[TUR] KALBİ CENNETTEN DÜNYAYA DÜŞEN ADAM

By FtmaBra

Merhaba, ben Fatma Bora. Sevgililer Günü Yarışması 2018 için yazdığım 2.lik kazanan hikayem aşağıdadır. Lakin bir sorun var, düzeltilirse çok güzel olacaktır. Hikayemin ismi, "KALBİ CENNETTEN DÜNYAYA DÜŞEN ADAM" fakat sonuçlara ismi yazılırken hep yanlış yazılmış. "KALBİ CENNETTEN DÜŞEN ADAM" şeklinde. Bu sorunu giderirseniz sevinirim çünkü hikayeme ismini verirken, içeriğinde kullandığım bir şeylerden esinlenerek koydum. İlginiz için teşekkür ederim. Bahsi geçen antolojiye eklendiği zaman bildirirseniz çok mutlu olurum. İyi günler.

ÖLÜMÜN KOYNUNDA BESLEDİĞİ İKİ BEDEN

#Rachel Portman- We Had Today
#Stavros Lantsias- Vals Of The Eyes
#Evgeny Grinko- Field

Ruhumu pençeleriyle kazıyan şeytanların zincirleri düğüm olmuştu. Dilini yutmuş, sessiz gecenin gölgesi altında cirit atıyorlardı. Bir duvardan, diğer duvara... Ses telleri kopmuş çığlıkları, algılarımı sağır etti. Ay ışığının karanlık gölgesi, parmaklıklı pencereden içeriye gizlice sızıyordu. Kafamın içindeki çark durmadan düşünüp, beynimi yoruyordu. Paslanmış bir İngiliz anahtarıyla kilitlediğim kalbim, ağıtlar eşliğinde uyukluyordu.

Gözlerimi kapattım...

Okyanusun göbeğinde hırçın bir dalganın kucağında; suya değiyordu bir kadının çıplak ayakları. Bir adamın gözyaşlarına uzanıyordu parmak uçlarında büyüttüğü çiçekler.

"Buradayım," diye fısıldadı adam, kadının ruhunun paslanmış kapı kulplarına.

"Her zaman buradaydım," fısıltısı rutubet kokan odanın ağlayan duvarlarına karışıp, kayboldu.

Gözlerimi araladım.

Göz bebeklerim, bir ölümün doğuşuna şahit oldu.

Yerde duran bardağı dudaklarımın arasına alıp, günlerdir açıkta duran kokuşmuş suyu yudumladım. Asit gibi yaktı boğazımı bardağın eskittiği su.

Ayağa kalkıp kirden görüntümü yansıtmayan aynanın karşısında dikildim. Ben aynaya baktım, aynanın içindeki ben de bana. Kasıklarıma uzanan kahverengi saçlarımın uçları, bedenimin ruhumu bir çekiçle paramparça ettiği kırıklarla doluydu. Kapısı kırık ahşap dolabın altındaki çekmecenin kulpunu dışarı doğru çektim. Metal makası parmaklarımla kavrayıp, aynanın içinde bana nefretle bakan kendimle bakıştım.

Gözlerinde paylaştığımız acıların, fragmanını gördüm.

Metal makası; kasıklarımın göğüs kafesimin bitimiyle birleştiği yerde gezdirdim. Baş parmağım ve orta parmağımı yerleştirdiğim makası açtım ve saçlarımın kırıldığım yerlerimden rastgele dökülmesine izin verdim.

Odamın içinde kol gezen sessizlik Latince bir şeyler fısıldıyordu. "Ad astra per aspera..." fısıltısı kulağımdan gökyüzüne, oradan yıldızlara kadar ulaştı.

"Zorluklarla, yıldızlara kadar..." dedi sessizlik çanları vazgeçiş törenime misafir olurken. Öldürdüğüm saçlarımın uçları, köprücük kemiğimin hizasına vardığında makası aynaya fırlattım.

Güzel bir ruh, çirkin bir bedeni gölgesinin altında ezerdi.

Dışarı çıktım. Kar tüm şehri örtüsünün altına gizlemişti. Adımlarım boş sokaklarda, beyaz çarşafın henüz ayak izi değmemiş masumiyetini kirletti. Bir bebek doğdu bilmediğim sokaklardan geçerken, eski gecekondu evlerinin birinde. Başka bir evin ocağı söndü, acı bir ölüm haberiyle. Bir evden düğün çıkarken, bir evden cenaze çıktı. Kalp atışlarım hızlanmaya başladı. Bu ilk vazgeçişim değildi.

Ayaklarım beni bir ölümün süsleyebileceği en güzel sahile getirdi.

Yosun kokuları...

