Final Part2. Londra.

Y/N: bu çok uzun olan bölümde, kısacık bir not bırakıp gidiyorum... Öncelikle bu finalin part2'si değil de the peak'ın ikinci devam kitabı gibi oldu.. Ama sizi asla üzmeyeceğini temenni ederim ki sonuçta bu bir bonus bölüm, mutsuz olması için sadist olmam gerekirdi -ki bu kitapta hiçbir zaman olamadım- benim için onların öyküleri nasıl bitti- daha doğrusu nasıl devam etti- diye sorulsaydı, evet, işte bu cevabı verirdim.. Koca bir 14k ile. (Size ikinci kitap demiştim:D) Şimdiden, iyi okumalar ve yorumlarınızı meraklaa bekliyorummm

**part3'ü merak edenler için yorumlarda açıklama yapsam daha iyi olur eheheh



~





Yine bir yolculuk, diyordum içimden, sana ulaşmayı umuyorum. Ulaşıncaya dek ise, asla yorulmayacağıma söz veriyorum.

Alışmıştım cam kenarlarına oturup ne zaman biteceğini bilmediğim yolculukları seyretmeye. Bu sefer, yalnızlığımla baş başaydım. Sadece ben ve düşüncelerim vardı yine, ama gözlerimden boşalan yaşlar yoktu. Göz pınarlarım aksine, sabahın erken saatleri olmasına rağmen kupkuruydu. Eğer birazcık ıslandılarsa bile, bu annemi tren garında beni yolculuklarken akıttığı göz yaşlarını gördüğümde olmuştu. Benim için sevindiği halde, benden ayrılmak zorunda kalmasına ağlamıştı. Bavullarımla birlikte trene binip yerime  oturduğum zaman, büyük cama yaklaşıp babamla ikisi, uzun uzadıya el salladılar. Büyük trenin hareket saati geldiğinde ise, annemin ağlamaları şiddetlense bile bunu bana belli etmemek adına elinden gelen her şeyi yapmıştı. Tren, rayların üzerinde hareket ettikçe onlar geride kalmıştılar; ben her ne kadar onları görmek için başımı çevirdiysem de, saat tam 7'ye ulaştığında, bir dakika kadar kısa bir süre içerisinde onların bana el salladığını görmek artık imkansız hale gelmişti.

Manchester'ın içinden çıkıncaya dek, gerçekleşeceklerin hiçbirini bilmeyerek aynı gara gelip dakikalarca ağladığımı hatırlatıp durdum kendime. Sürekli tekrar edip duruyordum; hayat ne garip, ne tuhaf. Vedalaşan insanları gördüğümde bazıları kalıyor, bazıları gidiyor demiştim, bir gün benim de gidenlerden biri olacağımı tahmin etmeden. Ancak ben ağlamıyordum ilk kez veda ederken, ve bunun için çok mutluydum. Yolculuk boyunca yaptığım tek şeydi belki de mutlu olmak. Defteri düşünüyordum, yansımaları düşünüyordum. Londra Üniversitesi'ni; hatta tüm şehri ve ona kavuşmanın mutluluğunu düşünüyordum. Ona vereceğim, o hiç beklemediği büyük anıyı düşünüyordum. O da beni düşünüyor muydu? Belki bunu asla bilemeyeceğimi söyleyebilirdim, ancak biliyordum. O da beni düşünüyordu. Geldiğimi biliyor, diyordum içimden.

Onların dağ evine gelmesinin, hayatımın tepetaklak olmasının ve düğün gününün üzerinden kaç gün geçmişti ki? Ya da, tepede bıraktığımız o tahta kulübede ilk kez öpüştüğümüz o günden beri ne kadar olmuştu? Belki de o anılar artık bana değil, geçmişe aitti, ancak ne zaman aklıma getirirsem sanki o anları tekrar yaşıyormuşum gibi hissediyordum. Bu yüzden, asla üstünden zaman geçmiş gibi gelmiyordu, sanki onlar benim gibiydi: Ben nefes aldıkça onlar da var oluyor, her saniyemde onları bir kasetteymişim gibi ileri geri yaparak tekrar ve tekrar yaşıyordum. Gözlerimin önünde canlanan bana ait olan ne varsa, aynı derecedeki yokluğu bir o kadar da acı verici oluyordu. Ancak, özlemin getirdiği o acıya bile alışmıştım. Artık yalnızca, onlara bir kereliğine bile olsa sahip olabildiğim için minnet duyuyordum. Beraber yaşadığımız tüm anılara, Zirve'nin sayfalarını dolduran eşsiz kelimelerin varlığına minnettardım.

Üstümdeki Louis'e ait siyah cekete olabildiğince sığınmaya devam ettim iki saatlik yolculuk boyunca, oysa ki büyük hızlı trenin içerisi yeterince sıcaktı, ama siyah kaşe kumaşın içerisinde olmak, sanki ruhlarımızın sığındıkları yerlerinin kapısını birbirine yaklaştırıyordu. Bu ceketle ne kadar bütünleşmiş hissedersem, o kadar kolay ulaşırdım sanki Louis'e. Büyük sırt çantamın içerisinde yer edinen, sonradan da kucağımda durmayı sürdüren belki de defalarca kez okuduğum kitabın kapağına bakıyordum, oysa düşündüklerim bambaşkaydı. Othello yazılmıştı kapağına, güzel bir fontla. Baş harfinin kuyruğunun ne kadar uzun olduğunu incelerken, aslında kafamın içerisinde dönen tek şey, teyzemin başına büyük belalar açıp duran adamdı. Bu kitabı ilk kez Louis'in hediyesi olarak aldığım zaman, birkaç gün sonra beni kıskandığı için oyun yaptığını düşünmüştüm. Oysa, altında yatan tüm mesaj bambaşkaydı ve bunu ben çok ama çok geç fark etmiştim. 'Tanışmamıza sebep olan Othello, sen neler yaptın üçümüze?' diye düşünürken, büyük cama doğru dönerek gülümsemiştim, ama acı dolu olanındandı. Kulaklığımda çalıp duran aynı şarkılar, geri kalan kısa süreli Londra'ya giden hızlı yolculuğumda bana eşlik etmişti. İçim hiç olmadığı kadar kıpır kıpır, kalbim bilmediğim bir tonda çarpıyordu göğüs kafesimin her soluğunda.

En çok da, belki de defalarca okul gezisi ile geldiğim aynı şehre ilk kez tek başıma ayak bastığımda heyecanlanmış, gözlerimi büyük tren istasyonun her bir köşesini hafızama kaydetmek istercesine kocaman açmıştım. Peşimden sürüklenen koca bavullarım ve sırtımda taşıdığım çantama sıkıca tutunarak, ilk defa kalabalığın içerisinde hareketsiz kalmaktan büyük bir şükran duymuştum. Sanki, sonunda olmam gereken yere gelmiş gibi hissediyordum. Oysa ki, birkaç ay öncesinde böyle şeylerin olabileceğinin hangi birini kestirebilirdim? Londra'da yaşamayı, kalmayı istemek, aklımın en uç köşesinde bile olmamıştı. Ama tam o an, durduğum büyük açık beton alanda yerimde çakılı kalmak istedim. Sonunda, ona yakın olana gelmiştim. Hem de, gideceğim yolu o göstermişti bana, en başından beri. Hayalini kurduğum ne varsa, bir bir yaşıyordum sanki.

İki saatlik hızlı tren yolculuğundan sonra, halen erken gün saatlerindeyken adımlarımı atmıştım Londra sokaklarına. Nereye gideceğimi düşünürken, aslında babamın bana anlattığı ve tembihlediği şeyleri düşünüyordum. Söylediğine ve beraber araştırdıklarımıza göre yeni başlayacağım üniversitemin kampüsü, Londra'nın büyük tren garına oldukça yakındı. Bu yüzden, hangi otobüsün nereye gittiğini öğrenmek için hiç uğraşmadan gideceğim üniversite binasını görebilecek ve annemlerin benim için birkaç gün öncesinden tuttuğu, kampüse fazlasıyla yakın olan öğrenci dairesine gidebilecektim. Annemin sıkı sıkıya tembihlediği şeyleri aklımdan geçirip duruyordum sokakların içerisinde yürürken. Tuttukları tek kişilik odaya gider gitmez onu aramamı istemişti. Etrafımdan geçip duran insanlara eskisi kadar aynı dikkatle bakamıyordum, sebebi ise üstümden bir türlü atamadığım heyecandı.

Telefonumda yazan adresi bulduğumda, burası artık uzun senelerimi burada geçireceğimi bildiğim bina olduğunun bilincinde olarak atmıştım içeriye adımlarımı. Londra sokaklarındaki sıkış pıkış yerleştirilen yapışık binalardan biriydi. Büyük kapının hemen ardındaki giriş kısmında masa başında biri oturuyordu. Aynı renkteki uzun duvarda koskoca bir saat duruyordu, yanına ise büyük yağlı boya tabloları yerleştirilmişti. Girişteki kadın, ismimi öğrendikten sonra bana ait olan odanın hangi katta olduğundan, para vererek yararlanabileceğim düzenli yemek saatlerinden bahsetti hızlıca. Anahtarımı alıp hiç vakit kaybetmeden bana ait olan yeni alanıma gitmek için asansöre ilerledim. Dördüncü kat, diye mırıldanıyordum içerideki tuşlara basarken. Bu benim için alışılagelmemiş bir duyguydu. İlk kez, bilmediğim bir şehirde tek başıma yaşayacaktım. Belki, Louis'e ulaşabilirsem, o zaman yalnızlığım sonsuza dek benden alınırdı. Asansör kısa sürede son kata ulaştığı zaman, aynı aceleyle inmek zorunda kalmıştım.

Anahtarımın üstünde yazan 20 numarayla eşleşen kapıyı bulduktan hemen sonra, anahtarı deliğe yerleştirip hızlıca kilidi çevirdim. Burası, hiç gelmediğim otel odalarını hatırlatmıştı bana. Pürüzsüz kapı kilidi içeri kayıp da kapı kulpu içeri girmeme izin verircesine aşağıya indiği zaman, bana ait olan yeni odamla tanışmıştım sonunda. Yeni havalandırıldığı, büyük camın belli bir aralığa kadar açılmasından anlaşılıyordu. Bavullarımı ve sırtımdaki ağır çantayı kapı ağzında bırakıp koşarak gittim manzarayı karşılamaya. Tıpkı, dağ evindeki odamın penceresi gibi büyük ve önünde oturulabilir geniş bir alan vardı. Sediri andıran yer, aslında rafları olan yere yatay konumlandırılmış bir kitaplıktı. Cam kenarını incelemek ve odama arkamı dönmek yerine, asıl alana bakmaya başladım. Etkilendiğim içindi ağzımın tamamen açık kalması.

Büyük sayılabilecek odanın ortasında, bana ait bir çift kişilik yatak vardı ve arkadaki duvara konulan mutfak tezgahıyla arasına az da olsa bir boşluk bırakılmıştı. Tıpkı mutfak tezgahı ve dolapları da, yatak gibi pencereye doğru dönük duruyordu. Aynı zamanda, başında dışa açılan kapının bulunduğu uzun dar koridorun sağ duvarında, başka iki kapıyı bulunduruyordu . Sabırsızlıkla adımladığım zaman görmüştüm, biri elbette yine bana ait yeni gibi olan banyo ve hemen yanında da, çalışma odası yerini almıştı. Fotoğraflardakinden daha büyük gözüktüğünü fark ettiğim zaman yüzümdeki gülümsemeyle rahatladığımı belli ediyordum. Kendimi yeni geniş yatağıma bırakıp neşe dolu gülücüklerimi atmaya devam ettim. Biraz dinlendikten sonra annemi arayıp yeni odamın fotoğraflarını atacaktım.

Londra'ya geldikten birkaç gün sonra dışarı çıkabilmiştim. Tüm eşyalarımı odaya yerleştirmiş, kaldığım yerin düzenine ayak uydurmakta başarılı olmuştum. Burada havanın Manchester'a göre daha iyi olduğu fark edilmeyecek gibi değildi. Eylül ayında, ara sıra da olsa güneş bulutların arasından kendini göstermeye devam ediyordu. Tek başıma gezdiğim her köşe başında, içimde büyüyen hüznün gerçekliğini fark etmemek için de elimden geleni yapıyordum. Yanımdan geçip duran kalabalık insan gruplarına alışmıştım. Birbirleriyle şakalaşarak gülen arkadaşlara, el ele tutuşarak yürüyen çiftlere de alışmıştım. Ama onlar bende bilmediğim bir eksiklik hissi yaratıyordu. Yalnız olduğum her dakikadan keyif almamı engelledikleri yetmiyormuş gibi, beni yetersiz ve yalnız hissettiriyorlardı. Aslında onlar suçlu değildi. Suçlu olan kimse yoktu böyle hissettiğim için.

Günler geçtikçe, tek başıma gezdiğim Londra'nın eşsiz müzelerinden bile zevk alamamaya başladım. Neyse ki, kısa bir zaman zarfı içerisinde üniversitelerin eğitim verdiği günler başlamıştı. Kampüse ilk kez öğrenci olarak girdiğim zaman, heyecanlı hissettiğim konular bambaşkaydı. Fakülte binasının güzelliğine takılıp kalmıştım örneğin, insanlar yeni arkadaş ve ilişkiler edinecekleri hakkında sevinç ve heyecanla dolarken. Oysa, farklı insanların etrafta olduğunu görmek benim için de heyecan verici olmalıydı, ama bir türlü buna odaklanamıyordum. Çünkü, sebebini biliyordum, benim Londra'ya geldiğimden beri takıldığım konular bambaşkaydı.

