II

Dün öğleden sonra sisli, soğuk bir hava vardı. Ben de oturmuş, çamurların içinde bata çıka 'Uğultulu Tepeler'e gitmektense, vaktimi kitaplıkta, ocağın başında mı geçirsem diye düşünmekteydim. Öğle yemeğimi yedikten sonra (sırası gelmişken söyleyeyim: yemeğimi saat on iki ile bir arası yerim; ev ile beraber tuttuğum tombul hizmetçi kadın, her ne hikmetse beşte de acıkıp yemek yenilebileceğini kabul edemedi) merdivenden çıkarak odaya girince, bir de baktım ki, hizmetçi kızlardan biri, fırçalar, kömür kovaları arasında yere çömelmiş, ateşi söndürmek için ocağa kürek kürek kül dökerek tozu dumana katıyor. Bu manzara karşısında şapkamı aldığım gibi yola koyuldum. Beş altı kilometre yürüyerek, Heathcliff'in bahçe kapısına vardığımda kar lapa lapa yağmaya başlamıştı. Doğrusu zamanlamam harikaydı.

Bu çıplak tepede toprak donmuş, taş kesilmiş, benim tüm uzuvlarım ise adeta duyarlılığını yitirmişti. Zinciri çözemediğim için çitin üstünden atlayarak, iki yanı karmakarışık bektaşi üzümleri ile kaplı, iri taşlı şose yolu geçerek; parmaklarım sızlayıp, köpekler ulumaya başlayıncaya kadar kapıyı yumrukladım. Ama tüm çabam boşunaydı.

İçimden, "Sefil yaratıklar!" diyordum. "Bu yabaniliğiniz yüzünden toplum dışına sürülmeyi fazlasıyla hak ediyorsunuz. Ben hiç olmazsa böyle güpegündüz kapılarımı sürgülemem. Bunlar bana vız gelir... ne yapıp edip içeri gireceğim." Bunun üzerine kapı tokmağını kavrayıp olanca gücümle sarsmaya başladım. Sirke suratlı Joseph, ahırın yuvarlak penceresinden başını uzatıp, "Ne istiyorsun?" diye bağırdı. "Beyi arıyorsan tâ orda ağılda. Niyetin onunla konuşmaksa, şurdan ahırın oraya doğru git."

"İçerde kapıyı açacak kimse yok mu?" diye bağırdım.

"Hanımdan başka hiç kimse yok; o da akşama kadar tekmelesen yerinden kalkmaz."

"Neden? Ona kim olduğumu söyleyemez misin, Joseph?"

"Ben ha, yok yok! Tanrı yazdıysa bozsun. Ben böyle şeylere burnumu sokmam," diye homurdandı ve içeri girdi.

Artık tipi iyice bastırmıştı. Tokmağı bir kere daha kavrayıp kapıyı çalmayı denemeye niyetleniyordum ki, arka avluda, omzunda tırpanıyla, ceketsiz bir delikanlı beliriverdi ve elini sallayarak peşi sıra gitmemi işaret etti. Çamaşırlıktan geçip, içinde kömürlük, bir tulumba ve güvercinlik bulunan taş döşeli bir avluyu geride bırakarak, sonunda bir gün önce ağırlandığım o büyük, sıcak salona vardık. Kömür, odun ve tezek ile yanan bir büyük ateş, odayı aydınlatıyordu. Masa, akşam yemeğiyle tepeleme doluydu ve hemen yanında, o ana kadar ilk defa gördüğüm bir kadın oturmaktaydı. Görür görmez hoşlandığım bu kişi 'evin hanımı' olmalıydı. Selam verip bekledim. Herhalde buyur eder, diye düşünüyordum. O ise, sandalyesinde kaykılmış, yüzüme anlamsız anlamsız bakıyordu. Ne bir hareket yaptı, ne de bir şey söyledi.

"Ne kötü bir hava!" dedim, "Korkarım, Bayan Heathcliff, uşaklarınızın ihmalciliği yüzünden kapınız biraz zarar gördü, duyurmak için epey uğraştım da."

Kadın ağzını bile açmadı. Gözlerimi ayırmadan ona bakıyordum, o da bana; daha doğrusu soğuk, kayıtsız, insanı son derece rahatsız eden bir tavırla beni süzüyordu.

"Oturun," dedi delikanlı, aksi bir ses tonuyla, "Bey neredeyse gelir."