Ciğerlerim tuzlu suyun huzurlu kokusunu içine çekmeye başladı.

Gözlerimi yumdum.

Ölüme kucak açan bir kadının suya değdi ayakları.

Gülümsedim.

Okyanusun göbeğinde hırçın bir dalganın kucağında; ayakları suya değen kadın bendim.

Bir adım attım.

Bir adım daha.

Ve biraz daha...

Dalgaların hırçın öfkesiyle sevişen bir deniz kızının kuyruğuna takıldı sanki ağım. Denizin bağırışlarına karışan bir adamın sesini işittim derinlerde. Köpek balığı gibi yutuyordu kelimeleri kulaklarım.

Gözlerimi tekrar açtığımda ileride, dalgaları biraz geçince, denizin sakinleştiği noktada beyaz bir teknede bir adamın el salladığını gördüm.

Sesi dalgaların hırçınlığına karışan adam, o olmalıydı.

Tekne bana doğru koşuyordu adeta. Kulaklarıma sular dolmaya başlarken, saçlarım intihar ipim gibi boynuma dolanıyordu. Artık istesem de dönemezdim, zira yüzme bilmiyordum ve su artık gözlerime dolup taşarak gözyaşlarımı yakıyordu.

"Ne yapmaya çalışıyorsun sen? Yakala şu halatı çabuk," sesi dalgaların hırçınlığına karışan adamla aramızda artık birkaç metre vardı. Beyaz teknesi suyun kollarında dans ederken, bana uzattığı iple beni hayata döndüreceğini zannediyordu.

"Tanrım," dedim. "Beni neden yanına almıyorsun artık?" hıçkırıklarım boğazımda bir düğüm olup, vicdanıma bağdaş kurup oturdu. "Şuan yaptığım şeyden ötürü, cehenneminde yanmaya hazırım fakat beni, yaşarken her gün biraz daha öldüğüm bu cehennemden kurtar, yalvarırım..." Gök gürültüsünden aldım cevabımı. Karşımda duran adamı, o göndermişti benim için.

"Yaşamayı denemek için son bir şans Süreyya..." dedi iç sesim. İçimdeki Süreyya'yla, aynanın karşısında bana nefretle bakan Süreyya birbirinden çok farklıydı. "Peki," dedim içimde bir nebzede olsa yaşama sevinci olan Süreyya'ya. "Bu senin son ölüşün..." suyun üstünde parmaklarımla sarılmamı bekleyen halata sıkıca tutundum, son kez hayata tutunmaya çalışırken. Beyaz teknenin içinde dalgalarla boğuşan adam beni kendine çekti ve tekneye tamamen yaklaştığımda uzanıp kollarımdan yukarı çekti.

Çirkin adamın iyi niyetinin kurbanı olmuştum.

İçeriden getirdiği battaniyeyi titreyen vücuduma sardı. "Neden yardım ettin bana?" dedim Sahra Çölü'nün kumlarını andıran gözlerinin içine bakarak. "Yalnız başına ölmeni istemedim..." dedi kaşlarını çatarak. "Kim olduğun ya da bunu neden yaptığın beni ilgilendirmez evet, ama ben o suların yutmaya çalıştığı kızın aslında kurtulmak için yalvardığını gördüm."

Karşımda duran adamın kalbi cennetten dünyaya düşmüş olmalıydı.

"Ben..." dedim tam olarak ne diyeceğimi bilemeyerek. "Ben aslında kurtuluyordum. Ciddiyim buradan kurtulmak için son şansı vermiştim kendime. Ama sen... Sen..." büyük bir ciddiyete bürünen bakışlarıyla beraber kaşları havalandı. "Ama ben ne? Mükemmel ötesi anını mı mahvettim?" o sadece bana yardım etmek istedi. Yolunda gitmeyen hayatım yüzünden tanımadığım bir adamı suçlamam adaletsizce olurdu.

"Üzgünüm, seni suçlamak istemedim. Ben sadece, birinin beni kurtarmasını beklemiyordum." Cebinden çıkarttığı sigarasının ucunu ateşledi ve ciğerlerine ölümün kül kokan nefesini çekti. Hiçbir şey demeden öylece denizin dalgalarla uyumunu seyre daldı. "Buradan nereye gidiyorsun?" dedim sessizliğin tenhalığını bozmak adına.

"Yıldızlara kadar yolum var," dedi. Bu sanki cehenneme kadar yolum var gibi bir yakarıştı. Kurduğu cümlenin ağırlığını kafamdaki eşit kollu terazide tartarken, cevabını bilmediğim o soruyu sordu. "Sen nereye gidiyorsun?" dedi. Sonra aklına başka bir şey gelmiş gibi devam etti. "Pardon gideceğin yere kadar bırakamayacağım çünkü biliyorsun gelmeseydim yalnız başına çok uzak bir yere gidecektin. Bunu yaparken beni hesaba katmadığına göre, o katlanılmaz hayatına geri dönmeyeceğine eminim. Nereye gidelim?" şöyle bir etrafıma bakındım, gidebileceğim bir yer bulamadım.

