapıyoruz. Bizim hemen hemen her yeni atanan müdürümüz de eskisinin koltuğunda oturamıyor, onun eşyalarını atarak yenilerini aldırıyor olabilir. Daha daha nicelerine şahit olabiliyor olabiliriz. Ne yani bunları görüyoruz, duyuyoruz, şahit oluyoruz diye "Aman." mı diyelim. Biz de mi onlar gibi olalım. Algılarımız mı kapalı olsun. Olmasın, olmamalı. Bunalıyoruz biliyorum ama isyan etmeyelim. Her birimiz birer suyuz. Olur ya; bir şekilde çamura da düşsek, sıkıntılarla da karşılaşsak bizler o pak suyuz. Hangi tohuma ilham olacağımızı, hangi çamurdan bitki çıkmasına ve orayı güzelleştirmesine sebep olacağımızı bilemeyiz.
Bu arada su demişken; Acaba her gün ama her gün kullandığımız, onsuz yapamadığımız suyun üzerine hiç düşündük mü? Yoksa bol diye sadece kullandık mı? Eğer birçoğumuzun cevabı 'Düşünmedik, yani evet kullandık öylece.' ise bu kısmı iyi dinlemenizi tavsiye ederim.
Bildiğimiz üzere her canlı su ile yaratılmıştır. Biraz daha ileri gidersek su, Dünya oluşumundan da önce evrende mevcuttur. Yani Dünya'dan çok daha bilgedir su. Ve bilmeliyiz ki Dünya'mızda, yapısı gereği yeni oluşan su yoktur. Sadece sistematik olan bir su döngüsü vardır. Yani aynı su, bu döngüye uyarak sürekli dönmektedir. Burada işi kısa tutmak zorunda olduğum için su oluşumunun kimyasal yapısına girmeyeceğim.
Peki bu kadar bilge bir suyu nasıl tarif ederiz? Meselâ renksizdir diye bir tabir kullanırız. Tatsızdır deriz sonra. İyi ama çölde olsak, bilincimiz yerinde olsa ve olabildiğince su ihtiyacı hissetsek. Sonra o pak suyu bulup içsek. O an tarif edemediğimiz bir haz duymaz mıyız içtiğimiz sudan? Acaba renk ve tat yönünden algılarımızın ötesinde midir su? Beynimiz onu bir yöne koyamadığı için mi öylece kalmıştır?
İçtiğimiz çay. Dem aynı dem olmasına rağmen demlikten demliğe hazırlayıp içtiğimiz her çay değişmektedir. Bunu çay içtiklerimiz ile aramızda konuştuğumuzda 'sudandır muhtemelen.' deriz, ama üzerine hiç düşünmeyiz. Peki ya cam bardakta içilen çay ile porselen bardakta içtiğimiz çay? Bazılarına göre aynıdır. Ama tiryakilerine göre durum hiç de böyle değildir. Demek ki burada su ile ilgili derin bir mevzu var.
Öte yandan Eyüp (a.s) ve onun sabretmeyi, verenin de alanın da hak olduğunu bize güzelce öğreten hayatı. Yaşadığı sıkıntıların sonunda, şifaya kavuşmasına sebep olan, yeraltından çıkan o sular; El Hakk onun şifaya erişmesi için iki ayrı suyu sebep kılmıştır. Bu sulardan birinde yıkanınca gençleşmiş, diğerini içince hastalığından şifa bulmuştur. Peki ya Hızır (a.s) ve ab-ı hayat, yani ölümsüzlük suyu hikayesi. Büyüklerimizin yaptığı okunmuş su olayı? Her biri merak ettirsin bizlere, suyun gizemini.
İnternette tonlarca bilgi olsa da bir gün mutlaka bizzat araştırmak isteyelim suyu. Meselâ onun sese karşı tepkisini merak edelim. Denildiği gibi suyun hafızası var mı? Eğer varsa bu hafıza kullanılabilir mi bilmek isteyelim. Özellikle su programlanabilir mi? Eğer programlanabilirse ve bunu başarabilirsek örneğin; biz bu programladığımız suyu Mars'a gönderip orayı canlandırabilir miyiz hep merak edelim. İleri gidelim, hak için ileri diyelim. Ne kadar sıkıntı çekersek çekelim, Anka kuşu misali küllerimizden yenilenelim. Sabredelim, isteyelim.
Bir gün hepimizin muradına ermesi duasıyla. Teşekkür ederim, saygılarımla.
