(Özel) Bölüm 28 - Yuvaya Dönüş

y/n: uzun bir süreden sonra, yeniden buradayız. Sadece sizi ve TP'yi ne kadar çok özlemiş olduğumu belirtmek istiyorum. Bu -aylar sonra gelen bonus bölüm sizin için. Beğeneceğinizi umuyor ve yeniden yorumlarda sizinle konuşmak için can atıyorum. Ne zaman son desem devamı geldiği için, artık sizinle veda konuşması yapmıyor -:)- ve her zaman burada olduğumu söylüyorum. İyi ki varsınız, iyi ki.

Bu bölümün birçoğunu multimedia'daki house on the hill şarkısı ile yazdım* yazım hataları varsa şimdiden mazur görün, umarım beğeneceğiz ve çok mutlu olacağınız bir bonus bölüm olmuştur!!










Düğün gününden tam 5 sene; birbirimize verdiğimiz o sözle, aşkımızın yasak olmaktan çıkıp isim bulduğu 6 Haziran gününden 3 sene 2 ay sonra... 

Saç tutamları her bir makas darbesiyle ağır ağır süzülerek yeşil banyo fayanslarının rastgele bir yerine düşüyordu. Yerdeki koyu kastane saçların hepsi bana aitti, makası tutan ve saçlarımı kesmekte hiçbir çekince duymayan ve buna gönüllü olan eller ise Louis'e. Yıllar önce bana verdiği sözünden dolayı değildi hiç de. Her ne kadar, genelde beraber paylaştığımız banyoda tıraşını yapmam için bana izin verse de, sıra bana geldiğinde aynı anlayışı bazen ona göstermeyebiliyordum. Louis sorun etmiyordu. Saçlarımı seneler sonra ilk kez kısaltmaya karar verdiğimde de etmemişti. Artık omuzlarıma değmiyordu hiçbiri. Oturduğum tahta tabirede arkamda duran bedenini ve meşgul mavi gözlerini bulmadan önce, sırtımdaki eksikliğini fark etmem gerekmişti. Aynadan ona baktığımı gördüğü anda, gözlerimin önüne kadar düşen, bir hayli kısalmış dağınık dalgalı saçlarımı geride toplamaya çalıştı. Gözleri hala bendeydi ve açık bir şekilde gülümsüyordu. Ben de ona gülümsedim. Sabahın erken saatleri olduğundan, güneş ikimizin de suratının sadece yarısına vuruyordu ve bundan rahatsız olmuyorduk, hiçbir zaman da olmazdık aslında.

Hala bana bakarken ellerimin arasına, arkamda kalan ve kestiği son saç tutamlarını bırakıp tüm kollarıyla bedenimi iyice sardı. Onun kolları arasındayken, gözlerim avcumun ortasında duran kıl yumağına gitmişti. Sonrasındaysa, yerdeki tüm geri kalanına. Molise'deki evimizin yeşil banyosunun her yeri benim saçlarımla kaplanmıştı. Tuhaf hissettiren bir şeyler vardı o an. Etrafın batmasıyla ilgilenmiyordum, daha çok zamanın nasıl akıp gittiğine şahit olmanın tuhaf deneyimini yaşıyordum sanki. Louis yanı başımdaydı, tıpkı o an olduğu gibi. Bana söz verdikten öncesinde olduğundan daha çok bu defa. Beni hiç bırakmamıştı ve o gece kalmamı isteyerek dile getirdiği gibi, bana bakmış ve ilgilenmişti de. İtiraf ettiğim zaman kulağa çok uzun zamanmış gibi geliyordu. Koskoca, büyük bir üç sene; nasıl akıp gittğini bilmediğim. Ancak bildiğim tek bir şey vardı ki, sadece bu son üç senede yaşamanın nasıl bir his olduğunu öğrenmiştim, Louis'le. Mutlu olmayı, sevinci doruklarına kadar yaşamayı, endişelenmeden nefes almayı ve korkmadan sevmeyi de o öğretmişti bana. Hem de daha öncesinde. Sadece, artık hep süreceğinden emin olmak çok ama farklıydı. Ama Louis, farklı olanı da güzel kılıyordu her zaman, istisnasız bir şekilde.

Louis, Louis, Louis... Adını bastırmaya ya da fısıldamaya gerek kalmaksızın seviyordum ben onu. Aşk büyür müydü onu da bilmiyordum, ancak benim ona olan aşkım büyümüştü. Hislerim genişlemiş ve en uçlara, var olmayan sınırlara değmeye başlamıştı. Aslında bu yeni tanıdığım hislerden biri değildi ya. Ben hala, onu ilk gördüğümdeki hisleri yaşıyordum içimde; o heyecanı, büyük tutkuyu ve dengesizliği, taşkınlığı ve sadece dışarıdan bakıldığında abartıya kaçan diğer hislerimi. Tüm mutluluğum onun içinde ve etrafında dönüp duruyordu. Sabah onunla nefes almaya başlayıp, gece yalnızca onun kollarında huzuru buluyordum. Ve geceyle gündüzümüzün karışmasına izin verecek kadar beni mutluluk sarhoşu ettiği zamanları da seviyordum. Hem, sayamayacağım kadar gecemiz olmuştu onunla. Bu açıdan baktığımda, üç sene birden bire ufalıyordu gözümde. Çünkü, onunla mutlu olduğum her an, dakika veya saniye benim için bilinmeyen başka evrendeki ömürlere bile değerdi. Belki de en önemlisi buydu; son üç senede Louis bana tüm bunları birden öğretmişti. Sadece mutlu olabilmeyi. Başka bir zaman olsaydı, belki asla bir insanın üzülmeden yaşamayacağını saçma bulur ve inanmazdım. Ama artık, inanıyordum. Çünkü artık yaşıyordum. Yaşamanın ne demek olduğunu biliyordum.

Asla unutamadığım hatıralarımın arasından nasıl silinirdi o gece? Louis'in bu evi ikimiz için yaptığını söyledikten ve bana kalmamı fısıldadıktan sonra onu ve yüreğimden geçen aynı sözleri dinlemiştim. Üç yıl sonra itiraf etmem gerekirse, aksini yapabilmeyi bir an düşünemezdim bile. Louis'le hep bir arada kalma fikri, bana ölümden sonra açılacak cennetin kapısından daha da güzel fakat uç bucak ve imkansız gelmişti. Fakat zamanla bunun tam tersini gördüm. Hala da onun cennetinde yaşıyor olmam, 
gerçekleri görmem için en büyük kanıt sayılmaz mıydı? Konu Louis ve bana olan aşkı olduğunda, imkansızları bile gerçekleştireceğini öğrenmiştim. Zamanla endişelerimi yok etmekten fazlasını yapmıştı o. Yatak odasında birbirimize gerçekten kavuşabilmiş olduğumuz için mutlulukla dans ederken, okul ya da aileme ne diyeceğim korkusu değildi aklımdaki. Yine her zamanki gibi, onun kollarındaki huzurlu yerimde mutlu olmanın tadını çıkartırken, bunu düşünmeyi öteliyor ve istemiyordum. Oysa Louis, belki de ben bu eve gelmeden önce kafasında her şeyi oturtmuştu. Benim yerime, her şeyi düşünmüştü en ince detayıyla.

Okulumu Londra'dan, Floransa'daki en seçkin uluslararası özel bir üniversiteye aldırmıştı. Hemen İtalyanca öğrenemeyeceğim, benim zorlanmamam ve endişelenmemem gerektiğini düşünerek yapmıştı bunu. İşe yaramıştı da. Eğitimim İngilizce olduğu için hiçbir sorun çıkmamıştı. Diğer adaptasyon sorunlarını da, aylar hatta haftalar içerisinde atlattığım söylenebilirdi. Üstelik, Louis de eğitim aldığım tüm süreçte benimle, Molise'deki evimize çok uzak olmasına rağmen Floransa'da kalmıştı. Söylediğine göre, okuduğum okulda babası bir zamanlar profesörlük bile yapmıştı ama Vincent artık emekliydi ve kalabalık bir ailesi vardı. Evet, babasıyla dahi tanışmıştım Louis'in. Ama oturup çok sohbet ettiğimizi söylemem bir hayli zor olurdu çünkü Vincent'ı gördüğümde arabanın içerisinde Louis'i bekliyordum. Çok normal bir gündü ve okul çıkışıydı, sanırım biraz utanmıştım.

Louis ise burada psikiyatri işine devam etmemişti. Londra'da olanlardan sonra bazı şeylere küsen sadece ben değildim elbette. O da, burada kendine göre başka alanlarda çeşitli işler denemişti. Babası gibi sosyoloji ve felsefeyi seviyordu, bu yüzden genelde onu çağıran seminerlere katılıp çeşitli konuşmalar yapıyordu. Üstelik, İtalyanlar gerçekten Louis'e bayılıyordu. Ama bunun, babasına duydukları saygıdan ötürü olduğunu anlayabiliyordum. Üstelik, Louis'in de çok fazla iş ve çalışma konusunda isteği de olduğu söylenemezdi. Son zamanlarda yazdığı psikolojik makaleler bir hayli ilgi toplamıştı. Bu yüzden, bazen kendini yazmaya verirdi Floransa'daki gecelerimizde. İkimizin birlikte büyük kütüphaneye gidip saatlerce çalıştığı saatleri ayrı bir severdim, ayrıca ne zaman Louis'in odaklanarak bir şeyler okuduğunu ya da yazdığını görsem işimi bırakıp saatlerce onu izleyesim gelirdi. Hala ona tapma derecesinde aşıktım ve bunu da seviyordum.

Floransa'daki evimiz Molise'dekine kıyasla çok daha sıradandı. Louis benim için okuluma yakın ama gürültüden yeterince uzak, sakin bir mahalleden ev tutmuştu. Apartman dairelerini sevmiyordu ama Floransa gibi gir yerde müstakil ev bulmak da imkansıza yakındı. Bu yüzden, yine benim için düz bir binada, ara katta olmayan bir daire tutmuştu. Çok küçük olduğu söylenemezdi ama Molise'deki evimizin alt katından dahi küçüktü. Ancak bize fazlasıyla yetmişti o zamanlar.

Üç senede sayamayacağım kadar çok fazla yer gezmiştik birlikte. İtalya'nın neredeyse her bölgesine gitmiştik: Roma, Sicilya, Venedik, Vatikan hatta San Marino bile! Floransa'daki dairemizin yatak odasına çıkarttığım tüm fotoğraflarımızı çerçeveletip astığımda ve Louis'e sürpriz yaptığımda çok şaşırmıştı, çünkü odanın her tarafında artık bizim fotoğraflarımız vardı. Sonra, birçoğunu Molise'ye getirmeye karar verdik. Özel olanlarını ise, baş ucu çekmecemde saklıyordum. İlaveten, gezdiğimiz onca yere rağmen yine de en sevdiğim ve en mutlu olduğum yer hala Molise'ydi. Floransa'yı sevmiştim sonrasında. Louis'le beraber bir yuva kurduğumuz yer neresi olursa olsun, orası daima favorim olarak kalacaktı. Bunu çok iyi biliyordum.

Fakat her tatilde geldiğimiz Molise'nin anlamları bizim için çok farklı ve aynı zamanda büyüktü. Louis bu evi sadece ikimiz için yapmıştı. Hatta o, genelde sadece benim için yaptığını söylerdi. Ona yazdığım defteri defalarca okuduktan ve birkaç tatlı gözyaşından sonra, tamamen kaleme döktüğü hislerimden ilham alarak yapmıştı. Çünkü o benim bilmediğim bir şeyi biliyordu; aşkımız o düğün gününde son bulamazdı. Hiçbir zaman istemedi ve buna inanmadı da zaten. Louis, sadece ona verdiğim güvenceyle, Zirve'den, aşkımızdan güç aldı ve dışarıdan gayet sıradan gözüken ama içerisinde kimsenin bilemeyeceği, bizim bile gözümüzden kaçırdığımız anlamları olan bu büyük evi yaptırdı Molise'deki başka bir zirvenin tepesine. Yanımda kalmadan önce fısıldayışı hala beynimin içerisinde bana şarkı söylüyordu; aşkımız için yeni bir zirve yaptım.

Bazen o anı hatırlar ve içim içime sığmadan sadece ağlamak isterdim. Zamanla bu histen kurtulduysam da, yine Louis sayesinde olmuştu. Çünkü artık güzel şeyler olduğunda şaşırıp mutluluktan ağlamıyordum. Farklı gelen bir duygu değildi artık mutluluk. Tıpkı ona duyduğum aşk kadar büyük ve hep benimleydi. Bunu biliyordum.

Bu yüzden Molise, Louis'in diğer deyişiyle yeni zirve ya da aşkımızın tapınağı, benim gözümde çok daha öncelikliydi dünyanın en çok sevilen bir sürü şehrindense. Okulum bitse ve biz ne zaman buraya gelsek, ilk gördüğümdeki kadar heyecanlanıp dururdum. Büyük giriş kapısını beraber açar, Gatsby'i saatler sonunda kabından dışarı salar ve evi biraz temizledikten sonra beraber Gaia'yı almaya giderdik. Ya da bazen son söylediğimi öncesinde yaptığımız da olurdu. Louis evimize üç ayda bir gelip temizleyecek birini bulduğu için, yazın geldiğimiz ve kapılarını açtığımız zaman hiç de sorun olmuyordu.

Üç senede bizden önce, hatta ilk değişen şeydi evimiz. İçinde durdukça, ne kadar çok eksiği olduğu gözle görülür bir hal aldıkça kasabaya inip birlikte eşya bakıyorduk. Louis kasabanın retro tarzına bayılıyordu bu yüzden hiçbir zaman Ikea ya da benzeri yerleri arayarak yeni bir şeyler almamış, onun yerine kasabadaki dükkanlarda satılanlardan, hatta bazense ikinci el bir mobilya alıp evde kendimizce ona şekil verdiğimiz bile olmuştu. Yatağımızın gıcırtı yapan demir başlığı değişmişti en başta. Onun yerine meşe ağacından yapılma eskitme, koca bir yatak başlığı almıştık. Dolabı her ne kadar sevsem de, çok küçük olduğu için daha büyüğünü istemiştim ancak Louis sade odamızı daha çok sevdiğinden yeni aldığımız büyük gardolabı boştaki bir odaya koymuştu. Dışarıya doğru açılan pencerelerimizin hepsi için uzun tüller almıştık, Louis zaten oldum olası tüllere bayıldığı için bu fikri çok beğenmişti. Ayrıca boş beyaz taş duvarlar için daha çok tablo alışverişine çıkmamız gerekmişti. Sonucunda ise, girişi biraz fazla abartarak hiç açık alan kalmayacak şekilde çerçeveli tablolarla doldurmuştuk ama kimsenin bununla ilgili bir sıkıntısı yoktu.

Dışarısı her ne kadar ağaç ve çeşitli çiçeklerle dolu olsa da, Louis yeşil rengini çok sevdiğini söyleyerek her yeri çeşitli bitki saksılarıyla doldurmuştu yine. Odamızda sadece beş tane ve salonda ise sayamayacağım kadar çok fazla vardı. Hatta, banyomuzun yer ve duvar fayansları da tamamen yeşildi ve küçük camın önünde minik bir kaktüs vardı. Bir de bahçeye, ağaç gölgesinde kitap okuyabilmem için rahat bir sedir almıştı ve üstünü rahat minderlerle kapatmıştı. Düşünüyordum da, yatak odamızdan sonra orası ikinci favori yerim olabilirdi. Havuzu ve kasaba manzarasını birlikte görüyordu. Özellikle de Louis havuzdan çıkıp havlusunu omuzlarına atmadan yanıma geldiği ve soğuk soğuk bana sokulduğu zamanlar favorim oluyordu orası. Birkaç gece -Gatsby dışında- tek başıma orada uyuyakaldığım için, Louis kıskandığını bile söylemişti.

Ve en güzeli, bunların hiçbirinin geride kalmamış olmasıydı. İçine girdiğim bu cennet, hala gerçekti ve gerçek olmaya devam edecekti hem de tüm güzelliğiyle. İlk defa mutluluğun bana koşarak geldiğini söyleyebilirdim. Yerimde kalmak, ilk kez can sıkıcı olmaktan çok uzaktı. Ellerimdeki saçlara bakmayı ve kendi kendime sırıtmayı kesip aynada beni bekleyen gözlere doğru kaldırdım başımı. "Nasıl hissettiriyor?"

Mükemmelden daha da öte. Ancak bunu sormadığını biliyordum. "Ensem kaşınıyor." Bu yüzden elimi kaşımak üzere saçlarımın altına ve orada kesik kalan küçük kıllara götürdüm. Resmen hepsi tenime batıyordu ama gülmeye devam ettim.

Louis elimi çekip tırnaklarımı batırmam yerine tenimi öptü. Saçlarımı kesmesini istediğimden beri üstüm çıplaktı, onunkinin aksine. Bu yüzden kesik saçlar her yerdeydi. Ama Louis bunu umursamadan göğsünü sırtıma bastırdı ve kollarıyla sıkı sıkıya sardı. "Her yerin kıl olacak, yapma."

Aynadan onu izlemeye devam ediyordum o da bana bakarken. "Seninle duşa girerim." Suratında benimkinden çok uzak tatlı bir gülümseme belirdi. Boynumu öpmek üzere olduğunu anlamalıydım. Minikçe irkilmeme rağmen gözlerimi yansımadan çekmedim. "Olmaz mı?"

"Sormana bile gerek yok." Bedenimi onun gibi bedenine yasladım ve gözlerimi ondan alıp kendi saçlarıma getirdim. "Oradan nasıl gözüküyor?"

"Sana baktığımda görebildiğim tek şey kusursuzluk." Louis, onu tanıdığım beş sene boyunca hiç değişmemişti. Sadece ben onu daha da iyi tanımaya başlamıştım. Bana güzel kelimeler söylemesi için, özel bir gün olması ya da bunu beni iyi hissettirmek için yapmasına gerek yoktu. Söylüyordu, çünkü bana her baktığında aşkı dilini ve söylediği kelimeleri ele geçiriyordu. "Sormak için geç kaldım belki ama, neden saçlarını kestirdin? Onları seviyordun Harry."

Bunun cevabını tam olarak ben de bilmiyordum. Hemen cevap vermek yerine kısalan saçlarıma dokundum. Kesilince buklelerin birçoğu gitmişti ve neredeyse saçlarım dümdüz gibi duruyordu. "Üniversiteyi bitirdim sonuçta." Mırıldandım. "Değişiklik daha iyi olur diye düşündüm. Uzun zamandır kısa kesmemiştim."

Üniversiteyi bitirdiğim aylar olduğu söylenebilirdi. Louis'le neredeyse bir senedir, Molise'den hiç ayrılmamıştık. Sadece, son senemde yazılarımı gönderdiğim bir İtalyan sanat dergisinde sonunda düzenli yazılar çıkartan bir yazar olarak işe alınmıştım ve her ay kasabaya inip yazdığım yazıların birkaçını onlara yolluyordum. Ayrıca İtalyancam üç senede bir hayli gelişmişti. İlk zamanlar Louis olmadan markete bile gidemezken, aylar sonunda tanıştığım herkesle anlaşabilir ve hatta güzel yazılar yazabilir hale gelmiştim. Bir de, tüm bunlara ek olarak yazın bazen kasabaya inip kilden yaptığım heykelcikleri satıyordum. Turistler ve buranın yerlileri tuhaf heykellerimi beğeniyordu. Louis ise ellerimden gerçekten yetenek aktığını dile getiriyordu her seferinde.

"Değişiklik sana yakışıyor öyleyse." Banyonun ortasında duran tabureden kalkıp, etrafı temizlemeden önce banyonun mermerine oturan Louis'in kucağına geçtim. Tepkisi hemen gülümsemek oldu tabii. Her ne kadar kilo almış ve hatta onunla aynı boyutlara gelmiş olsam da, hala kucağına oturmam hoşuna gidiyordu. "En başından beri cesaretli biri olmanı seviyorum." O itiraf ederken ben daha bu sabah tıraş ettiğim pürüzsüz yüzünü seviyordum.

"Dört yıldır uzattığım saçlarımı kesmek o kadar da cesaret gerektiren bir şey değil." diyordum ki, sözümü böldü.

"Ondan bahsetmediğimi biliyorsun." dedi, hafifçe kulağıma yanaştı dudakları. Tenime onları değdirmeden önce dediğine cevap verememiştim. Onu ilk kez öpmemden bahsediyor olmalıydı. Fark ettiğim için birden gülümsedim, geç olsa bile.

"Sen yanımdayken korkacak bir şeyim kalmıyor çünkü." Kolları kesik tişörtünden omuzlarına ulaştım ve ona sıkıca tutundum. "O gece de korkmamıştım, çünkü tıpkı böyle bakıyordun bana."

Dip dibe duran bedenlerimiz yeniden birbirine kavuştu. Başımı geniş omuzlarından birine bırakırken, aynısını o da bana yapmıştı çıplak belimi sıkıca tutan elleriyle beraber. "Hiç değişmedik Harry. Ne sen, ne de ben. Buna hiçbir zaman gerek olmadı." Mutluluğun telaffuzunu yapıyordu o an sanki bana. Bunun sonsuza dek sürebileceğini, virgülünden noktasına kadar en güzel haliyle açıklıyordu bana birlikte geçirdiğimiz her anımızda. Ve ben de onu, en güvendiğim limanımda; onun kolları arasında ya da omuzlarının üstünde veyahut göğsünde ya da kucağında, sadece dinliyor oluyordum. "Hayatımın hangi döneminde, bir gün bir şekilde sana rastlamamı sağlayacak ne yaptıysam ona minnettarım." Çenemi parmakları arasına alıp kendisine bakmamı sağladı. "Ve senin, yanımda kalmayı seçmeni hak edeceğimi ne yaptığımı bile bilmiyorum."