Londra'yı keşfetme çabalarıma ara vermiştim kısa sürede, okulun açıldığı ilk haftalarda. Artık, günümün bir çoğunu dışarıda geçirmek yerine, benim için tutulan öğrenci evine geliyordum erken saatlerde. Sınıfımda birkaç kişiyle konuşuyor olsam da, çağırdıkları yerlere gitmek gelmiyordu içimden. Pencere önüne dizdiğim yastıkların üzerine oturduktan sonra her zaman olduğu gibi diz üstü bilgisayarımı kucağıma çekmiştim. Bir yandan da dalgınca camdan uzaktaki griye çalan mavi gökyüzüne bakıyordum. Gelen ağlama hissini belki de defalarca kez geriye itmeye çalıştım. İkimiz de aynı gökyüzüne bakarken, neden halen sana ulaşamıyorum? Ellerimi sıkıntıyla saçlarımdan geçiriyor, bir yandan da bilgisayar ekranına yansıyan takvime bakıyordum. Günlerden 21 Eylül'dü. Yeni duruşmaya son dört gün, bu yüzden miydi hala bana ulaşmamasının sebebi? Yenilgiyi kabul eden bir piyon gibi kapattım gözlerimi yorgunca. Kendime verdiğim sözü tutmam gerekiyordu. Yola çıkmadan önce, onu bulana kadar asla yorulmayacağıma söz vermiştim.

Saatin kaç olduğunu umursamadan dışarı atmıştım kendimi aynı günün fazlaca ilerleyen saatlerinde. İnsanların geçip durduğu caddelere, ışıltılı sokaklara, şarkı söyleyip duran çalgıcılara fazlasıyla alışmıştım ancak o gün, aniden yağmurun bastırmasıyla herkes içeride bir yerlere sığınmıştı. Kimse çalıp söylemiyor ya da birlikte kol kola giren o eğlenceli arkadaş grupları benimle aynı kaldırımda yanımdan geçip durmuyordu. Üstüme aldığım, aynı siyah ceketin benimle birlikte ıslanmasını umursamamıştım bu sefer. Köşe başında bir saçak altı bulup yaylı çalgısını çalmaya devam eden adamın yanına ilerledim yavaş adımlarla. Herkesin o kadar da bilmediği bir şarkıyı, kendini kaptırarak söylerken gözleri de sıkı sıkıya kapalıydı. Yağmurun muhteşem sesi ona eşlik ediyordu. Islanmış yüzümün bahşedebileceği en büyük gülümsemeyi bahşetmiştim ona, varlığımdan haberi bile yokken. Cebimde kalan ne kadar bozuk para varsa önüne bıraktım. Gecenin bir vaktinde, uzun bir süre daha onu dinlemek için orada duracaktım.

Tıpkı onun gibi saçak altında duvara yaslanmış dururken, yağmurda ilk ıslanan omuzlarım bile belli belirsiz bir miktar kurumuştu. Boynuma yapışan ıslak saçlarımın da, eski nemliliğinden eser yoktu. Ayrıca çalan kişinin ne zaman yerinden kalkıp gittiğini bile bilmiyordum. Düşüncelerimin içerisinde dalıp gittiğim zaman, etrafımda olup biten hiçbir şeyden haberdar olmuyordum. Ceketin iç cebine sıkıştırdığım, birkaç gün önce aldığım sigara paketinden kaçıncısı olduğunu bilmediğim bir dal daha aldım. Kollarımı kavuşturduktan sonra, dudaklarımın arasına bıraktığım sigara sayesinde bir türlü kurtulamadığım dalgın düşüncelerime geri dönebilirdim. Çünkü, Manchester'da hiçbir zaman fırsat bulamamıştım bunların her biri için.

Oysa, Manchester'dayken buraya geleceğimin haberini öğrendiğim zaman ne kadar mutlu olduğumu hala çok net hatırlıyordum. Küçük bir çocuk, en sevdiği oyuncağına aylar sonra kavuştuğunda ne kadar sevinebilirse ben de aynı saf hislerle sevinmiştim. Mutluluktan günlerce ayaklarım yerden kesilmiş gibi hissetmiştim. Ancak buraya geldiğimde, zar zor edindiğim o umut dolu yaklaşımları yeniden kaybediyordum, hiç de istemeyerek. Aslında, burada bu haldeyken bile Manchester'da olduğumdan daha iyiydim. Hala aynı derecede yalnızdım oysa. Kendime tekrarlayıp durduğum şey, durmadan beynimde yankılanıyordu yüksek seste. Artık olgunlaş. Eğer yeniden gün saymam gerekiyorsa, yapabilirdim. Ona ulaşmam için de başka hiçbir çarem yoktu zaten.

Dudaklarımın ucundaki sigaramın sonuna ulaştığımda, onu yere bırakıp üstünü ezerken duman dolu soluğumun soğuk havaya karışmasını izledim. Ben daireme dönerken, yağmurun şiddeti oldukça azalmıştı. Odama girdikten hemen sonra, ıslanmış ceketimi bir kenara asıp pencerenin önüne bıraktığım bilgisayarı aldım elime yeniden. Sanki kendimi bilmezcesine acele ediyordum, sabırsızlık vardı hareketlerimde. Çünkü, daha fazla dayanamadığımı itiraf ediyordum. E-postalarıma girip belki de defalarca kontrol ettikten sonra, yeni bir posta yazmak için boş sayfa açmıştım.

Mercedes,

Ben geldim- yazdıysam da hemen sil tuşunda basılı kaldı bir süre parmağım.

Ben Londra'dayım. Gerçi eminim biliyorsundur. Bu maili gördükten sonra lütfen bana geri dönüş yap.

Geri dönüş yapmayacağını çok iyi biliyordum oysa. Bu ona kaçıncı yolladığım e-postaydı hem? On beşinci? Yirminci? Uzun bir süredir saymayı bırakmıştım. Sinirle fırlattım bilgisayarı kucağımdan sonra. Derin, temiz nefesler alabilmek için odamın bir duvarını kaplayan büyük camın açılabilir penceresini olabildiğince açtım. Yağan yağmur çisiltilerinin eşliğinde, sakinleşmek için uğraşıyordum. Yorgun gözlerimin aşağısından geçen, parlak ışıkları olan arabalara ve sokak lambalarına bakıyordum. Yürüyen tek tük insan varsa da, hiçbiri açtığı şemsiyelerinin altından gözükmüyordu. Sonra gözlerimi bana daha uzak olan rotalara götürdüm. Bilmediğim yerlere. Belki, oralarda bir yerde Louis'in yaşadığı, hayalini kurduğum ama bir türlü bilmediğim o evi vardı. Evi nasıldı, neredeydi bilmiyordum. Bir gün öğrenecek miyim, onu da bilmiyordum. Yalnızlık, özellikle de bu kadar çok kalabalıkların olduğu bu şehirde fazlasıyla acı vericiydi. Üstesinden gelemediğimi hissediyordum artık.

Yatağıma uzandığımda, daha rahat uyumak için taktığım kulaklıklardan rahatsız olmamak için sırt üstü yatıyor ve karnımın üstünde duran yorgana sıkıca sarılıyordum. Büyük camlara vuran yağmur damlalarını karanlıkta seçmek çok zordu. Yağmuru izlerken, kulaklığımda çalmaya başlamış olan şarkı tüm dikkatimi alıp başka bir yere vermemi sağlamıştı. Dudaklarımı oynatmadan edememiştim şarkı başladığından itibaren. Sessizce eşlik ediyordum, aynı zamanda yine yaşanan anılara gitmişti aklım. Kıyamet, onların düğünde dans ettiği şarkıydı. Ama ezberlemiş olduğum bu şarkı benim için daha derin anlamlar içeriyordu. Mercedes'in bana verdiği sözleri hatırladım birer birer. "Sana asla sırtımı dönmeyeceğim." demişti. Yanımda duracağına söz vermişti. Peki ya şimdi, neredeydi?

"Yapayalnız olduğunda sana ulaşacağım." Diyordu şarkı sözünde. "Kendini kötü hissettiğin zaman, orada olacağım." Kalbimde bu sözleri bir kez daha işittiğimde, yeniden aynı derin acıyı hissetmiştim.

Ertesi sabah olduğunda, her zamanki gibi derse gitmiştim. Belki de, Londra'da beni mutlu eden tek detay derslerim ve okulum kalmıştı. Bu yüzden asla derslerime hissettiğim heyecanın eksikliğini yaşamıyordum. Yalnızca hemen edindiğim arkadaşlıklar, bu kadar enerjisiz olmamdan dolayı benden uzaklaşıyordu, bunu fark ettiğim halde yine de içimden bir şey yapmak gelmiyordu. Onlara, hatta kimseye neler hissettiğimi anlatamazdım.

Zaman her geçen gün, katlandığım acı eşliğinde daha hızlı akıyordu ama yaşadığım her saniyenin aynı yavaşlıkla geçtiğini hissediyordum. Bu gerçeği ise, Londra'ya geleli koca bir ay olduğunda fark etmiştim. Günler asla hızlıca akıp gitmiyordu. Buna rağmen, bir ayı tüketmiştim. Her geçen gün, aşkımın devam etmesine olan umutlarımın tükenmesi gibiydi. Ben de mi Louis gibi olacaktım? Onun gibi, bir gün aşkın beni bulmasını bekleyecektim umutsuzca? Bir kez en büyüğünü yaşadıktan sonra, tümünün elimden alınması bana hiçbir zaman adil gelmemişti. Hayat, haksızlıklarla doluydu sanki sadece. İçinde iyi olan şey çok azdı ve onlar da hızlıca yitip tükeniyordu.

Artık ilk başta yabancıladığım o coşkulu insan gruplarında yer alan biri olmuştum ben de. İnsanlara alışmıştım, insanların birbirine güvenmesine, sıcak arkadaşlıklara alışmıştım ya da en azından eskisi kadar soğuk ve olumsuz bakmıyordum. Onlar sayesinde, otobüsleri, yerin altından geçen metroyu ve uğradığı tüm durakları, güzel yemek yerlerini, eğlenceli barlarını öğrenmiştim. Çünkü olması gereken buydu, 18 yaşındaki bir gençten beklenenler bunlardı. Acı çekmemeli, hayatını yaşamalı, keyfine ve zevk almaya bakmalıydı. Bakmalı mıydı gerçekten? Acıyı en bilinmez derinliklerine gömmeliydi. Onunla tanıştığımdan beri yaptığım tek şey de bu değil miydi zaten? Duygularımın tümünü en derine saklamak. Kimseye göstermemek, ona bile. Şimdi, kiminle tanışırsam tanışayım, asla içeride ne olduğunu, aslında aklımda neler döndüğünü bilmiyordu. Onların beni götürdüğü her mekanda, belki aralarında Louis'i görürüm diye geldiğimi, her gece onunla buluşmanın hayaliyle uykuya daldığımı, sırf ona daha çok benzeyebilmek için ceketini üstümden çıkartmadığımı ve yine aynı sebepten onun içtiği sigaranın aynısından içtiğimi bilmiyorlardı. Ona aşık olmamın altında yatan sebeplerin hiçbirini bilmiyorlardı. Londra'ya gelmeme sebep olan, ailemi ve sıradan hedeflerimi bırakmamın nedeni olan adamı asla tanımıyorlardı. İsmini bilseler bile, nasıl biri olduğunu asla bilemezdiler. Yalnızca benimle paylaştığı yansımalarını da öyle.

Erken saatlerde gidilen sanat müzesinden sonra, normale göre yine erken biten ders sayesinde, evime dönebilmiştim. Metroda tek başıma oturduğum yerde, dizlerimi kendime çekmiş kucağımda açık tuttuğum deftere her zamanki gibi can sıkıntısıyla bir şeyler karalıyordum. Ancak, bu sefer kaleme aldığım şey ders notları ya da şiir, ya da bana ait olan bir anı değildi. Bugün gördüğüm heykellerden sonra, Louis'in yüzünü çizmeye çalışıyordum. Yüzünde, ilk önce, bana bakarken gösterdiği o beğenme ifadesini, bilmişce hafif yukarı kıvrılmış dudaklarını ve hemen etrafını saran kirli sakallarını çizmiştim kara kalemle. Çoğu zaman olduğu gibi, onun hayal dünyamın bir ürünü olup olmadığı konusunda kendimi sorgulamak zorunda hissetmiştim. Louis, benim kafamda kurabileceğimden bile, daha fazlasıydı. O her zaman iyiydi ve aynı zamanda mükemmel kelimesinin vücut bulmuş haliydi. Herkeste bulunan bir kusur, onda eksikti. Bu yüzden, ondan ayrı kaldığım her bir saniye, sanki anılarım ve hayal gücüm birleşip birbirine karışıyordu. Onun ve aşkının gerçek olmadığını düşünmekse, en korkunç olanıydı benim için. Bir süre sonra, yaşananların hayal gücümle yer değiştirmesinden öyle korkuyordum ki. Sanki bunun olmaması için, elimde daha çok somut parçaların varlığına büyük bir ihtiyaç duyuyordum. En çok da, Louis'in varlığına, sesine ve kokusuna, bana bakan mavi gözlerine, derin bakışlarına. Gözlerini çizmeye yeltensem bile, aklıma getirdiğim anda elektrik çarpmış gibi hissediyordum. Bir şeyden, hiç olmadığım kadar emindim ki bu da; Louis'in öyle ya da böyle hayatımda var olmaya devam edeceğiydi. Belki rüyalarımda, belki de gerçekte. Üstelik, onu yıllar sonra unutmamam için sağ ya da sol bileğime isminin baş harfini dövme yaptırmama bile gerek yoktu. Başımı çizim defterinden kaldırmış, inmem gereken durağa geldiğimi anladığım zaman, ilerimde oturan sınıf arkadaşlarım gibi ben de oturduğum yerden kalkmıştım kolumun arasına sıkıştırdığım defterimle birlikte.