Su ile ilgili atladığım çok şey oldu. Suyun öneminden kısmen de olsa bahsettim ama kirliliğinden bahsetmedim. Suyla toprağı da ilişkilendirmedim. Gerçi görseller... Açacaktır zihn..." diye içinden geçiriyordu ki sevmediği hareket olan omzuna dokunulmasına Gerçek Dünya'da maruz kalmaya başladı. Ansızın düşünceleri kesildi. Hatta onları unutmuş gibiydi.
"Ağabey, ağabey, ağabey."
Omzuna dokunan Metin'e büyük bir sabır göstererek;
"Dinliyorum Metin." dedi.
"Nerelere daldın böyle. Aradım hattın da kapalıydı."
Telefonunu çıkardı Selim. Tuşuna basarak ekranını açtı. Alması üzerinden çok da uzun süre geçmemiş olan telefon hattı çekmiyordu.
Eski telefon hattı, adeta deposunda fazla su bulunmayan ama güzel paralar ödediği sağlam bir musluk gibiydi. Açıldığında verimi doğrultusunda suyunu veriyor, büyük kotlarda yine de su içilebiliyordu. Fakat bol su yani internet lazım olduğu için alıp sonra kısmen de olsa pişman olduğu yeni hattı, ucuz ve depoda fazla su olmasına rağmen musluk açıldığında çok az akan su gibiydi. Belli bir kota kadar ve duvarlar gibi yapısal etmenlere bağlı olarak akmasa da damlıyordu. Hatta en verimli yerde bile en fazla hızlı damlıyordu. Çok daha yüksek kotlarda veya diğer yapısal etmenlere bağlı durumların kötüleşmesinde ise hemen nazlanıp kesiliyordu.
Öte yandan esmer tenli, bir yetmiş boyuna ve dengeli bir vücut yapısına sahip Metin, insanlar ile iyi geçinen kendi halinde biriydi. Bu nedenle konuşmaya değerdi.
Hattının çekmediğini göstermek üzere telefonun ekranını gösterdi Metin'e.
"Evet maalesef çekmiyormuş." dedi.
"Hangi hat o ağabey, bilelim ki bulaşmayalım." dedi gülümseyerek. "Şey diyecektim; bir sonraki konuşmayı Rıdvan ağabey yapacakmış, haber vermemi söyledi. Onu yazdım, aradım falan. Biliyorum biraz tuhaf oldu ama..."
"Hm..." dedi Selim, tok bir ses tonuyla. "O halde ben kalkayım."
Metin'in "Otursaydın ağabey." sözü eşliğinde derin bir nefes alıp verdi. Telefonu cebine koydu. Sağ eliyle yanında duran bilgisayar çantasını kavradı. Ayağa kalkarak kaşlarını normalleştirdi.
"Kalksam daha iyi olur. Kolay gelsin sizlere." dedi. Konuşmacıya baktı. O, hararet ile hayatını salonda bulunanlara anlatmaya devam ederken gülümsedi ona. Saygıyla başını öne eğdi. Akabinde salondan ayrılmaya başladı. Yapısı itibariyle sinirlenmişti ama bu sinir ona zarar verecek raddede değildi. Zira, hem hiç ortada yokken fırsat verilmiş, bir tane de olsa faydalı bir söyleşi yapabilmişti. Hem de zaten çoktan analiz etmişti karar alıcıları. Görmüştü onlardaki kusurları. Güzelleri de vardı ama sorundu baş kıskançları. Yine de 'sabır' demişti, gittiği yere gitmişti. Bu olay da olunca, son durağa gelmişti.
"İnsanoğlu." diye geçirdi içinden. "Çiğ süt emmiş derler. Niye dediler bilmem ama bellidir ki erler.
Hak kalbine göre versin, muradına tez ersin. Hakkım varsa helâldir. Bu sözlerim celâldir. Benim celâlim budur, insanı kırmak yoktur. Kulüplere girerken, sabır iplerim çoktur. Her hatalarında, bir ipi koparırım. İplerim bittiğinde sırada var yaptırım. Yaptırımım eleştirmek, söz gediğine yerleştirmek. Olsa onlar üzülürler, sözlerime bozulurlar. Ne gerek var kırmaya, sözlerimle yormaya. Hele dövüş vesaire, değilim ben eşkıya. En iyi yaptırım gemiyi, sessizce çıkarmak limandan. Allah cümle bizleri, ayırmasın imandan."
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top