Bana her zaman olduğu gibi büyük bir aşkla bakan mavi gözlere baktım sadece o an. "Sana aşık oldum." Kalbim şahit olduğu mesutlukla atarken heyecanla gülümsedim. Sesim sadece onun duyabileceği kadar yüksek çıkmıştı. "Ve sen bunu, sadece var olarak yaptın."

Çenemi tutan elleri usulca yüzümü kavradı ve dudaklarımı öpmek üzere yüzünü benimkine yaklaştırdı. Tenlerimizin en güzel noktaları birbirine sürtüp dururken, ben de parmaklarımı omuzlarından boynuna ulaştırmıştım, hiç de farkında olmadan. Yoğun duygularla kaplı minik aşıklar öpücüğümüz, dakikalar sonra kesildiğinde ikimizin de suratına aynı gülümseme yayıldı. "Duş alsan iyi olur Harry." Hafifçe burnunu kaşıdı, başımdan düşen saçlarımı ima ederek.

"Bana katılacaktın hani?" Altımdan kalkması ben izin vermediğim takdirde mümkün olmadığı halde engel olmak istercesine kollarının benden çekilmemesi için uğraştım.

"Sana söylemeyi unuttum. Esteban ailesiyle bu akşam yemeğe geliyor. Dün akşam konuşmuştuk." Esteban'ın Louis'in hangi arkadaşı olduğunu hatırlamaya çalışırken beni kucağından kaldırmak üzere nazikçe döndürdü. "Onlar için yemek yapmaya başlasam iyi olur."

"Evet ama saat hala daha çok erken!" Israrlarıma rağmen, nafileydi. Louis beni kucağından kaldırdıktan sonra kendisi de çoktan ayağa fırlamıştı. Kenarda duran minik fırçayla kapının önündeki saçları daha diplere itmeye başlayıp devam etmem için benim elime verdi.

"Öyleyse yapacak çok işimiz var desene." Mızmızca dudaklarımı büzdüm böyle söylediğinde, o bana bakmazken. Kapıyı çekip çıkmadan önce bana son kez bakacakken de, hemen normale döndüm. Çünkü surat asmama birazcık kızardı. "Ben aşağıdayım." diye haber vermeyi ihmal etmedi -ki bunu genelde eğer ona seslenirsem duyamayacağı için belirtirdi.

Elimde kalan süpürge fırçasıyla etrafa dağılan saçlarımı temizleyip sonrasında söylediğim gibi banyo yapmıştım. Louis ağustos ayındaki İtalya günlerinde hala her sabah -ve hatta bazen her gece- duşa girerken beni de kendisine benzettiği söylenebilirdi. Taş ev genelde serindi ancak üst katlar güneş almaya başladıktan sonra ısınıyor ve sabahleyin ikimizin de yakın saatlerde ter içinde uyanmamıza sebep oluyordu. Alt kat serindi, Gatsby genelde sabahları koridorda uyurdu. Geceleri ise genelde dışarıyı gezerdi ya da Gaia'yla koşuşturmalarında evdeki birkaç süsü kırardı. Gece ne zaman aniden uyansam ve aynı şekilde Louis'i de uyandırmaya çalışsam sabah icabına bakacağını söyleyip endişelenmemem gerektiği konusunda hep ısrar ederdi. Fakat Gaia genelde usluydu. Sadece çok oyuncu bir köpekti ve Gatsby de yaramazdı. İkisi bir olup evde gürültü yapan tek varlıklar sayılabilirdi, yani bizim bazı zamanlarımızı saymazsak. Ki onların gürültüsünden fazlasıyla memnunduk da. Louis de aynı şekilde her sabah kırılan süslerin ve birkaç vazo ya da saksının parçalarını toplamaktan yeterince memnundu.

Yazları genelde daha çok misafirimiz oluyordu ve onlar da çoğunlukla yine Louis'in arkadaşları oluyordu. İtalyanların bizlerden daha sıcak kanlı olduklarını söyleyebilirdim. Her şeyi açık açık konuşmaya, yakın durmalarla ilgili büyük sorunları yoktu soğuk İngilizlerin aksine. Ayrıca eğlenceliydiler de. En azından, tanıdığım tüm İtalyanlar bana öyle hissettirmişti. Üniversiteden birkaç arkadaşım olduysa bile, Molise'deki evimize davet edebilecek kadar kimseye yakın hissedememiştim kendimi. Fakat Louis, bunun sorun olmadığını söylemişti ne zaman ona bunun hakkında kendimi kötü hissettiğimi açıklasam. "Güvensizliklerin var ve bu kendine değil, dışarıdaki insanlara." demişti. "Burası, yuvamız senin için fazlasıyla özel bir yer ve henüz kimseyi buraya gelecek kadar değerli biri görmemen çok normal."

Arkadaşlık değerlerimin diğer insanlara göre farklı olduğunun hep farkında olmuştu Louis. Fakat bunu diğer tanıdığım insanların aksine hiçbir zaman sorun olarak belirtmezdi. Bazı insanlar arkadaş edinmeyi o kadar da şart görmez, derdi. "Sen de öylesin. Çünkü sen hep kendine yeten biri oldun. Bir sorunun olduğunda onu kendi içinde çözebilmeyi çok önceden öğrenmiştin." Ve, her söylediğinde olduğu gibi bunda da haklıydı. Psikologluk işini bıraktığı halde benimle ne zaman böyle konuşsa ayrı bir mutlu olurdum. Zaten başkalarına danışmanlık yapmaya devam etseydi, büyük ihtimalle Louis'i kıskanırdım da. Sadece bana yapması, yeterince iyi hissettiriyordu. Kulağa bencilce geldiğinin farkındaydım.

Benim aksime, arkadaşlarının olmasını kıskanmıyor aksine çok mutlu oluyor ve ne zaman beni yeni biriyle tanıştırsa heyecanlanıyordum. Çünkü bundan çok öncesinde, nasıl bir hayata sahip olduğunu; arkadaşlarını, değerlerini ve güldüğü şakaları ya da diğer insanlara olan davranışlarını merak ediyordum. Benim gözümde, dışarıdan onu tanımaktı bu. Kimsenin bilmediklerini bilmenin yanında, bir de herkesin gördüğü Louis'i görebilmekti. Bunu ona söylediğim zaman beklemediğim bir tepki vermiş, şaşırmıştı ve "Tek bir Louis var aslında." demişti. Bu konuda bazen onunla uyuşmuyorduk. Meraklı olmamı sevdiği halde bazen gereksiz detayların üstünde çok durduğumu söylerdi. Ama bunu, endişelenmemem için yaptığını biliyordum. Bu konuları, yani Louis'in benim dışımda ya da öncesinde bir hayatı olduğu gerçeğini idrak edeli çok oluyordu ve artık beni bilmediklerim incitmiyordu. Sadece, Louis'le ilgili ne varsa bilmek istiyordum. Arkadaşlarını tanımak da, bundan daha farklı değildi. Sanki sadece bu şekilde onunla bir olurmuşum gibi hissettirirdi.

O akşam gelecek olan arkadaşı ve ailesiyle ise, daha öncesinde de tanışmıştık, o zamanlar halen Floransa'dayken. Esteban, Louis'in yıllar öncesinden beri tanıştığı hatta babasının bile tanıdığı bir arkadaşıydı. Yaklaşık beş sene önce Luca adında biriyle evlenmişti. Louis ilk kez, tanışmadan önce anlattığında ilk kez evli ve eşcinsel bir çiftle tanışacağım için yerli yersiz heyecanlandığımı hatırlıyorum. İki sene önce de, Sofia adında bir evlatlık kız çocuğu edinmişlerdi. Hala Floransa'da yaşıyorlardı. Onlar hakkında bildiklerim bu kadardı ve küçük kızlarıyla hiç tanışmadığım için heyecanım büyümüştü. Daha önce hiç bu kadar kalabalık olmamıştık çünkü. Bu gerçeği fark ettiğim anda hemen yukarıdaki güneş panelleri sayesinde sıcak akan suyu kapatıp havluma sarındım ve üstüme rahat ve serin tutacak bir şeyler geçirir geçirmez aşağıya, Louis'in yanına indim.

Tıpkı beklediğim gibi, mutfak tezgahına çıkardığı malzemelerle akşam için şimdiden yemek telaşına geçmişti. Ama halinden yeterince mutlu olduğu belliydi; Louis yemek yapmaya oldum olası bayılırdı. Bana bakacağını söylediği zamanı düşünüyordum da, kesinlikle hiçbir gününde sıkılmadan benim için yemek yapacağını hayal etmemiştim. Hemen arkasından sarılıp omzunun ucundan bakarken işine engel olmaya çalıştım. "Ne yapıyorsun bakalım?" Yanağını öpmemden hoşnut olup güldü.

"Sürpriz." İşinden geri kalmadan konuştu. "Buzdolabını açıp eksik listesini çıkarır mısın aşkım?" Kullandığı kelimeyle sırıttım. Onu çoğunlukla, yatak odamızda kullanırdı. Ya da, böyle dalgın olduğu bir anda. "Belki hava kararmadan kasabaya inerim."

"Şimdilik elindekiler yeter mi sence?" O başını sallarken ben de isteği üzerine geri çekilip dolaba bakmaya gittim. Baktıklarımla alakasız olmasına rağmen aklıma gelince söylemeden edemedim: "İki şişe şarap kalmıştı bu arada."

"Sorun değil, gelirken onlar getirir birkaç şişe." Dolabın kapağını örtüp sekerek yanına, mutfak tezgahına geçtim.

"En son onlarla görüştüğümüzde bana söylediklerini çevirmiştin ve çok hoşuma gitmişti." Tebessüm ederek bıçağı yemek tahtasının üzerinde kullanışını izledim. "Yine yapacak mısın?"

"İtalyancan yeterince gelişti." Şakayla karışık gözlerimi devirirken avluya giden bahçe kapısının dibinde yatan ve sabahları Louis'in dibinden hiç ayrılmayan Gaia'ya baktım. "Sen bana gözlerini mi devirdin az önce?"

"Hoşuma gittiğini söyledim, neden bozuyorsun ki?" Tezgaha fırlayıp oturduğumda Louis 'ciddi misin' bakışlarını atıyordu.

"Pekala, çocuk muamelesi görmekten bu kadar hoşlandığını bilmiyordum." Tıpkı söylediği gibi bacaklarımı salladığımda kıkırdıyordum da. "Yani bu derece."

"Sonsuza dek bana bebeğinmişim gibi davranmanı isteyebilirim. Buna hazırlıklı ol." Louis söylediklerime gülerken hala tezgahtakilerle ilgileniyordu. En sonunda pes edip, isteği üzerine liste için kağıt almaya giderken kolumdan tutup beni kendine çevirdi ve dudaklarıma yeni bir öpücük bıraktı. Bir şey söylemesine gerek kalmadan sırıttığında, bu konuda sonsuza dek kazanacağımı biliyordum.

Listeyi yazıp kağıdı Roma'dan aldığımız buzdolabı magnetinin altına sıkıştırdıktan sonra salona dönmüş ve birkaç günlük dağınıklığı misafirler gelmeden toplamanın iyi olacağını düşünmüştüm. Gözüme kestirebildiğim her yere ve her şeye çekin düzen verdikten sonra, Louis'e müzik kutusunun biraz daha sesini açmasını söyleyip birkaç gündür uğraştığım kendi işimin başına geçebilmiştim. Gatsby sırnaşmak için yanıma geldiğinde, elime çoktan kil bulaştığı için onu çok fazla sevememiştim. Üstelik, alçılı heykelime sürtünmeye çalıştıkça onu kovalamak gittikçe zorlaşıyordu. "Gatsby! Çekil şuradan." Sesimle onu korkup kaçıramamıştım tabi ki. Ellerimi havluya sildikten sonra onunla ilgilenebilmiştim. Bir yandanda elime aldığım minik oyma bıçağıyla heykele şekil vermekle uğraşıyordum. Louis son çığırmamdan dolayı, hemen içeri gelmek yerine daha sonralarında gelmişti çünkü Gatsby'le bu hallerimize fazlasıyla alışıktı.

"Yine mi rahat vermiyor?" Başımda dikilmek yerine koltuklara attı kendini. Gatsby'nin beni rahat bırakıp kendi yanına gelmesi için onu çağırmaya başladı. "Gel Gatsby, babanın heykelleri belli ki senden daha değerli."

Büstü biraz daha kendime çektim ona kulak asmamaya çalışarak. "Bir taraf seç Louis." Heykelin vücudu gibi alçı ve kille yaptığım saçlarına şekil vermeye çalışırken olabildiğince dikkat ediyor ve en ince uçlu aleti kullanıyordum. Yüzlerini henüz tamamlamamıştım çünkü en zor kısmı genelde yüzü oluyordu.

"Bitmek üzere gibi duruyor." Louis yeniden ayaklanıp yanıma geldi ve ellerini omzuma kondurdu. "İsmi ne?"

"Daha var." dedim sabırla, sesim aksi bir huzursuzlukla çıkmasına rağmen. "Ama bunu satmayacağım." Dalgalı uzun saçların son haline baktım. Kıza geçmemiştim bile. "Apollo ve Daphne. Ama Daphne'nin ağaca dönüşmeden önceki hali."

"Vay canına, favorilerinden." Yanıma eğilerek konuştu. Çalışma masamda ona yer olmadığı için hala ayakta duruyordu. "Ne düşünüyorsun? Apollo ben miyim yoksa?"

Sorusuyla istemsizce sırıttım. Bu çok acemice yapılmış bir tahmindi. "Apollo benim." dedim kendimden emin bir şekilde. "Daphne de benim imkansız aşkım. Ama Eros altın ve gümüş oku hazırlamamış. Hatta hiç Apollo ile rekabete bile girmemiş. Böylece, Apollo imkansız aşkına, Daphne'ye kavuşabilmiş."

"Yani ağaca dönüşmeyen Daphne de benim." Parmağının kenarıyla yanağıma dokundu, bu sefer dikkat dağıtmaya çalışan oydu. Hafifçe gülerek başımı salladım. "Hayal gücüne bayılıyorum Harry."

"Hades ve Persephone da olabilirdi ama kişilikleri ikimize de uymuyor."

Louis fikrimi beğense de hemen güldü. "Hem sana benimle kalman için nar da vermemiştim. Belki incirle değiştirebilirsin." Gülüşmelerimiz cep telefonumun sesiyle bölündü. Birkaç senede, çekim noktalarının artmasından dolayı telefonum artık evin daha çok yerinde çekiyordu ve bazen, bu ne kadar iyi oluyordu, karar veremiyordum. Louis kalkmaya müsait olmadığım için telefonumu benim için getirdiğinde, suratındaki keyifsizlikten aslında daha bakmadan kimin aradığını anlamıştım. "Annen arıyor." Açması ve hopörlere alması için başımla onayladım. Louis konuşurken daha rahat hissetmem için geri çekilip koltuklara geçmişti.

"Merhaba Harry." dedi telefondaki ses, sakin bir tonla. Ben çoktan, telaştan ellerimi silmiş hatta defalarca kez kurulamıştım bile. "Biliyorum, uzun bir zaman oluyor. Bana hala kızgın olduğunu da biliyorum."

Söylediği iki konuda da haklıydı. En son, annemi mezuniyet törenim için aradığımda -ki cesaret edip aramak bile benim için çok zor olmuştu- daha bana söz tanımadan babamla benim yüzümden boşandıklarını söylemiş ve ona birkaç haftaya üniversite bitirdiğimi ve ailem olarak onu yanımda görmek istediğimi asla itiraf ettirmemişti bana. Tek yaptığı, telefondan beni suçlamak olmuştu. Ailemizin benim yüzümden dağıldığını ve her şeyin ben gittikten sonra daha da kötü olduğunu söylemişti. Beni suçladığının farkında bile değildi. Hiçbir zaman da farkında olmadı. Ona göre, boşanmalarının sebebi bendim çünkü anneme, yıllar sonra açılmıştım. Olduğum kişiden ve hayallerimden bahsetmiştim sonunda. İtalya'da, üniversitemin üçüncü sınıfına giderken sık sık aramalarının arasında biriyle beraber olduğumu söylemek zorunda kalmış ve uzakta olmanın verdiği cesaretle, ona bir erkekle olduğumu itiraf etmiştim. Oysa, baştaki tepkisi beni öyle mutlu etmişti ki.

"Senin her zaman öteki çocuklardan çok farklı olduğunu biliyordum Harold. İçten içe, hissediyor ama korkuyordum." demişti bana telefonda. "Ancak yanında olduğumu sakın unutma. Seninle gurur duyuyorum. Çünkü sen benim tek varlığımsın bu hayatta." Sonrasında, onu üzmek istememiş ve daha dikkatli davranmaya başlamıştım. Hatta bir telefon görüşmemizde, erkek arkadaşımı merak edip ismini de dahil bana onun hakkında bir sürü sormuştu. Her ne kadar soruları tuhaf olsa da.

"İsmi ne? Genelde kız gibi davranan o, değil mi?" Louis soruyu duyduğunda ikimiz de göz göze gelmiş ve gülmemek için zor tutmuştuk kendimizi.

"Hayır anne." dedim gayet sakin bir ses tonuyla. "İkimiz de gayet erkeksiyiz." Çünkü, hayatında gerçekten istiyorsa beni, bunları bilmesi ve alışması önemliydi. Elbette ona Louis'den bahsedemeyeceğimin farkındaydım. Ancak onun bana yardım ettiğini ve sık sık görüştüğümüzü de biliyordu. Sonuçta herkesin içi rahattı ve önemli olan da buydu. "Babana söylemeyi düşünmüyorsun, değil mi Harold?" Bu soruydu, her şeyi birden kötüleştiren. "Öğrenirse, yıkılacağını biliyorsun."

"Elbette söylemeyi düşünüyorum. O da senin gibi, bir gün bir kız arkadaşla eve geleceğimi düşünmesin." Hızlıca konuştum.

"Harold, sen daha çok gençsin ve orası farklı bir yer. Bence hemen karar verme." Sesindeki kaygıyı iliklerime kadar hissediyordum ve bunca güzellikten sonra, bununla karşılaşmak beni şaşırtmış ve sinirlendirmişti. Oysa, ne bekliyordum ki? Gerçekten beni sonsuza dek destekleyeceklerini mi?

"Burada değiştiğimi nereden çıkardın anne? Ben hep böyle biriydim. Sadece, burada hayatımın aşkını buldum ve hayır hiç de acele verilmiş bir karar değil." Onunla tartışmaya biraz daha devam etmiş ve günün sonunda, asla babama söylemeyeceğini dile getirdikten sonra telefonu kapatmıştı. Sonunda her nasılsa öğrenmişti babam da ve aylar içerisinde, zaten yıllardan beri bir türlü anlaşamayan çift boşanmaya karar vermişti -onları bir arada tutan ben olduğuma ve babam da artık annem kadar beni sevmediğine göre? Nasıl birlikte kalabilirlerdi ki zaten?

Annemin sesiyle hatta ve şimdiye geri döndüm. "Biliyorum, bana kızgınsın ve affetmen için hiçbir şey yapmadım. Mercedes teyzen geçen yaz mezun olduğunu söyledi. Hatta fotoğraflarınızı gösterdi. Çok, çok üzgünüm Harold. Böyle olsun istemezdim."

"Neden aradın beni anne?" Stresle dudaklarımın içini kemiriyordum. "Babanla barıştığınızı ve yerime daha normal bir çocuk yaptığınızı söylemek için mi?"

"O şerefsiz adına da öyle üzgünüm ve kızgınım ki Harry. Her neyse, sana bunları söylemek için aramamıştım. Arasaydım bunlardan daha fazlasını söylemek için uğraşırdım." Daisy ağlamak üzere olduğunu sesinin titremesinden belli ediyordu. "Büyükannen Harry. Hastaneye kaldırıldı ve günlerdir yoğunbakımda."

Gözlerim yeniden Louis'le buluştuğunda ne diyeceğimi bilemiyordum. O ise benden daha çok şaşırmışa benziyordu. "Neler oluyor?"

"Babanla boşanma kararı verdikten sonra ben artık tamamen büyükannenle yaşamaya başlamıştım Harold. Ona bakıyordum, çünkü yemek yapamıyor ya da yiyemiyordu. Dışarı bile çıkamaz hale gelmişti tek başına."

Üzülmediğimi söylersem, çok kötü biri olduğum için cezalandırılır mıydım? Yine de mırıldandım. "Duyduğuma üzüldüm anne."

"Mercedes okul bittikten sonra arkadaşlarınla İtalya'da yaşamaya devam ettiğini söyledi bana. İş de bulmuşsun hemen. O kadar rahatladım ki. Hayallerine kavuşabilmene." Louis yanıma gelmiş hala beni izliyordu ancak ben ona bakmadan sinirle kaşlarımı çattım.

"Sen nereden bilebilirsin ki benim hayallerimi?" Omzumun üstünde hissettiğim el, bana sakin olmam gerektiğini hatırlatıyordu. Çünkü, annem şu an muhtemelen kendi annesi için ağlıyor ve aralarının bozuk olduğu tek oğlunda derman arıyordu, çaresizce. "Mercedes'e söyledin mi annesinin haberini?"

"Az önce onunla konuştum. İşinden dolayı gelemeyeceğini ve ona iyi bakmamı söyledi." Louis'le bakışmaya devam ettik, o da benimle aynı düşünüyor olmalıydı. Klasik Mercedes. "Seni de aradım çünkü bilmeni gerektiğini düşündüm Harry. Ben, büyükannen senin tek aileniz. Diğerleri değil."