Dediğini yaptım; boğazımı temizledim; bu ikinci karşılaşmamızda kuyruğunu sallama zahmetinde bulunarak beni tanıdığını gösteren o alçak Juno'yu çağırdım.

Sonra dönüp, "Çok güzel bir hayvan," dedim. "Yavrularını vermeyi düşünüyor musunuz, hanımefendi?"

Sevimli evsahibesi, Heathcliff'i bile gölgede bırakacak bir sertlikle cevap verdi: "Köpekler benim değil!"

Bunun üzerine kediye benzer yaratıklarla dolu yastığa dönerek devam ettim: "Sizin gözdeleriniz şunlar mı yoksa?"

"Tam da gözde olacak şeyler ya!" dedi kızgın kızgın.

Lanet olsun, yastığın üzerinde gördüklerim meğer bir yığın ölü tavşanmış. Bir kere daha kem küm edip ocağa doğru yaklaştım, kötü havayla ilgili söylediklerimi tekrarladım.

Kadın kalkıp ocak rafı üzerindeki boyalı çay bardaklarından ikisine doğru uzanarak, "Dışarı çıkmasaydınız öyleyse," dedi.

Biraz önce karanlıkta duran kadının yüzünü, şimdi tümüyle seçebilmekteydim. İnce yapılıydı, genç kızlık çağını henüz aşmış olmalıydı; hayran olunacak bir vücudu; şimdiye kadar görme mutluluğuna erdiklerimin hepsinden daha şirin, güzel, küçük bir yüzü vardı; ufak tefekti, çok sevimliydi; lepiska gibi, daha doğrusu altın sarısı bukleler incecik boynuna düşüyordu; bakışları biraz yumuşak olsaydı, bu gözlere karşı koyabilecek kimse bulunamazdı. Aslında ben her güzellik karşısında hayranlığını gizleyemeyen biriyimdir. Böyle güzel bir yüzle karşılaştığım için çok şanslıydım. O güzel bakışların ardında küçük görme, bir o kadar da çaresizlik gizliydi. Çay bardakları yetişemeyeceği kadar ötedeydi; yardım etmek için kımıldanmıştım ki, altınlarını sayan cimrinin yardım etmek isteyen birine attığı bakışla, bana döndü.

"Sizden yardım isteyen yok," diye kesip attı. "Kendim alabilirim."

Ben de hemen, "Özür dilerim," dedim.

"Çaya çağrılmış mıydınız?" diye sordu, zarif, siyah elbisesinin üstüne bir önlük bağlamış, elinde bir kaşık çayla ayakta, çaydanlığa doğru eğilmişti.

"Memnuniyetle bir fincan içerim," dedim.

"Çağrılmış mıydınız?" diye tekrarladı.

Gülümsemeye çalışarak, "Hayır," dedim. "Ama davet edecek biri varsa o da sizsiniz."

Çayı, kaşığı, hepsini gerisingeri fırlattı, somurtarak yerine oturdu; alnı kırıştı, ağlamak üzere olan bir çocuk gibi alt dudağını sarkıttı.

Bu arada delikanlı da, omuzlarına eski püskü bir ceket atmıştı. Ateşin önünde dikilmiş, sanki aramızda kan davası varmışçasına ters ters beni süzüyordu. Uşak mı değil mi diye kuşku duymaya başladım. Üstü başı, konuşması kaba sabaydı; Bay ve Bayan Heathcliff'de göze çarpan asaletten onda eser yoktu; kestane rengi gür, kıvırcık saçları karmakarışıktı; tarak yüzü görmemişti; favorileri yanaklarına doğru alabildiğine uzamış, elleri de bir işçininki gibi kararmıştı. Ama davranışları rahat, hatta mağrurdu; evin hanımına hizmet etme konusunda da bir uşaktan beklenen gayreti hiç göstermiyordu. Evdeki konumunu belli edecek ipuçları bulamadığımdan, onun bu garip davranışlarını görmezlikten gelmeye karar verdim. Beş dakika sonra Heathcliff'in içeri girmesi beni bu sıkıntılı durumdan biraz olsun kurtarmış oldu.

"Görüyorsunuz ya efendim, söz verdiğim gibi hemen geldim," diye neşeyle bağırdım; "Ama korkarım kötü hava koşulları nedeniyle yarım saatten önce gidemeyeceğim; kalmama izin verirseniz elbette..."