Saçlarımı içine sıkıştırdığım bereyi çıkartmak oldu odama girdiğimde yaptığım ilk iş, sonra uzun dar hole bırakılmış aynayı geçip banyonun içerisine adımladım. Ellerimi yıkamadan önce, parmaklarımı birkaçını saran yüzüklerden kurtardıktan sonra onları bir kenara koymuştum. Aslında, burada gördüğüm insanlarda beğendiğim dış görünüşleri kendime göre kopyalamaya çalışıyordum. Hatta yakın bir zamanda, sağ ya da sol kulağımı -hangisi olduğu hiç fark etmez- da deldirmeyi düşünüyordum. Bileğime bıraktığım siyah lastik tokayla lavabonun üzerine yerleştirilmiş büyük aynaya bakarak saçlarımı topladıktan sonra, sonunda banyodan çıkabilmiştim. Normal günlere göre erken saatte başlayan dersim yüzünden, o gün hala uykulu sayılırdım. Kendimi yatağa atmadan önce bunun için ikinciye düşünmedim bile. Uykuya kısa sürede dalmama engel olan şey ise, gece komodinin üstüne bıraktığım bilgisayarımdan gelen o tiz bildirim sesi olmuştu. Aniden kalktım uzandığım yerden bu yüzden. Hemen bilgisayarı kucağıma koydum ve e posta adresime gelen yeni bildirime tıkladım.

"Mercedes March:
Merhaba Harry, e-postalarına bu kadar geç geri döndüğüm için üzgünüm. Buraya geldiğini duyunca çok mutlu oldum!! Umarım Londra'ya alışabilmişsindir." Ve mesajın hemen altında bir adres yazılıydı. Büyük bir heyecanla gözlerimi dolaştırmaya devam ettim e-posta boyunca. "....Chelsea, Kraliyet Semti Kensington ve Chelsea, Londra. İngiltere. :)."

Uzun bir süre daha gözlerim dikili kalmıştı bilgisayar ekranında. Bana gelen bu epostanın gerçekten Mercedes'in hesabından yollandığını kendime inandırmaya çalışıyordum. Londra'ya geldikten koskoca bir ay geçtikten sonra, bana mail atmıştı. Ona kızmıyordum asla, hatta tam aksine, tıpkı burayı kazandığımı öğrendiğim kadar -ki ben kazanmamıştım, Louis benim adıma başvuru yapmıştı- mutlu olmuştum. Ancak, buna ötekisinden daha hazırlıksız yakalandığım da bir gerçekti. Neredeyse, onun sadece hayal dünyamda var olduğuna kendimi inandırmaya başladığımda yeniden ortaya çıkmıştı. Kalbim, sanki öncesinde olanların hiçbiri yaşanmamış gibi, pür, deneyimsiz bir heyecanla hızlı hızlı atmaya başladı yeniden. Onu görecektim. Kavuşacaktık sonunda, aylar geçtikten sonra.

Kitaplığın baş köşesine kaldırdığım, yaprakları mürekkep izleri yüzünden fazlasıyla kabarmış defterimi yerinden çıkarttığımda, kapağına sivri bir kalemle bastırarak yaptığım ize baktım yeniden. Bana ait olan The Peak yazısına. Aylardır benim tarafımdan kaleme alınmış anılar, artık bende durmayacaktı. Aslında en başından beri, gitmesi gereken yere ulaşacaktı. Kalbim heyecanla yavru kuş misali kanat çırpıyordu. Onu büyük siyah sırt çantama yerleştirdikten sonra, telefonuma not aldığım adresi defalarca kontrol ettim. Çıkmadan hemen öncesinde, dişlerimi fırçaladıktan ve saçlarıma daha düzgün şekil verdikten sonra sadece biraz öncesinde çıkarttığım yüzükleri yine eski düzeninde parmaklarıma geri takmıştım.

Üstümde yine Londra'ya geldiğimden beri asla çıkartmadığım ona ait ceket ve aynı renkteki sırt çantam vardı. Telefonuma not aldığım, bahsi geçen adrese daha önce hiç gitmemiştim. Chelsea adındaki semtinin, dairemin olduğu yere veya kampüsüme ne kadar uzaklıktaydı, onu bile bilmiyordum. Minik bir arabada sokak yemekleri satan bir adama adresi okuttuğumda, köşede duran bisikletlerden birini kiralayarak gidebileceğimi söylemişti. Tam, bisikletlerin olduğu yere gidiyordum ki arkamdan aynı adamın bana seslendiğini duydum. "Metroyla da gidebilirsin tabii, ama hava güzel. Thames nehrinin tadını çıkar. Chelsea tabelası önüne gelinceye dek sürmeye devam et." Ne diyebilirdim ki, bu fikir metroyla gitmekten daha çok hoşuma gitmişti.

Öğrenci kartımı kullanarak, bisikletleri takılı olduğu yerden çıkartmıştım. Londra'ya ait olan bisikletlerden birine ilk kez binişimdi bu, ama heyecanlandığım şey tamamen başka bir konu üzerindeydi. Bisiklete bindikten ve, kalabalık sokakların arasında pedal çevirdikten sonra, sonunda büyük Thames köprülerinden biriyle karşı karşıya gelmiştim. Karşı tarafa geçmek yerine, aynı tarafta kalmaya devam etmem gerektiğini biliyordum. Ancak, sağdan mı dönmem gerekiyordu yoksa soldan mı, adam bunu bana söylememişti. Bu yüzden yolda gördüğüm birilerine yeniden sormuş ve aldığım cevapla bisikletin pedallarına yeniden basmaya başlamıştım büyük bir heyecanın eşliğinde.

Bisiklet ve yayalar için ayrılan uzun beton yol, yeşillikler ve nehrin arasındaki kısa duvar arasında kalmıştı. Yeşilliklerin ötesinde ise arabaların durmadan vızır vızır geçtiği asfalt yol vardı. İnsanlar gerçekten nadiren gördükleri, güneşli havanın tadını çıkartıyorlardı, hele de Ekim ayı yeni başlamışken, bu İngiltere'de çok nadiren rastlanılan bir şeydi. Tıpkı hava da, benim heyecanım gibi parlak parlak, ışıl ışıldı. Yüzüm tüm süre boyunca kelimenin tam anlamıyla gülmekten başka bir ifade nedir bilmez olmuştu. Heyecanımdan, dişlerim dudaklarımı kemirip duruyordu kendini bilmezce. Ben halen adresi ararken, hızlı hızlı pedal çevirdikçe hiç de bisiklet sürmeye alışkın olmayan bacaklarıma daha da çok ağrı saplanıyordu, ama önemsemeden, hatta acıyı bile duymadan devam ettim yoluma. Çok geçmeden, Chelsea adı verilen semtin tabelası önümde belirivermişti.

Her ne kadar şehrin ortasında bulunsa da, burada arabalar o kadar çok sık geçmiyordu. Sakinliği ve elitliği sokaklarına kadar işlemişti. Ödünç aldığım bisikleti bulduğum ilk yerleşkesine bırakıp yürümeye başladım. Nehir boyunca yürümeye devam ediyordum, yan taraftaki asfalt yol bittiğinde durmam gerektiğini fark etmiştim. Telefonumu çıkarıp yazan adresteki sokak ve cadde adına bir kez daha baktım. Köşebaşına yapılan binanın duvarında yazan sokak ismi, hemen yakınındaki tabeladaki cadde ismiyle beraber yazılı adrese tam eşleşiyordu. Nehir boyunca yürümeyi bırakıp, Chelsea'nın içerisine doğru adımlamaya başladım. Durmadan, sanki unutmamaya çalışırcasına -ve bu sanki elimdeymiş gibi- daire numarasını tekrar tekrar mırıldanıyordum. Sokağın iki tarafında da boylu boyunca karşılıklı olan evler devam ediyordu karşılıklı şerit halinde. Sola doğru kıvrılan yolun başlangıcında, sokağın en sonunda bulmuştum evini. Kaldırımın köşesine yerleştirilmiş koca bir ağaç, büyük dallarını siper etmişti sanki evin çatısına. Öyle güzel bir manzaraydı ki bu, nefeslerimi titrekçe vermeme ve kalbimin hızlanmasına neden olmuştu. Uzun duvarları kirli bir beyaza boyanmıştı, sokaktaki diğer evlerin aksine. Özel olduğunu belli eden uzun camları perdeyle örtülmemişti bile. Mahalledeki çoğu evden farklıydı. Londra'daki çoğu evlerin aksine, giriş kapısı zeminde değildi. Ufak dönemeçli bir merdiven, gelen misafirleri birinci kattaki siyah kapıya taşıyordu. Beton kirişleri olan merdiveni çıktığımda, göz ucuyla sokağa ve diğer caddelere baktıysam bile bu coşkumu dizginlemek için olmuştu. Büyük bir heyecanla dikiliyordum kapısında, birkaç dakika boyunca nefeslerimi dizginlemeyi denemiştim. Kendimi, onu yeniden görmeye hazır hissettiğim zaman, yumruk yaptığım elimle kapıya vurdum, basit bir şekilde zile basmak yerine. Kalbim hiç bilmediğim bir hızda atmaya devam ediyordu.

Kapı uzun saniyeler sonunda açıldığı zaman, gözlerimin önünde beliren ona ait hayali görüntü tamamen kayboldu. Bir kadın, kapıyı sadece biraz aralamış bir şekilde, bana bakıyordu. "Kimi aramıştınız?" dedi kaygılı bir şekilde.

"Ben, Harry." derken kekelememeye çalışıyordum. Bir yandan da kaygılanmamaya. Korkuyla vermeye başlamıştım nefeslerimi. "Harry Styles, Mercedes-"

"Ah, çok üzgünüm." Karşımdaki orta yaşlarındaki kadın, kapıyı biraz daha açtı ve en sonunda girmemi istercesine geriye çekildi. "Bayan Tomlinson sizin geleceğinizi söylemişti bana. Bir an aklımdan çıkmış, üzgünüm. Daha doğrusu bugün geleceğinizi bilmiyorduk." Adımımı içeri attığım ilk andan itibaren, hiç durmadan açıklamalar yapıp duran kadını hemen es geçmiştim, tıpkı onun teyzem Mercedes'e, bayan Tomlinson demesinin gerçeğini es geçtiğim gibi. Bu bile, o anki heyecanımı bastırmaya yetmemişti. Tek omzumda duran çantamın askısını olabildiğince sıkarken, gözlerim gördüğü her kareyi çerçevelettirme ihtiyacıyla yanıp tutuşuyordu. Kocaman, geniş bir holden sonra içeriye doğru adımlamaya devam ettim yavaşça. Her bir köşeyi kaplayan dekorotifleri ve mobilyaları incelemeye koyuldum. Bu evdeki her şey, dört dörtlük olmaktan biraz fazlaydı. Duvarlarında, büyük sanat eserlerini taşıyordu. Büyük çerçeveler içerisinde kime ait olduğunu bilmediğim çok değerli olan tablolar asılmıştı. Eve başka bir karakteristik özellik katan kalın kirişlerden birine yaslanmış komodinin üzerinde, içinde çiçek demetlerinin bulunduğu vazolar bulunuyordu. Bir köşedeki evin beton merdivenleri, yukarıya ve aşağıya giden yolun eşiğini oluşturuyordu.

İçimdeki çocuğun hevesle bağırıp duran sesini ve sözcüklerini bastırmaya çalışıyordum dudaklarımdan dışarı taşmaması için. Sonunda, çok uzun zamandır hayalini kurup durduğum, benim için fazlasıyla anlam taşıyan bu dört duvar arasına sonunda ayak basmıştım. Çok merak ettiğim, ona ait olanların arasındaydım işte. Belki çok basitti ama, onu daha iyi tanımak, bilmek için dilediğim ne varsa burada duvarların arasına sinmiş yabancı eşyalarıyla, gerçek Louis'le tanışabilecektim. Onun nasıl bir hayat sürdürdüğüne sonunda kendi gözlerimle tanık olabilecektim. Bu tıpkı, bir film sahnesi gibiydi benim gözümde. Onun evinde gezip durduğum her saniye, beynimin içerisindeki bir hayalin içerisinde dolanıyormuşum gibi hissetmiştim. Kaybettiğimiz zamanın hıncını almak istercesine, sabırsız ve çok meraklıydım, hem de her zamankinden daha çok. Şimdi gözüm, alabildiğine her minik bir eşyayı uzun uzun inceleyecek, benden uzun bir zaman sonra dahi uçup gitmemesi için onu aklımda bir yere kodlayacaktım. Tıpkı, kafamın içerisinde sadece Louis ve bana ait olanlara yaptığım gibi.