O konuştukça içimde büyüyen sıkıntılarla iç çekiyordum. "İyi ol anne ve, her şeye hazırlıklı." Dudaklarımı kemirmeye devam ettim bilinçsizce. "Her zamankinden daha güçlü olmalısın hem de. Çünkü bu dünyada, tek başına ayakta kalmanın ne kadar zor olduğunu biliyorsun."

"Buraya bir daha dönmeyecek misin Harold? Evine?" O an, gözlerim salonun farklı köşelerinde gezindi. Çünkü, ben zaten evimdeydim ve annem bundan habersizdi.

"Bilmiyorum. Kesin bir şey söylemek benim için zor." Ayağa kalktım oturduğum sandalyeden. "Burada bir düzenim, sevdiğim bir evim ve sevgilim var. Belki, bir gün gerçekten beni olduğum gibi kabul edersen ve ben de seni görmeye hazır hissedersem seni görmek için gelebilirim anne."

Telefon hattında uzun, gıcık edici bir sessizlik hakimiyet sürdü. Kapatmama saniyeler kala konuştu Daisy. "Hazır hissedersen demek..." Konuşacaktı ama biraz daha bekledi. "Pek iyi değilim. Kusura bakma. Kapatsam iyi olacak. Kendine iyi bak Harold."

"Sen de, Daisy." Kapatır kapatmaz Louis yakınıma gelip sarılmam için kollarını açtı.

"Hala bu gerçeklere inanmakta zorlanıyor Harry. Ona biraz daha zaman ver." Beni sakinleştirmek için saçlarımı okşuyordu. Omuzlarına tutunuyordum ben de sadece. "Onun için çok zor, ama senin için daha zordu. Ve sen başardın. Ama o yapamadı. Bırak şimdi biraz da o çabalasın." Öğütlerinden sonra sessiz kaldığımı gördüğünde, şakağıma dinginleştirici bir öpücük daha bıraktı. "Hadi, kasabaya inelim. Biraz kafamızı dağıtmış oluruz. Belki istersen denize gireriz."

Gülümsemek için uğraşıyordum başımı kaldırırken. Uzun zamandır ilk kez ağlamaya çok yaklaşmıştım ve Louis bunu görmesin diye çok uğraştığım söylenebilirdi. "Pekala, olur. Ama bugün heykel satmakla uğraşmayacağım."

"Hayır, sadece yürüyeceğiz." Bir adım geri çekilip ellerimi tuttu. "Hatta bu akşam için birkaç yeni plak bakarız gelmiş mi diye." Başımı sallıyordum.

Biraz önce gerçekleşen annemle konuşmamı es geçmeye çalışarak, üstümü bile değiştirmeden yeni yapılan arka yolun bitimindeki garajda bekleyen Louis'in üstü açık arabasına atlamıştım. Louis içeride kalıp Gaia'ya gezdirme tasmasını giydirmekle uğraştığı için birkaç dakika gecikmişti, ama buna evdeki herkes fazlasıyla alışıktı. Ne zaman kasabaya ya da evden dışarı herhangi bir yere gezmeye çıksak mutlaka Gaia da bizimle gelir, hep arka koltukta usluca otururdu. Bahçeye açılan kapılar ve daha birçok pencere açık olmasına rağmen büyük giriş kapısını çekmesinden sonra tepeyi terk etmeye hazırdık. Arabayı genelde Louis kullanırdı. Yine de sordu. "Sürmek ister misin?" diye. Başımı iki yana salladım sakince. O an yanağıma dokunduğunu hissedip başımı olduğu yöne doğru çevirdiğimde sakinleştirici gülümsemesiyle karşılaştım.

Üç sene önce, teyzemle buraya gelişimizde üzerinden arabayla geçip gittiğimiz yol topraktandı o zamanlar. Fakat artık bizim ve arada sırada gelen misafirlerimizin rahat kullanımı için asfalt yol dökülmüş ve düzgün bir şekil verilmişti. Etrafımızda yakında sayılabilecek hala çok fazla ev olduğu söylenemezdi. Tepeyi ininceye dek bodur ağaçlar ve yeşilliklerle kaplı yaz olmasına rağmen sarıların karıştığı ormanı izliyordum. Sadece izlemenin ve rüzgarı daha yeni kesilmiş saçlarımın arasında hissetmenin yeniliği bile farklıydı benim için. Kolum arabanın inik camlarının olduğu yere yaslanmış, kulağımsa arabanın teybinde kısık kısık çalan şarkıyı duyamıyor, sadece gözlerinin gördüklerine ve beynimin derininde düşündüklerine odaklanıyordu. O an annemi ve büyükannemi düşünüyordum; İngiltere'yi, buraya gelişimi. Fedakarlıkları ve vazgeçmeleri, sadece bir zamanlar olsa bile kaybetmenin büyük sızısını düşünüyordum. Aylar öncesinden beridir belki de unuttuğum çok fazla negatif düşünce ve hisler vardı ve annemin aramasıyla sanki tümü geri dönmüştü. Bana, etrafımdaki güzelliklere odaklanmama geçit vermiyordu o an.

Kısa saçlarımda cömert bir dokunuş hissetmemle hemen Louis'e döndüm. Bir elini saçlarıma atmış, yola bakmayı kesmeden araba kullanıyordu. Ara ara mavi gözlerini bana ulaştırdığı da oluyordu tabii. "Gel buraya." diyerek beni asıl ve güzel olan gerçekliğe çeken oydu karanlık ve çirkin düşüncelerimden. Elinin benden ayrılmasına izin vermeden başımı omzuna bıraktım ve bedenine sığındım. Parfümünün sindiği pamuk tişörtünü koklayıp durdum yol boyunca. Benim için mümkün olan en güzel an bu olabilirdi. Gözlerimi açıp etrafıma, olduğum yere bakmalıydım; üstü açık yeşil arabamızda, en sevdiğimiz şarkılardan biri eşliğinde. birbirimize sokulmuş, dilediğimiz herhangi bir yere gidebiliyorduk, zaman ve mekan göz etmeksizin. "Ne düşünüyorsun?" Beynimin içindeki sakinleşmeye başlayan gürültüyü bu soruyla etkisiz hale getirdi tamamen.

"Annemi." dedim sessizce. "Sanırım onu özledim."

"Elbette özledin Harry." Biraz daha doğru oturmamla, alnım onun çenesine değiyordu. "Yıllardır onu görmedin."

Hızlı ve rüzgarlı bir yolculuktan sonra kasabaya varmamıza çok az kalmıştı. Gözlerim etrafı izlemeye devam ediyordu. "Yanına gitmek ister miydin? Bir süreliğine bile olsa?"

"Hayır." dedim bir anda. Çünkü kararımı ve düşüncelerimi biliyordum. "Gitmeyeceğimi biliyorsun."

Louis bir daha asla ondan ayrılamayacağımı biliyordu. Bu yüzden bu konuda diretmedi. "Üzüldüğünü görmek hoşuma gitmiyor." diye belirtti bir kez daha. Kasabanın içinde sıklaşmaya başlayan evlerin arasından geçerken dahi yakınından ayrılmamıştım. Arabayı her zamanki yere bırakıp, Gaia'yla birlikte indik.

"Üzgün değilim." Gezdirme tasmasını bırakmadan ikisi de yanıma geldi. "Sadece biraz sinirlendim sanırım."

Sinirlenmiştim çünkü annemin tek başına yaşamaya çalışması benim suçum değildi. Babamı bir anda hayal kırıklığına uğratıp benden nefret edecek hale gelmesi ve annemle ayrılması da benim suçum değildi aynı şekilde. Ama annem, benim onları bırakıp İtalya'ya okumaya gelmemden dolayı olduğunu düşünerek suçu omuzlarıma bırakıyordu. Bilinçli yapmasa bile, bana hissettirdikleriydi bunlar. Bir gün, diğer herkes gibi benim de yanlarından eninde sonunda ayrılacağımı bildikleri halde hem de.

"Sinirlenmen gereken bir şey yok artık." Beraber dar sokakların arasından yürüyorduk. Kasabada hava, yukarıdakine göre çok daha sıcaktı. "Annen seni en başta olduğun gibi kabul etmişti, unuttun mu? Burada olduğun için mutlu olduğunu da söyledi. O şu an sadece, annesi için endişeleniyor."

"Haklısın." Bir elini yeniden omzuma sarması için yakınına gittim. Dilediğim gibi kollarımız birbirine sarılınca Gaia'nın ipi de benim elime geçti. "Şuraya bakalım mı?" Kitapçıyı gösterdiğimde ikimizi de hemen oraya yönlendirdi. Louis benim yerime kitapları incelerken, ben de tüm ilgimle onu izliyordum. İstemsizce bir gülümseme belirdi suratımda daha o anda. Ancak sebebi üstündeki siyah tişörtü ve kot şortuyla birlikte giydiği siyah vansları değildi. "İlk kez beraber Manchester dışındaki o yeri gezişimizi hatırlıyor musun?" Cevabını bilmediğimden değildi, Louis'in tepkisini merak ediyordum.

"Evet, birlikte bir şeyler içmiştik." Elindeki kitabı bırakıp bana döndü hafifçe sırıtarak. "Kahvemin tadına bakmıştın."

"Sevgilim olup olmadığını sormuştun." Hatırlayınca gülmeye başladım.

"O amaçla sorduğum bir şey değildi, gerçekten." Çekinince her zaman yaptığı gibi başka bir şeyle ilgilenmek üzere, sepetteki İtalyanca kitaplara döndü. "Sadece seni tanımak için uğraşıyordum."

"Hoşuma gitmişti yine de." Durduğu yere gidip ona bakmaya başladığımda göz göze geldik. Yine gülümsedi. "Ya var deseydim peki?"

"Yine de merak etmeye devam ederdim." dedi kaşlarını kaldırarak. "Sen de beni merak etmiyor muydun?"

Ediyordum, hem de teyzemle evleneceğinizi bildiğim halde ve sen, bana davetiyeni kendi ellerinle verdiğin halde. Bu, Yansımalar'da asla notu geçmeyen bir şeydi ama o anı hatırlamam için bir yerde görmeme gerek yoktu. Yine de, Louis'in bu konulardan rahatsız olduğunu bildiğimden aklıma gelenlere acı da olsa sırıtıp sessiz kaldım. "Merak ettiklerimi öğrenmemde geç davranmıştın."

"Emin olmak benim için çok zordu." Bu sefer elimi tutarak beni diğer taraftaki raflara çekti. "Ve emin olduğumda, elimdekileri kaybetmeyeceğime bir kez söz verdim ve şimdi ikimiz de buradayız." Gözlerimi buraya gezmeye gelen birkaç yabancı turistten ve diğer insanlardan çekip Louis'e getirdiğimde ikimiz de sırıtıyorduk.

"Sesin bundan fazlasıyla gurur duyuyormuşçasına çıkıyor." Louis doğrularcasına başını salladı. Aramızdaki mesafe bana attığı adımlarla sıfıra inmişti. Elleri yüzümü tutmaya başlamışken heyecanla mırıldandım. "O kitapçıda beni öpmeni isterdim."

"Ya şimdi?" Dudaklarımı kendikileriyle örtmeden önce, öylesine sormuştu. Kasabadaki en büyük kitapçının önünde öpüşmeye devam ederken, ellerimden biri sıcak tişörtüne tutunuyordu. O beni tutkuyla öptükçe, avcum arasında kalan kumaş iyice buruşuyordu. Öpüşleri birden kesilse de, dudakları tenimden hemen ayrılmadı. Yanağımdan çeneme ve oradan da kulağıma ulaşıp yaramazca gülerek fısıldadı. "Herkes bizi izliyor."

Teyit etmek için gözlerimi açıp etrafıma baktığımda dediğinde ne kadar haklı olduğunu gördüm. Utancımla baş başa kalmadan önce, aynı insanlara sırtımı dönüp Louis'e sokulmuş ve Gaia'yı da alarak daha boş sokaklardan birine sürüklemiştim onları. Uzaklaşsak da, hala gülmeye devam ediyordum. Ellerimiz de en az biraz önceki kadar birbirine kenetlenmiş haldeydi. Tuttuğum elimi kaldırdı yürüyüşümüz sürerken. Sağ elimin orta parmağında duran izi öptü, aylar öncesinde üniversiteden mezun olduktan hemen sonra yaptırdığımı. Louis için, isminin ilk harfini yaptırmıştım yüzük yerine, eklemimin en dibine. Kolay kolay gözüktüğü söylenemezdi. Orada olduğunu yalnızca ikimiz biliyorduk ve bu yeterliydi. Ben de aynı zamanlarda, takması için ona Haç kolyemi vermiştim. Bu ikisi, o gece birbirimize verdiğimizin sözün somut örnekleriydi sadece. Onlar var olmaya devam ettikçe, biz de birbirimize ait olacaktık. Aksi olsa bile, birbirimize ait olmaya devam edecektik aslında. Çünkü daha öncesinde de kendime itiraf ettiğim gibi, Louis'in varlığına aşık olduğumu hatırlamam için bileğime ya da elimin başka bir noktasına adının baş harfi yazılı olmasına hiçbir zaman gerek yoktu. Ama, somut bir kanıt her zaman daha iyi hissettiriyordu, sanki kime ve nereye ait olduğunu kalbinin bildiği gibi aklın da öğrenecekti.

Küçük kasabayı saatlerce turladığımızı söyleyemezdim, çünkü hava yeterince sıcaktı ve artık her cadde ve sokağın ismini ezberleyecek kadar çok geçmiştik aynı yerlerden. Yorulunca da, arabaya atlayıp kasabanın biraz daha ilerisindeki sahile gitmiştik. Çok fazla insanların olmadığı bir yer seçip, Gaia'nın da tasmasını çözüp kumların üzerinde koştuk ikimiz. Louis peşimizden oldukça geç gelmişti ama Gaia ve ben buna da alışkındık. Denize girmeden önce, kenarıdayken hemen üstümdeki fazlalıklardan kurtulup kendimi soğuk suyun arasına bırakmak istiyordum. Düşünceler ve beni rahatsız eden hiçbir şeyin peşimden gelmesine izin vermeden. Baştan aşağıya ıslandığımda, görüşümün netliğinin eski haline gelmesi için birkaç kez gözümü kırpmış ve saçlarımdan akan suyu geriye birden fazlaca kez itmek zorunda kalmıştım. Arkamda bıraktığım sahile döndüm sonra. Gaia kıyıda dalgalarla oynuyordu. Louis ise, benim aksime hala giyinik bir haldeydi ve bana ait olan -geçen sene Louis hediye almıştı- analog fotoğraf makinesiyle fotoğraflarımı çekiyordu. Su durmadan dalgalarla yükselip alçalırken bu yaptığından ötürü utangaçça gülmeye başlamıştım. "Louis!"

Bulutsuz gökyüzü tüm canlılığıyla denize çarpıyordu ve buna rağmen buz gibiydi. "Yanıma gel!" diye tekrar bağırdım. Ayaklarımın altındaki yumuşak kum dalgalar gelip gittikçe benimle birlikte hareket ediyordu. Saattense ikimizin de haberi yoktu ve etrafın sakinleşmeye başlamasından akşam üzeri olduğunu anlaşılıyordu. Kamerayı ve üstündekileri benim gibi kum ve taşlıkların üzerine bırakıp sakin adımlarla yürüdü denize. Daha öncesinde de çamaşırlarımızla denize girmiş olduğumuz için, tamamen alıştığımız söylenebilirdi. Sonunda denize girdiğinde ve ikimiz de birbirimize yüzdüğümüzde en çabuk şekilde birbirimize kavuşmuş ve ıslak bedenlerimizi süre tanımadan birbirine yaslamıştık. Omuzlarına tutunduğum anda beni suyun içerisinde birkaç kez döndürdü. Yine de bacaklarımı kolaylıkla beline sarıp ondan hiç ayrılmayacakçasına sıkıca yapıştım bedenine. Deniz ve parlak gökyüzüyle aynı rengi gözlerinde taşıyordu bana bakarken. Yüzü gibi, ıpıslaktı kirpikleri ve dudakları coşkulu nefeslerinden ötürü titreyip duruyordu. O an, bir kez daha teninden akıp denize düşen herhangi bir su damlası olmayı diledim. Bakışları bile beni öylesine heyecanlandırıyordu ki. Sırtımda tuttuğu destekleyici elleriyle biraz daha sıkı kavradı bedenimi.

"Eğer istersek," Dudaklarıma doğru eğilerek mırıldandı hoş bir şekilde. "Sonsuza dek bu anda kalabiliriz."

Sabırsızca dudaklarımı ısırıyordum ona bakarken. Güzelliği kalbimin kaldıramayacağı derinliğe sahipti. Söyledikleri ise beni sarhoş ediyordu. Sırtımdaki bir eli yavaşça enseme yükseldi ve saç diplerime oradan ulaşıp tenimi okşamaya başladı. Gözlerim kendiliğinden kapanırken tekrar mırıldandı. "Çünkü sen benimleyken, diğer her şey gibi zamanın hiçbir önemi kalmıyor."

"Sonsuzluk ve Bir Gün." diye fısıldadım. Louis'in enseme dokunduğu ve beni mahvettiği gün, bizim için seçtiği filmin ismiydi. "Sonsuzluk ve bir gün." diye tekrar etti benim gibi. "Ve bir gün, beni bırakıp gitmeyeceksin değil mi?"

Kaygıyla fısıldayan dudaklarına parmağımı bastırdım. Çünkü, en güzel anlarımızı korku dolu düşüncelerle berbat eden taraf her zaman ben olmuştum ve ne zaman ondan benzerini duysam daha da mahvolmama neden oluyordu bu. "Bundan korkmamıza gerek yok. Çünkü sadece ikimizi bekleyen bir sonsuzluk var. Sen ve ben."

"Biliyorum." Başını sallıyordu. Tuzlu parmaklarıyla yüzümü sevdi sakince ve gülümsemek için uğraştı. İkimiz de hala göz gözeydik. "Bir anda düşündüğümde, sebepsiz yere senden ayrılma fikri beni büyük, karanlık bir boşluğa fırlattı. Ne kadar hazırlıksız olduğumu fark ettim. Ama tüm bunların sebebi, o film sanırım." Gözleri dolmamıştı ama sözleri ve incelen sesi hüzün doluydu. Çünkü filmde, adam en sevdiği, biricik eşini kaybettikten sonra hayatındaki o koca boşluğu anlatılıyordu. Düşüncesi beni bile paramparça etmişti. Bunu düşünmemeliydik; üstelik aşığımı o halde bırakma fikri bile benim için çok korkunçtu.

"Korkmamıza gerek yok." dedim omuzlarını sıkarak. "Çünkü sonsuzluk kadar uzun bir süre daha yakınından ayrılmayacağım. Hep bu andaki gibi kalacağız." Alnımı onunkine yasladıktan sonra huzurla kapattım gözlerimi. Onun da benim gibi hissetmesini umarak. Başardığımı dudağımı okşayan parmak uçlarını hissetmemle anlamıştım. "Bir fısıltı kadar uzaklığında olacağım; bugün, yarın ve her zaman." Kulağımda sözlerin, gözlerimde eşsiz silüetin ve tenimde ıssız, sakin sıcaklığın. Parmakların, sonsuza dek bedenimden ayrılmayacak. Bunlar da benim sözlerimdi.

Gözlerine bakarak tüm bunları düşünürken, Louis sanki hepsini duymuş gibi gülümsemişti. Gövdemi bütünüyle saran ellerini çekmeden omuzlarıma kadar beni kendisiyle birlikte suyun altına çekti ve dudaklarımızı hemen orada birleştirdi. Kolları arasındayken öyle bir hisse erişmiştim ki, sanki tüm deniz oydu ve ben de tamamen onun içinde kayboluyordum. Biraz daha sıkıca sarıldım bedenim arasında kalmış bedene, kollarım ve bacaklarımla. Beni gerek olmadığı halde tüm gücüyle tutarken dudaklarına daha çok bastırıyordum kendimi, o da beni sakinleştrmek için hiçbir adım atmıyor aksine daha fazlasını yapabileceğini kanıtlarcasına suyun üstüne çıkan bedenlerimizi biraz daha aşağıya çekiyordu. İçimden geçen onu kumlara yatırıp üstüne çıkarak öpmekti, ama suyun içindeyken bunu yapmaya kalkışmak biraz aptalca olurdu. Bu yüzden ben de vücuduna arzu dolu tırnak izlerimi bırakmayı kesip sırıtarak dudaklarından ayrıldım. Aynı tatmin olmayan gülüşten Louis'in suratında da vardı. "Seni seviyorum." diye itiraf ettim, bir kez daha. Her gün söylesem bile, hiçbir zaman etkisini ve anlamını kaybetmeyeceğini ikimiz de biliyorduk.

"Seni seviyorum Harry." Bir kez daha öptü sonrasında. Saatin hala kaça vardığını bilmeden, güneşin batmasına az kalıncaya dek denizin ortasında birbirimize sarılmaya ve şuursuzca öpüşmeye biraz daha devam etmiştik. Ancak eve giderken akşama gelen misafirlerimizin olduğunu hatırlamıştım. Louis'in benim kadar telaş yaptığı söylenemezdi. Her zamanki gibi.

