XX: Hayalimin Ötesinde
Şafak söküyordu.
Dağın zirvelerinden aşağı inmeye başlamıştık sükûnet içinde.
Geride kalmıştı çocukluğumu kucaklayan çıplak dağlar.
Şimdi yavaş yavaş sıklaşmaya başlayan, tekinsiz ağaçlar vardı. Hiçbirimizin canlı görmediği -Rae hariç tabi- kötü sonlu masallarda anlatılan huzursuzluk simgesi ağaçlar.
Sis basıyordu her tarafı.
"Herkes sıkı tutunsun!" diye bağırdı Erina. Sis olurdu ama öylesini düşlerimizde dahi görmemiştik.
Bir Rae'nin, bir önümde yürüyen diğer insanların koluna tutunuyor ve yoluma devam etmeye çalışıyordum.
Tüm Seçkinleri ölüm sessizliği bürümüştü. Bu durgunluğu, bu güvensizliği anlatmaya bilimin de gücü yetmiyordu.
"Ah Güneş, doğsaydın!" dedim içimden. Bu alacakaranlık, ton ismi veremediğim koyu mavi renk beni öldürecekti.
Rae hariç hiçbirimiz mutlu değildik. Beyefendi ise seviniyordu içten içe, mavi huzurun simgesiymiş onlarda.
Ruh halimin tek açıklaması vardı: Korkuyordum. Kafamdaki her şeyi unutup yoluma odaklanmaya çalıştım.
Hava biraz daha aydınlanmıştı. Üşüyordum ama... Hem de çok.
Sis iyice yoğunlaşmıştı, önümüzü bile göremiyorduk artık.
Bir ara Rae kolumdan tuttu "Belda bak!" dedi hayran olmuş bir ses tonu içinde. "Kafanı kaldır."
Çığlık attım.
Altın rengi bir güneş ufuklar arasından yükseliyordu. Bulutlar kıpkırmızı bir yakut gibi ışıldıyordu. Dağlar... Önümüzde gibi duran ama aslında aramızda çokça mesafe olan dağlar o korkunç yeşil devlerle doluydu!
"Korkma Belda" dedi Rae, "Ağaçlar düşman değildir."
Düşünemiyordum, beklemiş kestane suyu içmişim gibi başım dönüyordu. Bir ara yanımdaki herkesi kaybederek tek başına yürüdüm.
Birden o sarhoşluk içinde bir manzara gördüm. Erina ve Rae önden gidiyorlardı. Önlerinde uçurum vardı. Erina... Rae... Uçurum!
"DUR!" diye haykırdım.
Koşmaya başladım.
Erina Rae'ye bunu yapamazdı hayır! Uçurumdan atamazdı onu!
Arkamdan seslenenlerin hiçbirini duymadım. Rüzgâr gibi, zaman gibi koştum.
"Rae!" diye bağırdım, yanlarına yaklaşıyordum, sis yavaş yavaş dağılıyordu, arkamdan herkes bağırıyordu. Erina'nın Rae'ye zarar vermesi imkânsızdı ki... Düşünemedim, düşünemezdim.
Oysaki Erina ve Rae bir zarar gelmesin diye el ele tutuşmuşlardı.
Yanlarından hızla geçtim. Kendimi durduramadım ve on insan boyu yükseklikteki uçurumdan aşağı yuvarlandım. Islak bir zemine düştüğümü ve bacağımın kırıldığını hatırlıyorum sadece. Ve ardından bilincimi kaybettim.
. . .
Ne zamandır burada yattığımı hatırlamıyordum. Karanlık ve rutubet kokusu vardı etrafta. Kapalı bir yerdeydim.
"Rae... Erina..." diye inledim.
"Ne o, sevgili Rae'n ve Seçkinlerin seni terk mi etti?" dedi birisi alay eder bir ses tonuyla. Loş ışığa gözlerim alışınca onun bir asker olduğunu gördüm.
"Hayır!" dedim.
"Evet, evet" dedi başka bir acliask. Kırık bacağımı bastırdı, "...bizimlesin."
"Ah, nefes alamıyorum." dedi ilk gelen ve tavana yakın ufacık camı açtı. O zaman hem deniz kokusundan hem de kulübenin ahşap olmasından, Gündoğdu'da olduğumu anladım.