Ancak tüm bunlarda önce, yerimde takılıp kaldığım zaman, sebebi o girişin hemen ilerisinde bulunan komodinin üzerindeki çiçeklerin arasına yerleştirilmiş fotoğraf çerçevesi olmuştu. Gözüm eriştiği anda bir adım bile kayamamıştım koyu renk parkelerin üzerinde. Çerçeveyi tereddüt etmeden aldım parmaklarımın arasına. Genişlemesine pozlanmış bu fotoğrafın, dışarıdan nasıl gözüktüğünü asla hayal edememiştim. Şimdi ise ellerimin arasında, tam avuçlarımın ortasında duruyordu. Birkaç ay öncesinde, hiçbir detayını ezberimden silemediğim o düğün gününden hatıra kalan tek somut şey, parmaklarımın ucundaydı. Mercedes'in hatıralarımdan gitmeyen kırık beyaz, dantellerinin ustaca işlendiği güzel gelinliği, Louis'in özenle takılmış, estetik ruhunu yansıtan ufak papyonu, benim için seçtiği o fırfırlı beyaz gömleğim, tıpkı Louis'in de benim gibi bir saat öncesinde ağlamış olduğunu unutmamam gibi... Düğünün her detayı beynime ustaca kazınmıştı bir kere. Ancak, bu fotoğraf o güne aynayla bakıyormuşum gibi hissettirmişti o an bana; ki o gün bunu yapmaya ne kadar da korkmuştum. Üçümüzün de kırgın görüntüsü karşısında duygulanmak için bile sanki, geç kalmış hissediyordum. Her şeyin üzerinden fazlaca zaman geçmişti ve bunu hatırlatan her şey beni üzüyordu. Hele de, fotoğraf çekilirken fark etmediğim bir detayı gördüğümde yüzümde aptalca bir tebessüm belirdi, sanki ağlamama çok az kalmıştı. Fotoğrafta, Louis'in eli omuzlarımın birinde duruyordu. Parmakları öyle sıkı tutuyordu ki ceketimi, eklemlerinin beyazlığı fotoğrafa dahi yansımıştı. Onun omzumda duran eline bakarken gözlerimin dolduğunu hissettim. "Bayan Tomlinson biraz önce çıktı, birtakım işleri olduğunu söyledi. Ona haber vereyim mi?"

Evde çalışan kadının varlığını, tepemde beklemesini fark etmeden, sesi sayesinde hatırlamıştım. "Hayır." Dedim çerçeveyi eski yerine dikkatle bıraktıktan sonra. "Beklerim. Sorun değil." Kadın arkamdan sonunda çekildiği zaman, çerçevenin üstündeki ince camdan Louis'e ait çehreye dokunmuştum parmak uçlarımla. Onunla konuşmak, onu görmek için artık saniyeleri saymaya ihtiyaç duyar hale gelmiştim.

Odaları saran uzun ince pencereler, tam olarak perdeyle örtülmemişti bile salonda. Uzun, geniş krem koltuk fazlasıyla rahat olduğunu uzaktan belli ediyordu gözlere. Salonun merkezine adımlamaya devam ettim. Ona ait bir eşyayı ararken, aslında tüm bunların Louis'e ait olduğunu hatırlatıp duruyor ve inandırmaya çalışıyordum kendimi. Koltuğun köşesine bırakılan kahverengi battaniyeyi avuçlarım arasına alıp okşadığım zaman, yumuşaklık hissiyle gülümsemiştim. Çantamı ve kendimi koltuğun ayrı köşelerine bırakıp battaniyeyi de kucağıma çektim. Katlı halini bozmadan, burnuma götürdüm yumuşak dokusunu. Aldığım tanıdık olmayan parfümlü deterjan kokusunu bile hafızama kazırken, uzun camların önüne bırakılan büyük saksılara ve uzun, geniş yapraklı bitkilere gitti gözüm. Biraz ilerideki köşeye yerleştirilmiş kahve sehpasının üzerine yerleştirilen, Louis ve kız kardeşi Anaïs'in küçüklük fotoğraflarını gördüğümde ise, o gün içerisinde ikinci kez ağlamanın eşiğine gelmiştim. Anaïs, kollarını büyük bir sevinçle yukarı kaldırmış ve abisi Louis, onu belinden yakalamıştı gülerek. Bu belki de, bana ait anılarındaki o günlerden biriydi. Aşkı aradığı ve asla bulamadığı hali. O benden daha ustaydı belli ki, her zaman hislerini bastırma konusunda. Fotoğraf çerçevesini yerine bırakırken, yenisine gitti gözüm. İnceleme ihtiyacıyla almıştım elime yeniden. Siyah beyaz olan bu fotoğrafta, tek başına bir kadının yüzü ve gövdesinin bir kısmı oturduğu sandalyeden profesyonelce çekilmişti. Uzun, düz saçları neredeyse karnına ulaşıyordu. Fotoğraf çerçevesine bakanlara, tevazu bir tebessümle karşılık veriyordu kadın. Resimdeki kişinin Louis'in annesi olabileceğini hatırladığım anda, kendime gelmişçesine irkilerek bırakmıştım fotoğrafı. Sanki, Louis'e ait tüm acıları bir anda yüreğimde hissetmiştim. Onu kaybettikten sonra, fotoğraflarını saklamaya devam ediyordu. Elbette devam etmeliydi, çünkü o, Louis'in bu hayatta en değer verdiği insanların başında geliyordu. Belki bu dünyada her şey geçiciydi ama, onun annesine olan özlemi her zaman kalıcıydı. Bunu çok iyi biliyordum.

Karşı duvarın tamamen kitaplıkla kaplı olan salonun diğer kısmına ilerlediğim zaman, rafların arasında duran kalın ciltlerin üzerini okuyordum. Bana en tanıdık olanı çekip aldığım anda, kalın ve eski ansiklopedinin üstünde yazan Antik Yunan Tarihi başlığı, gülümsememe neden olmuştu. Kime ait olduğunu biliyordum; ancak sayfaları karıştırdıkça Mercedes'e ait çizimleri gördüğümde yüzümdeki sırıtış daha da büyümüştü. Mercedes'e ait herhangi bir şeyin varlığını bulmak beni tahmin ettiğimden daha çok mutlu etmişti bir anda. Belki de, sonunda o da kendini ait hissettiği yeri bulmuştu gerçekten. Onun için mutlu olmayı az da olsa başarıyordum belki de. Bencil olup, kıskanmak yerine. Ağır kitabı, çok geçmeden eski yerine bıraktım. Gözlerim bir süre daha düzenli bir sırayla yerleştirilmiş kitapların üzerinde dolaşmaya devam etti. Küçük boy cep kitaplarını andıran yan yana dizilmiş olanların arasından bir tanesini çektiğimde ise, bu sefer üzerinde Celine Tomlinson, yazıyordu. "Küçüklük". Bunların, Louis'in bana bahsettiği annesinin ona okumasına bayıldığı küçük hikayeler olduğunu birkaçının içini okuduktan sonra fark etmiştim. Bu evin, ilk dakikalarından itibaren tamamen Louis'e ait anılarla dolduğunu görmek, benim için hiç bilmediğim yeni bir mutluluk kapısı olmuştu sanki. Kapılarından geçip içeride gezdikçe, daha da fazla seviniyordum. Duvara asılmış iki adet kelebek koleksiyonu tablolarını gördüğümde ise çok şaşırdım. Onların başta Louis'e ait olduğunu düşünüp üzülmek üzereyken, altında babasının ismini gördüğümde hemen rahatlamıştım. Louis, yalnızca ailesinden kalan anılara sahip çıkıyordu. Belki de, daha bilmediğim bir çok eşyada onların izleri vardı. Louis'in gelip hepsini bana rehberlik ederek anlatması içinse fazlasıyla sabırsızlanıyordum. En çok, beni gördüğünde vereceği tepkiyi düşünüyordum ya, yalan söylememeliydim.

Uzun camların önüne yaklaştığım zaman, manzaranın ortasına serilen eve ait bahçeyle ilk kez karşılaşmıştım. Uzun çitlerin ortasındaki yeterli büyüklükte hoş bir alan vardı. Uzun bir masa ve etrafına yerleştirilmiş metal sandalyeler, Londra'nın yağmuruna dayanması için seçilmişti bahçe dekorasyonunda. Evin daha berisinde, çitlerin çok yakınında minik bir barbekü ocağı bulunuyordu. Gözümün önünde onun arkadaşlarıyla geçirdiği kaliteli ve eğlenceli akşamı düşündüğümde, kıskançlık dışında içim bilmediğim başka bir heyecanla dolmuştu. Belki bir gün, ben de onun arkadaşlarıyla tanışırdım.

Camın önünden çekilip evin merdivenlerinin bulunduğu alana doğru ilerlerken, üst katta yatak odalarının bulunduğu çıkarımını yapmak zor değildi. Üstelik, evi düşündüğümden daha küçüktü. Aslında, uzun yıllar tek başına yaşadığını bilerek onun bir villada yaşadığını düşünmek daha mantıksız gelmişti bir anda, düşüncelerimi yenileriyle değiştirirken. Evdeki yardımcının gittiği yolu takip edip aşağıya indiğimde, büyük bir mutfakla ve yemek masası ve sandalyeler için ayrılmış alanla karşılaştım. Kadın beni görünce hemen gülümsemişti. "Bir şey mi oldu?" diye sordu.

Ona kısaca evde gezindiğimi söyledikten sonra o da mutfaktaki işine dönmüştü. Kiremit rengindeki tuğlalarla boylu boyunca kaplanan mutfak kısmını, siyah mat dolaplar tamamlıyordu. Ortada büyük bir adacık vardı, etrafına yüksek sandalyeler bırakılmıştı. Yine burada da pencereler en yukardan yere kadardı. Mutfağa girmeden gidildiğinde, yine cam olan bir kapı bahçeye çıkmaya olanak sağlıyordu. Yavaşça araladım kapıyı dışarıyı görmek istercesine. İlk kez evin dışında gördüğüm o koca ağaç, şimdi burada da karşıma çıkmıştı. Gülümseyerek kapattım kapıyı hiç dışarı çıkmadan. Belki, kadına Louis'in ne zaman geleceğini sorabilirdim, ancak onu beklemek bile beni mutlu ediyordu. Özellikle de geleceğinden emin olduğun bir zamanda. Bu yüzden, sadece adımlarımı en üst kata çıkarmakla yetindim.

Taş merdivenleri adımlamadan önce, mutfakta işini yapan kadına sorma gereği duymuştum. "Evi gezmemde bir sakınca yoktur umarım." Kadın, kendi evimmiş gibi davranabileceğimi söylediği zaman, yalnızca Louis geldiğinde, diye geçirdim içinden. O gelene kadar, ona ait olanlarla yetinebilirdim ancak.

Her şey hayal ettiğimden daha güzeldi merdivenleri son katına kadar takip ederken. İkinci kata ulaştığımda, yeni şeylerle tanışmanın getirdiği heyecan iyice içimde büyümüştü. Geniş koridorda yavaş adımlarla yürümeye devam ettim, sanki evdeki sessizliği dağıtmaktan çekinircesine. Duvarların her köşesinde, sürrealist tablolar vardı. Renkleri baş döndürücüydü, duvarlarının soluk beyaz renginin aksine. Fazlasıyla tertipli gözüken misafir odasını geçip, Louis'in odası olduğunu düşündüğüme ulaştığımda, ona ait parfüm kokusuyla tüm hücrelerimin ölüp yeniden ve yeniden ürediğini hissettim. Kalbim durmadan damarlarına ihtiyacı olan kanı pompalıyordu. Kalbimin o heyecanlı sesini duyabiliyordum, hatta kulağımda atıyordu.

Gözlerimle büyük çift kişilik yatağını incelemeyi bırakmadan, büyük odanın içerisinde adımlamaya devam ettim. Uzun uzun yatağın yumuşacık gözüken deri başlığına ve üstüne çakılmış çizimlere baktım. Louis gerçekten sanata bayılıyor olmalıydı. Ancak beni şaşırtan, geniş yapraklı büyük çiçeklere olan düşkünlüğü olmuştu. Odasında bulunan, ismini bilmediğim ağacı andıran bir bitki daha bulunuyordu bir köşesinde. Buradaki yere kadar uzanan pencereler, ince bir tülle örtülmüştü. Hemen arkasındaki manzaraya bakma ihtiyacıyla araladım tülü. Gördüklerimden sonra, soluğumu bu andan daha da zevk almaya çalışırcasına yavaş yavaş verdim. Thames'in manzarası ve şehrin tüm görüntüsü, Louis'in yatak odasında gizliydi sanki. Londra'nın en güzel görünümü, onun ayaklarının altındaydı. Elimde kalan yumuşak kumaşa dokunurken alnımı kendimi bilmeden cama yaslamıştım. Bu sanki, aramızdaki tüm o farkların ilk kez yüze vurumu gibiydi. O, yıllar içerisinde hayal ettiği ne varsa gerçekleştirmiş ve bu güzel eve sahip olmuştu. Canımı sıkan şey sınıf farkı değildi, aksine, Mercedes'in imkansız bulmasıyla alakalı olan şeydi. Ama bunu kendime itiraf etmekten yeniden kaçındım. Tül perdeyi eski haline getirip, yeni bir açıdan incelemeye devam ettim odasını. Camlara sırtını dönen iki adet tekli koltuklardan birine oturmadan, odasında bulunan kapılardan ilkine, banyoya açılandan içeri girdim; ama çok değil. Ev ne kadar sessizse, kafamın içerisinde durmadan konuşan seslerin gürültüsü o kadar fazlaydı. Hem duşakabin, hem küveti olan banyosu, ki aslında jakuzinin tanımı sayılırdı, tıpkı evin diğer alanları gibi fazlasıyla göz kamaştırıcı bir şıklıktaydı. Buraya da yapılan ince uzun bir pencere, en keyifli anında bile Thames'i izleme şansını sunuyordu. Etkilenmemek imkansızdı. Tüm ev, sadece muhteşem kelimesinden oluşuyordu sanki.