İkimiz de duşlarımızı alıp üzerimize akşam için daha şık bir şeyler giydikten sonra Louis akşam yemeği için son dakikaya yetiştirmesi gereken yemeklerle ilgileniyor ve ben de o sırada arka bahçedeki büyük masayı misafirlerimiz için hazırlıyordum. "Gömleğini beğendim." dedi Louis, tam mutfaktan masaya bir şeyler taşıdığım esnada. O akşam için renkli ve çiçekli bir gömlek tercih etmiştim, Louis'se mavi bir lakos giymişti üzerine. Kolyesi yakalarından içeride kaldığı için gözükmüyordu, ayrıca bileğine rahat saatlerinden birini takmıştı.

"Teşekkür ederim." Yüzümdeki gülümseyi silmeden bahçeye çıktım yeniden. Elimdeki dolu tabakları ortaya bıraktıktan sonra masanın üzerindeki mumları yaktım. Hava iyice kararmıştı ve henüz gelen kimse yoktu. O an soyulan ojelerimin yerine yenilerine sürmenin iyi olacağını düşünerek hızla üst kattaki odamıza fırladım. Neyse ki, renkli ojeleri sürüp kuruttuğumda misafirlerimiz de eve varmıştı ve bunu Gaia'nın durmadan yabancı büyük arabaya havlaması sayesinde anlamıştık. Louis'le birlikte karşılamaya çıktım en hızlı şekilde. Misafirlerimiz, küçük kızlarını kucaklayarak arabadan inerken Louis de Gaia'yı susturmakla uğraşıyordu. Neyse ki, Gaia babasının sözünü hep dinlerdi. Esteban, önce Louis'e yaklaşıp omuz omuza vererek arkadaşıyla kucaklaşırken İtalyanca dostum diye mırıldandığını duyabildim. Eşi Luca ise, kızlarını kucağından indirmeden peşinden gelmişti ki, tüm bedeniyle Esteban görüş alanıma girdi. Önce nazikçe elini uzatsa da, tokalaşırken hemen sarılmıştı bana da. "Merhaba, Harry." İtalyanlara göre normalden daha da yanık esmer teni resmen gözler önünde parlıyordu. Yaşının Louis'inkine yakın olduğunu gülünce gözlerinin kenarlarına yerleşen ince çizgiler sayesinde anlayabiliyordum.

"Hoşgeldiniz." derken bilmediğim bir telaş ve heyecan sarmıştı bedenimi. Minik bir panik halindeydim. Hiç geçmeden ailenin geri kalan üyelerini de karşılamıştık geniş holde. Louis onları vakit kaybetmeden bahçedeki büyük masaya götürmek istiyordu. Ben de hepsine peşlerinden eşlik ettim. Bir anda ne yapacağımı unutmuş, elim ayağıma dolaşmıştı ama Louis bunu hissetmiş gibi kulağıma sadece oturabileceğimi fısıldamıştı. O zaman ben de, Louis'in bana bıraktığı yere, yani baş köşeye yerleşmiştim. Luca elinde getirdiği paketleri açıp iki şişe şarabı masaya koyunca gecikmeden ayaklanıp herkesin bardağına dökmeye başladım. "Açsınız, değil mi?" Louis mutfak kapısından başını uzatıp İtalyanca sordu.

"Fazlasıyla, Lou." Esteban arkasına yaslanıp karşısında oturan Luca'ya bakarak sırıttı. "Uzun bir yoldan geldik sonuçta dostum." Aynı şekilde İtalyanca konuştu. Üç seneden beri eğlenceli aksanlarına bir türlü ayak uyduramadığımı söyleyebilirdim.

Buzdolabından aldıklarıyla masaya geri döndüğünde, arkadaşları sanki bunu bekliyormuşçasına hızla konuşmaya başladı. "Ne kadar çok uğraşmışsın bizim için." dediğini anlamıştım Luca'nın. "Hepsini gerçekten sen mi yaptın, yoksa Harry de senin gibi yetenekli mi?"

"Onun da eli yetenekli ama başka konularda." Louis tabaklara servis yaparken bana bakarak göz kırptı.

Söylediğine ikisi de gülmeye başlamıştı. Küçük kızları Sofia ise babasının izin verdiği bir anda, biraz ilerideki ağacın dibinde uyuyan Gatsby'i sevmeye gitmişti. "Ben de öyle düşünmüştüm doğrusu." Esteban şarabını yudumladı sakince. Masada konuşulanlardan utanarak ilerideki ufaklığı izlemeye koyuldum. "Bizi anlayabiliyor mu?"

"Evet." diye yanıtladım, biraz çekinsem de. Onlar gibi gülümsüyordum.

"Dergiye çıkan yazılarını takip ediyorum, son okuduklarım gerçekten çok güzeldi Harry." Luca gülümseyerek iltifat ettiğinde, ne diyeceğimi bilemeden Louis'e baktım. Beklemediğim övgü, beni şaşırtmıştı bir anda.

"Teşekkür ederim." dedim yeniden Luca'ya dönerek. O sevgilisine göre çok daha sarışındı ve düz, uzun saçları geriye doğru taranmıştı. Açıkçası Luca, hep imrendiğim detaylıca işlenmiş Rönesans Dönemi heykellerinden birinin canlanmış hali gibi duruyordu masadaki yanımdaki yerinde. Ama onun da, benden yaşça büyük olduğunu tahmin etmem zor değildi. Louis'in söylediğine göre, Luca ses eğitmeniydi; Esteban ise bir haber ajansında çalışıyordu. Nasıl tanıştıklarını ise hiç anlatmamıştı. "Ne duruyorsunuz? Yemeye başlayabiliriz." Louis bunu söyledikten sonra yanımdaki yerine oturdu. Sofia'yı yemek için çağıran babası Esteban olduğunda hala gözüm aynı üçlüdeydi.

Çok sessiz bir akşam yemeği olmayacağı belliydi, çiftin ikisi de fazla şakacı ve eğlenceliydi. Haliyle de, sohbet konusu sık sık değişip duruyordu. Bazen hızlarına yetişemiyordum hatta. "Bu yemekler mükemmel olmuş, Louis." Övgüler yine Luca'ya aitti.

"Floransa'ya uğrarsanız mutlaka biz de yemeğe bekleriz. Bu kadar iyi manzaralı ve geniş bir evimiz yok ama, beşimize yeter." Esteban yanında oturan dostunu koluyla hafifçe dürttü söylediklerini desteklemek istercesine.  Louis ise ağzında çiğnemeye devam ettiği yemeğiyle başını sallıyordu.

"Florasan'dan temelli taşındınız mı yani? Hala alışamıyorum. Yani artık tüm yıl Molise'desiniz?" Luca yanında oturan kızlarına yemeğini yemesinde yardım ederken sordu.

"Evet, Harry geçen sene okulunu tamamladıktan sonra temelli olarak buraya taşındık." Louis bana bakarak açıkladı. "Hem evin tüm eksikleri tamamlandı."

"Hep burada duracak değilsiniz ya? İkiniz de özgür ve rahatsınız, biz sizin yerinizde olsak dünyanın her yerini gezerdik." Esteban sırıtıp kadeh kaldırdı karşısındaki eşine. Luca da ona kaşlarını kaldırıyordu.

Tabağımdakileri yavaş yavaş bitirirken Louis'in ikimizin yerine açıklamasını bekledim. "Geziyoruz zaten. Geçen yaz Floransa'daki evi buraya taşımakla uğraştık sadece. Harry biraz burada dinlenmek istedi." Aslında, dinlenmekten çok kafa dinlemek ve sakinleşmekti benim için. Ama haklıydı, dinlenmek de istemiştim. Özellikle de anne ve babamın uzaktan bana yaptıklarından sonra. "Ama en son nereye gittiğimizi sorarsan," Louis kısa bir süre düşünürken tek gözünü hafifçe kıstı. "Şubattaki Maske Festivali'ne katılmıştık. Harry Venedik'e bayılıyor."

Louis böyle anlattıkça elimde olmadan utangaç utangaç gülmeye devam ettim. Aslında, şimdiye dek onunla gittiğim her yere bayılmıştım. Buna İtalya'nın sıradan bir sokak arası da dahildi. "Çok güzeldi, hayatımda hiç öyle bir etkinliğe katılmamıştım daha önce."

"İtalya'da yaşadığını hissedersin, diğer ülkelerde ise yaşlandığını." Luca kadehinden bir yudum aldı mutlulukla. "Buraya alıştın mı, Harry? Molise'ye, İtalya'ya?"

Soru bana yöneltilince, ister istemez duruşumu dikleştirip derin bir nefes aldım. "Alıştım, hatta yabancılık çektiğimi bile söyleyemem." Beklemeden, sabırsızca ekledim. "Burası, aslında uzun bir süredir hayalini kurduğum bir yer. Louis sadece, gerçek olmasını sağladı."

Her birinin tepkisine baktığımda, öncelikle Louis'in bana gururla bakan gözlerini gördüm. Esteban'sa aynı mutlulukla arkadaşını izliyor ve Luca da merakla beni ve söyleyeceğim daha fazla şeyi bekliyordu. "Louis bize ilk kez senin çok başarılı biri olduğunu söylediğinde bu kadar olacağını tahmin edememiştik. Sen, gerçekten parlıyorsun. İkiniz birbirinizi bulduğunuz için de çok mutlu oldum."  İçmem için kadehimi gösterdi kendi bardağını kaldırdıktan sonra. "Hep dergide yazmayı mı düşünüyorsun?"

"Şimdilik, beni mutlu ediyor." Tebessüm ediyordum istemsizce anlatırken, çünkü bahsettiğim her şey benim gerçekleşmiş olan hayallerimdi aslında. "Bir de, evde minik büstler yapıyorum kil ve alçıyı oyarak. Bazen, birden fazla yapınca onları kasabaya uğrayan turistlere satıyorum." Masadaki herkes onlardan birini görmek isteyince, hızlıca yerimden kalkıp kenarda beklettiğim, bitmiş olanı alıp geri döndüm. Önce Esteban eline alıp inceledi, sonra Sofia'nın dikkatini çekince kızına verdi. "Beğendiyseniz, size de hediye etmek isterim." Dirseklerimi masaya dayayıp, gülümsememe rağmen gergince söyledim. Onlar da, hemen aynı şekilde kocaman gülümseyerek bana ne kadar ince düşünceli olduğumu söylemiş ve teşekkür etmişlerdi.

"Zaman geçtikçe düşünüyorum da, burası gerçekten ömrümün geri kalanını geçirmek isteyeceğim bir yer olabilir." Luca arkasına yaslanıp Esteban'a bakarak itiraf edince Louis ikisine güldü. "Siz ikiniz çok şanslısınız." Küçük kızı yemeğini bitirdikten sonra yeniden kedi sevme peşine düşünce, kızının masaya bıraktığı minik heykeli eline alıp incelemeye başladı. Ne düşündüğünü merak ediyordum ikisinin de, özellikle bizim hakkımızda. Louis onlara ne anlatmıştı bilmiyordum. Yine de, artık bizim için sadece tek bir gerçek vardı. O da, imkansız ve yasaktan daha fazlası olan aşkımızdı.

"Biliyor musun, Louis burayı Harry için yaptırdı." Esteban araya girerek düşüncelerimi bir anda böldü. Söylediklerinden sonra göz göze gelmiş ve uzunca bir süre daha birbirimize bakmayı kesmememiştik.

"Buraya hep bizi konuşmaya gelmiş olamazsınız, değil mi?" Louis gerginliğimi almak istercesini konuyu dağıtmaya çalışıyordu. "Siz de anlatın, neler yapıyorsunuz? Yeni eviniz nasıl?"

Louis ve Esteban'ın karşısında oturan Luca anlatmakta gönüllü olandı. Üçümüz de aynı anda ona verecektik tüm odaklarımızı. "Sofia geldikten sonra yeni bir eve geçtik planladığımız gibi. Biraz daha yeni olanlardan. Tam merkezde değil ama. Oradakilerin ne kadar eski yapıda olduklarını biliyorsundur. Kutu gibi daireler."

"Evet, bizimki de onlardan biriydi." Masadaki herkes cevabımla hafifçe güldü. Daha o an bitmeden, masanın üzerinde bardağımın yanında duran elimin üstünde parmaklarının tanıdık sıcaklığını hissettim ve usulca gözlerimi ellerimizden maviliklere taşıdım. Luca kaldığı yerden anlatmaya devam etse bile, ben o anda takılıp kalmıştım.

"...Sonra da Sofia okula başladı. Akran zorbalığına uğramaması için okul seçiminde çok dikkatli davrandık."

"Kızımı üzerlerse onları mahvederim." Esteban ciddi olmayan bir tavırla araya girdi. İkimiz sessizce onları izlerken, başım Louis'in omzuna düşmüştü çoktandır.

"Yine de çocuk onlar Esteban. Hiçbir şey yapamazsın." Luca kalkıp masadaki boşalan şarap kadehlerinin içini elindekiyle doldurmaya başladı. Yerine oturmadan önce, Sofia'nın benim için yapılan yumuşak minderli sedirde Gaia'yla birlikte uzandığından -yani uzakta ve güvende olduğundan- emin olup kutusundan çıkardığı sarma sigarasını yaktı. Biz içmediğimiz için, sormamıştı bile. "Yani anlayacağınız gibi, gayet sıradan bir gay aileyiz. Esteban Sofia'nın mahalledeki bir çocuktan hoşlandığını duyunca kafayı yedi." Son cümlesini masadakilere fısıldayarak söylemişti.

"Abartıyor." Esteban omuz silkti. "Ayrıca elbette korkarım çünkü çocuk moronun teki."

Luca ona bakarak başını iki yana sallarken aptal, aptal diye söylendi biraz daha. Yeniden konu hızlı değişmişti. "Mercedes buralarda mı?"

Luca'nın, -muhtemelen Esteban'ın da- Mercedes'i tanıyor olmasına şaşırmış ama çok da belli etmemiştim tepkimi. "Hayır gitti. Geçen seneden beri İngiltere'de. Buradaki birkaç iş görüşmesi sayesinde şu an İngiltere Müzesi'nde çalışıyor. İşi için sık sık gezilere çıkıyor tabii."

"En son, geçen ay Hindistan'dan fotoğraf atmış ve çok sıcak olduğunu yazmıştı." Gülerek ekledim. Tek başına çekildiği fotoğrafı hala telefonumda duruyordu.

"Tanrım, ona hayranım." Luca sigarasından derin bir iç çekerken eşine bakmadan mırıldandı. "Gençliğimde dilediğim hayatı yaşayıp duruyor." Söylenenlerden ötürü başımı kaldırınca Louis'in gergince iç çektiğini gördüm.

"Çok yol kat etmiş olmalı. İtalya'ya ilk geldiğindeki zamanı hatırlıyorum da." Esteban bir anda sakinleşen masanın ortasına bakarak konuştuğu zaman, yeniden garip hislerle doldum. Ama bastırması kolay olanlardı. Mercedes'in benden önce onlarla tanışmış olduğu gerçeği, hep içimde bastırılmışların arasındaydı. Yine de, kötü hissetmekten çok uzaktım çünkü her şeyin geride kaldığını, o günleri geçip bitirdiğimizi çok öncesinden beridir biliyordum.

"Yine de, üçümüzün de hayatlarını karşılaştırdığım zaman ben sizinkinden isterdim. Burada herkesten, sorumluluktan, her şeyden uzakta." Luca gülümseyerek bize döndü. Sigarası çok uzun zaman önce sönmüştü. "Birbirinize yakışmaktan çok, sanki siz birbirinizi tamamlıyorsunuz."

İçinden taşanları, dışarıdan duyunca insan ne yapacağını, ne diyeceğini şaşırıyormuş meğer, bunu ilk kez yaşıyordum o dakikalarda. Utangaçlıktan kızarmama ramak kala, Louis kolunu bana dolayarak bedenlerimizi yaklaştırdı ve şakağıma ikimizin yerine gurur dolu bir buse bıraktı. Misafirlerimize gamzemi gösterirken gerçek anlamda oluk oluk mutluluk sızdırıyordum her bir hücremden sanki. Birkaç kelime, beni bu hale getirmişti. Belki de, ilk kez başımıza geldiği içindi. Tabii, gezilerde aldığımız tuhaf ve tatlı soruları ve sonralarda aslında çok tatlı bir çiftlisiniz, sizin için sevindim gibi övgüleri saymazsak. Bunlar bile, beni çok mutlu ediyordu. Oysa birilerinin övgüsüne ve onayına ihtiyaç duyduğumdan değil, sadece ve sadece birini sevmekten korkmadan bunu dışarıya gösterebildiğim ve herkes bunu tüm anlamlarıyla görebildiği için mutluydum ben. Louis bana aşıktı, ve ben de ona aşıktım ve göstermek istediğimiz tüm herkes sonunda, bunu öğreniyor ve görüyordu.

Yol yorgunu oldukları için, gecenin sonu misafirlerimiz için biraz erken gelmişti. Louis onlara odalarını göstermek ve diğer ihtiyaçlarını karşılamakla ilgilenirken küçük kızlarını odaya taşıma görevini ben üstlenmiştim. Saatlerden beridir, aynı yerde uyuyakalan beş-altı yaşlarındaki ufaklığı kucaklamadan önce hiç görmediğim halde bana meleği andıran masum, çocuksu yüzüne odaklandım kısa birkaç saniye. Daha kollarıma almadan, anılarım beni birkaç sene öncesine götürdü bilmediğim bir anda. Louis'in yeğenim Tom'u kucaklayışını düşündüm. Benim gibi çocuklara bayılıp bayılmadığı hakkında çok fazla bilgiye sahip değildim ancak o gün, Louis'in bir gün baba olma fikrinin beni ne kadar heyecanlandırdığını hatırladım bir kez daha. Ve bilmediğim bir anda, şimdi de kendimi ekleyivermiştim yanına. Klasikleşmiş düşüncelerden kendimi alıkoyup, minik kızın narin bedenini yavaş ve özenle kucakladım. Onu taş merdivenlerde taşırken dikkatle atıyordum tüm adımlarımı. Misafirler için ayrılan odalardan birine girdiğim zaman, Esteban Sofia için yapılan yatağı gösterdi. "İyi geceler." diye fısıldadım ışıkları kapatmak üzere olan aileye.

İkisi de aynı zamanlarda "İyi geceler Harry." diyerek karşılık verdi. Gece de rüzgarın esmesi için, kapılarını bilerek aralık bıraktım.

Tüm yemek masası çok daha öncesinde toplanmıştı, Louis mutfaktaki son işleri halledeceğini söylemesinin üzerinden neredeyse on beş dakika geçiyordu. Ben de, yatak odamıza geçmiş rüzgarla açılıp duran tüllerin arkasındaki balkonumuzda duruyor ve karanlıkla örtülü kasaba ve gözükmediği halde deniz manzarasına bakıyordum. Ağustos ayının ortasında, ormanın içinde yaşayan tüm böcekler ve kuşlar ötmek için sanki bizim arka bahçemize gelmişti. Gece olduğu için havanın biraz serinlemiş olduğu söylenebilirdi ancak tek bir küçük hareketine bakıyordu terlemek. Bu hisse bile fazlasıyla alışmıştım.

Bugün olanları düşünüyordum, istemediğim halde. Önce annemle konuşmam, demin masada konuşulanlar ve Sofia... Aslında ne düşünmem gerektiğini bilmiyordum tam olarak, sadece çok şanslı olduğumu biliyordum ve bunun son derece farkındaydım da. Ama aile kavramı, bütünüyle kafamı karıştırır hale gelmişti. Yeniden çok fazla düşünmeye başladığımın farkındaydım. Bu yüzden dışarıdan son temiz nefeslerimi alıp içeriye girme kararı verdim. Minik eskitme dolabın uzun kapağını açıp içinden temiz, rahat bir şort aldım ve üstümdekileri de çıkarttıktan sonra yerlerine dikkatle katlayarak koydum. Dolabın kapağını kapatmadan önce, içine asılmış minik ayna sayesinde yansımamla ve hala alışamadığım kısa saçlarımla karşılaşmıştım. Kısa bir süre kendimi izledim orada. Sanki bir şeylerle yüzleşebilmek için buna cesaret edebilmem gerekiyormuş gibi. Ancak çok sürmeden, dolap kapağını kapattım yeniden. Arkamı dönünce, Louis'in gelip beni izlediğini biliyordum. Kapının dibinden hemen çekilmeden, önce kilidi çevirdi sakince. Hafifçe gülümsedim. Gatsby için endişelenmemize gerek yoktu çünkü odaya girmek istediğinde balkondan içeri girmeyi öğrenmişti.

Odanın içine yürüyüp, beni ve parmak uçlarımı tuttu. Elleri tenimi okşarken yüzlerimiz birbirimize bakıyordu. "Bu akşamdan keyif aldın mı?"

"Elbette, geldikleri için çok mutlu oldum." Rahatça gülümserken başımı sallıyordum.

"Sevindim." Yanağımı öptü, ancak hızlıca geri çekilmemiş ve bir nefeslik mesafede kalmaya devam etmişti. "Hala aynı şey mi aklındaki?"

"Hayır." Ben de onun yanağını öptüm çekilmeden önce. "Hadi, üstünü değiştir de biz de uyuyalım." Örtüyü oturduktan sonra ayaklarımla itip yatakta kendi tarafıma uzandım. "Yorucu bir gündü." İlk yattığımdaki soğukluğu iliklerime kadar hissetsem de o an, tüm dikkatim gözlerimle gördüklerimde, yani önümde üstünü değiştiren Louis'deydi. O da benim gibi, sadece altına daha rahat bir şeyler giydikten sonra yataktaki kendi yerine yatmıştı.