Elbiselerindeki karları silkeleyerek, "Yarım saat mi?" diye sordu, "Böyle bir tipide dışarı çıkıp buralara gelmene şaşıyorum. Bataklıkta yolunu kaybedebileceğini bilmiyor musun? Bu tepeleri avucunun içi gibi bilenler bile böyle havalarda çoğu zaman yollarını kaybeder; üstelik hava da düzeleceğe benzemiyor!"

"Belki adamlarınızdan biri bana kılavuzluk edebilir. Yanıma birini katabilir misiniz?"

"Hayır, katamam."

"Yaa, öyle mi? Eh ne yapalım, ben de bu işi kendi başıma halletmeye çalışırım."

"Hımm!"

Eski püskü ceket giymiş olan delikanlı yırtıcı bakışlarını benden, genç kadına doğru çevirerek, "Çayı hazırlamıyor musun hâlâ?" diye sordu.

Kadın, Heathcliff'e dönerek, "Bu da içecek mi?" dedi.

"Hadi hazırla!" dedi adam. Öyle sert bir tavırla söylemişti ki, içim hop etti. Sesinin tonu kötü karakterini açığa vurmaktaydı. Bundan sonra Heathcliff'e hoş bir adam diyemeyeceğimi hissettim. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra, "Hadi bakalım, efendi, çek sandalyeni şöyle," diyerek beni çağırdı. Kaba delikanlı da aramıza katıldı ve hep birlikte masanın başına toplandık. Yemeğimizi yerken ortalığı ağır bir sessizlik kapladı.

'Sofra başındaki bu soğuk havaya sebep ben isem, bunu dağıtmak da bana düşer,' diye düşündüm. Herhalde bunlar her gün böylesine suratsız bir halde oturuyor olamazlardı; imkânsızdı, ne kadar kötü olursa olsun, bir insan her zaman bu kadar çatık kaşlı duramazdı.

Birinci fincan çayı yuvarlamış ikincisini beklerken, "Ne tuhaf!" diye başladım. "Alışkanlıklarımızın beğenilerimize ve düşüncelerimize biçim vermesi ne garip. Birçokları, sizin gibi, dünyadan soyutlanmış bir yaşantıyla mutlu olunabileceğini hayal bile edemez, Bay Heathcliff bu davranışımı mazur görün, ancak şunu söylemeliyim ki siz, aileniz ve evinizi çekip çeviren sevimli eşinizle..."

"Sevimli eşim ha!" diye sözümü kesti. Yüzünü şeytani bir alaycı ifade kapladı, "Peki neredeymiş... şu benim sevimli eşim?"

"Yani Bayan Heathcliff, eşiniz demek istiyorum."

"Ha evet... yani kendi göçüp gitmiş bile olsa, ruhunun koruyucu bir melek gibi Uğultulu Tepeler'e kol kanat gerdiğini söylemek istiyorsun, öyle mi?"

Pot kırdığımın farkına vararak düzeltmeye çalıştım. Evet, ikisinin arasında, karı koca olamayacak kadar büyük bir yaş farkı bulunduğunu fark etmiş olmalıydım. Biri kırklı yaşlarını sürmekteydi ki, bu yaşlarda bir erkeğin, genç bir kızın büyük bir aşkla kendine bağlanacağını düşünmesi pek akla yatkın değildir. O hayale kapılanlar genellikle yaşayacağını yaşamış artık elini eteğini her şeyden çekmiş kişilerdir. Diğeri ise on yedisinde ya var ya yoktu.

Derken zihnimde bir şimşek çaktı: Şu yanımda oturmuş, fincanla çay içen, kirli elleriyle ekmeği bölüp yiyen hırpani kılıklı adam genç kadının kocası olmalıydı. Aynı zamanda Heathcliff'in de oğluydu.

İşte, bu genç kız toplumdan uzak, diri diri mezara girmiş gibi yaşıyordu. Dünyada daha güzel insanlar olduğundan habersiz, kendisini bu kaba herifin kollarına atmış... Ne acınacak bir durum! Ama her ne olursa olsun, genç kadının pişmanlık duymasına neden olacak davranışlardan kaçınmalıyım. Biraz kendini beğenmişlik gibi olacak, ama gerçekte öyle değil. İlgi çekici biri olduğumu, hayat deneyimlerimin sonucunda, öğrenmiş bulunuyorum.