"Sana sorduğumuz sorulara cevap verirsen eğer, bu çabucak iyileşir. -sarılmış kırık bacağımı gösterdi- Ha, yaramazlık yaparsan ölmek istersin de ölemezsin. Anlaşıldı?"
Kafamı salladım.
Aklım hâlâ bizimkilerdeydi. Ne yapmışlardı acaba? Umarım yakalanmamışlardır!
"Al" dedi bana su uzatarak. "Kendine gelmen lazım ki bildiklerini bize anlatabilesin."
Teşekkür ettim. Ama onların yararına hiçbir şey yapmaya niyetim yoktu.
Dışarı çıktılar.
Ne gariptir ki hareketsiz ağaçlardan ödü kopan ben, eli kanlı askerlerden kılım bile kıpırdamamıştı. Buralar, düşman elinde olsa bile, tanıdıktı en azından.
Uyuyakalmışım.
Askerin biri dürterek uyandırdı beni. Ne kadar uyuduğumu bilmiyorum ama güneş batmak üzere olduğuna göre yaklaşık yarım gündü.
"Yürü, gitmemiz lazım." dedi. Yürüyemediğimi belirttim. Gitti. Ayaklarına tekerlek takılmış bir sandalye getirdi.
"Otur." dedi.
Sağlam ayağımdan destek alarak oturdum. Soru işaretleri kafamda izlerini daha derinleştirmişti. Ne yapmışlardı bizimkilere acaba? İçime bir korku düştü. Ya savaşı kaybettiysek?
Kulübeden çıkınca ılık deniz havası tenimi okşadı. Güneşin ışığı da çok güzel gözüküyordu. Çok seviyordum burayı, ne kadar esir olarak getirilmiş olsam da.
Sanat evine vardığımızda güneşin yarısı batmıştı. Deniz kokusu yerini boya, kumaş kokusuna bırakmıştı. Salonda askerler hazır olda bekliyordu. Surita, gösterişli giysilerle yüksekçe bir sandalyede oturuyordu. Yanında da her zamanki gülünç makyajıyla Marel. İki yanlarında kostümlü, yelpaze sallayan Kötükullar vardı.
Bunun onları güçlü değil, komik gösterdiğini düşünüyordum.
"Hoş geldin Belda!" dedi Surita. "Bakıyorum yaralanmışsın."
"Evet, kaza geçirdim. Düştüm." dedim.
"Düştüğün yerden almamışlar seni. Hiç bakmamışlar bile. Bizimkiler buldu seni. Dağların arkasındaymışsın, 'olmayan yer'de."
Başımı salladım.
"Hiç korkmadın mı kuzum?" dedi Marel. "Hayır, senelerdir hiç kimsenin ayak basmadığı yere tek başına gitmek... Onca Seçkin gitmiyorsa vardır bir bildikleri değil mi?"
Tek başına olmadığımı söylemek için ağzımı açacaktım ki devam etti.
"Bu dünya bir savaş atlattı Belda ve o savaştan kalan kötü etkilere yakalanabilirdin."
Son cümlede haklıydı. Birden atladım.
"Sizin askerlerinizin ne işi vardı orada?"
"Cesur askerlerimiz sizin ekibi aramak için gittiler. Bu bir savaş."
"Bırakalım orada ölsünler, dedim ama dinletemedim." diye ekledi Surita.
Marel, "İşte böyle, şimdi sana bazı sorular soracağız sen de doğru yanıt vereceksin." dedi.
Surita, "Akşam karanlığının iyice çökmesi lazım. O sırada sevgili askerlerimiz psikolojik ve fizyolojik koşulları hazırlayacaklar." dedi.
Bunu dedikten sonra kıs kıs güldü. Surita ve Marel yelpazecilerini de alıp çıktılar.
On küsur askerle baş başa kalmıştım.
. . .
Psikolojik hazırlık dedikleri işkenceymiş meğer. Beni ufakça bir odaya götürdüler.
Askerlerin bana hayvanmışım gibi muamele etmesi burada kimin Seçkin olduğu konusunda soru işaretleri uyandırdı bende.