"Yıldızlara," dedim. "O zaman," dedi yumruk yaptığı elini elime tokuştururken.

"Ad astra per aspera." Sessizliğin bana fısıldadığı cümleyi fısıldadı kulaklarıma. "Ad astra per aspera," dedim. "Zorluklarla yıldızlara kadar..."

Ay ışığının suya yansıyarak kendisini seyretmesine dalarken, hava da iyice bozmaya başlamıştı. Deniz kendisiyle bir iç savaştaydı. Ne içindi bu kadar öfke? Rengini gökyüzünden aldığı için, ona mıydı bu öfkeyle harlanmış isyanı? Gözlerim çirkin adamın heybetli gövdesine takıldı sırtı bana dönükken. Bu adamla henüz tanışmadığımı hatırlayıp yanına gittim.

"Ben, Sü..." derken işaret parmağını dudaklarıma götürdü. "İsmini bilmeme gerek yok, sadece hayattayken yaşayalım tamam mı?" dedi yoluna devam ederken. "Peki o halde..." dedim. "Ben, S." Gülümsedi. Gözünü denizden ayırarak bana döndürdü gövdesini.

"Ben de, L." Dedi elini uzatarak. Uzattığı elini sıktım ve buz gibi bir gece yarısının ortasında ellerinin neden bu kadar sıcak olduğunu düşündüm.

"Çay içer misin?" dedi. Koyu bir çayla, bir takım sohbetlerin kuyusunu kazabilirdik. "Demli içerim," dedim. O küçük tüpün üzerine demliği yerleştirirken, gözlerim köşedeki ağa dolanmış gitara ve üzerindeki kitaplara takıldı. Sonra çayı demleyen L'ye geri döndü bakışlarım.

"Şarkı söylemeyi sever misin?" dedim uzattığı çay bardağına attığım şekeri çay kaşığıyla karıştırırken. "Kimi zaman," dedi gözlerini kaçırarak. "Yalnızlığımı demliyorum böyle zamanlarda."

Dikkat çeken bir görünüşünüz yoksa eğer, kimse sizin nasıl biri olduğunuzu merak etmezdi.

"Peki sen ne yapıyorsun?" dedi. "Yalnızlığını tazelemek istediğin vakitlerde?" omuz silktim.

Dört duvar arasında, rutubetin kokusuyla sarhoş olurdum çoğu zaman. "Ben yalnızlığımın acizliğiyle gülüşüyorum." Bir süre düşündü ve sohbetimizin koyu çaylarımızın yanında ne kadar koyu olduğunu ölçüp, tarttı. "Ben," dedi. "Eğer ben gelmemiş olsaydım, arkanda bıraktığın kimse olacak mıydı?"

İç sesim güçlü bir kahkaha patlattı. Kahkahası vicdanımın merhametiyle kaplı duvarlarına yankıdı. "Bir bekleyenim yok," dedim.

Gülümsedi.

Yakışıklı ya da güzel bir yüze sahip değildi.

Hatta çirkin adamın tekiydi.

Ama öyle bir gülümsüyordu ki, karanlık gecenin yıldızların ışıklarını yakması gibi.

Ruhu güzel adam, yalnızlığı hak etmiyordu.

"Benim söylememe lüzum bile yok. Bir bekleyenim olsa, denizin hırçın dalgalarında oradan oraya savrulmazdım." çay bardağının dibinde bir damla kalmayacak vaziyette tek seferde dikti kafasına.

Çayını içerken sıyrılan kolundaki yazı dikkatimi çekti. "Bakabilir miyim?" dedim. Kolunu uzattı bana doğru. "Dum vivimus vivamus," diye fısıldadı. "Hayattayken yaşayalım demek." Başımı sallayarak istemsizce gülümsedim. "O zaman," dedim. "Dum vivimus vivamus."

Sonra denizin teknemizi savurduğu yöne doğru yol aldık. Hiçbir plan yapmadan, okyanusun özgürlüğünde dilediğimizce çığlık atarak, ilk defa bir şeyi suların akması gibi akışına bırakarak...

Ceplerimizde deniz kabukları, okyanusun en güzel ninnilerini işitirken, sonsuz maviliğin kalbinde huzurun güvenli kollarını hissettim hayatımda ilk kez.

"Bana gitar çalar mısın?" dedim. Ayağa kalktı ve köşede ağa dolanmış gitarını ağdan kurtarıp kucağına yerleştirdi.