Hava serin olduğu için şanslı sayılırdık. Bazı geceler, sıcaktan uyuyamadığımızda hiçbir şey yapmadan sırt üstü uzanarak tavanı izlediğimiz zamanlar olurdu, ama bu çok nadir gerçekleşmişti. Tıpkı o an olduğu gibi, hep birbirimize sokulur ve uyuyuncaya dek bir şeyler hakkında sohbet ederdik. "Daha çok yorulduğumuz günler oldu." Parmak uçlarını saç tutamlarımın arasında dolaştırmaya başladı usul usul. Omzuna yattığım için, başıma ulaşması hiç de zor değildi. Ayrıca söylediği doğruydu, çok yorulduğumuz halde uyumaya geç kaldığımız çok fazla gecemiz de vardı. Ve hiçbiri ardımızda kalmamıştı. Parmaklarımı onunkiler gibi karnının üzerinde hareket ettirmeye başladım. Louis benim aksime, hiç gıdıklanmıyordu tuhaf yerlerinden. "Sonsuza dek benden ve düşüncelerinden kaçamazsın."

Başımı aniden ona kaldırdım. Konuşmamı istiyorsa, büyük bir gönüllülükle ona konuşacağımı biliyordu. "Bu akşam benim için gerçekten güzeldi ve aynı zamanda da önemliydi de. Unuttuğum birkaç şeyi yeniden hatırlamama sebep oldu belki de." Louis tüm dikkatiyle beni dinlerken gözlerini bir an olsun kırpmıyordu. "Sanırım uzun süredir, hatta kendimi bildim bileli onlar kadar mutlu bir aileyle karşılaşmamıştım."

Louis derin bir iç çekti itirafımdan sonra, oysa tam olarak anlatmaya başlamamıştım bile. "Hala annen konusunda endişelendiğini biliyordum."

"Konu sadece annem değil." Zorlukla fısıldadım. "Sanırım bahsettiğim şey aile olabilmek." Merak içerisinde parladı gözleri. Sanki ilk kez, bahsettiğim şeyi anlamakta zorlanıyordu. "Biliyorsun, hayatım boyunca tek çocuk olarak yetiştirildim. Bana yakın olan tek kişi annemdi -ve bazen babam. Arkadaşım olmadan büyüdüm. Büyüdüğümde ise anne ve babamın tartışmalarını duymamak, görmezden gelmek için odamdan hiç çıkmadım. Tüm bunları, uzun bir süre normal sandım. 'Aileler böyledir, anne babalar kavga eder ve hatta boşanır, ne var ki bunda' diye düşündüm." Derin bir nefes aldım cümlelerimin kesildiği yerde. "Sonra, öyle olmadığını gördüm. Kan bağının sadece abartı bir yapaylıktan olduğunu. Hala da görmeye devam ediyorum."

Cümleleri toparlamakta zorlandığımda, doğru sözcükler beklemek yerine aklıma gelen ilk şeyi söyleyiverdim. "Bugün onları gördüğüm zaman bizi tıpkı öyle düşünmekten alıkoyamadım. Aile konusunda aynı şeyleri düşündüğümüzü biliyorum, senin de o içinde hiçbir yapmacıklık bulunmayan kalabalık masalara duyduğun özlemi de. Bu yüzden, sadece günün birinde bunu isteyip istemeyeceğini düşündüm."

"Geceden beri seni derin sessizliklere iten sebep bu muydu?" Şaşırmıştı ve fısıldamasına rağmen bu cümledeki vurgusundan anlaşılıyordu. "Bunu mu düşünüyordun gerçekten? Benim çocuk isteyip, istemeyeceğimi?"

"Ben, sadece eğer olursa, bilmek isterdim." Yüzümü onunkine yaklaştırdım biraz daha. Artık kalplerimiz dip dibe attığı gibi, soluk alışverişlerimiz de ötekine karışıp duruyordu.

"Sen benim tek ailemsin Harry. Ve hayatım boyunca, bilmediğim bir anında bile bundan sıkılmam ben." Dudaklarıma fısıldadı her bir kelimeyi, sakince. Diğer tarafta kalan elinin parmak uçlarıyla boynumu sardı. Artık sakinleştirici dokunuşları yoktu saçlarımın arasında. "Sahip olduğum her şeysin. Sadece ailem de değil üstelik. Tek dostum, sırdaşım ve hayat arkadaşımsın benim. Aşık olduğum ilk ve son kişisin. Hayatımın sonuna kadar aynı hisler besleyeceğimin sözünü verdiğim kişisin sen." Söylediği kelimelerle göz kapaklarım sanki huzura erişmenin ağırlığıyla kapanıyordu. Onlara engel olmadım. Ona ve eşsiz sözlerine kulak vermeyi kesmeden, beynimin içinde söylediği her şeyin yeni anlamlarıyla tanıştım birer birer. Ben, Louis'in gerçekten de, tek varlığıydım bu hayatta. Bunun ağırlığı çok fazlaydı. Yalnızca onunla birlikte taşıyabilirdim. Benim aksime, onun yalandan bile olsa ailesi olmamıştı. Onu doğuran kadın, kaçıp gitmişti. "Ayrıca, sen benim ömrümün sonuna kadar ilgilenmek isteyeceğim tek kişisin. Aile olmak için ne bir deste kağıda, ne de isimsiz bir bebeğe ihtiyacımız var." Parmakları gerdanımın kenarından biraz daha yukarı çıktı ve kulağımın altını okşadı. Söyledikleriyle mutluluktan kendimden geçmek üzereydim. Aynı zamanda, duygusallaşmıştım da yine. "Üstelik Gatsby var, Gaia var. Benim içinse sadece sen varsın."

"Louis..." Derin bir nefes alıp kendimi tutamadan kıkırdamıştım. Mutluluktan neredeyse gözlerimden yaşlar akacaktı.

"Sen benim bebeğimken, çocuğa gerek duymuyorum, hayır." O da gülerek söylemişti bunları. "Hayatımı sadece ve sadece seninle paylaşmak istiyorum. Nerede olduğumuz, ne yaptığımız ya da kaç yaşına geldiğimiz önemsiz. Tüm zamanlarımı, sadece seninle olursam değerli kılmış olurum." Parmakları sonunda çeneme sürttüğünde, hala mutlu mutlu gülüyordum söylediklerine. "Gözlerini aç." Hangi ara kapattığımı bile bilmiyordum. Dediğini yaptığımda, yatakta yükselmiş yukarıdan beni izlediğini fark ettim. "Çocuk istiyor musun?"  Sırıtarak sordu.

Başımı hızla iki yana sallamaya başladım. Onun kurduğu dünyamızda, bu fikre hemen beni de kolayca alıştırmıştı. Söylediği gibi, dördümüz yeterince mükemmel ve kalabalık bir aile sayılırdık. "İstemiyorum, Louis." Alt dudağımı dudakları arasına hapsetti nazikçe. Nefeslerimiz durmadan birbirini örtüyordu. "Ben sadece seni istiyorum."

Ve o da beni istiyordu. Bunu, beni tutuşundan ve öpüşünden dahi belli ediyordu. Daha yoğun öperken vücuduma ateş salan elleri beni çenemden kavrıyordu henüz. İkimiz de ince örtünün altında kaybolup gitmeden önce, kalkıp sesimizi bastıracak o küçük önlemi alması gerekmişti. Odamızdan eksik etmeyi sevmediğimiz gramofonda kısık seste aynı şarkılardan biri çalmaya başladığında yerini soğutmadan yanıma geri döndü ve eski konumunda, yukarıdan öpmeye devam etti beni. Bedenlerimiz yavaşça birbirine daha çok kapanmaya başlıyor, değen noktalarımızın sayısı git gide artıyor ve ortada kaybolup giden nefeslerimiz iyice hızlanıyordu. Öpüşlerimiz git gide ateşlenirken, ona duyduğum aşkı ve asla bitmek bilmeyen tutkularımızı düşünüyordum. Onu arzuladığım ilk nefesimi aldığımdan beri, hiçbir şey değişmemişti benim için. Ne o ferah kokusu, ne beni cezbeden ve aynı zamanda mahveden teninin sıcaklığı, ne de bana adamaktan çekinmediği ve üzerimde her nasılsa mükemmel bir şekilde hakimiyet kurduğu beş duyusu. O beni öptüğünde, ben de onu öpüyordum. Dokunduğunda, ben de dokunuyordum hem de tüm isteğimle. Ama ne yaparsam yapayım, ona doyamıyordum. Bunun sebebini biliyordum; asla bedensel olmamıştı aramızdaki çekim, bu olduysa bile ruhlarımızı taşındığı bedenlerden ötürüydü. Tutkumuz, birbirimize beslediğimiz aşkımızda, ruhlarımızda gizliydi. Ne zaman birbirlerine kavuşmak isteseler, bedenlerimiz onların emrine amade hareket eder, aşıkların dileğini yerine getirirdi.

Beni yatağımızın ortasına gelişi güzel sermesine memnuniyetle izin verdim. Altımda kalan tek kumaş parçası tenimden alıp atıldığında, vücuduma bir anda bastıran hisler aşkının önünde utanmaktan çok uzaktı bu sefer, çok uzun bir zamandır bu böyleydi hatta. Dudaklarımız birleştiği zaman ikimizin de çıkardığı sesler odanın içinde çalıp duran şarkılardan daha gürültülü değildi henüz. Dikkat etmemiz gerektiğini ikimiz de biliyorduk. Louis üstüme doğru eğilerek durmaya devam ederken, ona daha da yakın durmak için doğrulmuştum birden yatakta. Yataktaki tek çıplağın ben olmamdan kimse rahatsız değildi ama ben Louis'le aynı durumu paylaşmadığım için rahatsızdım. Dizlerimin üzerinde durmaya başladım yatağın ortasında. Dudaklarımız hala ayrılmamıştı birbirinden, öpmeyi bırakmadan birbirleriyle yarışıyorlardı sanki. Bileğimi durdurabilecek elleri boynuma ya da sırtıma sarılıydı bu yüzden hiç düşünmedim, zaten engel olacağından da kaygılanmıyordum. Onu bilmediğim bir taşkınlıkla kavradığımda, benim aksime seslerini bastırabilmiş ve bir anda kucağına çekmişti. İkimizin de elleri hızla tükenip giden saniyeler içerisinde alt tarafı kaplayan koca karanlıkta kaybolup gitmişti sanki. Beni tutmayı iki eliyle de bırakmadan, daha da çok yaklaşırdı kendi bedenine. Aldığı nefesler önce tenimi okşuyor sonra da kulağıma gidip beynimden zevk dolu titremeler olarak geri dönüyordu. Sabırsızlandığımı anladığı anda, beni yatağın neresinde olduğumuzu umursamadan yeniden yatırdı, bu sefer birbirimize değen noktalarımızla birlikte. Teninin ısısını daha o andan en derinliklerimde hissediyordum. İkimiz de ateş saçıyor ve aynı zamanda soğumak için bir kaçış kapısı arıyorduk. Her şeyimizle birbirimize karıştığımız bir anda, ne kadar ses çıkartacağımı umursamadan vücudunu sürttü bana. Daha fazlası için tüm kıvrımlı belini bacaklarımla sarmıştım. Dudaklarımı ısırırcasına öptü o an. Kalbimin atışları artık tek bir yerde değil, sanki vücudumun her yerindeydi.

Bacaklarımla yaptığım kilidi açışı hızlı olmuştu. Özellikle de öpücüklerinin noktasını değiştirip boynuma yönelmesinden sonra. Sıcak izler bırakıyordu tenime yavaş yavaş, aşağıya doğru bir yol çiziyordu kendine. Nereye gittiğini biliyorken, sabırsızca yatağın kenarına uzandım ve kavradım sıkıca. Her yere yetişebilsin istiyo, onu hissini bilmediğim noktalarımda dahi hissetmek istiyordum. Bu yüzden, yapabilirmişçesine esnetiyordum vücudumu onun altındayken. Parmak uçları birbirinin izini kaybettirmeden durmadan kasıklarımdan yukarı, göğüs kafesime doğru boşluğumda derin dokunuşlarını bırakıyordu. Kemiklerime uyguladığı baskıyla bile hoşnut oluyordum. Öperek kendisi için açtığı yollarsa, beni mahvediyordu. Hırçınlaşmak, terbiyesiz şeyler yapmak istiyordum ona karşı, o benim uslu olmamı beklerken.

Sonunda dudaklarıyla kavuştuğumda ise, ellerim kendiliğinden yatağın herhangi bir köşesini sıkmayı bıraktı ve sevişmemizden dolayı terlemeye başlayan saç köklerine gitti. İki elimle birden tutuyordum onu. Bacaklarımın arasına bıraktığı sıcaklığın beni sarhoş etmesi adil değildi. Sanki onun ağzının içindeyken, coşkum aç bir kaplanınkinden, annesine muhtaç yavru kedininkine dönüyordu. Sabırla onun bana yapacakları için bekliyordum. Ağzı, başıyla uyum içinde hareket ediyordu. Louis'i izlemeye öyle dalmıştım ki, arada çıkardığım ufak seslerden haberim olmuyordu ama sorun değildi. Louis'in bile beni duymakta zorlandığını biliyordum. Odamızın düşük aydınlatmalarının altında hareketsiz gölgelerimiz yalnızca minik kıpırdamalarla hareket ediyordu. Zaman benim için daha yavaş akmaya başladı sonra. Aldığım nefesleri vermek daha zor, sessiz bir şekilde yenisini almak ise imkansıza daha da yakınlaşıyordu. Bakışlarım çok fazla tavandaki pürüzlere tutunmadı, onun yerine alt kısmımdaki pek de yorgun gözükmeyen maviliklere ulaştı. Uyuşmuş, hatta yatakla tamamen bir olmuş gibi hissediyordum. Üzerimde bıraktığı etki her zaman mükemmeldi benim için. Hele de, ıslak ve sabırsız dudaklarıyla beni tekrar kavuşturduğunda ve ağzımı tamamen örttüğünde dayanılmaz oluyordu. Onu ne kadar özlediğimi hatırlıyordum sayılı birkaç dakika içerisinde.

Üzerimdeyken geniş yatağımızda birkaç kez kendimizi ve ne yaptığımızı tam olarak bilmeden yuvarlandık. Bedenlerimiz asla birbirlerinden ayrılmak istemiyordu, biz geri çekilmek için uğraşsak bile. En son üstte kalan ben olduğumda, memnun etme sırası da bana geçmişti. Onun gibi daha da sabırsızlandıran oyunlar yaparak indim vücudunda aşağıya. Benim aksime, Louis gözlerini bir an olsun benden ayırmadan izliyordu sergilediğim tüm hareketleri, her defasında, ne kadar alışık olursam olayım içten içe beni utandırıyordu -ama bu kesinlikle rahatsız edici türden olan değildi. Dudaklarım kasıklarına vardığı zaman, boşluğuna tutunan elimi yakaladı. Parmaklarımızı sıkıca birbirine kenetledi, bakmadığı halde gülümsediğini anlamak zor değildi. Onu böyle hissettirmek ve zevklendirmek, her daim bana iyi hissettirmekten daha fazlasını yapardı. Heyecanlanır, bazense dilim tutulur ya da ne yapacağımı şaşırırdım. Ancak ikimiz de bunu kabullenmiştik. Louis beni ve coşkumu yönlendirmeyi severdi, ben de onun bana yaptıklarını ve yaptıracaklarını aynı şekilde.

Tenlerimiz yeniden daha farklı şekillerde birleştiğinde, işitmek için can attığım sesleri sonunda kulağıma ilişmişti. Kısık seslerine rağmen, içimden ona ulaştım, dedim. Dudaklarımın arasındaki teni, onu da beni de tatmin ediyordu. Biraz sonra bu onun için çıldırtıcı bir hal almaya başladığında dahi, tatmin olmaya devam edecektim. Kısa saçlarımdan enseme doğru bir anda kavradığında, talepkar bir mırıldanma çıkardı. Parmak uçları saç köklerime kadar ulaşmıştı ve her sıkıca tutuşunda, sanki ona verdiğim zevki beynimin en küçük nöronunda dahi hissediyordum. Eskisi gibi çekiştirememek, aşkımı daha da vahşileştirmiş olmalıydı. Ancak o yine de mırıldandı: "Saçlarını sevdim." Benim yapamadığımın aksine sevişmemiz esnasında arada sırada konuşmaları hoşuma gidiyordu. Sanki, o saniyelerdeki laf dinlemez kişiliklerimizi unutup normal hallerimizin var olmaya devam ettiğini hatırlatıyordu bana. Onu ağzımla memnun etmekle uğraşırken, saçımdan kavrayan eli çeneme ulaştı ve dilediği anda durmamı sağladı. "Çekmecedekileri alır mısın?"

Kast ettiğinin neler olduğunu biliyordum. Baş ucumuzda duran komodinlerin birinden istediği ne varsa çıkardım ve yataktaki boşluğa serdim. Louis aynı yerde, yani yatağa genişlemesine uzanmaya devam ediyor ve beni izliyordu. "Buraya gel." Üstüne uzanacaktım ki, kollarımdan tutup hafif hafif sırıtı. "Hayır, Harry." Başta anlayamamıştım. Bu yüzden aynı aptal gülümsemeyle suratına bakmaya devam ettim. "Ağzıma." diye cesurca itiraf etti. Kızardığımı hissetsem de kendime kızmak yerine, emin olamayarak göğsünden yukarı tırmandım. Dizlerim yatağın kenarında ve Louis'in başının iki yanında dururken, tutunacak hiçbir şeyim olmadığını fark ettim öncelikle. Sanki yataktan düşmem an meselesiydi. Louis beni ağzıyla rahatlatmaya kaldığı yerden devam ederken ona bakmıyordum bile. Neden utandığımı bilmiyordum, sonuçta bunu defalarca kez yapmıştık. Ayrıca aşağıda ilerledikçe, dengede durmam iyice zorlaşıyordu. Neyse ki aldığım zevke odaklanmam uzun sürmedi. Birkaç saniye içerisinde Louis'in ağzı sayesinde tamamen sırılsıklam olduğumda, ellerim tutunmak için Louis'in uygunsuz yerlerini seçmişti.

Sıra yatağa bıraktıklarımı kullanmaya geldiğinde, Louis pozisyonlarımızı bile değiştirmedi. Sadece bir şeylerin ağzını açmam için boştaki parmaklarımdan yardım aldı. Eline en sevdiğim kokulu yağlardan birini sürüp, tıpkı ağzını kullandığı gibi parmaklarını da benim için kullandığı anda inlemiştim nerede ve kimlerle olduğumuzu unutup, Louis sorun etmedi ama ben ellerimden birini kendi ağzımı kapamak için kullandım. Artık gözlerim boşlukta ya da odanın herhangi bir köşesinde değil, ya bacaklarımın arasında duran başında ya da geride kalan bedenindeydi. Sanki ses çıkaramamın acısını, gözlerim unutturmaya çalışıyordu gördükleriyle. Louis çok becerikli parmaklarını tıpkı benim sevdiğim şekillerde kullandıkça, kendi bilincime tutunmak daha da zorlaşıyordu benim için. Öyle yükselmiştim ki, geriye düşen başım her şeyden habersizce bana neredeyse tavana değecek gibi geliyordu. Ağzımı kapatan parmaklarımı ısırıyordum durmadan. Geleceğini hissediyor, ama dudaklarımdan buna engel olacak ya da son verecek tek bir kelime dahi çıksın istemiyordum. Vücudumdan aniden kayıp gidene engel olamamıştım bu yüzden.

Arkada bıraktığı ellerini öne çekip beni gövdemden sıkıca kavradı ben hala nefeslenirken. Gözlerim tümüyle üzerindeydi ama kulağım tamamıyla sağırlaşmıştı sanki. Sadece kendimin ve onun nefes seslerini işitiyordum. Yüzünün yorgun ama bıkmayan halini görüp yeniden sırıtmama engel olamadım. Terden parlayan yüzü bile benim için kutsaldı, hele de durduğum pozisyonda, ona hala yukarıda bakmaya devam ederken. Kasıklarım artık yüzüne yakın durmaktan çok uzaktı, ama hala göğsüne doğru duruyordum. Yağlı eli ise nefes alıp vermekten hızlıca yükselip alçalan karnımı tutuyordu diğeriyle birlikte. "Seni öpmek istiyorum." diye fısıldadım arsızca. O da beni kucağına çekti. Dudaklarımız dilediğim gibi birleştiğinde, ağzında kalan tadı bana bulaştırmasına her zamanki gibi kabul ettim cömertlikle. Kollarından destek alarak doğruldu. Kucağında durmaya devam ediyorken sadece aramızdaki ten farkı kapanmıştı. Yeniden bacaklarım onun belini sarıyor, onunkiler ise vücudumu tutuyordu elleriyle beraber. Dudaklarımız onun gerekenleri yapması için geçen sürede dahi ayrılmadı. Beni dudaklarına karşı hipnoz etmişti sanki. Kısa süreli ayrılışımızda, yeni hissiyatın getirdiği irkilmeye rağmen dudaklarından alamadım bakışlarımı. Oysa, öpmek için fizik kurallarına göre hareket etmeme bile gerek yoktu. Tamamen onunla birleştiğimde dizlerimin ne kadar çok yatak yaylarına battığını hissetmiyordum; hissettiğim sadece ve sadece Louis'den ibaretti. Sesi, teni, dudakları, parmakları, bakışları, mırıldanmaları ve kelimeleri. Sadece bunları duyuyor ve içimde tuttuklarımı tüm gücümle bastırıyordum. Sesleri kendime, kendimi de Louis'e.

