GİRİŞ

1. BÖLÜM: GİRİŞ

Mart ayının her zamankinden daha narin geçen o tatlı soğuğu, baharın gelmesiyle beraber yerini insanların çok daha rahat dolaşıp huzur bulabileceği güzel mi güzel sıcaklıklara bırakmıştı. Birbirinden muhteşem renkleriyle adeta görsel bir şölen sunan ve bunu da her biri ayrı bir ilham konusu olan kokularıyla destekleyen çiçekler, aylardır baharı bekliyor olmalarının üzerlerine bırakmış olduğu bir sabırsızlıkla, en güzel kokularını insanların beğenisine sunmak, onlar tarafından sevgi sözcükleri almak adına birbirleriyle yarışırmışçasına şehrin dört bir yanını kuşatmışlardı. Bu kokulardan çoktan nasibini almış olan kuşlar ise bahar şarkılarını haykırmaya başlamışlardı, gittikleri her yere.

"Hissiyatı hoş sıcaklık, burnuma gelen çiçek kokuları, duyduğum sesler, gördüğüm renkler... Her biri adeta birer afyon gibiler; Bir anlık da olsa, yaşamış olduğum bu coğrafyada uğradığım türlü haksızlıkları unutturuyorlar...

...

"Haksızlıklar... Bir noktada hayâller aleminden çıkarıp asıl gerçeklerle yüzleştireceğimi biliyordum kurgu karakterimi. Öyle ya, Mart ayının narin geçen o soğuğunun bir küresel ısınma sebebi, karakterin yaşadığı şehrin de fazla mükemmel olduğu gerçeğine bakıldığında tam bir hayâller alemi ile başlıyorum romanıma... Malum, istisnasız her şehir beton hakimiyetinde; ağaç, çiçek, kuş hak getire. Ama öyle de deyip hak yemeyim şimdi. Aralarda bir iki tane de olsa ağaç görebiliyor, doğada bedava olan ama ona minnet eylemediğimiz için bazı kişilerin tekeline bıraktığımız, doğadaki toprakla, suyla yetişmiş olan ve betondan hapishanelerinde yaşayan insanların vergi vermek suretiyle topladıkları paraların, kendi elleriyle seçtikleri kişi ya da kişiler tarafından kullanılması sonucunda, ihale yoluyla alınıp asfalt yolların kenarlarında, yeşillik dikilsin diye bırakılmış olan o küçücük alanlara dikilen, egzoz gazlarından kendine dahi kokusu kalmamış olsa da insan eliyle kısaltılmış ömürleri boyunca renklerini muhafaza etmeyi başaran birtakım çiçekleri ve onların bitkin hallerini gözlerimiz ile görebiliyoruz.

Her neyse. Öyle ya da böyle bu bir roman olduğu için iyi bir başlangıç denilebilir. Şimdi asıl konuma gelip karakter üzerinden yaşadıklarımı anlatabilir, toplumsal problemlere ve onların çözümlerine dair fikirlerimi sunabilirim.

Öncelikle ana kahramanımı tanıtma ile başlarım. Onu ve dahi çevresini güzelce betimlerim. Tabiri caizse kahramanımın yaşamından bir seyir kapısı açarım okuyucusuna. Böylelikle okuyucu, karakteri benimser. Sonrası basit iş. Basit iş de artık bu Dünyama ayrılan vaktin sonuna gelsem çok iyi olacak. Zira, gerçek Dünyamda kütüphanedeyim. Önümde, ikinci Dünyam olan Zihin Dünyama girişimde kamuflaj görevi gören, seksen ikinci sayfası açık, ilk enteresan kitabım var. Hani şu dört arkadaşın, korkusuzca maceralara atıldığı fantastik çalışmam...

Kütüphane demişken. Ah bu kütüphaneler; bir türlü ders çalışamadığım sessiz yerler... Evimde ol(a)mayan, her biri bir öğün yemek parasını aşmış kitaplar olmasa pek uğramayacağım da işte malum durumlar... Neyse ki sessizliği, idare ettiğim iki Dünya arasındaki seyahatlerim adına güzel oluyor da gelmişken oturup rahat rahat düşünebiliyorum.