"Bayan Heathcliff benim gelinimdir," diyen Heathcliff, düşüncelerimi doğrulamış oldu. Ama bu sözleri söylerken genç kadını garip bakışlarla süzmüştü. Eğer yüzünün aldığı ifade, içinden geçenleri belli ediyorsa, durum hiç de iç açıcı değildi, çünkü bu bakışlar nefret doluydu.

Yanımda oturana dönerek: "Ha, evet şimdi anladım... Bu güzeller güzeli meleğin sahibi olan talihli sizsiniz," dedim.

Bu pot ötekinden de beter olmuştu; delikanlı kıpkırmızı kesildi; üstüme saldıracakmış gibi yumruklarını sıktı. Ama kendini tutarak, dışardaki fırtınaya okkalı bir küfür savurdu, bu küfür aslında banaydı. Neyse ki duymazlıktan geldim.

"Tahminlerin hep yanlış çıkıyor," dedi ev sahibim, "Şu sizin koruyucu meleğinizin kocası ne benim, ne de odur; kocası öldü. Onun gelinim olduğunu söyledim, çünkü oğlumla evliydi."

"Öyleyse bu delikanlı sizin oğ..."

"Oğlum falan değil elbette."

Ona bu mağara insanının babası olduğunu söylemem, uygunsuz bir şaka gibi geldi ve Bay Heathcliff gülümsedi.

Öteki ise, "Benim adım Hareton Earnshaw'dur," diye homurdandı, "Bu ada saygı göstermen senin için iyi olur."

Kibirli bir tavırla kendini tanıtmasına için için gülerek, "Herhangi bir saygısızlık etmiş olduğumu sanmıyorum," diye cevap verdim.

Gözlerini hiç ayırmadan öyle bir üzerime dikmişti ki, bakışlarımı başka yöne çevirmek zorunda kaldım. Çünkü suratına bir yumruk indirmek ya da kendimi tutamayıp kahkahalarla gülmek istemiyordum. Bu sıcak aile çemberinde yerim olmadığını artık iyice anlamıştım. İçinde bulunduğumuz gergin ortamın yarattığı huzursuzluk giderek artıyordu. Bundan böyle, bu çatı altında bu insanlarla bir araya gelmeden önce uzun uzadıya düşünmem gerektiğine karar verdim.

Yemek sona ermişti, hiç kimsenin insan gibi oturup iki çift söz etmeye niyeti yok gibiydi. Bu yüzden, hemen dışarda havanın ne durumda olduğunu gözden geçirmek üzere pencereye gittim. Gördüğüm manzara hiç de iç açıcı değildi: Gecenin karanlığı erkenden bastırmıştı. Rüzgârla birlikte insanın soluğunu kesecek bir kar fırtınasının girdabında yer gök birbirine giriyordu.

"Bu havada kılavuzsuz eve gidebileceğimi hiç sanmıyorum," demekten kendimi alamadım. "Yollar çoktan karla kaplanmıştır. Ayrıca bu karanlıkta iki adım ötemi göremem."

"Hareton, git koyunları ahır sundurmasının altına sür. Bütün gece ağılda dururlarsa kar altında kalırlar; önlerine kalaslarla bir engel koymayı da unutma," dedi Heathcliff.

Artık kızmaya başlamıştım; "Peki ben nasıl gideceğim?" diye devam ettim.

Soruma cevap veren olmadı. Çevreme bakınca köpekler için bir bakraç yulaf lapası getiren Joseph'le, çay takımlarını yerleştirirken yere düşürdüğü kibritleri teker teker yakarak oyalanmaya çalışan Bayan Heathcliff'den başka kimseyi göremedim. Joseph bakracı yere koyup, odayı şöyle bir gözden geçirdikten sonra, çatlak sesiyle söylenmeye başladı:

"Herkes bir iş görürken, senin burada aylak aylak nasıl kalabildiğine hiç aklım ermiyor! Ne bir işe yararsın, ne de söz dinlersin... Bu kötü yaşam biçimini de düzelteceğin yok. Tıpkı anan gibi sen de doğruca şeytanın yanına gideceksin."

Bir an, tüm bu sözlerin bana söylendiğini düşünerek, öfkeyle, tekme tokat şu yaşlı alçağı odadan dışarı atmaya niyetleniyordum ki Bayan Heathcliff'in cevap verdiğini görerek durdum.