Diğer odada, tahmin ettiğim gibi giyinme odası bulunuyordu. Diğer odalara oranla daha dar olan odanın dört duvarı da uzun aynalarla kaplanmıştı. Asılmış gömlek ve ceketlerin arkasında, kıyafetleri araladığın bir anda bile aynadaki yansımanla karşılaşıyordun; bunu kıyafetlerin kumaşına dokunmak için yeltendiğimde fark etmiştim. Burası, fazlasıyla alıştığım o kokuyu fazlasıyla bulundurduğu için favorim olabilirdi belki ama, çok durmadan yatağının bulunduğu yere geri dönmüştüm. Özenle toplanmış, büyük boy yatağının üzerine oturdum hiç vakit kaybetmeden. Kendimi hep onunlaymışım gibi hayal edip, her sabah gördüğü aynı manzaraya onun açısından bakmak istedim. Yatağı örten yumuşak kumaşa dokundum parmak uçlarımla, sanki onun sıcaklığını kovalarcasına.

Kendimi sabırsızca yatağa bırakırken, gözlerim hala odasında dolaşıyordu. Karşıdaki iki kapı arasındaki duvarda asılı duran büyük ekran televizyona bakarken iç çekiyordum bir yandan. Belki de, dağ evinde olduğu gibi burada da her gece beraber uyuyorlardı. Düşüncesiyle bile içimde büyüyen, adının kıskançlık olduğunu bildiğim o kötü his bir türlü sıyrılmamıştı içimden o andan sonra. Çünkü, Mercedes uzanırken film izlemeye bayılırdı. Onların yan yana beraber film izlediği an gözlerimin önüne gelince kıskanmanın ötesinde bir kırgınlık hissetmiştim elimde olmadan. Bunun üstünde durmamaya çalıştım yine de. Louis'in bana verdiği söze, aşkına inanıyordum. Gözüm belli belirsiz odanın geri kalan ayrıntılarında dolaşırken, bir anda baş ucundaki komodinin üzerini dolduran dekoratifleri ve dikkatimi çeken asıl şeyi gördüm.

Başucu lambasının altına sıkıştırılmış ve zorlukla belli olan bir kağıt parçasının dışarı fırlayan köşesi, tüm karanlık düşüncelerimden sıyrılmamı sağlamıştı. Dikkatlice abajuru kaldırdım ve altına katlanmış bir halde sıkıştırılan kağıt parçasını aldım. Sarı renginden bile hissetmiştim aslında, içinden ne çıkacağını ve hatta kağıdın benim defterimden aylar önce koparılmış olduğunu.

Kağıdı tamamen açtığımda, baş başa geçirdiğimiz onca güzel ve eşsiz saatlere sebep olan, sonra tepeden inip de kendisinde kalmasını istediği o başvuru kağıdım olduğunu anlamıştım yazılanlardan. Aslında, gerçekten kendisine benden bir hatıra kalmasını istemişti ya; aynı zamanda beni yanına getirecek belgeyi almak istemesinin başka önemli bir sebebi daha vardı. Bu kağıtla benim adıma Londra Üniversitesi'ne, istediğim bir bölüme başvurmuştu, ve yine büyük ihtimalle girebilmem için gerekli referansları da o vermişti. Tüm bu gerçeklerle, sanki hiç bilmiyormuş gibi yüzleşirken, aşkının getirdiği büyük ve eşsiz ağırlığı yüzünden gözlerim dolmuştu. Yavaşça katladım kağıdı ve eski yerine bıraktım. Gözüm, bir şeyler ararcasına bakınmaya devam ediyordu etrafa. Doğru olmadığını bildiğim halde, korkmadan açmıştım ilk çekmeceyi. Görmekten korktuğum şeylerin aksine, minik kesimiyle polaroidleri andıran fotoğrafları bulduğumda, dudaklarım yavaşça aralandı.

Fotoğrafa baktıkça, o akşam hissettiklerimle yeniden dolmuştum sanki. Louis'in kucağına başımı yasladığım ve sonra o da hiç fark etmeden saçlarımı okşamaya daldığı o anlar, yeniden başlamıştı gözümün önünde oynamaya. Bu fotoğraf, Mercedes'in telefonundan çekilmişti, tıpkı çekmecede bıraktığım aynı geceye ait fotoğrafların kalanı gibi. Ancak, en üstte duran, kadrajda üçümüzün de çıktığıydı. Fotoğraftaki bakışlarımda tarif edilemez bir şaşkınlık, bir telaş vardı. O zamanki deneyimsizliğime bakıp gülmek bile tuhafıma gitmişti. Vakit kaybetmeden Mercedes'le olan diğer fotoğrafları almıştım elime. O geceyi de, diğerleri kadar net hatırlıyordum aslında. Mercedes'in canının neden sıkkın olduğunu bir türlü anlayamadığım o günlerin birinde, başına gelenlere rağmen beni güldürmek için çekmişti bu fotoğrafları. Mercedes, oysa her şeyi biliyordu, Louis'e olan aşkımı, ona yalan söylediğimi. Tüm bunlara rağmen, benim için hep iyisini istemişti. Resimleri elimde karıştıra karıştıra bakmaya devam ederken içim bir anda, tümünü atlatmış olmama rağmen büyük karanlık düşüncelerle doldu. Bir yandan da, her şeyin bu kadar uzak gelmesine bir türlü alışamadığımı fark ediyordum yeniden. Sanki tüm bu olanların üzerinden uzun bir zaman geçmiş olmasına bir türlü inanamıyordum. Kırık bir gülümsemeyle bakmaya devam ettim fotoğraflara. Birkaç aylık süreçte, benim de elimde böyle şeyler olsaydı eğer, eminim ben de daha iyi idare edebilirdim diyordum içimden.

"Harry?"

Adımın seslenilmesiyle, o an refleksle başımı kaldırdıysam bile, alıp vermekte olduğum nefesimin boğazımda takılı kalmasına neden olmuştu karşımdaki ona ait olan görüntüsü. Elimde tuttuğum fotoğrafları, düşünmeden yatağın üstüne rastgele bıraktıktan hemen sonra yatağından kalkmıştım. Louis, karşımda şaşkınca kapı eşiğinden bana bakmayı sürdürüyorken, yerimde çakılı kalmış gibiydim. Sanki ona doğru bir adım atarsam, sonsuza dek onu kaybederdim ve asla görmezdim bir daha. Kendimi, hayal görmediğime inandırmaya çalışıyordum, ancak heyecanla olan titreyişlerim, varlığımdan bile daha gerçekçiydi. Coşkuma, sabırsızlığıma rağmen, yerimde bekledim onu bir süre. Saniyeler, dakikalardan da uzun geçiyordu bana göre. Aramızdaki mesafe ise, aynı kaldığı sürece sanki git gide artıyordu. Bana gelmesi, yaklaşması gereken yerde uzaklaşıyordu. Konuşmadığı, bana bir şey söylemediği her an sağırlaşıyordum. Kalp atışlarımın sesi kulağımı ve beynimi inletiyordu. Düşüncelerimi bastırmaya çalışıyordu, sus dercesine, sus ve ona bak! Çünkü, sonunda karşındaydı. Sonunda gözlerinin önündeydi o güzel çehresi, ve tüm varlığı. Ona ait olan her şey, sanki birer birer eski anlamlarını yitirip daha büyüklerini kazanmıştı.

Kapıyı örtmesinden hemen sonra olmuştu, büyük adımlarıyla aramızdaki mesafeyi kapatıp beni kollarının arasına alması. Adımlarının yavaşlığı ve ya da hızlılığı hakkında diyebileceğimse, hiçbir şey yoktu. Sanki, bir rüyanın içerisindeydim. Ve, rüyadaki o ses gerçekten bana konuştuğunda, uyanıyordum. "Tanrım, buradasın." Sesini duymaya ne kadar da ihtiyacım varmış oysa. Etrafıma sardığı kollarıyla, beni kendine daha çok bastırmaya çalışıyordu, sanki o da bir daha hiç gitmemi, ondan ayrılmamı istemezcesine. Geç kalınmışlığın üzgünlüğüyle, hüzünle, özlemle sardım kollarımı. Burnumu yasladığım eşsiz kokusundan mütevellit ağlamaya başlamadan önce, sıkı sıkı tutunuyordum omuzlarına. Parmak uçları, tıpkı benimkiler gibi asılıyordu üstümdeki kumaş parçalarına. Teselli etmeye çalışıyordu, bunca zamandır ayrı kalıp da yorgun düşmüş birbirine aşık olan ruhlarımızı. Bu mutlu anı, gözyaşlarımla bozmamak için sıkı sıkıya yummuştum gözlerimi. O da, o zaman belimden daha sıkı kavradı beni. Bir eli çoktan saçlarıma erişmişti, saçlarımı okşarken bir yandan başımı kendi boynuna bastırmaya çalışıyordu. İkimizin de, içi titriyordu aslında gerek acıdan, gerekse özlem dolu kırgınlıklardan. Parmak uçlarımda durup yapabilirmişçesine daha da çok sarıldım ona, kollarımın arasındaki omuzlarına.  "Buradasın." Kendine hatırlatıp duruyordu sessizce mırıldanarak. Kulağıma gelen sesiyle, mutluluktan ağlamak istiyordum. Ona çok ihtiyacım vardı, en başından beri. Yokluğunda ise, acılarım büyümüştü ve ne denli büyük olduklarını, küçüldüğünde geriye kalan izlerinden anlıyordum. "Gelmeyeceğinden o kadar korkuyordum ki... Bana kızdığından-"

Başımı çektim omuzlarından aniden, parmaklarımı dudaklarına yaslamıştım daha fazlasını söylemesine gerek olmadığı için. Eğer böyle konuşmaya devam ederse, içimde tuttuğum hisleri gözyaşı olarak akıtacağımı çok iyi biliyordum. "Sana asla kızamayacağımı çok iyi biliyorsun." Dudaklarımdan aniden fırlayıp gitmişti sözler. Hiç tutamamıştım, denememiştim bile. Parmaklarım yavaşça kaydı dudaklarının üzerinden. Çenesini tutmaya devam ederken mavi gözlerine bakıyordum. "Bu haksızlığı bir daha yapamam. Anlıyor musun? Daha fazla geç kalamam." Ben fısıldarken, yüzü eksikliğini duyduğum yakınlığa gelmişti yeniden. Büyük avuçları yine, yanaklarımı kavrıyordu. Tıpkı, beni her zaman öpmeden hemen önce yaptığı gibi.

"Hiçbir zaman geç değildi, aşkım."

Sözleriyle, soyutlanmış ellerinin kalbime ulaşıp onu avuçları arasında tuttuğuna şahit oldum, uzun zaman sonra ilk kez. Sözcükleri, seçtiği o kelime, neredeyse beni ağlatacaktı. Dudaklarımız, aylar sonra git gide büyüyen özlemle yeniden birleştiği ilk anda, yaşadığım duygu seliyle beraber gözlerim tutamadığımdan ötürü artık ıslanmıştı. Yine her zaman olduğu gibi, onun kolları ve dudakları arasındayken tüm düşüncelerimi bir kenara bıraktım. Bildiğim ve hatırladığım şeyin yalnızca Louis'in olmasını istedim. Aşkının beni nasıl hissettirdiğini, ikimize neler yaptırdığını anımsamak istedim. Tamamen dudaklarımın ucundaki varlığa ait olmayı, onun da benim olmasını diledim sonsuza dek. Dudaklarımın üstüne kapattığı dudaklarının kalp atışlarımızın birbirine karıştığı her saniyede daha da ılıklaştığını hissederken, bir yandan yüzümü tutan avuçlarının arasında içinde bulunduğum bedenden dışarı çıkıp, ait olduğum yere geri dönüyordum sanki. Öyle yavaş ve özenle öpüyordu ki dudaklarımı, nefeslerimi tıpkı onun gibi dikkatle seçiyordum aralarından kayıp gitmesi için. Zaman sanki durmuştu ikimizin bulunduğu odanın içerisinde. Dudakları arasına hapsolmuş nefesim, tıpkı benim gibi, onda kayboluyordu. Özlemle tutuşan ruhlarımıza eşlik eden dudaklarımız durmadan yer değiştiriyor, biri ötekinin yerini alıyordu hiç zaman kaybetmeden. Tüm noktalarımız, birbirine kenetlenmişti ve sıkı sıkı tutunuyordu: Dudaklarım, dudaklarına; parmak uçları, çehreme; ellerim, omuzlarına ve hatta daha yakınına, giydiği süveterin içindeki gömleğinin yakalarına. Odasının rastgele bir noktasında ayakta diliyor, birbirimizi durmadan öpüyorduk, belki de ilk kez, bir kereliğine dahi olsa hiçbir şeyden ve kimseden korkmadan.

Uzunca akıp gitti zaman, saniyeler dakikalara dönüştü. Dudaklarına ayrılmaya çok da istekli olmadan omuzlarına bıraktım başımı yeniden, elleri sırtımı okşuyorken gözlerim tamamen kapalıydı, sanki ihtiyacım olan tüm huzur onun bana değdirdiği parmak uçlarındaydı. Bir anlığına, eriştiğim mutluluk, aylardır hayalini kurduğum şeylerden birini unutmama sebep olacaktı ki, aklıma gelmesiyle mırıldandım: "Sana bir şey vermem gerekiyor." Başımı tekrardan kaldırıp gözlerine karşıdan bakmaya başlamıştım bunu söyledikten sonra. "Burada bekle."