Peki neden kütüphanedeyim? Neden bu sessiz... Ha, ha evet. Arkadaşlarım tarafından konferansa konuşmacı olarak çağrıldım. İlk olarak hayatımdan bahsederek kişisel gelişim ile ilgili bir konuşma yapacağım. Akabinde ben konuştuktan sonra sahneye çıkacak olan konuşmacının ardından tekrar sahneye çıkacak, kişisel gelişim ile mesleğimi harmanlayan bir konuşma yaparak işimi bitireceğim. Tabii ki bunu hayat azmimi görüp bana değer verdiklerinden dolayı yapmayacağım. Anlatım yapacak olan asıl konuşmacı gelmemiş, zor durumda kalmış can kardeşlerim (!). Benim de yazar olduğumu, istediğim zaman ağzımın iyi laf yaptığını biliyorlar (!). E zaten Çevre Mühendisiyim de. Bir de üzerine dalgalı, uzun ve kumral renkli saçlarım, adeta bir kurt gibi sert bakmamı sağlayan kumral renkli kaşlarım ve dahi açık kahverengi gözlerim eklenince demişler ki tamam. Dili de var boy pos da yerinde. Minicik bir göbeği var ama onu da idare edeceğiz. Ah benim canım arkadaşlarım(!). Ah, ah...


Keşke tek tek yüksek lisans kazananların zorunlu olarak okul sitesine yüklediği özgeçmişleri inceleyip bende karar kılmaları yerine, bir kez olsun benimle oturup sohbet etseler, sürekli ders notu istemek yerine, okula gelmediğim günlerde yalandan da olsa bir kez gelip ne yaptıklarını anlatsalardı. Hiç olmazsa bir ders notu verselerdi de ben de tuhaf bir şekilde davet ettikleri malum konferanslarına mutlulukla, içimdeki heyecanla katılabilseydim.

Yine de olsun diyelim. Sonuçta nihai amacım belli; insanlara faydalı olmak. Eskisi kadar içimde bir heves kalmamış olsa da pes etmek bana yakışmaz. Yavaş da olsa yürümeli bu kervan...

Zihin Dünyamdan ayrılmadan önce konferansta ne konuşacağımı oturtayım düşüncelerimde. Tıpkı yeni romanımı yazarken yaptığım gibi iki Dünyam koordineli çalışsın. Kitabın yanında, masanın da üstünde olan, yeni romanımın ilk satırlarını yazdığım gri diz üstü bilgisayarıma konuşmalarımı yazıp kaydedeyim." dedi içinden, kendi kendine. Dediği gibi de yaptı. Önünde duran kitabın kapağını kapatıp eline aldı. Onu, maun ağacından yapılma, pahalı, bir o kadar da estetik duran önündeki masanın üzerinde bırakmış olduğu boş yere koydu. Oturduğunda ve dahi üzerinde yayıldığında tam bir rahatlık sunan sandalyesini, yakın olmasına rağmen biraz daha masaya yanaştırdı. Bilgisayarındaki program olan Word vasıtasıyla yazdığı romanını kaydedip kapattı. Yeni bir Word belgesi açtı. Bir yandan düşünürken diğer yandan yazmaya başladı.

"Saygıdeğer büyüklerim, gösterdikleri kuvvetli azim ile hep birlikte daha iyi yerlere geleceğimize şüphe etmediğim değerli küçüklerim ve eğer varsa 1994 yılı, sekizinci ayın sekizi saat sabah sekiz kırk ikide doğan efsanevi şanslı yaşıtım, yaşıtlarım. Her birinizi bu konferansa katılma emeğinde bulunmanızdan dolayı saygı ile selâmlıyorum.

Öncelikle her konuşmacının yaptığı gibi kendimi tanıtmak ile başlamak istiyorum. Adım soyadım Selim Yiğiter. Yirmi sekiz yaşındayım. Burada; Trabzon Ortahisar'da doğup büyüdüm. Hayâllerini gerçekleştirmekten geri durmayan ve bu uğurda dört üniversite bölümü yola koyan, bununla da yetinmeyip beşinci üniversite bölümüm, aynı zamanda ikinci yüksek lisansım olan KTÜ Çevre Bilimleri yolunda yürümekte olan bir Çevre Mühendisiyim. Aynı zamanda dördüncü kitabını da yazmakta olan ödüllü bir Yazar'ım. Boş zamanlarımda insan psikolojisi ile ilgili gözlemler yaparak kendimi geliştirmek ve roman yazmak hobim. Şu anda Trabzon Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğünde, Çevre Mühendisi unvanı ile sözleşmeli olarak çalışmaktayım.