"Bak hele şu ikiyüzlü, dedikodu kumkuması bunağa!" dedi. "Şeytanın adını her ağzına alışında geberip gitmekten korkun yok mu senin? Bak sana söylüyorum, beni bir daha kızdırmaya kalkma, yoksa başına öyle bir iş açarım ki! Dur! Bak buraya Joseph," diye devam eden genç kadın, çekmeceden kara kaplı, uzun bir kitap çıkardı. "Büyücülükte ne kadar ilerlemiş olduğumu sana göstereceğim. Pek yakında yapamayacağım şey kalmayacak. Sarı öküz kendi eceliyle mi öldü sanıyorsun? Senin şu romatizmaların da alın yazısından mı ileri geliyor sence?"

"Günahkâr, günahkâr!" diye soludu yaşlı adam, "Tanrı hepimizi senin şerrinden korusun."

"Sus sefil! Sen lanetlisin... Defol, yoksa canını fena yakarım! Burada hepinizi muma çevireceğim; çizdiğim sınırları aşmaya yelteneni ise... Hayır, ne yapacağımı söylemeyeceğim... ama göreceksiniz! Git, seni her an izlediğimi de sakın unutma!"

Küçük cadı, o güzel gözlerine sahte bir kimlik vererek bakınca, Joseph gerçek bir dehşet içinde dua edip, "Günahkâr!" diye tekrarlayarak, hemen uzaklaştı. Genç kadının bu davranışını, can sıkıntısından ileri gelen bir çeşit oyun sanmıştım; artık odada yalnız ikimiz kaldığına göre, benim içinde bulunduğum güç durumla ilgileneceğini düşündüm.

"Bayan Heathcliff," dedim ciddiyetle, "Sizi rahatsız edeceğim için özür dilerim. Cesaretimi bağışlayın, çünkü böyle güzel bir yüze sahip olan birinin iyi kalpli olduğuna eminim. Ne olur, eve dönebilmem için bana yolu tarif edin; çünkü sizin için Londra'ya gitmek ne ise, şimdi benim için de evime gitmek aynı şey."

"Geldiğiniz yoldan gidin," diye cevap verdi. "Pek kısa bir tarif, ama elimden bu kadarı gelir," diye ekleyerek sandalyesine iyice kuruldu, mumu önüne çekti ve o büyük kitabı açtı.

"Demek oluyor ki, beni bir bataklıkta, ya da karla dolu bir hendeğin dibinde ölü olarak bulduklarını duyduğunuzda, bunun biraz da sizin yüzünüzden olduğunu düşünüp vicdanınız sızlamayacak."

"Niye sızlasın ki? Sizinle gelemem. Beni bahçe duvarına bile yaklaştırmazlar."

"Gelmeniz mi? Sizin böyle bir gecede, benim için kapı eşiğinden dışarı bir adım atmanızı bile isteyemem. Sadece yolu tarif etmenizi rica ediyorum, göstermenizi değil; ya da Bay Heathcliff'i, yanıma bir kılavuz vermesi için ikna edin."

"Kimi verebilir ki? Burada sadece o, Earnshaw, Zillah, Joseph, bir de ben varız. Hangimizi istiyorsunuz?"

"Bu çiftlikte yamaklar, yanaşmalar yok mu!"

"Hayır!.. Saydıklarımın dışında kimse yok."

"Öyleyse bu gece burada kalmak zorundayım."

"Bu, sizin ev sahibinizle aranızdaki bir sorun. Benimle hiçbir ilgisi yok."

Heathcliff mutfak kapısından sert bir ses tonuyla bağırarak: "Bu sana bir ders olur da, bundan böyle her aklına estiğinde bu tepelerde dolaşmaya çıkılmayacağını öğrenmiş olursun!" dedi. "Burada kalmana gelince, benim ziyaretçiler için yatağım yok; kalacak olursan ya Hareton'la ya da Joseph'le birlikte yatman gerekecek."

"Bu odada bir sandalyede de uyuyabilirim," diye cevap verdim.

"Yoo, yoo! Yoksul ya da zengin, yabancı yabancıdır; ben uyurken hiç kimsenin meydanı boş bulmasını istemem," dedi, kaba herif!

Bu davranışı sabrımı iyice taşırmıştı. "Lanet olsun!" kabilinden bir şeyler mırıldanarak, onu kenara itip, avluya fırladım. Telaşımdan Earnshaw'a da çarpmıştım. Dışarısı öylesine karanlıktı ki; ne kapı, ne pencere, ne de geçit hiçbir şey göremiyordum. Böylece avluda dört dönerken, ev halkının birbirlerine karşı ne kadar nazik olduğuna bir kez daha tanık oldum. İlk önce delikanlı bana yardım edecek gibi oldu.