Louis'i ne olduğunu anlamaz bir yüz ifadesiyle odada bırakıp, alt kata bıraktığım çantamın içerisinden kalın defterimi almaya inmiştim. Defterle merdivenlerden yukarı hızlıca çıkmadan önce, derin bir nefes almıştım hissettiğim tuhaf gerginlikten dolayı. Gergindim ve bu tuhaftı çünkü, ne tepki vereceğini asla bilmemekle birlikte, sanki bir anda bilmediğim bir yerden utangaçlık güdüsü fırlamıştı. Ona karşı, belki de hiç dürüst olmadığım kadar dürüst olmuştum sayfalara kelimeleri akıtırken. Birazdan, tüm duygularımı geri dönülemez ve koşulsuz bir şekilde ona emanet edecektim. Aslında, her şeyi biliyor, diyordu içimden bir ses. O beni en başından beri, benden daha iyi biliyordu. Odaya yeniden adımladığım zaman, tıpkı kapıyı onun gibi kapatmıştım. Bıraktığımın aksine, az önce yatakta oturduğum aynı tarafa oturmuş, kenara saçtığım fotoğrafları inceliyordu. Ben geldiğim zaman, hemen başını kaldırsa da o ayağa kalkmadan yanına geçtim. Gözleri, göğsüme bastırdığım defter ve yüzüm arasında belli belirsiz aralıklarda gidip geliyordu odadaki derin sessizlikte. Gergince, ve aksine sakinlikle bıraktım defteri kucağına. O zaman tamamen bana dönmeyi kesip, kendisine doğru duran defter kapağını incelemeye başladı. Yavaşça kapağı kaldırdı ve ilk sayfadaki cümleyi okumaya başladı. Gözleri satırlar arasında kaydıkça, yüzündeki gülümseme büyümüştü. Yavaşça bana çevirdi başını. Elim onun omzunda dururken, tatlı bir tebessümle yüzümü incelemeye başladı sonra. Sanki benden açıklama bekliyor gibiydi. Bu yüzden, sessizce başladım söze: "Zirveyle ve seninle alakalı her şeyi yansıtmak istedim ben de, senin gibi. Sende kalmasını istiyorum. Eğer istersen son sayfasına benim bugün ne kadar mutlu olduğumu yazabilirsin." Söylerken, komik bir telaşla dudağımı kemiriyordum. İçimde tuttuğum hisler, sanki sonunda yüzüme yansıyor ve ben gülmeden duramıyordum.

"Bence sen tamamlayabilirsin, burada." Elini çeneme doğru uzattığında, sonradan fark edercesine dişlerimin ardına hapsettiğim dudaklarımı serbest bıraksam da, yine de baş parmağıyla alt dudağımı okşamaya devam etti. "Kalan tüm tatilini, bunu yazmak için harcadın, öyle değil mi?" Sesindeki sakinlik, sanki içinde tuttuğu vahşice özlemin ve aldığı hediyenin mutluluğunu örtmek istercesine gelmişti kulağıma.

Başımı yavaşça salladım iki yana. "Harcamak kelimesi doğru değil." Louis'in yeniden bana doğru yaklaştığını fark ettiğimde, heyecanla yükselmişti nefeslerim. "Bunu yapmak zorundaydım, sana bir daha ne zaman kavuşurum bilmiyordum." Ve öğrenememekten öyle çok korkmuştum ki.

Dudaklarımın arasına bıraktığı üst dudağı, tenime yalnızca sürtüp geçmişti. "Bir an önce okuyacağım ve hatta... Tüm paragrafları, cümlelerini; kalemini oynattığın aynı kelimelerde nasıl farklı tuttuğunu, mürekkeple sayfada yaptığın izleri bile ezberleyeceğim." Dudaklarıma doğru fısıldarken, nefeslerimiz birbirine karışıyordu ve mavi gözlerini benimkilerden bir an olsun ayırmıyordu. Defteri kucağından ayırmadan, dudaklarımızı birleştirdi aynı yatak tarafında oturmaya devam ederken. Bu sefer üstümdeki ceketi tutan elleri, beni daha da kendine çekmeye çalışıyordu. "Beni ne kadar mutlu ettiğini tahmin edemezsin." Sözcüklerinin arasından beni öpmeye devam ettikçe, kontrolü eline alan heyecanım yüzünden büyük bir telaşla, öpücüklerim yavaşladı. "Seni çok özledim." diye fısıldadığında ise, gözlerim şaşkınlık refleksiyle açılmış ve bana bakan koyu mavi gözlerle karşılaşmıştım. Vücudumda gezinmeyi bırakan tüm kanın, yanaklarıma fırladığını hissettiğim an bu olmuştu.

Önce alınlarımız birleşti. Birbirimize bakıyorduk gözlerimizi bir saniyeliğine bile kaçırmadan. Sonrasında, Louis başını bana ait omuzlara bıraktı. Ben de onunkilere tutunuyorken, derin bir soluk verdiğini duydum. Sanki, burada olduğuma kendini inandırmaya çalıştıktan sonra başarılı olmuştu. Rahatlamıştı varlığımdan ötürü. Tıpkı benim gibi. Artık, hislerini tercüme etmesine gerek kalmadan tahminde bulunabiliyor, anlıyordum ben de ve buna sebep olan şey aşktan başka bir şey değildi. Ellerim uzamış olan saçlarının arasına götürdüğümde, kendimi bir anda gerçekten onunla yer değiştirmiş gibi hissettiğimi fark ettim ve bu beni, hiç bilmediğim bir anlamda sarstı. "Ben de seni çok özledim, Louis." Gözümü kırptığım bir anda, ufak bir yaş hızlıca boşluğa doğru kayıp gitmişti, yanağıma bile sürtmeden. Sanki, onun acısını yüreğimde hissediyordum. Bana duyduğu aşkın sebep olduğu, acı.

Belime sardığı kollarını her saniye daha da sıkılaştırıyor ve beni olabildiğince kendine çekiyordu. Elinden geldiğince ona yakın olmamı istiyordu. Aylar öncesinde, bana aynısını yaptığı o  her saniyeden nasıl etkilendiğimi hatırlayarak ellerimi büyük bir yavaşlıkla saçlarının arasında dolaştırmaya devam ettim. Sükunetin varlığı, az önceki saniyelerin aktığından daha yavaş akmasına neden olmuştu. Yine de bundan keyifsiz olmak imkansızdan daha zordu benim için. Sanki, yüreğim kaldırabileceğini bile bile acılara boyun eğiyordu, idam saatine hazır bir şekilde beklerken. İçimdeki o ses, Louis'in omuzlarımda ağladığını söylüyordu bana, belki de bu yüzden ona bakmaktan, onu ağlarken görmekten çok korktuğum için yerimde çakılı kalmış gibi durdum. Yalnızca, nefes alış veriş seslerimiz çarpıyordu kulağa.

Sanki tüm o sessizce geçen saniyelerde duygularımızın tümüyle birer birer yüzleştikten sonra, Louis başını yavaşça kaldırdı omuzlarımdan. Gözleri tahmin ettiğim kadar ıslak ya da kırmızılı değildi. Yine de, üstünden atamadığı bir kırgınlık varmış gibiydi, ama bana ya da şu ana değil. Yalnızca kendisine. Yeniden eli yüzümü buldu. Sıcak avcu arasına aldı yanağımı, sonra yavaşça çeneme ve oradan da saçlarıma doğru kulağıma kaydı kavrayışı. Dudaklarıma öyle yakın durdu ki birkaç saniye boyunca, öpmek için ondan önce atıldım dudaklarına.

Defteri, ufak bir aceleyle kucağından kenardaki çekmeceli dolabın üstüne bıraktı beni kucağına çekmeden önce. Aslında, sadece benim oraya geçmeme olanak sağlamıştı. Onu, özlemin yerini almak üzere olan büyük tutkuyla öpüyordum. Pantolon kumaşıyla sarılı olan bacaklarım, onun etrafını kapatıyordu yatağının üzerinde. Tıpkı benimkiler gibi vahşileşmişti onun da öpücükleri. Onu öpmek bile, o kadar ulaşılamaz olmuştu ki benim için, şimdi dahi onu öptüğüm her andan dolayı büyük bir coşku, bir gurur duyuyordum. Dudaklarımızın ayrılmadığı bir anda altına alıp yatağına serdi beni. Gözlerim şaşkınlıkla açılırken, bu kesinlikle hoşuma gittiğindendi, Louis de yavaşça dudaklarımdan uzaklaşmıştı. Kendi bedenini benimkinin üzerine bırakmadan durmaya devam etti konuşurken. "Ceketi giyiyorsun..."

"Hala." diye tamamladığımda ikimiz de gülmüştük. Elleri çıkarmadan önce kumaşın iç kısımlarında dolaşırken, düşündüğüm şeye rastlamış olacaktı ki bir anda durdu ve tamamen üstümden çekildi. Elinde tuttuğu sigara paketi, bana aitti. "Sana verirken içerisinde sigaramı unutmadığıma eminim. Sakın bana..."

Dirseklerimin üzerinde yatakta hafifçe yükselirken yüzünün aldığı endişeli hali izliyordum. "Hoşuma gidiyor... Ama merak etme hala dumanı içime çekemiyorum." Gülerek söylediğim zaman, bu söylediğime inanmasını umuyordum. Birkaç saniye sonra yaptığım göndermeden dolayı hafifçe gülmesi, başardığımın göstergesiydi. Beni öpmeye devam etmek yerine yatakta oturmaya başladığını gördüğümde şaşırarak üzülsem de, merak ettiğim asıl şeylere zaman bulduğum için bunu bir fırsat olarak bilip değerlendirmek istemiştim. "Mercedes nerede? Dava nasıldı? Kazandınız mı?"

Louis sorularımdan sonra sırtını yatak başlığına bırakırken, elinde tuttuğu sigara paketini iki parmağı arasında döndürüp duruyordu sıkıntıyla. "Bu saatlerde genelde işe gidiyor. Yani halen deneme sürecinde ama görünüşe göre her şey olumlu ki bu da işe alınacağını gösteriyor." Gözleri, boşluğa bakmayı bırakıp beni bulduğunda yatakta ona dönerek uzanmaya devam ediyordum. Yavaşça daha da yakınına gittim.

"Yani artık senin yanında çalışmıyor mu? Nerede iş buldu?" Başımı onun göğsüne yaslayacağımı anladığı anda, kolunu kaldırıp beni kendisine çekti.

"Şu an, merkezdeki müzeleri teftiş eden devlete bağlı bir kurumla görüşüyor. Hem artık, benim yanımda çalışamaz çünkü..." Başımı tereddütle ona kaldırdığım zaman, o da bana döndü. "Bunları düşünüp de canını sıkmana hiç gerek yok. Davayı kazandık, merak etme."

Dediklerine rağmen, yerimden huzursuzlukla kalktım. Uzanmadan, halen ona yakın bir mesafeden yüzüne bakarken Louis nefesini ümitsizce veriyordu. "Söyle, anlat bana da. Lütfen. Canını sıkan bir şey mi var yoksa hala?"

Arkamdan uzanıp kollarını belime dolayarak ellerini karnımın üstünde birleştirdi ve bir anda beni kendisine çekti. Öyle sıkıca sarılıyordu ki, kollarımı bile oynatamıyordum. Vakit kaybetmeden yüzünü, benimkine yaklaştırdı ve beni öpmeye başladı. "Canımı sıkan hiçbir şey olamaz sen buradayken." Beni bir bebekmişim gibi kucağına çekti sonra. Ayaklarımı yatağa doğru uzunlamasına uzatırken daha fazla ciddi kalamayıp gülmüştüm.

"Söylemekten başka çaren yok. Hadii." Yüzüne uzanan parmak uçlarım, çenesindeki kısacık sakallarını okşuyordu. Parmak uçlarımdan gıdıklandığım halde o bana söyleyene dek devam etmiştim bunu yapmaya.

"Bunun keyfimizi asla ve asla kaçırmasına izin vermeyeceğine söz verirsen söylerim." Gülerek pes edercesine bağırmıştım, söz diye, artık söylemesini istiyordum. Gülmekte olan suratı, bir anda hafifçe gerildi yeniden. Ama halen gülümsüyordu. "Artık Londra'da psikolojik danışmanlık yapamayacağım. Yani, bürom yeniden açıldı ama Londra'da beni tanıyan, bilen herkes bu davaya karıştığımı duydu ve gerçek olsa da olmasa da artık bana duydukları güven yok oldu..."

"Nereye gideceksin öyleyse?" Telaşla böldüm cümlesini. Suratım duyduklarımdan sonra elbette asılmıştı.

Louis konuşmadan önce, çenesini tutan elimi öptü. "Bir süreliğine hiçbir yere gitmiyorum, korkma."

"Bir süreliğine..." Onun gibi tekrar ettim. "Bu da ne demek?"

"Harry, daha bana az önce verdiğin sözü unuttun mu?" Diye ikaz etti, suratımın aldığı hale kızarcasına. Ben gözlerimi kaçırınca her şeyi açıklamaya başladı. "Sana anlatmıştım, Mercedes'le buralarda kalmamamız ikimiz için de en iyisi. Onun işe girebilmesi ve sürekli orada kalabilmesi için İtalya'daki kazı ve teftiş görüşmeleri ayarlamaları hakkında referanslar verdim. Ve babam da yıllardır İtalya'da. Oraya gitmem herkes için en iyisi olacak." Gözlerimi hissettiğim büyük bir sinirle ondan kaçırdığımda, Louis hemen çenemden tutup nazikçe ona doğru çevirdi. "Mercedes, sık sık buraya gelip gidecek. Biliyorsun Harry... Burada mesleğimi yapamam artık. Hem teyzeni düşün, Oscar'ın onu yeniden rahatsız edeceğinden hala öyle korkuyor ki."