Bugün ilk olarak sizlere, bana ayrılan süreyi aşmayacak şekilde hayatımdan bahsedecek, kendini geliştirmenin önemine değineceğim.

Hayatım hiçbir zaman tozpembe olmadı. Her biri ayrı psikolojik tez konusu olacak olan bir ailede büyüdüm. Maddi durumumuzun iyi olmaması dolayısıyla çektiklerim, öğrendiklerim bir yana dursun, fazlasıyla iyi niyetliydim de. Bu yüzden hayatımda yer edinip bana tecrübe katmış olan az ama öz arkadaş kazıklarını sistematik olarak yedim, arkadaşlarımı iyi seçmeme rağmen bir şekilde hayatıma giren, aynı ortamda bulunmak zorunda olduğum insanlar tarafından kandırıldım. Düşünün, ilkokulla başlayan serüvenim girdiğim her yeni ortamda devam etti. Ortaokulda yeni bir sınıfım, yeni arkadaşlar, lise bir yeni sınıf, yeni arkadaşlar. Lise iki sabahtan öğleye kadar aldığım eğitimin saatlerinin değişmesi dolayısıyla aynı okul aynı sınıf daha önce okulda görmediğim yeni yüzler ve yeni arkadaşlıklar...

Derken, yaşadığım zorlukların da etkisiyle lise dörtten itibaren zihnim açılmaya başladı. O güne kadar yaşadığım her bir zorluğu zehir olarak değil bir tecrübe olarak görmeyi öğrenmeye başladım. Öğrendikçe daha net gözlem yapabildiğimi gördüm. Bundan da önemlisi çevremdekilere kendimce uyguladığım testlerde başarı sağlıyor, gözlemlerimi kullanabiliyordum. Öğreniyor, insanoğlunun kolaylıkla programlanabilir bir canlı olduğunu net olarak görüyordum. Tabii yaşadığım zorlukların o musluğu akmasa da damlıyor, zihnimin ab-ı hayatı olarak gördüğüm bu su beni geliştirmeye devam ediyordu.

Buradan çıkarılacak ders: Arkadaşlarını ne kadar iyi seçersen seç bir şekilde zorluklara maruz kalacaksın, kalmalısın da. Unutma zorluklar isyan etmemiz için değil, tecrübe edinmemiz için varlar.

Bu arada sizlere trajikomik bir durum da anlatayım. Lise sona kadar sosyal yönden hayatım bu şekilde ilerlerken ders konusunda da çok iyi gitmedi. Zekiydim, en ufak bir şey duysam zihnimde yer ediniyordu. Ama buna rağmen ders notlarım sınıfın en kötülerinden biriydi. Hatta öğretmenimin tavırları sağ olsun Matematik dersim beterin de beteriydi. Sınıfın önüne bizleri çıkarıp ceza diye yaptırdıkları asla aklımdan çıkmaz. Onca öğrencinin hakkını nasıl ödeyecek bilmiyorum, Allah yardımcısı olsun.

Neyse. Zeki ama dersleri yapamayan benim bu durumum lise yıllarımda da aynı böyle devam etti. Sonradan ailem fark etti ki çok iyi duyan ben aslında tahtayı göremiyormuşum, bu yüzden yapamıyormuşum. Gözlük taktığım o ilk andaki şaşkınlığımı hiç unutmam;

"Hayda. Siz böyle mi görüyordunuz?"

İşte size çok güzel bir ders daha: Çekinmeyin, sorgulayın.