"Parka kadar ona eşlik edeyim," dedi.

Bunun üzerine Bay Heathcliff: "Onunla birlikte cehennemin dibine kadar yolun var!" diye bağırdı. "Peki atlara kim bakacak?"

Bayan Heathcliff, kendisinden beklenmeyen bir nezaketle, "Bir insanın hayatı, atların bir geceliğine ihmalinden doğabilecek zararların tümünden daha önemlidir; içimizden birinin onunla gitmesi gerek," diye mırıldandı.

Bunun üzerine Hareton, "Senin emrinle değil ama," diyerek tersledi. "Eğer onun hayatı seni ilgilendiriyorsa, çeneni tutsan daha iyi edersin."

"Peki öyleyse, ben de dilerim ki, onun ruhu hiçbirinize rahat dirlik vermesin; Bay Heathcliff de harabeye dönünceye kadar Grange'e başka kiracı bulmasın," diye karşılık verdi Bayan Heathcliff.

Bu arada Joseph de, "Bak hele hepsine birden beddua ediyor," diye mırıldanmaktaydı.

Joseph çömelmiş, fener ışığında inek sağıyor, bir yandan da konuşulanlara kulak veriyordu. Feneri kaptığım gibi, "Yarın geri yollarım!" diye bağırarak, en yakın kapıya doğru koştum.

"Efendim! Herif feneri kaptı kaçıyor!" diye yaygarayı koparan yaşlı adam da peşime düştü. "Kuçu kuçu! Tut şu herifi tut, tut!"

Küçük kapının açılmasıyla uzun tüylü iki canavarın gırtlağıma saldırarak beni yere yıkmaları bir oldu; fener de sönmüştü; Heathcliff'le Hareton'ın birbirine karışan kahkahaları ise duyduğum öfkeye tuz biber ekiyordu. Neyse ki, canavarlar beni diri diri parçalamaktan çok, esneyip kuyruk sallamaya meraklıydılar. Ama toparlanıp kalkmama da göz yumacağa benzemiyorlardı, uğursuz ev sahiplerinin keyfi gelene kadar kıpırdamadan yerde yatmak zorunda kaldım. Şapkam başımdan fırlamış, öfkeden titriyordum. Beni bir dakika daha yolumdan alıkoyarlarsa bunu onların yanına bırakmayacağımı haykırıyor, hıncımdan Kral Lear'i bile gölgede bırakacak türden tehditler savuruyordum.

Öfkemin şiddetiyle burnumdan kan boşanmıştı; ama Heathcliff hâlâ gülüyor, alay ediyor, ben ise tehditlerimi sürdürüyordum. Eğer benden daha aklı başında; ev sahibimden de daha merhametli biri yetişmeseydi, bu oyun nasıl sona ererdi bilmiyorum. Bu kişi, iriyarı kâhya kadın Zillah'dı. Patırtının ne olduğunu öğrenmek için dışarıya fırlamış, birilerinin beni hırpalamakta olduğunu görmüş, ancak beye çıkışmaya da cesaret edemediğinden, yaylım ateşini andıran sözlerini alçakların daha genç olanına yöneltmişti.

"Daha neler, daha neler Bay Earnshaw, daha başka neler yapacağınızı çok merak ediyorum," diyordu; "Kapımızın eşiğinde adam mı öldürmeye başladık? Yok, ben bu evde duramam artık... Şu zavallı çocuğun haline bir bakın, boğulmak üzere zavallı. Sen de sus hadi, sus! Toparlan azıcık. İçeri gel de yaranı bereni sarayım; hah şöyle, kımıldama biraz."

Bu sözlerle birlikte, yarım kova buz gibi suyu başımdan aşağı boşaltıp, beni mutfağa çekti. Bay Heathcliff de peşimizden geldi; gelip geçici neşesi kaybolmuş, yine her zamanki asık suratlı halini almıştı.

Kötü durumdaydım, başım dönüyor, gözlerim kararıyordu; bu yüzden de adam beni çatısı altında barındırmak zorunda kaldı. Zillah'a seslenip bana bir kadeh konyak vermesini söyledikten sonra yan odaya geçti. Bu emri yerine getiren kadın, içler acısı durumum karşısında söylene söylene üstüme çekidüzen verdikten sonra beni yatmaya götürdü.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top