Omuzlarını sıkı sıkı sarmıştı kollarım. Zevkle kasılıp duran bedenimi rahata erdirmek için kulağımın arkasını ya da saçlarımı veyahut boynumdaki en sevdiği yeri öpüyordu. Kollarının arasında gevşeyen bedenimi hissettikçe, öpücükleri omuzlarıma indi. Hakimiyeti tamamen vermese de, bir süre benim yönetmeme izin verdi ama aklımla düşenemiyordum. Tek bildiğim kuralı uygulamakla meşguldüm sadece; o da ses çıkarmamam gerektiğiydi. Oysa, Louis hiçbir şey dememişti bu konuyla ilgili. Çünkü o, nerede olursak olalım seslerimi hep duymak isterdi. Hem de, yanı başımdayken. Parmak uçları sırtımda bir noktadan öteki uca yürüyordu. Yataktaki hareketlerimiz aceleci ve sakar değil, aksine kontrollü ve ikimizi de zevkten öldürecek derecede yavaşlıktaydı. Hem zaten kimin acelesi vardı ki? Sonsuza dek birbirimize ait olmaya devam edeceksek, doya doya sevmeliydik birbirimizi. Artık onunla geçirdiğim her özel saniyeler, benim için ışık hızında değil yavaş çekimdeymiş gibi akıyordu. Bu tamamen Louis'in etkisiydi. Beni ve sıradan hayatımı, güzelleştirmekten fazlasını yapmıştı. Tıpkı, ikimizin de birbirimize doymak bilmeyeceğimiz bir anda üstümden ayrılmadan beni yatağa serdiğinde yaptığı gibi. Dudakları, dudaklarımda ve elleri belini sıkıca saran baldırımlarımdaydı. Kaçmayacağımdan emindi oysa ki, sadece beni daha çok hissetmek ve tüm vücudumu duymak için yapıyordu. İkimizin de aynı anlarda sonsuz gibi gelen kısa süreli rahatlamaya kavuştuğu anda bile öpmeyi kesmemiştik birbirimizi. Uzaklaşıp, dinleneceğimiz yerde birbirimize iyice sokulmuş ve dudaklarımızın anlatamadığını gözlerimizl anlatırcasına birbirimizi izlemeye devam etmiştik.

Bedenlerimiz birbirinden hiç ayrılmadan sakinleşti aynı dakikalar içerisinde. Soluk alıp verişleri kulağıma ninni gibi geliyordu ama sakinleştirmekten çok uzaktı. Elleriyle yeniden yüzümü tuttu ve dudaklarıma ölümü çağrıştıran, aynı zamanda yeniden doğmayı hatırlatan derin bir öpücük bıraktı. Dudakları benden çekildiyse bile, parmak uçları hala yanaklarıma yaslanık duruyordu. Birbirimizin gözlerini, sadece rahatlamaya erişen yüz mimiklerini izliyorduk ve bunu saatlerce yapabilirdik de. Hala hızla kemiklerime çarpıp duran kalbimle bedenine sokuldum iyice. O zaman, kolları beni dış dünyadan korumak istercesine tüm gövdemi sarmıştı. Artık kalp atışlarım dışında, dışarıdan gelen ağaç hışırdamalarını ve gecenin diğer sessizliklerini de duyabiliyordum. Konuşmak yerine, onda huzura kavuşmayı seçtim. Nabzım yavaşlamış, tutuşlarım git gide gevşemişti. Kollarının arasında bir kez daha uykuya dalmak üzereyken, nefes alıp verişleri bile sanki beni ne kadar çok sevdiğini anlatır gibiydi.

Rüya gibiydi ama hepsi gerçekti.

Misafirlerimiz çıktıkları şehir dışı tatillerinde evimizde birkaç gece daha kalmıştı yalnızca. Giderken, kendilerinin yaptığı gibi, bize de gezmeyi tembihlemeyi unutmamışlardı. Luca iyi biriydi, Esteban ise eğlenceli. Bize çok benzediklerini söyleyemezdim. Fakat dışarıdan bir gözün bizim için hangi sıfatları kullandığını da aynı şekilde merak ediyordum. Örneğin Louis romantik olansa, ben eğlenceli biri sayılır mıydım? Hiç sanmıyordum. Benim için Louis hem eğlenceli, hem yetenekli, hem sakin hem de olgun olandı. Louis her şeydi aslında gözümde. Abartmadığımı biliyordum.

Onların gitmesinden birkaç gün sonra, şehir merkezindeki özel bir üniversitede katılmam gereken bir seminer vardı. O gün gelene kadar çok fazla düşünmemiştim çünkü Louis, gerginlik yapmamam hususunda beni her defasında ikna ederdi konusunu ne zaman açsam. Misafirlerin gelmesi bir noktada kafamı oldukça dağıttığı söylenebilirdi bu yüzden. Sürekli seminerlere katıldığım söylenemezdi; hatta bu, okuldaki sunumlarım haricinde katılacağım ilk seminer olacaktı. Üniversitenin sanat dekanı, yaz okulu öğrencileri için dergide yayımlanan bir yazımı beğenmiş ve konuyla alakalı bir ve ikinci sınıf öğrencileri için beni konuşmaya çağırmıştı. Çok ciddi bir şey olmadığını biliyor fakat yine de geriliyordum. Üstelik, seminere Louis de katılacak ve aylar öncesinde aşağıda benim onu izlediğim gibi, o da beni izleyecekti. Bu beni daha da çok heyecanlandırıyordu ne zaman aklıma getirsem.

O gün gelip çattığında gerginlikten ellerim titriyordu ama kimse bunun farkında değildi. Sahnede spontane konuşacağımdan emin olduğum halde arka tarafta hazırladığım örnek konuşma kağıdını durmadan okuyup duruyordum. Zaman sonunda gelip çatmıştı. Uzun süredir olmadığım kadar şık bir halde çıktım herkesin önüne. Benden önceki konuşmacı anlattıklarını bitirmiş, sıra bana gelmişti. Öğrencilerin gözü bendeydi, ben onlara bakmasam bile bunun farkındaydım. Ancak gerginlik anında, insan bunun derdine değil de daha çok kelimeleri toparlayabilmek, hatta düzgün bir giriş yapmak için uğraşıyordu. "Merhaba Molise Üniversitesi'nin değerli Sanat Bölümü öğrencileri. Aranızdan birçoğunuz beni tanımıyor, biliyorum. Ancak ben de geçen sene aynı bölümden ikincilikle mezun oldum." Bundan gurur duymadığım halde neden söylemiştim, bilmiyordum.

Umursamadan devam ettim. "Bölümümü gerçekten çok seviyorum. Sanata bayılıyorum. Üzerine okumalar yapmaya ve yazıp çizmeye. Uzun bir süre heykellere ve alakalı hikayelerine takıntılıydım- ki hala üzerinde yeni fikirler üretmeye devam ediyorum. Belki biraz felsefik kaçıyor." Bana bırakılan sahnede öylece durmaktansa, yürümeye başladım üzerimdeki gözlerle. Benim gördüğümse, ciddi bir tavırla -elbette minik bir gülümsemeyle- sadece sevgilim Louis'di.

"Örneğin dört sene boyunca durmadan okuyup durduğumuz mitolojik hikayeler. Geçmişteki ulusların kültürlerini ve yaşamlarını yansıtmakla kalmıyor aslında şimdiyi de yansıtıyor. Herkesin bildiği basit bir örnekle başlayabilirim: Zeus, Tanrıların Kralı. Tek güç. Kardeşleri var ama biri denizleri, öteki ise yer altını yönetiyor. Kız kardeşlerine ise hiçbir şey düşmüyor. Ne kadar klasik." Salon hafifçe güldü son anlattıklarımla.

"Birkaç yüzyıl öncesindeki krallık sistemi gibi. En büyük ağabey en güçlü olan. Diğer kardeşler ise önemsiz yerlere gönderiliyor. Zeus'un eşi ve kraliçesi olmasına rağmen ölümlü ve ölümsüz herkesle yatmaya ve eşini aldatmaya devam ediyor ve çocukları da özel oluyor. Hera'nın ne kadar klişe bir şekilde aldatan eşi yerine her defasında kadınlardan intikam almasından bahsetmiyorum bile. Onun yerine veliaht prenslerini, ikisinin tek çocuğu olan Ares'i düşünelim. Savaş Tanrısı ve istediği olmadığı zaman çocuk gibi ortalığı karıştırabiliyor..."

Pantolon cebime sıkıştırdığım kağıda bakmaya gerek duymadan konuşmaya, anlatmaya devam ettim. Kaç saat sürdüğünü bilmiyordum ama yapabildiğimi gördükten sonra bir kez, sanki ihtiyacım olan tüm özgüveni hemen orada, sahnede herkesin tam karşısındayken toplamıştım. Konuşma bittiğinde ve herkes alkışladığında, tek düşünebildiğim Louis'in beni izlerken ne kadar gururlandığı idi. Konuşmam bittiği halde, sahnedeki yerime oturup diğer konuşmayıcı dinleyecekken arkadan birilerinin bana seslendiğini dıydum. Louis bilmediğim bir anda sahnenin arkasına geçmişti. Bana bakarken gururlanmaktan daha çok, endişe saçıyordu yüzü. İnsanların olmadığı bir yere çekerken dahi hala bunu beni öpmek için yaptığını falan zannediyordum.

"Sen konuşma yaparken, annen aradı." Sessizce bekledim söyleyeceği şeyi. "Büyükannen bu sabah vefat etmiş."

Duyduğum haberden sonra, bir tepki veremeden yüzüne bakmaya devam ettim. Oysa aklımdan geçen binbir düşünce vardı. Louis sarıldı hemen bana. Saçlarımın uçlarını okşarken, kucaklayışına bile geç karşılık vermiştim. Aklım durmuş gibiydi. Ne hissetmem gerektiğini çözemiyordum. "Üzgünüm Harry."

"Bugünün güzel bir gün olacağından emindim." diye mırıldandım omuzlarına sadece. Sessiz kalıp başımı okşamaya ve benim yanımda olduğunu hatırlatmaya devam etti bir süre daha.

Hızlı bir karar vermiştim. Annem beni bekliyordu, tek başına. Louis'le üç yıl sonra İngiltere'ye geri dönecektik. Cenazede annemin yanında olmam gerektiğini biliyordum bu yüzden aynı gün içerisinde, yanımıza doğru düzgün bir bavul bile almadan ilk uçağa bilet almıştık. Seminerdeki konuşmamdan neredeyse üç buçuk saat sonra, İngiltere'ye giden uçağa bindim Louis'le beraber. Ne kadar gergin olduğumu biliyordu bu yüzden elini bir an olsun ellerimden ya da omuzlarımdan çekmiyordu. Gergin olmamı gerektirecek çok fazla sebep vardı; yıllar sonra yeniden annemi görecektim ve büyük ihtimalle iyi bir halde olmayacaktı. Cenazede babamı ve diğer insanları da görebilirdim. Ayrıca İngiltere artık bana iyi şeyleri çağrıştırmıyordu; yalnızca acı ve geçmiş olan her şeydi benim için. Telafisi yapılsa bile, uçağın ineceği ilk yer Louis'in beni terk ettiği şehirdi; Londra'ydı. İkinciye uçağa binip ineceğimiz yer ise Manchester, kaygılarımın doğuşunun şehriydi. Yalnızlığımın her defasında yüzüme çarptığı yerdi. Eskiden ev dediğim yere dönmek istemiyordum ama mecburdum işte. Louis'in yanımda olması tek tesellimdi. Onunla da, uçaktan son kez indiğimizde kısa süreli vedalaşacaktım.

"Yakınlarda bir otel tutacağım. Bir şey olursa mutlaka ara, tamam mı?"  Dudağıma aceleci bir öpücük kondursa da, gitsin istemiyordum. Buradayken, içim endişeyle doluyordu.

"Anaïs'le konuştun mu? Belki buralardadır." Louis aksi gerçeği söylerken başını iki yana salladı. Benim için çağırdığı taksi sonunda havalimanında beklediğimiz yere  geldiğinde, arabaya kadar eşlik etmişti. "Büyükannenin evini tarif et ve vardığında bana mutlaka haber ver. Annenle de ne olursa olsun kavga etme. Sana ihtiyacı var." Kapıyı kapamadan önce dudaklarımı bir kez daha öptü. Kendimi o an, Floransa'daki okul günlerimden birindeymişim gibi ve birkaç saatliğine Louis'den ayrılıyormuşuz gibi düşünmek ve rahatlatmak için uğraşıyordum. Diğer türlü ondan yeniden ayrı kalmanın korkusuyla nasıl başa çıkabilirdim bilmiyordum asla.

Taksiden inip bana sadece en büyük ve en kötü hatıralarımı çağrıştıran iki katlı müstakil eve baktım sadece bir süre. Manchester'da hava çoktan kararmıştı. Ağustos olmasına rağmen tam olarak sıcak sayılmayan, tuhaf bir havası vardı. Aslında hiç de unutmamıştım bu detayları. Sadece, Molise'ye düşündüğümden daha çabuk alışmıştım. Bunları düşünmeyi bırakıp kapıyı birkaç kez çaldım. Kapıyı açan Dean'in eşi Carol olmuştu. Beni görünce gözlerini kocaman açtı. "Tanrım, Harry! Geleceğini bilmiyorduk." Hemen sırt çantamı almakla ve beni içeri çekmekle uğraştı. Tepkisine sessiz kalıp büyükannemin her şeyiyle aynı duran evinde birkaç isteksiz adım attım. Carol bana annemin olduğu odayı eliyle gösterdikten sonra sessizce geldi peşimden. Önden gitmemi, annemin ne halde olduğunu görmemi istemişti önce.

Koltukta oturmuş, ağlamaktan kan çanağına dönmüş gözlerini ayaklarında tutuyor ve yanında onu teselli etmeye gelenleri dinlemeden aynı yere bakmaya devam ediyordu. Omuzlarına değen kumral saçları dağınıktı, hem de hiç olmadığı kadar. Simsiyah giyinmişti, benim aksime. Üstümde hala seminer için giydiğim şık takımlarımdan biri vardı ve bunu umursayacak bir anım bile olmamıştı. Yanındaki kadın onu dürtünce gördü beni. Yüzü berbat bir haldeydi. Başta beni tanıyamamış gibi uzun uzun baktı yüzüme. "Anne." Dudağımı ısırsam da ona doğru bir adım daha attım. "Ben geldim."

Ne kadar güçsüz olduğunu önemsemeden ayağa kalktı ve hiç düşünmeden kucakladı beni. "Harold." İsmimi söylerken dahi orada olduğuma ne kadar sevindiğini belli ediyordu. "Oğlum."

Kollarımı üstündeki siyah gömleğe sardım. Sanki ona sarılışım bile değişmişti. Ben değişmiştim ve henüz bunu bilmiyordu. "Buradasın."

"Senin için geldim." Bir adım atarak uzaklaştıktan sonra, ellerini bırakmadan açıksözlülükle konuştum. "Ama çok kalmayacağım. İyi olduğunu kendi gözlerimle görmeye ihtiyacım vardı." Omuzlarımı tuttu ve bana hayran hayran baktı gözlerindeki yaşlara rağmen. "Lütfen bana iyi olduğunu söyle."

"Annem öldü Harry." Yeniden ağlamaya başladığında bu sefer sıkıca sarılan bendim.

"Ben buradayım artık." Sarılmaya ve omuzlarımda ağlamaya devam etti. Yanındayken, iyi hissetmem için önce onun iyi hissetmesine ihtiyacım olduğunu anlamıştım. Bu yüzden, en azından gidene kadar elimden geleni yapacağımı mırıldandım içimden. Onu bu kadar üzgün görmek beni mahvetmişti.

Akşam yemeği saati gelmeden önce, evdeki gereksiz kalabalıktan yarın kilisede cenaze töreni olacağını ve ondan sonraki günde de gömüleceğini öğrenebilmiştim. Gece geç saatlere kadar gitmeyen baş sağlığına erkenden dolup duyuşanları Carol yengem kapıya kadar geçirdi. Annemse o saate kadar bir şey yememişti ve en sonunda ısrarlarımla mutfakta bir şeyler atıştırmaya ikna edebilmiştim onu. Carol Daisy'e bir şeyler anlatmakla meşgulken, ben de Louis'e yazmakla ilgileniyordum. "Sen eve dönebilirsin Carol. Dean'e haber ver seni alsın artık. Nasıl olsa Harold benimle." Carol bana baktıktan sonra başını salladı. Ben de hemen telefonumu cebime atıp masadaki boş bir sandalyeye geçtim. Carol eşyalarını toplamak üzere mutfaktan çıkıp gidince masada annemle baş başa kalmıştık.

"O nerede? Haber vermedin mi yoksa?" Annem, babamdan bahsettiğimi biliyordu.

"Bizimkilerden biri illa ki söylemiştir." Keyifsizliği yüzüne olduğu kadar cümlelerine de yansıyordu. "Yarın çok uzun bir gün olacak. Uyumak istersen sana yatağımı veririm."

"Mercedes ve Dolares teyzem nerede peki? Neden bu evde tek başınasın anne?" Bilmediğim bir öfkeyle sordum.

"Hepsi yarın gelecek. Mercedes'i bilmiyorum." Haline rağmen hafifçe güldü. "Her zamanki gibi. Geleceğini sanmıyorum. Babam öldüğünde bile gelmedi. Onun favori kızı olmasına rağmen."  Favori kızı olduğu için mi onu defalarca kez yüz üstü bırakıp evden gitti? Annemi daha da üzmek istemediğimden bir şey demedim. "Artık buradan başka bir evimiz yok." Masanın altında duran elimi bulup tuttu. "Eski evdeki bazı eşyalarını, kıyafetlerini buraya getirdim. Hiçbirini atmak istemedim."

"Teşekkür ederim anne." Ellerini ellerimin arasına aldım. Aramızdaki gereksiz mesafe can sıkıcıydı. Bu yüzden sandalyemi onunkine yaklaştırdım ve başımı omzuna bırakmaktan alıkoymadım kendimi. İkimizin de artık böyle hissetmesini istemiyordum. Ona yaklaştığımda, hemen mutlu olup başını benimki gibi başımın üzerine koydu.

"Saçların güzel olmuş." Gülümsemeye çalışırken mırıldandı. "Yolculuğun nasıldı? Hayatın nasıl? Nasıl bu kadar hızlı bilet bulup gelebildin hem?"

Sakince omuz silkip ona bakmak için geri çekildim. "Bugün bir seminerim vardı." Anlatmaya başladım. En azından, cenazeyi ve ölen annesini birkaç dakikalığına unutmak ona iyi gelecekti.

Gecenin ikisinde ancak koltukta uyuyakaldığında, köşede katlı duran battaniye ile üzerini örttüm güzelce. Yorgun olduğu halde düşüncelerinin onu uyutmadığını biliyordum. Belki de, düşündüğümden daha çok benziyordum anneme. Birkaç ışığı açık bıraktım onun için. Evin üst katına çıkarken üzerimde tuhaf bir huzursuzluk vardı. Sanki, gerçekten hayaletli bir evde dolaşıyordum. Büyükannemin sinir bozucu ruhu beni takip ediyordu. Böyle şeylere inanmadığım için sadece gözlerimi devirdim kendi kendime. Eski eşyaların ve odaların arasında dolaşırken annemin dediği bana ait eşyaları arıyordum. Hepsi annemin odasındaydı. Dolabı açıp içini karıştırmaya başladım hızlı hızlı. Elime dokunduğu anda, elektrik çarpmış gibi bir hisse kapıldım. Kaşe kumaşı halen sapasağlam ve simsiyahtı. Askılıktan çekip tamamen parmaklarımın arasına aldım ceketi. Yıllar öncesindeki gibiydi, hiçbir şey değişmemişti aslında.

Kendi kendime yarın bunu giyerek kendimde güç bulacağımı söylerken, büyük komodinde eşyaların arasında duran anahtarlık parladı gözüme. Anahtarlığındaki kağıdında, Dağ Evi yazıyordu. Annemin birkaç saat öncesinde bana anlattıklarının arasında söylediklerini düşündüm. Orayla her sene kimse ilgilenmek istemediği için, tüm kardeşler satmayı düşünüyordu. Parası ise herkese eşit bir şekilde pay edilecekti. Daisy ilk söylediğinde duruşumu bozup üzülmek istememiştim. Ancak aynı anahtar avcumun arasındayken aynı şekilde kalmak benim için imkansızdı. Ağlayacak kadar çok üzgün hissettim o anda da. Oysa, üzülecek ne vardı ki bunda? Her sene gidip gördüğüm bir yer bile değildi. Düğünden sonra gitmek hiç istememiştim oraya. Hissedeceklerim korkutmuştu ve o zamanlar da korkağın önde gideniydim.

Anahtarı ortadan kaldırıp komodin çekmecesinin içine bıraktım ve sessizlikle gittim evin banyosuna. Küveti ılık suyla doldururken derin nefesler almaya çalışıyor ve gelen ağlama isteğini bastırmak için uğraşıyordum. Sakinleşmem gerektiğini biliyordum. Bu yüzden banyo yapmaya karar vermiştim. Sanki orada gizli kaçamak ağlasam bile kimsenin haberi olmazdı, benim bile. Küvet sonunda şeffaf suyla dolduğunda, içini dolduran yalnızca tek bir üzgün beden vardı. Anneme üzülüyordum, çünkü hayatı boyunca tek başına yaşamaya devam edecekti. Hiç bilmediği bir şeydi bu. Onu seven annesi yoktu, kocası yoktu. Oğlu ise hep uzakta olacaktı, hem de sadece mesafe olarak değil. Ve bana ait olmayan bir şeyi kaybetmeme üzülüyordum. Dağ evine bir daha gidemeyecek olmama. Oysa, orası kendimi tanıdığım ilk yerdi. Elimden alınmasına hiç hazırlıklı değildim her zaman olduğu gibi. Sanki onunla veda etmek, anılarımın tümüne veda etmek gibiydi. Soğuk mermere yaslanan omuzlarım suyun içinde yavaşça kaydı ve beni tamamen suyun içine aldı. Kendime gelmem gerekiyordu. Aşağıda nefesim bittiğinde, küvette doğruldum ve dizlerimi karnıma çektim. Louis'i düşündüm; burada olsaydı yine benimle ilgileneceğini ve saçlarıma dokunarak her şeyin geçeceğini söylediğini hayal ettim. Veyahut annemin, tıpkı çocukluğumdaki gibi beni yıkadıktan sonra özenle kurulayıp giydirişini düşündüm. Yüzümdeki ıslaklığın sebebi, küvetin içindeki su değildi artık.