Hep zorluklardan bahsetmek olmaz. Gelelim güzel kısımlara. Lise bitene kadar zorluklar ile geçen bir hayat lise sonrası verdiğim bir sene ile ciddi anlamda değişti. O bir senede iyiden iyiye kendimi geliştirdim. Sene sonunda üniversite puanım bir önceki sene ile aynı olsa ve niyet ettiğim bölümü küçük puanlarla kaçırsam da zorluklardan ders çıkarmayı, elimdekini değerlendirmeyi öğrenmiştim. Kaybedecek zamanım yoktu, bir sene veremezdim. Zaten bir sene daha verecek bir ortamım da yoktu. Araştırdım, araştırdım... Sonunda plânlamamı yaptım; ön lisans kazanabileceğim puanla mühendis olacaktım.

Aranızda muhtemelen nasıl yani diyenleriniz vardır. Anlatayım; ön lisans ile başlayacak, iki senede kendimi geliştirmeye devam edecektim. İkinci senenin sonunda ise Dikey Geçiş Sınavına girecektim. Böylelikle seçtiğim bölüme göre bazı mühendislikleri kazanma şansım olacaktı. Ama bu zor bir durumdu. Hem il dışında okumak niyetinde olduğum için ekonomik durumumu ve sosyal ortamımı iyi ayarlayacaktım hem üniversite ortalamam güzel olacaktı hem de ikinci sene sonundaki sınava girip başarılı olacaktım. Dengeyi iyi ayarlamalıydım. Peki ben ne yaptım? Bugünlere geldiğime göre evet, ayarladım. Hem de adeta muhteşem bir satranç oynar şekilde... Şimdi dönüp bakıyorum da o dönem çok daha büyük sıkıntılarla karşı karşıya kalabilirdim, çok büyük... Ama sistemimi öyle bir kurdum ki o zorlu virajı atlattıktan sonra bir iki üç derken beş üniversite dört kitap oldu. Ve en önemlisi de bunları yaparken maruz kalabileceğim büyük sıkıntılarla satranç oynayabildim. Biraz da nasip ile birçoğunun korkulu rüyası olan askerliğimi, Yedek Subay olarak Türkiye'nin en zihin açan yerlerinden birinde yaptım. Hem de çok sevdiğim şekilde; yoğun çalışma temposuyla.

Türkiye'nin en önemli projelerinden biri olan ve cumhuriyet tarihinde ilk olan bir projede görev aldım, üst düzey toplantılara katıldım. Hayatımın hemen hemen her senesinde küçükte olsa bir şeylerden ödül aldım ve gülümseyerek bugünlere geldim. Evet, Çevre Mühendisliği dersleri kimi zaman üzdü ve iş bulma sürecinde bayağı bayağı yıprandım ama neticede Çevre Mühendisliğini üç buçuk yılda bitirdim, işimi de bulma başarısına ulaştım.

İşte bu da hayatıma dair son ders: Plânlı olun, hayatınızdaki zorluklarla satranç oynamasını bilin. En önemlisi de güç bulabileceğiniz kültürünüze, huzur bulabileceğiniz maneviyatınıza değer verin. Bir noktadan sonra nereye geldiğinize siz bile şaşıracaksınız.

Sorularınız varsa sorularınızı alayım...

(Eğer yoksa)

Dinleme emeğinde bulunduğunuz için hepinize teşekkür ederim. Kalın sağlıcakla...

"İlk yazım böylelikle bitti. Evet düzenleme yapılsa daha iyi olabilecek bazı yerler var ama zaten kâğıdı olduğu gibi okumayacağım, doğaçlama olacak. Diğerine geçeyim." diye geçirdi içinden. Bir anlık gözü bilgisayar ekranının sağ altında bulunan saate gitti. Saat on ikiyi yirmi geçiyordu. Bu da demek oluyordu ki on üç sıfır sıfırda başlayacak olan konferansa, on dakika önceden gitmek için otuz dakikası daha vardı.

"Şimdi geldik kemençemi çalacağım bölüme. Burada herkese hitap edecek, zihin açıcı bir konuşma yapmak şart. Bu yüzden ilk yazımdan çok daha ağır, çok daha düzenlemeli ilerlemem gerekiyor. Görsellerle de destekledim mi bu iş tamamdır." dedi içinden, kendi kendine. Saate aldanmadan, sakin şekilde düşünüp yazmaya devam etti.