Parmakları bir sihirbazın en gizemli numarasını yaparken kullandığı sihir gibi, büyüleyici tınılar yarattı.

O an zaman dursun istedim.

L ile okyanusun kalbinde, sabahı olmayan bir gecenin gölgesinde hayatımın en güzel saatlerini yaşıyordum.

"Sen hiç aşık oldun mu, S?" dedi. Ben aşka inananlar kategorisinde yer almıyordum. "Bence aşk bu dünya üzerinde yaşanamayacak kadar güzel bir şey olmalı o yüzden, en azından bu dünyada yaşarken aşkın gerçekliğine inanmıyorum." dedim.

Gözlerinde bir çocuğun ilk aşkını kaybedişinin gölgesini gördüm.

"Fakat birine değer verebilirim. Onu sevebilirim de..." Dizinin üzerinde kenetlediği parmaklarıyla oynamayı bırakıp bakışlarını bana çevirdi.

"Peki benim sana değer vermeme izin verir miydin?" dedi parıldayan gözleriyle.

Sorusu ruhumun derinliklerinde etkisini sürdüren zemheri yıllarını, bir tutam gün ışığıyla kovdu. Rutubetli odanın içinde kol gezen kötü ruhların canavarlaşmış bedenleri, paslı kapı kulplarının çivisi soğumuş kalplerinde hapsoldu. "Verirdim," dedim.

"Peki," dedi oturduğu yerde doğrularak. "Sen de bana değer verir miydin?" Küçük bir oğlan çocuğunun sevgi görmeden büyüdüğünü anladım ona baktıkça. Tıpkı küçük bir kız çocuğunun sevgi görmeden büyümesine benziyordu.

"Yaralarımız bir," dedim burukça gülümserken. "Çocukluğumuzdan kanamışız..." gözleri dolarken ayağa kalktı ve sağ tarafıma oturarak başını boyun girintime sakladı.

"Lütfen," dedi. Gözlerinden yağmur damlalarını akıtan acı anıları, çürütüyordu benliğini.

"Burada yaşamama izin ver..." Boynumdaki ıslaklık, küçük bir oğlan çocuğunun son arzusunun ıslak imzasıydı.

Parmak uçlarım saç diplerinin kırılan köklerini okşadı. "Verirdim," dedim. Başını kaldırıp yüzüme baktı. Gözyaşları sakallarını ıslatmıştı. "Sen de bana ile başlayan sorumun cevabı mı bu?" dedi şaşkınlıkla. Gülümseyerek başımı salladım.

Birden kolları bedenimi sarmaladı. Şaşkınlık ve hayret içinde sarılmasına müsaade ederken, kalbim gökyüzünde bir kuşun kanatlarında süzülmeye başladı. Bulutların üzerindeymişsiniz gibi hissettiren insanlar, iyi ki vardı.

Aynı gecenin sabahına henüz çıkmamışken, bir adamın bir günün yarısında nasıl kalbimi kazanabildiği izlediğim bütün film ve kitapların sonlarını değiştirdi.

Belki mutlu son yoktu fakat sona ulaşana kadar anı yaşamak vardı.

Bir insanı kusurlarıyla sevmek, ona gerçekten değer vermekti.

Bu yüzden bir insanın ruhunu sevmek, onun görünüşüne aşık olmanın önüne geçiyordu.

Bu yüzden aşk, bu dünya için fazlaydı.

Güzel bir ruh, çirkin bir bedeni gölgesinin altında ederdi.

Çirkin bir ruh ise, güzel bir bedeni yerle bir ederdi.

Güneşin benim için yeniden doğduğu bu gökyüzünün altında, yanımda kalbi cennetten dünyaya düşmüş bir adam vardı.

Ve biliyordum, sabahı olmayan gecenin bile sabahı olduğunda bu adam hâlâ yanımdaydı.

Karaya vuran bedenlerimiz bu sahil kenarında sonsuzluğun eşiğinde, şarkılar söyleyecekti.

"Biliyor musun L, sen çok muazzam bir adamsın..." dedim sahilde uzanıp denizin kadife sesi eşliğinde gün doğumunu izlerken.

"Biliyor musun S, sen çok muazzam bir kadınsın..."

"Ruhu ölen,
Adam.
Ruhu gömülen,
Kadın.
Bir akşamüstü,
Sabahsız bir gecenin,
Utanmaz gölgesinde,
Yeniden doğdu.
Güneşi öldüren yıllar,
Anılarda hapsoldu.
Benliğini kaybeden,
İki beden,
Biri ak, biri kara.
Demli bir çayın,
Koyu sohbetinde,
Aşk ile demlendi."

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top