Sabah olduğunda annemle ikimiz kilisedeki tören için erkenden kalktık gerek olmadığı halde. İkimizin de uyumak için çok hevesli olduğu söylenemezdi zaten. Üzüntü bulaşıcıydı ve o evdeyken hastalıktan korunmak imkansızdı. İkimiz de cenazeye yakışır siyah elbiselerimizi giydikten sonra, arabayla yakınlardaki kiliseye geçtik. Annem arabayı benim sürmemi istedi. Sevmediğim halde ricasını kabul ettim. Kiliseye ilk varanlar bizlerdik. Sonrasında Dolares teyzem ve ailesi geldi. Onlar da tamamen siyah giyinmişti. Diğer aile üyelerini beklerken, kapıda durup gelenleri karşılıyor ve sarıldıktan sonra baş sağlığı dileklerini kabul ediyorduk. Aynı saat içerisinde tüm kardeşler kilisede toplanmıştı. En son Dean geldiğinde Daphne haricinde tüm ailesini es geçmiştim. Gözüm hala kapıdaydı ve ister istemez onun da geleceğinin hayalini kuruyordum tüm inancımla. Mercedes'in de burada olmasına çok ihtiyacım vardı her ne kadar bunu kendime itiraf edemesem de. Ve eminim, onun da bana ihtiyacı vardı.

Tören saatine başlamasına çok az bir süre kalmıştı ki, aile üyeleri kapıda durmayı bırakıp diğer herkes gibi yerlerine oturmaya gitti, annem ve ben kalmıştık sadece. Sonra, bir anda onun geldiğini gördüm. İlk başta Mercedes'in geldiğine inanamamış ve başka birini benzettiğimi sanmıştım. Ancak sadece beni görür görmez sarıldığı ilk kişi olduğum zaman, onun gerçekten Mercedes olduğuna inanmıştım. Tıpkı onun gibi sıkıca sarıldım özlem duyduğum varlığına. Uzun açık kumral saçlarının güzel kokusu burnuma kadar gelmiş ve beni mutluluktan ağlatacak duruma getirmişti. Yeniden güç aldığımı hissetmiştim sanki onun sayesinde. "Harold." diye sayıkladı gözyaşları içerisinde. Beni gördüğü için mi, yoksa annesine mi ağladığını bilmiyordum. Uzun bir süre bana sarılmayı bırakıp ablası Daisy'e sarılmak için bir adım dahi atmadı. Sadece, upuzup gideyen bir süre boyunca bana sarıldı.

Törenin başlayacağı minik çanlarla belirtilirken, Mercedes sonunda annemi kucaklamaya geçmişti. Oturanların tümü dönmüş bizi izliyordu. Bense, etrafımı umursamadan yeniden yaşlanan gözlerimi siliyor ve Mercedes'in üstündeki siyah takıma bakıyordum. Güneş gözlüklerini ikimize sarılmadan önce saçlarına takmıştı. "Geç kaldığım için özür dilerim."

"Hadi, geçelim." Annem önden gidip yerlerimizi gösterirken Mercedes benim koluma girmişti. Sıra sıra dizilmiş tahta banklara oturduk. Gözlerim daha o anda, tabutun içinde bilinçsizce uyuyan büyükanneme gitmişti. Ölü birine bakmak, ne zaman ve nasıl olursa olsun insanı dehşet bir korkuya düşürüyordu. Sanki her şeyin anlamsız olduğunu bir anda anlıyordun ve yaptığın onca şeyi nasıl telafi edeceğini bilemiyordun. Çaresizliği, korkuyu ve endişeyi, tüm kötü hisleri bir anda hissediyordun ve uzun bir süre de aşamıyordun. Papaz gelip de uzun konuşmasına başladığında bile, gözlerim büyükannemin cansız yatan bedeninde durmaya devam etti. Onu öyle gördükçe, nefretim bile yok olup gitmişti. Bu çok tuhaftı. Artık kimse bir şeyleri geri alamazdı. Özürler, aflar yoktu. Hoşgörü yoktu. Hatalar ve ödüller yoktu. Sadece ondan geriye anılar kalmıştı ve onlar da zamanla silinip gidecekti.

Konuşması için ilk söz anneme verildi. Bankın kolçağından güç alarak ayağa kalkabilmişti. Siyah uzun elbisesini Carol yengem onun için dün özellikle ütülemişti. Kürsüye çıkıp konuşmaya başlamasından önce, bana bu anların nereden tanıdık geldiğini düşünüyordum. "O benim için, her şeydi. Bana hayatı o öğretti. Son günlerinde, yanında kalırken benimle ne kadar gurur duyduğunu söylemesi hala kulağımda. Unutmuş olduğunu düşündüm, çünkü anne, kızın kırk dört yaşında ve senin kızın olmak dışında gurur duyulacak hiçbir şey yapmıyordu. Ama böyle hissettirmezdi asla..." Ağlamaktan konuşamadığında, kolumda duran Mercedes'in elini sıktım. Onu bu halden çekip çıkarmak istiyordum. "Huzur içinde uyu anne."

Yan tarafta oturan Dean, elindeki kağıtla çıkmıştı konuşmasını yapmaya. Annem yanımıza oturduğu zaman başladı okumaya. "O, bu dünyada görüp görebileceğiniz en yufka yürekli kadını ve en merhametli ve güçlü annesiydi. Altı çocuğunu birden yetiştirip hepsinin en iyi yerlere gelmesi için çabaladı ve başardı da. Bizimle ve torunlarınla gururlandığını biliyoruz. Gittiğin yerde meleklerle karşılanacağını da öyle. En güzel yeri hak ediyorsun çünkü orada." Üzgün olduğu her halinden belliydi yine de, ama söylediklerinin neredeyse hepsi yalandı. Bu yüzden yine sinirle dolmuştum o adama. Sahneden indiğinde ve sıra diğer kardeşlere geçtiğinde gözüm ve kulağım hala Mercedes'teydi. Geldiğinden beri tek kelime etmemişti. Cebinden çıkarıp durduğu ufala ufala iyice buruşmuş kağıdı gördüğümde, konuşmak için bu kadar gergin olduğunu tahmin etmiştim.

Konuşması için sıranın ve törenin sonunu bekledi. Kürsüye çıkarken tok tapuk sesleri bile tüyler ürperticiydi. Sanki, Mercedes'in hesaplaşma gününe gelmiştim. Uzun bir süredir gözlükleri kafasının üzerinde değildi. Herkesin önünde duruşu dik ve gayet kendinden emindi. Elinde oynayıp durduğu kağıdı açmaya bile gerek duymamıştı. "Evet, ben Mercedes March. Beni gördüğünüze şaşırdığınızı biliyorum. Çünkü Haloise March'ın hayırsız evlat diye konuşup durduğu çocuğu benim." Gözlerim endişeyle etraftakilerin tepkisini görmek için uğraşıyordu. Dean şimdiden huzursuzca kişnemeye benzeyen sesler çıkarmaya başlamıştı bile.

"Ama sonuçta benim de bir kalbim var. O beni hiç sevmese de, ben onu annem olarak görüp sevebilmiştim. Onun gerçekten kızı olduğumu hissettiğim tek bir gün vardı." Gözleri yavaşça tabuta gitti. "O da evlendiğim gündü. Onu bile rol icabı yapıp yapmadığını bilmiyorum ama beni ağlatan kısım, o hissin ne kadar güzel olduğunu bir kez de olsa deneyimleyebilmekti." Gözleri dolmak üzereydi bu yüzden dudaklarını sıkıca birbirine bastırdı. "Çok isterdim, düzgün bir anne-kız ilişkimizin olmasını. Ama ikimizden biri bunu beceremedi. Hem ne önemi var ki? Birilerini suçlamak için artık çok geç. Annem de babamla aynı yerde. Sonsuza dek kalbimde en iyi halleriyle hatırlayacağım ikisini de."

Kilisedeki birçok insan, taziyelerini iletmekle kalmayıp büyükannemin saygısına eve de gelmişti. Bu tuhaf bir gelenekti ama birçoğu gibi sorgulamadım. Annemin söylediğine göre misafirlerin yemekleriyle Dean ilgilenmişti. İçerisi çok kalabalıktı ve adım atmaya yer bile olduğu söylenemezdi. Baş sağlığına gelen herkes Mercedes'in kilisede söylediklerini konuşuyordu. Dayılarım ve teyzelerim ise hala daha miras konusundalardı. "Bu ev Daisy'e kalabilir. Annem son isteğinde böyle yazmış." Dean sandalyede oturan annemin omzuna kendince destek dokunuşu yaparken asabiyetle ayrı bir köşeden onları izliyordum. "Dağdaki evi bir an önce satmalıyız. Malum, Mercedes'in ne zaman buralara uğrayacağı belli olmaz."

"Dean, sırası değil." Annem büyük kardeşini sabırla uyardı. "Evde bir sürü misafir varken bunları konuşmayalım lütfen."

"Ne? Ben hepimizin iyiliği için uğraşıyorum." Dean söylenirken durduğu yerden çekildi. Dolares'se hala Daisy'i teselli etmekle uğraşıyordu. Mercedes sigara içeceğini söyleyerek bahçeye gittiğinden beridir ortalıkta gözükmüyordu. Ben de annemin yanına geçtiğimde, kilisedeki törenden sonra eve ilk kez gelen Daphne ve yeni nişanlısı olan çocuğu gördüm girişte. Dean kızının olduğu tarafa geçmişti hemen. "Başınız sağ olsun, efendim." dedi çocuk anneme ve Dolares teyzeme. Bense kuzenime ve kendisi için seçtiği kişiye bakıyordum. Daphne'nin erkenden evleneceğini hiç düşünmediğim için şaşırmıştım sanırım. "Harry'le tanışmadınız, Daisy halamın oğlu. Bu da nişanlım, Judah." Daphne bizi tanıştırır tanıştırmaz hemen tokalaştım.

"Tebrik ederim." Yapmacık olmamaya çalışarak gülümsedim. "Haberim yoktu."

"Evet, uzun bir süredir yoktun." Daphne muhtemelen mutfaktan bulduğu elindeki kadehi dudaklarına götürdü sessizce mırıldanırken. "Teşekkürler." Karşımda durmayı bırakıp yanıma geçti ve misafirlere göz attı benim gibi. Nişanlısı müstakbel babası Dean'ın yanına gideceğini söyledikten sonra, kalabalığın içinde Daphne'yle baş başa kalmıştık. O anda benim de şaraba ihtiyacım olduğunu yeni fark ediyordum. Yine söze başlayan Daphne olmuştu. "İtalya nasıldı? Artık buralarda mısın yoksa?"

"Hayır, bunların hepsi bitince geri döneceğim." Ellerimi ceketimin ceplerine yerleştirdim. Daphne bana döndü.

"Düğünüme geleceğini düşünüyordum." Böyle dediğinde kendime engel olamadan güldüm.

"Gelmem Daphne." Söylediğimden ötürü kırılmıştı ama sebebini de biliyordu. Dayımın yüzünü görmek için hiçbir yere kalkıp gidemezdim. Hele de, ondan bu kadar nefret ederken.

Dobralığımla onu kırmamdan ötürü kısa bir sessizlik oldu aramızda ama kalabalığın gürültüsü gerginliği alıyordu. "Mutlu musun peki?"

Yavaşça gözlerimi ona çevirdim. Büyüdükçe, Mercedes'e benzediğini daha ilk kez o an fark ediyordum sanki. "Evet, ya sen? Judah'la?" İsmi bir garipti bu yüzden telaffuzunu yaparken zorlansam da yüzümü buruşturdum hemen.

"Evet, çok mutluyum." Kadehinden bir yudum daha aldı. "Annen Dolares'e anlatmış, Dolares de benim anneme." Açıldığımı kast ettiğini yüzündeki o ifadeden anlamıştım. Neyle karşılaşacağımı bilmeden yutkundum. "Başta biraz şaşırdım, yalan söyleyemem. Ama benimle paylaşmaman için çok sebebin vardı, anlıyorum. Abilerim ve babamdan ötürü."

"Umarım bunu onlardan kaçmak için yapmıyorsundur Daphne." Sabırsızca araya girdiğimde rahatça güldü.

"Hayır, Harry." Yakınlaşıp omuzlarımızın arasında duran mesafeyi kapattı. "O kibar ve düşünceli biri." Nişanlısına bakarak iç çektiğini görebiliyordum. "Bu ailede en azından normal birinin olduğunu biliyordum." Başını hafifçe omuzlarıma yasladı. "Belki sen ve ben bu ailede iki kuzen değil de, sadece birbirini tanımayan iki insan olsaydık arkadaş olabilirdik, öyle değil mi Harold? Dean March'ın kızı olduğum için benden nefret etmezdin."

"Senden nefret etmiyorum Daphne." Bunu açıklamaya çalışmak garipti, bu yüzden yutkundum ve kaçacak bir kapı aradım kendime. "Ben, senin aksine hala tek arkadaşım sen olduğunu düşünüyorum. Belki seninle hiçbir şey paylaşmadığımı düşünüp buna arkadaşlık mı diyorsun sen, diye geçiriyorsundur içinden." Derin bir nefes aldım. "Ama bu konuşmayı seninle yapabilmek bile benim için çok şey ifade ediyor." Yanağını omzumdan çekmeden sakinlikle elini ceketimin sırt kumaşında gezdirdi.

"Benim için de iyi bir arkadaştın Harry. Çocukluğum boyunca." Yavaşça uzaklaştı bedeni benden. "Belki, ailelerin katılmadığı düğün sonrası partiye gelmek istersin." Tebessüm ederek ayrıldı yanımdan. Sadece gülümseyişine karşılık verebildim. O gittiğinde ise, sanki yeniden ezbere bildiğim yalnızlığımla baş başa kalmıştım. Üstelik etraftaki kalabalık azalmıştı. Herkes mutfakta toplanmıştı.

"İşte geldi." dediğini duydum Dean dayımın. Kızı Daphne'den bahsediyordu. "Çok güzel bir düğün planlıyoruz." Düğün konuşmak için, doğru bir yer miydi cenaze evi? Mercedes kapıdan içeri girdikten sonra abi radarına takılmasını kabullenmişçesine başını önüne eğdi ve kendisine yaslanılacak boş bir köşe buldu. Ben de, dikkat çekmeden yanına geçmiştim. Tüm kardeşler ve büyük torunlar mutfakta toplanmıştı ve bu tesadüfen gelişen bir şey miydi, bilmiyordum. "Ama çok dikkat etmesi gerek. Malum etrafında çok fazla çeşitli rol model var."

"Ne demek istiyorsun?" diye sordu Dolares teyzem sanki onu kaaleye almıyormuşçasına. Annem de öteki köşede, yapılan şakaların hiçbirine gülmeden sadece dinliyordu.

"Malum, gidip de Mercedes halasını örnek almasın. O kadar şatafatlı düğünden ve mükemmel bir damat adayından sonra..." Sinirle sıktım bir anda tüm yumruklarımı. Louis'den hangi hakla böyle bahsedebilirdi? "Daisy desek zaten..."

"Neden sadece seni ilgilendiren konularda konuşmuyorsun?" Mutfaktaki tüm March ailesi bana dönmüştü. "Örneğin ölen annen ve sana kalacak yüklü paralar hakkında konuşup durabilirsin her zaman yaptığın gibi." Öfkeden kendimi bilmediğim bir anda fırlayıp gitti ağzımdan sözler. Önce Mercedes'le sonra da annemle böyle rahatça dalga geçebilmesi ağırıma gitmişti. Ve onca insanın içinde, en küçük olan ben olmama rağmen neden kimse ağzını açamıyordu?

"Harry, sus." Daisy birden sinirle bana döndü.

"Yalan mı?! Annesi yakın zamanda ölmüş gibi davransa ya biraz-" Mercedes kolumdan tutup beni bahçeye sürüklerken de sakin olmamla ilgili şeyler mırıldanıyordu.

"Harry kendine gel ve sakin ol. Hemen." Omuzlarımdan tutup beni sarsarak kendime getirmek için uğraşsa da, tüm uğraşları boşaydı çünkü öfke nöbetine kapılarak yaptığım bir şey değildi tüm bunlar. Artık dolup taşıyordum o adama karşı. "Büyükannen daha dün öldü. Saygılı olmamız gerektiğini unutma. Bırak istediğini söylesin."

"Sana bir söz verdim Mercedes, unuttun mu?" Asıl onu kollarından tutup sarsarak kendine getirmek istiyordum. "Birbirimize bir söz verdik. Onların asla seni ezmesine, canımızı yakmasına izin vermeyecektik."

Başını hızla iki yana sallamaya başladı çenemi tutarken. "Onlar, benim canımı bir daha asla yakamazlar. Hiçbiri umurumda değil, anlıyor musun? İkimiz de güçlüyüz artık Harold. Bırak istediği kadar konuşsunlar."

Sarılarak beni sakinleştirdiğini düşünmesine izin verdim. Sadece daha iyi hissetmesi için sakinleşebilirdim de. Ayrıca ona sarılmayı dahi ne kadar özlediğimi hatırlıyordum. Bu yüzden, büyükannemin evinin büyük bahçesinde uzun uzun sarıldım ona, sanki özlemimizi böyle giderebilecekmişiz gibi. Aynı yerde, yıllar önceki anılarımız gözümün önünden tek tek geçerken, gülümsemem için çaba sarf etmeme bile gerek kalmamıştı. "Seni özledim Mes."

"Ben de seni, Harold. Ben de seni." Başını çekmeden kulağıma doğru konuştu. Kolları hala sıkı sıkı sarmaya devam ediyordu.

"Büyükannem için üzgünüm." İsteksizce mırıldandım.

"Olma." Çekilirken gülümsemek için uğraştı. "Hiçbir şey için üzgün olmana gerek yok senin Harold."

Beraber yeniden içeri girmiştik. Bir anda gelişen gerginlikten dolayı herkes evin ayrı bir köşesine dağılmıştı. İlk işim, Mercedes'i bırakmadan annemi bulmak olmuştu. Az önce onu huzursuz hissettirdiğim için özür dilemiş ve gönlünü almayı başarmıştım. En azından bir konuda işe yaradığımı görmek o anlık içimi rahata erdirmişti. Ama o adam bu evde gezinip durduğu sürece, huzursuzluklarımın bitmeyeceğini çok iyi biliyordum. Bu yüzden evin daha sakin bir anında, onun alt kattaki lavabolara gittiğini görmemle çok belli etmeden peşinden gittim. Beni gördüğünde musluğun önünde ellerini yıkıyordu. Az önceki laflarıma bozulduğu için hiçbir şey demeden istifini bozmadı ve ellerini havluya kuruladı. Ama ben onun kadar soğukkanlı kalamamıştım.

"O günü hatırlıyorsun değil mi?" Diye sordum beklemediği bir anda. Aynadan kapı önünde duran yansımama baktı. "Ben, bana yaptıklarını hatırlıyorum. Hem de her birini. Hatta o anlar bana ait olmadığı halde senden on beş yaş küçük kız kardeşine vuracak kadar adi olduğun günü de hatırlıyorum Dean." Sözcüklerimden sonra kaşlarını çatarak 'bu ne cüret' dercesine bana dönmüştü. "Hatırlıyor musun? O gün bana erkeklikten yoksun olduğumu söylemiştin." Karşısında dikilip dibinde durduğumda rahatsız olup geri çekildi. Üstüne gittim.

"Harry, geri çekil yoksa elimden ters bir şey-"

Lafını böldüm. Çünkü yapamayacağını biliyordum. "Şimdi o çok övdüğün erkekliklerimizi karşılaştıralım mı?  Mesela oğlunun nasıl yanlışlıkla burnunu kırdığımı hatırlıyorsundur, bu seni korkutmuyor mu? Çünkü o zaman sadece kahrolası on sekiz yaşındaydım." Gözlerini kaçırıyordu benden. Kolumu morarttığı gün, çocuktum ve o ise kırk beş yaşındaydı.

"Bir daha annemi ya da Mercedes'i kıracak bir söz bile etmeye kalkarsan sana bunu ve o günlerin acısını misliyle ödetirim." Sinirden ellerim titriyordu konuşurken. "Ve kanayan tek yerin burnun olmaz."

Cümlelerimden sonra sinir bozucu bir şekilde güldü. "Mercedes'in eski kocasına mı güveniyorsun da gelmiş dayını tehdit ediyorsun Harold?"

"Açıkçası, asla geçmeyen ve sadece sürekli büyüyen sana olan kinime güveniyorum." Öfkemin aksine sakinlikle geri çekildim. "Ayrıca sen benim dayım falan değilsin. Hiçbir şeyim olamayacak kadar iğrençsin çünkü." Dean mimiksiz yaşlı suratıyla bana bakmaya devam ediyordu. Bir şey söylememesi güzeldi, çünkü benim söyleyeceklerim daha bitmemişti.  "Bundan sonra, seni ilgilendirmeyen konulara burnunu sokmak yerine emekliliğine odaklan ve erkenden büyükbaba olmanın keyfini çıkar. Tabii, asla evlenmeyen büyük oğlun benim gibi "ibne" değilse."