Saat on ikiyi kırk yedi geçiyordu ki yazdıklarının tamam olduğuna kanaat getirdi. Toparlanıp kütüphaneden çıktı. Sağ elinde taşıdığı ve bilgisayar dahil tüm eşyalarını içine koyduğu siyah bilgisayar çantasıyla, güneşli havanın tadını çıkara çıkara, kütüphane yanındaki yoldan, kütüphanenin üç bina sağ alt tarafında yer almakta olan konferans salonuna doğru yürümeye başladı. Yürüdü, yürüdü. Kütüphane sessizliğini zihninin her köşesine yerleştirmiş bir şekilde yürüdü. Konferans salonu önüne geldiğinde, istisnasız her biri adeta birer diziden fırlamış gibi süslü süslü giyinen arkadaşlarını gördü. Oysa kendisi rahat ettiği giysilerini; antrasit rengindeki kot pantolonunu, desensiz, beyaz renkli gömleğini, gri çizgileri olan beyaz spor ayakkabılarını ve sevdiğinden dolayı yaz kış üzerinden çıkarmadığı gri, desensiz kabanını giymişti.

Kızmıyordu arkadaşlarına. Kıyafetlerine lâf edecek hâli de yoktu zaten. Zira hem konferansta misafir ağırlayacaklardı hem de beğenerek aldıkları o kıyafetleri giyebilecekleri çok fazla ortamları yoktu. Yurt dışındaki akranlarına nazaran yaşadıkları zorluklar da düşünüldüğünde en iyisini giymek, en iyi hissetmek pek âlâ haklarıydı. Sadece sorguluyordu Selim. Hazırlanmaya harcadıkları vakti, konferansın daha faydalı olması için harcamadıklarını, tıpkı çoğu kurumda olduğu gibi işleri birbirlerine paslaya paslaya sonunda bir kişinin tüm işi yapmayı üstlendiğini ve bu şekilde ortaya, sorgulanmazsa idare eder gibi görünen bir çalışma çıktığını biliyor, kendi içinde sorguluyordu.

Aslında önceden de maruz kaldığı fakat tekrar tekrar aynı görüntüleri görünce çok daha net anlamış olduğu bu durum içinde yaşadığı toplumun önemli bir sıkıntısıydı. Bu duruma maruz kaldığı son yerde işin en acı kısımlarını gözlemlemiş, şahit olmuş, yaşamıştı. Son yer aldığı, birçok kurumun zorunlu olarak birlikte çalışmasını gerektiren çok önemli bir proje ile ilgili üst düzey toplantılarda gözlemlediği acı durumlar enerjisinin çoğunu ondan götürmüştü. Belki de bu yüzden mevcut duruma çokça takılı kalmıştı.

Önemli mi önemli bir kurumda çalışan ve makamı itibarıyla projenin iki önemli isminden biri olan kişinin tüm işini diğerine yıktığını, büyük bir emek isteyen projeyle ilgilenmek, problemi idrak edip çözmek yerine geçiştirme cümleleri kullandığını görmüştü. Ama bu kişi, sorumlu olduğu en üstü ile fotoğraf çektirmekten de geri durmamıştı. Bundan daha da önemlisi çektirdiği bu fotoğrafı, tüm işi üzerine yıktığı kişiye yollamaktan geri durmaması olmuştu. Peki neden böyle yapmıştı? Bu bir gözdağı mıydı? Benim arkam sağlam mı demek istemişti?