"Başka bir çaresi yok muydu?" Yüzümü ondan saklamak istiyordum, çünkü ağlamama ramak kalmıştı. Bana kızacağını biliyordum. Bu yüzden olabildiğince eğdim suratımı önüme doğru. "Ben senin için Londra'ya geliyorum, bu sefer de sen başka bir yere gidiyorsun. Öyleyse neden İtalya'yı kazanmamı sağlamadın?"

"Harry... Bilemezdim. Buraya geleceğini de, davayı kazanacağımızı da." Üzgün bakışlarımı yeniden ondan kaçırdığımda, beni tutup ona sarılmamı sağladı. Derin, umutsuz nefeslerim ve onun süveterine karışan parfümü arasında kaybolup gidiyordum şimdi de. "Tamam, biliyorum bu, yaptığım aptallık ama başka çaremiz yoktu. Ve sen artık olgun birisin, hep öyleydin Harry. Keyfi alınan bir karar olmadığını biliyorsun. Tüm gözler üzerimizden çekildiğine emin olana kadar, seni arayamadık. Ancak emin olduğum ilk saniyede, Mercedes'e sana yazması için haber verdim. Şimdi ise, sonunda kollarımın arasındasın ve bunun için öyle minnettarım ki. Çünkü bunun bile gerçekleşeceği konusunda büyük korkularım vardı. Sen... Sen gerçekten çok güçlü birisin. Lütfen, hemen üzülmek yerine bu kararı vermeme sebep olan tüm her şeyi anlamaya çalış."

"Anlıyorum." diye fısıldadım, sesimi de tıpkı ıslak nemli burnumu kumaşa bastırdığım gibi bastırmıştım. Louis bir süre daha göğsünde tuttuğum başımı okşamaya devam etti. "Belki de, bunu zamanı geldiğinde düşünsem daha iyi olur. Öyle değil mi? Şimdi, onca zamandan sonra senin kollarının arasındayım... Hiçbir şeyin bu anları mahvetmesine izin vermemeliyiz... Dağdaki gibi ağlayıp durmak istemiyorum, seninle buradayken. Yalnızca varlığının tadını çıkarmak istiyorum." Louis üstümdeki kumaşı okşarken, bana doğru hafifçe eğilip saçlarıma bir buse kondurdu ve dudaklarını uzunca bir süre daha oradan çekmedi. "Seni seviyorum Louis. Ve bu sevginin çok daha ötesinde sana kendimden çok inanıyorum. Biliyor musun?"

Başımı ona doğru kaldırdığım zaman, zaten bunu bekliyormuş gibi dudaklarıma yapıştı aniden. Öperken, bir yandan kavradığı boynumu okşuyordu. "Seni seviyorum Harry. Hem de, kimsenin bilemeyeceği kadar fazla."

Fısıldadıktan sonra, yeniden buluşmuştu dudaklarımız. Mercedes'in eve gelişine kadar da öyle sürmüştü her şey. Onun yatağında, onun kucağında, kolları ve dudakları arasında çok kıymetli o dakikalar, bilinçli ya da bilinçsizce akıp gitmişti. Bir öpücük ve fazlası ile.

Mercedes Louis'e gelmekte olduğunu arayarak haber verdikten sonra, hemen bir alt katta bulunan salona inmiştik. Tüm salonu bana gezdirme sürecinde -aslında çok büyük bir salonu olduğunu söylemek çok zordu zaten- elini bir an olsun omzumdan ayırmamıştı. "Çiçekleri bu kadar sevdiğini bilmiyordum." Köşedeki büyük saksılıkları gösterdiğimde hemen gülümsedi.

"Eve ayrı bir renk katıyor, değil mi? Yalnız olduğunu bir şekilde unutturuyor. Bana en azından." Omzuma koyduğu elinin etimi sıktığını hissetmemle kaşlarım istemsizce havaya kalktı ama sebebi, bana söylediği şeylerin ağırlığı olmuştu. "Piyanoyu gördün mü?" Bileğimden tutarak, beni salonu ortadan ikiye ayıran kalın kirişin yanından geçirip, kütüphanenin önünde duran büyük siyah sandığın önüne götürdü. Piyano tuşların üstünü örten kısmını kaldırdığında, yüzü hemen gülümseyerek bana bakmıştı. "Annem çalmaya bayılırdı. Ben de, babam İngiltere'deki evde bıraktığı eşyaların arasında yitip gitsin istemedim." Oturduğu yerden, parmaklarını beyaz ve siyah piyano tuşlarının üstüne yerleştirip çalmaya başladığında, gözüme takılan ve dikkatimi müziğe vermemi engelleyen şey parlak bir alyans yüzüğü olmuştu. Hala takıyordu onu. Gözümü parmaklarından çekmeden piyano tuşlarındaki hareketliliğini izlemeye devam ettim. Kulağıma çok tanıdık bu melodi, bir anlığına tüm önemini kaybetmişti. Louis bakışlarımdaki donukluğu anlamış olmalıydı ki, çalmayı bırakıp bana döndü. "Harry-"

"Üzgünüm... Ben unutmuşum." Diye itiraf ettim o bana aynı şeyleri hatırlatmaya başlamadan önce. Eli bana doğru uzandığında, gözüm hala gözlerinde değil, aksine alyansla sarılı olan yüzük parmağındaydı. Elini tutup yüzüğe dokundum hafifçe. Ona doğru, kaygılı bir bakış kaçırdığım zaman onun da sessizce yüzümü izlediğini fark ettim. "Bir türlü alışamıyorum. Ve bu alışamadıklarım listesi o kadar uzun ki."

Hafifçe gülümseyip, altta duran elimi üste çıkardı. "Oysa ben seninkilerini beğendim." Hafifçe gülümsediğinde, şaka yapmasından dolayı kızsam da gülümsemeye çalışmıştım. Aynı dakikalar içerisinde, ilk defa duyduğum kapı zili duyulmuştu evin içinde. Mercedes'in geldiğini hatırlayıp, alt kattan gelen evin yardımcısından önce gitmiştim kapıyı açmaya.

Elinde taşıdığı paketler ve kolunun arasındakilerle yorgun nefeslerini, beni gördüğü anda tutmuş ve gözlerini kocaman büyütmüştü. "Tanrım! Harold!" Hemen elindekileri yere bırakıp bana sarıldı. Kollarını öyle sıkıca doladı ki bir anda, onunla beraber geriye yalpalamıştım. Gülerek karşılık vermiştim kucaklayışına. "İyi ki geldin... Seni ne kadar özledim bir bilsen!" Kollarımdan çekilmeden önce yanağımı öptü. Hemen kollarımdan ayrılmak yerine, karşımda durarak yüzümü ve beni incelemeye koyulmuştu. "Saçların ne kadar çok uzamış birkaç ayda." Zaman kaybetmeden, yeniden sarıldı. Onun güven verici kollarındayken, kendimi sonu gelmez bir mutluluğun ortasında hissetmiştim yeniden, ki bunu bile ne kadar özlediğimi yeni fark ediyordum. Birkaç dakika süren kavuşma kucaklaşmasından sonra, isminin Lillian olduğunu öğrendiğim kadın, teyzemin az önce yere bıraktığı paketleri alıp mutfağa inmiş ve bizi birinci katta baş başa bırakmıştı. Louis ve ben koltuklardan birine yerleştiğimizde, Mercedes üstündeki kısa ceketten kurtulup diğer tekli koltuğa oturmak yerine ikimizin ortasına yerleşti. Ama yüzü bana dönüktü. "Ee anlatsana, Londra'yı nasıl buldun? Burayı? Okul nasıl? İyi misin?" Söz bitiminde yeniden kollarını bana sarmıştı gülümseyerek. Kollarımı omzuna sarmaktan çekinmedim ben de.

Yemeğin hazır olmasına kadar geçen sürede, kısa sohbetimiz hiç bölünmemişti. Onlara, okulumu ve derslerimin ne kadar eğlenceli bulduğumu, yeni edindiğim arkadaşlıkları, bana ait olan öğrenci evini anlatmıştım ve onlar da aynı zevkle beni dinlemişlerdi. Lillian'ın yanımıza gelip, yemeğin hazır olduğunun haberini verdiğinde birlikte alt kattaki bahçeye hazırlanan masaya geçmiştik. Louis, masanın başında yerini almışken, ben hemen yanındaki boş sandalyeye geçmiştim. Mercedes karşıma oturduysa da kısa süre içerisinde içeriden bir şey alacağını söyleyerek kalkmıştı. Geri döndüğünde ise, elinde kırmızı bir şarap vardı. Lillian da peşinden kadehleri getiriyordu. "Başka istediğiniz bir şey var mı Bayan Tomlinson?"

"Hayır, sen bu akşam erken çıkabilirsin Lilly. Bundan sonrasını biz hallederiz."

"Teşekkür ederim, iyi akşamlar ve sizlere afiyet olsun." Kadın büyük bir kibarlıkla söylerken, aynı şekilde Louis de ona teşekkür etmişti. Sonunda evinin bahçesinde üçümüz kaldığımızda, Mercedes elindeki tirbuşonla şarabın tıpasını aldı ve birer birer bardaklara doldurmaya başladı.

"Louis sana anlattı mı? Davayı sıyrıksız atlattık sayılır." Mercedes söyledikten sonra rahatladığını belli edercesine nefesini vermişti. Bardağına doldurduğu şaraptan birkaç yudum aldı yemeğine başlamadan. Bir şey söylemeden önce, Louis'e baktım. Onun için pek de sıyrıksız sayılmazdı.? Başımı salladım yavaşça.

"İtalya'ya gidiyormuşsunuz."

Mercedes önümdeki bardağı gözleriyle gösterdiğinde, kendisininkini masaya bırakıyordu. "Demek suratının asık olmasının sebebi buymuş."

"Hayır." diye öne atıldım. Sonra hafifçe gülümseyerek şarabımı içtim sanki ikisini de mutlu olduğuma inandırmaya çalışıyormuşum gibi. "Gayet mutluyum ben. Davayı atlatmanıza sevindim. Düğün işe yaradı sonuçta, değil mi?"

Mercedes konuşmadan önce gözlerini Louis'e çevirip, sonra bana getirdi. "Bu henüz tam kesinleşmedi bile. Ama gidersek, sen ne zaman istersen seni de götüreceğime söz veriyorum. Ne zaman olursa, hem bir kere de değil. İstediğin kadar bana eşlik edebilirsin."

Louis'in çalmaya başlayan telefonu sesiyle, minik bir müsaade isteyip yanımızdan ayrılınca Mercedes'le masada ikimiz kalmıştık. "Gerçekten mi?" diye sordum, çekinerek, önceki konudan bahsediyordum.

"Elbette, Harry. Şu meseleyi üstümden attığım için o kadar rahatladım ki. O yüzden senin de kaygılanmanı istemiyorum." Masada elime uzanıp tuttuğunda, onun da parmağına takılı olan alyansa aldırmamaya çalışarak gülümsedim.

"Teşekkür ederim Mes. İyi ki varsın... E postanı alınca öyle sevindim ki buraya koşarak geldim resmen." Mercedes cümlemle beraber içten bir şekilde gülümsemişti. "Şey, peki siz Theia ile..."

Mercedes sorumun akabinde burukça gülümsemişti. Devamını getirmeme gerek kalmadan beni tamamladı. "En azından benimle konuşmayı kabul ediyor. Yeniden arkadaş olabileceğimizi söyledi ve..." Bakışlarını kaçırdı yavaşça önünde duran tabağına doğru. "Bunun için bile fazlasıyla mutluyum. Ama ondan daha fazlasını beklememem gerektiğini biliyorum. Sonuçta onun bilmediği çok şey var, onun için tek gerçekse benim bir adamla evli olduğum."

Çatalına aldığı lokmaları yavaş yavaş yerken bana bakmamaya devam etti. "Ona her şeyi, tüm bunları itiraf edemez misin?" Louis'in geldiğini görünce, garip bir çekingenlikle fısıldayarak sormuştum.

"Anaïs gece dışarıya çağırdı ama çıkamayacağımızı söyledim, o da buraya geliyor." Louis sandalyesine oturdu konuşmaya devam ederken. "Başhekimliği başkasına kaptırdığı için çok stresli. Siz ne konuşuyordunuz?"

Mercedes dirseğini masaya koyup kadehini kaldırdı. "Teyze ve yeğen arasındaki sırlar, Louis. Hadi kadeh kaldıralım, bugün çok güzel bir gün." Mercedes'in ışığından etkilenmemek imkansızdı, ancak o akşamki enerjisi sanki çok daha farklıydı. Sanki her şeyden sonra o da değişmişti. Ya da, sonunda giydiği o güven yeleklerinden kurtulmuştu. Kendi duvarlarını kırmayı başarmıştı. Üçümüz de kadehlerimizi tokuştururken hep birlikte kutlamıştık bu günü. "Daha güzel günlere." Dudaklarımızda silinmek bilmeyen bir mutlulukla, neşemiz sözcüklerimize yansımıştı tüm yemek boyunca.