Onu orada öylece bırakıp çıkmıştım. Derin ve temiz nefesler almaya ihtiyacım vardı. Hızlı adımlarla yukarıya, annemin odasına çıktım ve dün gece anahtarı koyduğum yerden aldım. Evden annemin arabasıyla çıkıp gitmeden önce sadece bilmesi ve merak etmemesi için ona haber vermiştim. Neden zirveye gittiğimi sorduğunda ise, her zamanki kaçamak ve gereksiz bir şeyler zırvalamıştım. Önemli olan inanmasıydı ve her zaman bu konuda başarılıydım da. Annemin arabasına atlayıp giderken ikinciye düşünmedim bile. Yolun kaç saat süreceğini, eskisi kadar iyi hatırlayıp hatırlamadığımı. Hiçbirinin önemi yoktu. Veda etmem gerekiyordu, çünkü o gece buna hiç fırsatım olmamıştı. Artık güçlü olduğumu biliyordum ve de. Zirveye veda etmeye gücüm olduğunu da.

Havanın kararmasına hala belli bir vaktim varken yetişebilmiştim zirveyi aydınlık gözlerle görmeye. Arabayı öndeki toprak alana gelişi güzel bıraktıktan sonra, çok da aceleci değildi kapıyı açıp da ayağımı yere basışım. Az önceki kararlılığıma rağmen bunu kaldırıp kaldıramayacağım konusunda endişeler yaşıyordum. Ancak büyütecek bir şey yok dedim kendime. Korkmuyordum kimselerin olmamasından. Evin ışıkları hiç yanmıyordu. Barakanın kapıları sonuna kadar çekilmişti. Öndeki çelik giriş kapısı defalarca kez kilitlenmiş olmalıydı. Eve girmeden önce, adımlarımı beni üzgünlüğe sürükleyeceğini bile bile gölün kıyısına yönlendirdim. Gökyüzü gibi, kırık bir turuncu ve mavilikle kaplanmıştı suyun yüzeyi. Onu en son gördüğümde, düğünde yazdığım şiiri içine atmıştım. Acaba hangi büyük balıklara yuva olmuştu o kağıt parçası şu an?

Ellerimi cebime sokup gölün kıyısını baştan sona yürümeye devam ettim. Tahta iskele beş senede tamamen paramparça olmuştu. Sadece göle bırakılan kazıkları ayaktaydı. Düşününce, üzerine çıkıp Louis'in bana balık tutmayı öğretişi dün gibi geliyordu ama üzerinden seneler geçmişti. Büyümüştüm, değişmiştim. Her ne kadar ikincisinde Louis beni aksine ikna etse de. Ormanın içindeki eski tahta tekne ise tamamen yosun tutmuştu ve yeşilliklerin arasından belli olmuyordu bile. Başımı hala tüm bunları kabul edemediğimi belli edercesine iki yana sallamaya devam ediyordum. Gölden uzaklaşıp evin etrafını dolaşmaya başladım yavaş adımlarla. Gölü gören öndeki iki odayı ve köşedeki odayı hatırladım. Penceresinden içip içip yere attığım sigaraları ve o bitmek bilmeyen geceyi... Her şey dışarıdan mükemmel gözüküyordu oysa. Muhteşem bir ev, harika bir manzara. Ama içi öyle değildi. Biz bile, acılarla doluyduk. Tüm bunları kabullenirken acı bir gülümseme yayıldı suratıma. Ormana bakan odamın büyük penceresi gözlerimin önündeydi. Ağlamaktan çok uzaktım ama öyle duygu yüklüydüm ki, ne yapacağımı şaşırmış ve uzun uzun kapalı perdelerin önündeki camı öylece izlemeye devam etmiştim.

Daha yavaş yürüdüm verandadan içeriye. Ön kapıdan içeri girecekken tuhaf hisler sardı bedenimi yine. Aklımdan saçma bir cümle geçip duruyordu. Mercedes kendi hesaplaşmasını yaptı, sıra sende. diyordu beynimin içindeki bana ait olan ses. Ama benim hesaplaşmam gereken bir şeyim yoktu. Zirve benim hiçbir zaman evim olamamıştı, her şeyden daha çok istediğim halde. Bir parçam haline gelmişti, evet. Belki de tüm sebebiydi buydu ondan ayrılamamamın. Ondan koptuğumu düşünmek kişiliğimi, benliğimi kaybetmek gibi geliyordu bana. Kilidi birkaç kez çevirip açtıktan sonra ağaç kokusu beni karşılayan ilk şeydi içeri adım attığımda. Lambaları birkaç kez denesem de yanmıyordu ana yerden kapatıldığı için. Ben de dışarıdan yansıyan ışın gösterdiği kadar gezindim içeride. En son düğün için girdiği halden eser kalmamıştı. Eski düzenindeydi her şey; koltuklar, televizyon, mutfak. Özenle toplu bırakılmıştı her şey.

Attığım her adımda, tahta parkelerden çıkan sesler kulağımı dolduruyordu ve bu bir noktadan sonra rahatsız ediciydi. Sanırım, taşın fazlasıyla alıştığım sessizliği ve sakinliği yüzündendi. Oysa burası benim hep ruhumu yansıtan bir yer olduğunu düşünürdüm. Bir yandan hala öyle gelmeye devam ediyordu da. Benden kalan son parça, hala bu evin odaları arasında gezinip duruyordu. Louis'in bahsettiği hayaletim olabilirdi. Merdivenleri çıkarken parmaklarım ihtiyaçla tırabzanlara sürtüyordu. Son izlerimi bırakmak istercesine. Sonunda üst katın benim için tıpkı arafı andıran uzun koridoruna geldiğimde, eskisi gibi nefesim kesilir gibi oldu. Burada Louis'in bana sarılışını, onu ilk kez sabahın köründe gözümün önünde tanrı gibi parlayışını düşündüm. Aynı zamanda, yine bu koridordan mutlu çift rolü yapan o ikisini görüp üzgün ve ağlayarak odama geri dönüşümü hatırladım. Tuhaf bir histi bu. Her şey geride kaldığı halde, anılarının hepsi seninle yaşamaya devam ediyordu.

Odamın kapısını yavaşça ittirdim. Evde minik bir gürültü koptuğu söylenebilirdi ama korkmadım. Daha çok üzülmüştüm. Çünkü odam değişmişti. Artık tek bir yatak değil, iki tane yatak vardı. Çalışma masasının yeri değişmişti. İçeri girdim iyice. En azından pencere kenarındaki duvara dayalı duran yatağım aynı yerdeydi. Yatağa oturup dışarıyı ve cama kadar uzanan ağaç dalını izlemeye başladım. Bir yandan da, elim bana ait olmaktan çok uzak yorgan kumaşını okşuyordu. Aklıma gelmesi için gözlerimi kapatmama gerek yoktu. İlk kez, onunla bu yatakta oluşumu nasıl unutabilirdim ki? Bir zamanlar, hatırladığım anda ağlamaya başladığım bu anım şimdiyse sadece tebessüm etmeme sebep oluyordu. Üzüldüğüm tek konu, anılarıma ait her şeyin satılağa çıkarılacak olması ve hatta belki de yıkılıp gidecek olmasıydı.

Hava kararıyordu iyice. Bu yüzden kalktım hışımla yataktan. Koridora çıktıktan sonra onların odasına girmek benim için o kadar da kolay değildi. Düğün gününde ne kadar süslendiğini hala hatırlayabiliyordum. Ancak onun da eski halinden eser yoktu şimdi. Artık sadece bir tane çift kişilik yatak vardı. Mercedes'in yatağın başına doladığı renkli aydınlatmalar yoktu, büyük bavullar da öyle. Zaten olsa tuhaf olurdu. Odanın içine adımlayıp her zamanki gibi pencerenin önünde durdum ve ormanla gölün kavuştuğu noktaya kilitledim gözlerimi. Gölü seyrederken durgunluğun hiçbir zaman değişmeyeceğini fark ettim. Dalıp gideceğim bir esnada, ormanın arka tarafından gelen yabancı sesi duydum ve hızlı adımlarla, garip bir korkuya bürünerek çıktım evden. İlk başta ön bahçede bıraktığım arabanın içine koşacakken, bahçeye eklenmiş olan ikinciyi arabayı gördüm. Aşağıya inenin Louis olduğunu gördüğümdeyse, kollarına atlamak üzere koşmuştum ona. "Burayı satacaklarmış Louis."

"Veda etmek istedin, değil mi?" Başımı göğsüne gömerken ağlamamak için kendimi tutuyordum. İtiraf etmem gerekirse, bugün berbat geçiyordu. "Telefonlarıma bakmayınca seni merak ettim. Mercedes burada olduğunu söyledi."

"Üzgünüm, aptalcaydı." Ellerimle yüzümü kapatmak için uğraşırken, o bana var gücüyle sarılıyordu.

"Değildi, Harry. Hiçbir zaman olmadı." Yüzümdeki elleri çekip kendisine bakmama sağladı. "Burası olmasaydı, seni hiçbir zaman tanıyamayacaktım belki de."

Konuşmadan önce kendimi toparlamak için uğraşmıştım. "Sana hissettireceklerini bildiğin halde, o revire veda etmeye gider miydin?"

Louis sorumla alnını benimkine yasladı ve derin bir nefes aldı. Cevaplamadan önce gözlerini kapatmıştı. "Bundan yirmi yıl önce olsaydı, gidebilirdim. Ancak uzun bir süredir önemi kalmamıştı benim için." Yaşlı gözlerle yüzünü izliyordum halen. "Burası benim aşkımın doğduğu yer Harry. Unuttun mu?"

"Ama asla ölmedi." Derin nefesler almaya çalışırken Louis sanki daha fazla dayanamıyormuşçasına dudaklarımdan öptü. Sorumu cevapladı öpüşlerinin arasında sakinlikle. 'Çünkü biz onu yaşattık.' 

"Beni burada, ormanın ortasında öptün. Dağ evinde ve barakada. Her biri beynimin içerisinde yaşanmaya devam ediyor. Arabanın içinde ve dışında, Londra'daki evinde. İtalya'da..." Yüzümü ellerimle sıkıca kavradım ve yumuşak tenini okşadım. "Roma'dayken o müzede, heykellerin arasında elimi tuttun ve bunun hiç bitmeyeceğini söyledin. Sen, bana o sabah Opera Binası'nı söylerken hissettiklerimin aynısı yüreğimin derinliklerinden çıkardın. Her birini hatırlıyorum Louis. Beraber geçirdiğimiz her saniyeyi, ve unutmuyorum. Bu anı da unutmayacağımı biliyorum."

Sıkıca kucakladık birbirimizi nerede olduğumuzu ve saatin kaç olduğunu önemsemeden. Louis'in beni daima iyi hissettireceğini, en kötü ve en iyi anımda hiç fark etmeksizin beni sıkıca tutup yakalayacağını ve bir daha asla bırakmayacağını önceden hissetmiş olmalıydım. Ve bunu başardığım için kendimle ne kadar gurur duysam azdı. Onu sevmek ve hayatımda tutabilmek, bu dünyada başıma gelmiş en güzel şey olarak kalacaktı.

Ne olduğu fark etmez, her şeyini verirdin. Yalnızca kapıya ulaş. Ama ben orada olmayacağım.
Tepedeki ev, nasıl hissettiriyor? Herhangi birini verebilirdin, sadece kendi kapına bir adım at. Ve ben artık orada olmayacağım.*


* * *

Ertesi sabah güneş kapalı bulutların arkasında kendine yer edinmeye çalışırken mezarlığa kalabalıkla birlikte, annemin peşinden girdim. Saat o kadar erkendi ki, sis bulutları tüm mezarlığın üstüne çökmüş gibiydi. Büyükannemin toprağa verilişini izlemek için tüm çocukları ve torunlarıydı oradaydı. Ben de, teyzemlerin ve annemin arasında durarak birkaç kişinin gönüllü olarak önceden kazılmış toprağa büyükannemin tabutunun koyuluşunu seyrediyordum. Yanımızda gelen kilise papazı durmadan bilmediğim başka bir dilde dualar okuyordu. Mezar taşı çoktan seçilmişti. Haloise March, 25 EYLÜL 1952 - 20 AĞUSTOS 2022, Huzur İçinde Yat. Mermer taşın üzerindekileri okurken yüreğimin derinliklerinde doğan kesik bir sızı hissiyle yutkundum ve başımı eğdim. Sadece burada olmak ve birinin bedeninin toprağın altına konulmasına şahit olmak bile berbat hissettiriyordu -o kişi için üzülmesen dahi. Annemi ve onu seven diğer çocukların hissettiklerini ise düşünemiyordum o an. Bir gün -asla gelmesini istemediğim türden bir gün- sevdiğim birinin cenazesine katılacak kadar asla cesareti bulamayacağımı biliyordum. Bu sebeple düşünmedim bile. Sadece etrafıma odaklanmaya ve üzerimdeki cekete sokulmaya çalıştım ben de. Topraklar büyük demir küreklerle durmadan atılmaya ve derin çukur özenle seçilmiş, toprağın altında parlaklığını kaybedecek olsa bile büyükannemin tabutunun üzerini kapatmaya başladı. Hiç ses çıkarmadığım halde, diğer tarafımda duran Mercedes'in ağladığını biliyordum.

Mezarın karşısındaki çoğunluğu erkeklerin oluşturduğu kalabalığın arasında babamın gelmiş olduğunu fark etmem önemsiz geçen birkaç saniyemi aldı. İstifimi bozmadan karşısında durup onu izlemeye devam ettim. Annem ona doğru bir adım atıp ortada bir yerde birbirlerine sarıldıkları zaman, Mercedes kolumdan tuttu ve kötü hissedeceğimi önden sezerek beni kendisine doğru çekti. Annemin yeniden babamın kolunun altına girdiğini gördüğümde ise sadece can sıkıcı bir iç çektim. Ben git gide önümüzde tepecik hale gelen minik toprak birikintisini izlerken, babamın rahatsız edici bakışları hala üzerimde durmaya devam ediyordu. Bana diyeceği ne olabilirdi ki tüm olanlardan sonra? Beni, olduğum kişiyi kabul etmemişti. O sadece kendisinin yetiştirdiği erkek çocuğunu evladı olarak geri istiyordu. Ama ben o değildim ve hiçbir zaman olmamıştım. Papaz dualarını okumaya devam ediyorken mezar görevlileri işlerini bitirip gitmişti. Büyükannem artık ölü olarak toprağın altındaydı. Bu aileyi bir arada tutacak hiçbir şey kalmamıştı geriye. Yine de, altı yetişkin çocuk da burada, annelerini son kez uğurlamaya ve anmaya gelmişti. Mercedes'e destek olmaya devam ettim bir süre daha.

Dolares'in elindeki çiçekleri mezar taşının önüne bıraktığı sırada yanıma gelen tanıdık sıcaklığını sezdim önce. Ellerini sırtımdan omuzlarıma çıkartıp beni kavrayışından anlamıştım Louis'in yanımıza geldiğini. Yine de, gözlerimi çevirip üzgünce baktım gözlerine. Etrafındaki insanların gözyaşlarını ve içlerinden ettikleri vedaları bölmemek adına sadece hafif bir baş hareketiyle baş sağlığı dilemişti onlara. Herkes Mercedes için burada olduğunu düşünüyor olmalıydı, ama bu umurumda değildi o an. Gerçekleri bildiğimden değil de, ikimizin de gerçekten ona ihtiyacı olduğu içindi. Eden dayım taşın önüne büyükannemle ikisinin fotoğrafını bırakıp gitmişti, Grace ise Dolares gibi elinde getirdiği başka bir çiçek buketini bıraktı. Dean bana dik dik bakmaya tenezzül etmeyip, gitmeden önce annesinin mezar taşını öptü ve aynısını oğullarından da bekledi. Daphne annesi ve nişanlısıyla arkada bekliyordu onları. Dean March ailesini izlerken, hala kenarda bir arada duran kendi aileme takıldı gözüm. Dudak hareketlerini çözmeme gerek kalmadan, kısık harflerle neler söylediklerini duyabiliyordum. "Belli ki, artık onun ailesi biz değiliz. Harry'nin ailesi onlar." diyordu babam, sesinin üzgün mü yoksa kızgın mı çıktığı anlaşılmıyordu.

Annemse yaşlı gözlerle bana baktı ve benimle göz göze gelip iç çekti. "Çünkü onlar bizim yapamadığımızı yaptı. Oğlumuza arkadaş oldular." Annem bana bakarak gülümsemeye çalıştığında bilerek gözlerimi kaçırdım ve koluma dolanan Mercedes'in kolunu tuttum iyice. Louis ise, hala beni omzumdan tutmaya ve güven verici bir şekilde göğsünün altına alarak korumaya devam ediyordu. Benim için ne ifade ettiklerini, asla anlayamayacaklardı. Louis ve Mercedes'in kendisi bile.

Dean ve ailesi gittikten sonra, mezarın etrafında oldukça az kişi kalmıştı. Anneme istediği zaman arayabileceğini söyledikten sonra babam da gitmişti. Dolares, Daisy'ye destek olmak için yanında durmaya devam ediyordu. Üç kız kardeşin annelerine dilediğince veda edebilmesi için birkaç adım geri çekilmiştik Louis'le. Mezardaki ölüm sessizliği hala sürüyordu. Başka bir zaman tüyler ürpertici  gelebilirdi ama o dakikalarda ne hissetmem gereken konusunda kafa karışıklığı yaşıyordum. Yine de, izlemeye devam ettim annemi ve teyzemi. Mercedes, dizlerinin üstüne çökmüş, kuru elleriyle toprağa dokunuyordu. Annemse son gözyaşlarını taşın üzerindeki ismi öperek akıtıyordu. Son anma töreni uzun sürmedi. Daisy, birkaç gün Dolares'te kalacak ve böylece yemek yapma gibi sıradan ve saçma işlerle kendisi uğraşmak zorunda kalmayacaktı. En azından, kendine gelebilmesi için buna ihtiyacı vardı. Birkaç gün de ben onunla kalacaktım ve iyi hissedinceye ve eski haline dönünceye kadar da yanından ayrılmayacaktım, teyzemle planımız bu yöndeydi.

Mercedes annesiyle ve yanında duran babasının mezarıyla son kez vedalaştıktan sonra yanımıza geldi. Yaklaşık bir seneden sonra ilk kez bir araya gelişimizdi bu ve hala mezarlıkta olduğumuzdan ötürü üçümüz de ne diyeceğimizi bilmeden birbirimize bakıyorduk. "Annen için üzgünüm Mercedes. Başın sağ olsun." Elini koluna koyduktan sonra iyi hissetmesini istercesine ovuşturdu.  Mercedes beklemeden ona sarılınca, kenarda kalıp ikisini izlemeye devam etmiştim. "Sağ ol Louis, buraya geldiğin için."

"Umarım buraya gelerek ikinizi de garip hissettirmemişimdir." Louis gerçekten bu konudan kaygılandığını belli ediyordu sorusunda kullandığı tonda.

"Hayır, ince bir hareketti. Hem, Harry eminim daha da iyi hissetmiştir sen gelince." Mercedes benim adıma konuştuğunda bile sesimi çıkarmadım. Üstelik haklıydı da, annemlerin bana bakarak konuşmasını nasıl atlatabilirdim, bilmiyordum -hele de gözümün önünde daha az önce büyükannem toprağa verilmişken. Louis başını salladı.

"Ne yapacaksın?" Önce Louis sordu Mercedes'e. "Bir şeyler yemek ister misin? Yorgun gözüküyorsun."

"Önce otele gidip eşyalarımı toplayacağım. Sonra da Londra'ya geçmeliyim. Gerçi Dean dün evle alakalı bir şeyler zırvalıyordu. Büyük ihtimalle biraz daha buralardayım." Ağlamaktan şişmiş göz kapaklarını ovuştururken üzgünce ona yaklaşıp belinden tuttum. Gerçekten de ayakta zor duruyordu. "Siz ne yapacaksınız peki? Cenaze ve tüm bu zırvalıklar bittikten sonra? Burada kalmayı falan düşünmüyorsunuzdur umarım." Mercedes sorduktan sonra ikimize baktı, elleri omuzlarımızda duruyordu.

Louis cevaplamadan önce uzun uzun bana baktı. "Yuvamıza geri döneceğiz, hayallerimizi yaşamaya devam etmeye." Gülümsemeye çalışarak söylerken, ben de ona gülümsemek için uğraşıyordum var gücümle. Tüm olanlardan sonra bile, beni her şeyin mükemmel olacağına inandırmaya gücü vardı.

Ve inanmıştım da. Çünkü Louis ve ben, nerede olursak olalım, nereye gidersek gidelim ömrümün sonuna kadar onunla mutlu olacağımı, hayallerimizi yaşayamayı sürdüreceğimizi biliyordum. Nasıl devam ettiği önemli değildi, o benim yanımda var olduğu sürece ondan güç alacağımı ve hayallerimin gerçekleşeceğini biliyordum. Hem de, ilk kez bana bakan, üzerimde hissettiğim mavi gözlerini gördüğüm andan beri. Birbirimiz için yaratılıp yaratılmadığımızı bilmiyordum, ancak emin olduğum bir şey vardı: biz birbirimiz için var olmaya, yaşamaya devam edecektik. Sadece aşkımızın hiç bitmemesi ve daima sürmesi için.

Ve öyle olacaktı da.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top