Peki projenin önemli olan diğer ismi mi ne yapmıştı? Projenin tamamına sahip çıkmış, zihin patlatmış, gecesini gündüzüne katmış, ailesi ile dahi düzgün vakit geçirememiş ve bir elin parmağını geçmeyecek ekip arkadaşları ile bir imkânsızı başarmak adına çaba harcamıştı. Bunu yaparken de işin büyüklüğünde boğulup çevresine kızmak, işi ekibindekilere yıkmak yerine tam bir liderlik örneği göstermiş, çalıştığı kurumda örneği pek az rastlanır davranışlara imza atmıştı. Lâkin maalesef(!) bu isim, makamına birileri ile fotoğraf çektirerek değil, dişiyle tırnağıyla kazıya kazıya gelmişti. Ve yaptığı her doğru işin karşılığı olarak başka ile sürülmüştü. Dahası, kurumunda ondan daha üstte olanlar gece gündüz emek verdiği projeyi iki günde anlamaya çalışmışlar, anlamasalar da toplantılarda bulunan üstlerine anlatmaya çalışarak hakkını yemişlerdi ve projenin önemini unutarak ülkenin geleceğini riske atmışlardı. Ama üstleri ve hemen hemen tüm kurum temsilcileri, projenin en üstü bir şey istediğinde, korkuyla karışık heyecanla, işin nasıl yapılacağını fotoğraf çektirmeme yanlışını yapan(!) projenin önemli ismine sormaktan da geri durmamışlardı.

Kendi de projede çalışırken haksızlıklara uğramıştı ama gözlemini sürdüğü o kişinin uğradığı haksızlıklar kendine yapılanlardan çok daha fazla parçalamıştı yüreğini, çok daha fazla kızdırmıştı. Sonra projenin ülkesi için önemini düşünmüştü, bir de projede görev almasına rağmen ona inanmayanların, emek harcamayanların konuşmalarını...

Sahte bir gülümseme kondurdu yüzüne. Daha önce yaşamış olduğu ve istemeden zihninde tekrar canlandırdığı bu olayı bir kenara itti. "Başlasın maruz kalacağım sahte 'Hoş geldin.' sözleri, belki biraz da 'Hazırsın değil mi? Herhangi bir sorun yok yani?' benzeri sözler. Gazamız mübarek ola, haydi hayırlısı." diye geçirdi içinden. Arkadaşlarının yanına doğru ağır adımlarla yürümeye başladı.

Telefon ile uğraşmakta olan sınıf arkadaşı Rıdvan, Selim'i görür görmez stresli olan yüz ifadesini gülümseme ile değiştirdi. Yanında bulunan Asya ile hızlı adımlarla Selim'in yanına yürümeye başladı. Yeterince yürüdüğüne kanaat getirdiği an durdu ve:

"Hoş geldin Selim. Ben de tam seni arıyordum. Mesaj attım da geri dönmedin." dedi.

Sarışın, dökülmeye başlamış saçları, kızıla çalan kısa sakalları ve mavi gözleriyle adeta Karadenizli denince akla gelmekte olan iki tipten birinden olduğunu gösteriyordu Rıdvan; Uzun burna sahip, komik olan ilk tiplemenin özelliklerinin aksine, sarışın olan, mavi gözlü, Türkler arasında daha çok Kıpçak Türklerine has özellikler olduğu söylenilen şu günümüz yakışıklı tipi.

İtalyanlara özgü olan uzun bıyıkları ile yabancı bir kahve markasının üniversitede bulunmakta olan şubesinde Baristalık yapıyordu Rıdvan. Selim'den bir yaş büyüktü ve canı sıkıldığı için yüksek lisans okuyordu. Öncelerden ise iki ön lisans, bir lisans bölümü bitirmişti. Sınıfta ders aralarında yaptığı konuşmalardan ve kantinde otururken takındığı tavırlardan analiz etmişti onu Selim;

Daha çok batının kültürünü benimsediğini bıyığından ve giydiklerinden tahmin etmiş, kızlarla havalı görünmek adına konuşmalar yaptığını ses tonundan anlamıştı. Dahası onu dinledikçe iki farklı kültürün dilini birbirine karıştırıp ortaya enteresan bir dil çıkardığına, daha çok kendi kültürünü eleştirirken özendiği batıyı da övmekten geri durmayan konuşmalar yaptığına şahit olmuştu. Aslında yanındaki kızların da onun bu tutumunu fark ettiğini, haksız, bir o kadar da çekilmez olan eleştirilerini bu tür ortamlarda yapmaması gerektiğini sık olmasa da ona söylemiş olduklarını görmüştü. Fakat gözlemlediğine göre sosyal algılama yönünden çok da iyi olmayan Rıdvan, bu sözlere kulak asmamıştı ve halen sürdürmekte olduğu tavırlarına devam etmişti. Kızlar ise yakışıklılığı ve sınıfın en başarılı öğrencilerinden biri olmasından dolayı onunla çıkar ilişkisine dayalı olan iletişimlerini sürdürmekten geri durmamışlardı. Kim bilir, belki de aralarından bir ya da birkaçı, onu istediği kalıba sokabilirse ruh eşi olabileceğini düşünmüşlerdi. Bu da ihtimal dahilindeydi lâkin doğrudan Rıdvan'ın hayatını ilgilendiren bu durum Selim'i ilgilendirmemişti. O, bir gün sohbet etmek zorunda kalabileceği ortam arkadaşlarını uzaktan gözlemlemek ile yetinmişti. Onların birer can sıkan unsur haline gelebilme ihtimallerine karşı savunmalarını hazırlamıştı ve analizi sonucunda, temelde zeki biri olduğunu ama henüz sosyal manada gelişimini tamamlayamadığını düşündüğü Rıdvan ile zorunlu olmadıkça konuşmamayı tercih etmişti.