Şuna karar vermiştim. Kuracağımız yeni devlette kesinlikle şiddet unsurları olmamalıydı.
Bağırıp bana böyle davranmaya devam ettikleri sürece tek bir söz bile söylemeyeceğimi beyan edince durdular.
Sırtımdan kan akıyordu, yaralıydım ve ağlıyordum. Ceketimi giyip sandalyeye oturdum. "Sorun" dedim.
"Dağların arkasına ne zaman ve kaç kişi çıktınız?"
"Yaklaşık otuz kişiydik." dedim. "Bilim Efendileri, Rae yani Ulu, Dorita, ben ve kardeşim."
"Neler oldu?"
"Sis yüzünden görüş yeteneğini kaybettim ve uçurumdan düştüm." Erina'yla olanları anlatmama gerek yoktu.
"Peki, şimdi neredeler?"
"Bilmiyorum."
"Bana cevap vermelisin."
"Bayıldım. Nasıl bilebilirim ki?" İnanmıyordu, hayret.
"Planladığınız bir yer olmalı. Bana yalan söyleme!"
"Bana sesini yükseltme! Planladığımız neresi olabilir ki? Hiçbir insanın savaştan sonra ayak basmadığı yerler oralar."
"Söylüyor musun, söylemiyor musun?"
"Yahu bilmiyorum, diyorum."
"Söyleyene kadar buna katlanırsın o zaman!" dedi ve eline kalınca bir sopa alıp vurmaya başladı.
Elimle kendimi savundum. Parmaklarım kırılacak gibiydi.
"DUR, DUR!" diye bağırsam da fayda etmedi.
On dakika kadar sonra, ellerim kan içindeyken, bir daha sordu.
Bilmediğim bir soruya nasıl cevap verebilirdim?
Askerler sinirden kudurdu. Ellerimi duvara bağladılar. O gece belki sabaha kadar işkence devam etti.
Babaannem gibi ölmeyi arzuladım o an. Keşke normal bir idam olsaydı. Ufak bir kalp sancısı ve sonra hiçbir şey hissetmeden rahat bir ölüm.
"Ölmek istersin de ölemezsin" demişti ilk gelen. Haklıydı.
En son tavandan sarkan boyun kelepçesine boynumu bağlayıp iskemlenin üzerine çıkardılar ve o halde bırakıp gittiler. Ayakta kalmaya dayanamadığım an düşecek ve nefes alamadığım için ölecektim.
Ellerim serbestti en azından, gözyaşlarımı ve akan kanı silebiliyordum. Parçalanmış kıyafetlerime ve çoğu yeri morarmış, kanamış vücuduma baktım. Ağlamaya bile takatimin kalmadığını hissettim. Kendimi bırakmak istedim birden. Yapamadım.
Sadece Yaratıcı'dan yardım diledim.
. . .
Güneş ışığı odayı iyice doldurmuştu artık. Ben de ayakta yedi saati. Ayaklarım karıncalanıyordu. Ne zaman düşeceğim diye merak ediyordum doğrusu. İçimden bir ses her şeyin daha güzel olacağını söylüyordu. Gülümsedim. En azından sevgili arkadaşlarım yakalanmamıştı. Onlar tüm azimleriyle savaşa devam ediyorlardı. Yeneceklerdi. Ben olmasam bile.
Bu bana biraz daha yaşama isteği verdi. Ayaklarımı daha sağlam bastım.
Her yerim acıyordu.
Bir anda odanın kapısı açıldı. Giren bir askerdi. Hayır, bugün de başlayamazdık!
"Hişt!" dedi bana. "Komutanlarım buraya geldiğimi bilmiyorlar. Sessiz olmalısın." Ne planlıyordu acaba? Beni çözdü. "Sana sıcak su ve temiz kıyafetler getirdim. Yıkan, giyin ve kaç."
Şaşkınlıktan ne yapacağımı bilemedim. Sadece sebebini sordum. Sessiz olmamı işaret etti ve ayrıldı.
Biraz önce bir asker benim hayatımı kurtarmıştı. Bense ona iyi bir teşekkür bile edememiştim. Bu sefer sevinçten ağlamaya başladım. Dizlerim tutmadığı için çoktan yere oturmuştum.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top