"Kütüphanedeydim. Hazır gitmişken telefonla ilgilenip zaman kaybetmek işime gelmedi." dedi Selim.

Bunun üzerine Asya:

"Şey ama hazırsın değil mi?"

Tıpkı kulüplerinin Reklâm ve Sponsorluk kısmında yöneticilik yapan Rıdvan gibi Asya da Karadeniz Teknik Üniversitesi Çevre Bilimleri ve Sanayi Kulübü'nün İnsan Kaynakları Yöneticisiydi.

Çok fazla aynı ortamda bulunma ihtimalleri olmayacağını düşündüğünden dolayı siyah saçlı, kahverengi gözlü olan Asya'yı analiz etmeye gerek duymamıştı Selim. Hem zaten Selim'in ondan uzak durması sağlayan güçlü bir sebep gizliydi Asya'da; fiziksel olarak tıpatıp eski sevgilisine benziyordu. Karşı cins tarafından söylenen yalanların insanda nasıl yaralar açabileceğini öğrendiği eski sevgilisine...

Asya'yı tanımadan çok daha önce; yaz tatili için il dışına gittiğinde, bir başka tecrübe kazandıran arkadaşına tıpatıp benzeyen biri ile daha karşılaşmıştı Selim. İlk kez o zaman donakalmıştı. İlk kez o zaman anlam vermek adına birini dakikalarca uzaktan izlemiş, içinde bulunduğu mevcut durumu tecrübe etmişti. Kaderin cilvesi, hayatın bilinmezliği bu ya; yine büyük mü büyük bir başka tecrübe yaşadığı birine benzeyen biri çıkmıştı karşısına. Lâkin bu sefer arada bir de olsa aynı ortamda bulunmak zorunda olan Asya'yı gördüğünde donakalma, ya da dakikalarca ona bakma gibi tavırlar sergilememişti. Bu yaşanan olay yokmuş gibi davranabilmişti. Ama yine de yaşamış olduğu tecrübeden dolayı Asya ile konuşmak istememişti.

"Evet hazırım." dedi Selim.

"Tamam süper. O zaman şöyle yapalım. Asya, ben içerdeki misafirlerimize küçük bir bilgilendirme meetingi yapayım. Sen de önce Selim ile işleyişi check et sonra gelir bize katılırsın." dedi Rıdvan.

"Siz yöneticisiniz diğerleri ile ilgilenin. Ben içeride bulunanlardan öğrenirim işleyişi." dedi Selim.

"Gerçekten mi? Süper olur valla sağ ol." dedi Asya, mutlu bir yüz ifadesiyle.

"Sağ ol Selim. Gelmen güzel oldu. O halde içerde görüşürüz." dedi Rıdvan. Sözünü bitirir bitirmez Asya, Rıdvan'ın koluna girdi. Selim'in 'Görüşürüz.' demesi sonrasında ikisi birden misafir salonuna gitmek üzere konferans binasına ilerlemeye başladılar.

"Ah şu insanlar..." diye geçirdi Selim. Kaşlarını kaldırıp başını sağa doğru hafifçe hareket ettirdi. Ağır adımlarla onların peşinden konferans binasına doğru yürümeye başladı.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top