Hava karardığı ilk dakikalarda, Louis kalkıp kendisi bahçedeki aydınlatmaları  ve duvara monte edilmiş minik müzik sisteminden hafif hızda çalan bir müzik açmıştı kısık seste. Yerine oturmadan, gelen arabanın sesinden kız kardeşinin olduğunu anlayıp yukarı çıktı. Birkaç dakika sonra, ikisinin birlikte merdivenleri indiğini görmüştüm, Anaïs'in elinde başka renk bir içki şişesi daha vardı. Louis'in de dediği gibi, hararetli hararetli mutfak kısmında abisine bir şeyler anlatmasından stresli olduğu belliydi. "Yani inanabiliyor musun? Ben de işten ayrılırım o zaman dedikten sonra kimse sesini çıkarmadı." Beni gördüğü anda, cümlesi yarıda kesilmişti. "Ah, Harry. Seni burada görmek ne güzel." Hemen benim tarafıma geçip omuzlarıma kondurdu elimi. "Az kalsın senin burada olduğunu bilmeden terbiyesiz laflar etmeye başlayacaktım. Louis çok kızıyor biliyor musun?" Hemen yanımdaki sandalyeyi çekti kendisi için. "Yani özellikle senin yanında değil, kendisinin terbiyesiz laflarla ilgili büyük bir takıntısı var."

"Anais sen gelmeden önce içtin mi?" Mercedes gülerek sordu.

"Evet birkaç bardak votka, ama içine portakal suyu ekledim. Bir şey olmaz yani."

"Anais! Sarhoşken araba kullanman çok tehlikeli. Delirdin mi sen?" Anais abisini umursamadan ortaya konulan yiyeceklerden çatalıyla almaya başlamıştı. Louis ona tabak getirmeye kalktıysa bile, bunun Anais'in pek de umurunda olduğu söylenemezdi.

Tüm gece boyunca keyifli bir şekilde sohbet ettiklerini söylersem bir miktar yalan olurdu, çünkü Anais kafasını taktığı iş meselesinden dolayı durmadan söyleniyor ve birlikte bir bara gidip eğlenmek istediğini dile getiriyordu. En sonunda, Mercedes onunla gitmekte gönüllü olmuştu. Louis'in tek şartı ise, ikisinin de sarhoş olacağını bildiğinden James'in onları götürüp getirmesini istemek olmuştu. Bu yüzden, Mercedes ve Anais, gecenin çok da geç olmayan bir saatinde evden çıkarken, Louis'i evde benimle birlikte hapsetmiş olmaktan tuhaf bir tatminlik ve heyecan duymanın yanında ayrı bir suçluluk da hissettiğim söylenebilirdi. Anais çıkmadan önce, benden özür dileyip samimi bir şekilde sarılmıştı. Louis'e acemi bir şekilde göz kırptığını görmemle gözlerim deyim yerindeyse kocaman açılmıştı. Louis kapıyı kapattıktan sonra gülerek bana döndü. "Tanrım, gören onun 31 değil, 21 yaşında olduğunu zanneder."

"Planlı yaptığınızı düşünmeye başlamama az kaldı." Yavaşça bana doğru yürüdüğünde, yüzünün aldığı hal görülmeye değerdi.

"Gerçekten planlı değildi." Yüzümü kavrayıp hiç beklemeden dudaklarımı öpmeye başladı. "İnanmıyor musun?"

Mutluluktan delirir gibi hissettim o dudaklarımdan çok uzaklaşmadan sorduğunda. "İnanmıyorum." Oysa, konuştuğumuz konuyu bile unutmuştum.

Elimi sıkıca tuttuktan sonra, kenarda duran düğmelerden evin tüm ışıklarını kapatıp sadece yukarı çıkan merdivenlerin ve üst katın koridor ışığını açık bırakmış, elimi bırakmadan hızlı hızlı merdivenleri çıkmıştı. Biz odaya girdiğimizde, kalan ışıkları da tamamen kapatmıştı. Karanlık odanın içerisinde de yürümeye devam etti, uzun camların önünü kapatan perdeleri tamamen çekti ve manzarayı bana göstermek istercesine beni önüne çekti. "Evimi beğendin mi? Nasıl buldun? Beni, yaşantımı... Hep merak ediyordun, değil mi?" Elini omzumdan sürtüp enseme getirdi ve saçlarımın örten kısmını geçip tenimi buldu. Yavaşça ensemi okşarken, bakışlarını üstümde tuttuğunu hissediyordum.

"Fazlasıyla... Etkilendim." Hala ışıltılı köprü ve şehir manzarasına bakmaya devam ediyordum.

"Senin dünyan kadar etkileyici olamaz." Konuştuğunda, başımı yutkunarak ona çevirdim.

"Neydi ki seni etkileyen?" Elini yavaşça omuzlarımdan çekti ve daha nazik bir şekilde kollarımı tutarak beni kendine çevirdi. Baş parmağıyla üstümdekinin ince kumaşını okşuyordu.

"O deftere yazdığın, tüm duyguların. Onları bilmek, hiç bilmediğim anlamlarda tümünü iliklerime kadar hissetmek." O bana bir adım attığında, ben de aynı şekilde yaklaştım ona.

"Okumadın bile. Hepsini bilmediğinden eminim." Artık birbirimize adım atamayacak kadar yakın mesafede duruyorduk. Aldığı nefesi, benimkine karışıyordu.

"Okuyacağım ve tekrar tekrar hatırlayacağım."

"Ama şimdi değil." Dudaklarına doğru fısıldadım.

"Evet." Diye itiraf etti aynı fısıltı tonuyla. Bedenimi onunkine yasladım tamamen, onu öpmeden hemen öncesinde. Dudaklarım da aynı istekle onunkilere yaslı duruyordu, tenine sürtüp geçerken. Birini dudakları arasına hapsediyor, sonra bir ötekini alıyordu. Sırtımdaki kumaşı öyle sıkı kavramıştı ki, çekiştirdiğini hissedebiliyordum. Üzerime doğru bir adım attığında, ki bu kesinlikle beni hareket ettirmemişti, bacaklarım arasına sürtünen bacağı yüzünden tuhaf bir hisle irkilmiştim. İsmi büyük bir zevkle fırladı dudaklarımdan. Kan yine tüm parmak uçlarımdan, yüzümden, her bir noktamdan çekilmişti ve o noktaya toplanmıştı tümü. Bana daha fazlasını yapması için, yakalarına yapışmış kendime doğru çekiyordum onu var gücümle. O da, hiç bilmediğim bir sertlikle öpüyordu dudaklarımı. Arada kaçan zevk iniltilerine bile engel oluyordu öpücükleri. Boğuk sesim ikimizin dudakları arasında, ağızlarımızın içinde kaybolup gidiyordu.  Yavaşça ve belirsiz bir anda ayrıldı dudaklarımdan. Kendime gelmem saniyelerimi almıştı. İki eliyle yüzümü tutarken, karanlık mavi gözleriyle, gözlerime bakıyordu. Bakışlarındaki ateşle, tıpkı bir kaplanı andırmıştı o an bana. Neden durduğunu anlayamamıştım.

Parmak uçlarını önce hala ıslak kalan dudaklarımda dolaştırdı, kırmızı derisine parmaklarını bastırırken gözleriyle onları takip ediyordu, sanki avını sürercesine. Dudakları büyük bir açlıkla aralandı sanki. Sonra diğerleriyle elmacık kemiğime, kıvrımsız burnuma, o anlık kapalı olan gözlerimin kirpiklerine dokundu. "Tüm detayları, yüzünün her bir köşesi hala ezberimde..." Parmak uçlarını yeniden çeneme indirdi. Sonra birden, baş parmağını üst dudağımın ortasına kondurdu. "Dudağının kıvrımlı çizgisini... Alacalı pembeliğini..." Yavaşça açtım gözlerimi yeniden ve buluştu gözlerimiz. "Burada olduğun için, sana dokunabildiğim için o kadar mutluyum ki."

"Ben de." Diyebildim yalnızca, o bile acemice çıkmıştı dudaklarımdan öteye. Göğüs kafesim, büyük bir heyecanla yükselip alçalırken yakınlıktan ötürü onunkine çarpıyordu. Eli yeniden boynuma inerken, yüzünde bir gülümseme belirdi. "Benimle banyoya gel, Harry." Dudaklarını benimkine yaklaştırdığı o anda, alıp verdiği hızlı soluklardan hemen anlamıştım onun da heyecanlandığını. Yeniden tuttuğu elimle, parmaklarını delicesine bir sevinçle sıkıyordum beni banyoya götürmesine izin verirken. Ben girdikten hemen sonra kapıyı üstümüze kapattı. Benden önce, üstündekileri çıkartmaya başlamıştı ve tüm süreçte, üstünde hiçbir şey kalmayıncaya dek gözlerini bir an olsun üstümden çekmemişti. Belki de, onun üstüne atlamam gerekirdi ama hissettiğim tek şey büyük bir utangaçlık olmuştu. Belki de, üstümde tuttuğu o tutku ve ateş dolu bakışlarından dolayıydı. Kesinlikle rahatsız edici değildi, aksine, karşısında ve ayakta çırılçıplak durmaya alıştıktan hemen sonra beni delirtecek hale geleceğini biliyordum.

Ben de ondan hemen sonra tamamen kıyafetlerimden kurtulduktan sonra, sürgülü camların arasında, sıcacık akan suyun altında, onun önündeki yerimi almıştım. Etrafımızı saran buharın ortasındayken Louis ona yaklaşmam için biraz daha çekti beni belimden tutarak. Beni, tamamen suyun altına aldıktan sonra saçlarımdan akmaya başlayan su yüzünden gözlerim sıkıca kapanmıştı. "Louis!" Gülerek ona bağırdığım zaman, suyun yüzüme gelmesine engel olmuştu ve hemen ardından ıslak saçlarımı yüzümden çekmişti. Tepemize yerleştirdiği başlıktan su, artık ikimizin arasından akıyordu. Onun da saçları ve yüzü tıpkı benimki kadar ıslanmıştı. Islak kirpiklerinin altından parlayan gözleri yüzünden, gülümsememi kesemiyordum. Oysa, tek yaptığımız birbirimizle bakışmak olmuştu birkaç dakikadır. Gözlerimi ve bakışlarımı onun yüzünün her noktasına değdirirken, bundan büyük bir zevk alıyor ve yavaşça çenesinden aşağıya akan suyu takip ediyordum. Uzun, tahrik edici çıplak boynu ve akabinde kemiklerinin belirginleştiği omuzlarından devam ediyordu sular akmaya, gözüm sularla göğsünden aşağıya inmeye devam etti. Sergilemekten çekinmediği kasıklarının aldığı o manzarayı seyrederken, Louis sırıtarak çenemi tutup kendisine bakmamı sağlamıştı. "O kadar bakacak bir şey yok Harry."

"Utandın mı?" Ona bir adım atıp aramızdaki mesafeyi tamamen kapattığımda, değen tüm noktalarımızdan dolayı dudağımı ısırmak zorunda kalmıştım. Louis de benim gibi güçlü bir soluk vermişti.

"Biraz. Sonuçta seninki kadar güzel değil vücudum." Omuzlarını kollarımın arasına alarak, soğuk mermer duvarların arasında ona sıkı sıkıya tutunmaya devam ediyordum. Ellerini belime sardığımı hissetmemle, sanki rahatlamaya daha da kolay erişiyormuşçasına zevk aldım. Başım omuzlarına kaydığında, boynuna doğru tutkulu tutkulu öptüm tenini.

"Hiç de bile." Tüm söylediklerim kendimi bilmez bir şekilde çıkıyordu dudaklarımdan. Hoş bir sıcaklığın ortasında, tamamen ona yapışık olmak ve onu tümüyle hissetmek delirticiydi. Sanki, delice bir adım atıp daha da ileri gitmemize çok az kalmıştı ve bunu beklerken daha da delirtici bir hal alıyordu ikimiz için de. Duvarların arasında onunla sıkışıp kalmış gibi hissediyor, sanki yapabilirmişim gibi daha da bir olmak istiyordum onunla.

Louis ellerini ıslak sırtımda oradan oraya dolaştırıp dururken, o da kendini bilmezce konuşuyordu benim gibi. "Emin ol öyle." Vücudumu kendine bastırdığında, ikimizin de dudaklarından ahlaksız bir inleme koptu. Bu benim için tıpkı son saniye gibiydi. Daha fazla kendimi tutamayıp dudaklarımı onunkilerle buluşturduğum da, o da bu konuda tereddüte düşmeden bastırdı dudaklarını bana. Her saniye daha da sertleşiyordu vücutlarımız, hiç kasılmadığımız kadar kasılıyorduk ve bu dokunuşlarımıza dahi yansımıştı. Beni belimden kabaca tutup duvara yasladığında, soğukluğunu hissetmemiştim bile. Hissettiğim tek şey, üzerime bastırmakta olduğu bedeniydi. Ama ikimiz de daha fazlasını istiyorduk. Louis dudaklarımdan ayrılmadan, yalnızca biraz çekilerek birleştirdiğimiz göğüslerimizin ve karınlarımızın ayrılmasını sağladı. Gözlerim ne yaptığını görmek için açıldığında, buna gerek kalmadan elinin ikimizi birden kavradığını hissettim. İnlerken aldığım büyük zevk havuzunda boğuluyordum neredeyse. Tamamen batmama da çok az kalmıştı üstelik. Gelmeme çok yakın, bir yerlere tutunmaya çalışan elimi yakalayıp kendisinin tuttuğu gibi bıraktı elimi kasıklarımızın ortasına. Onu, kendiminkine bu kadar yakın hissetmem yetmiyormuş gibi ellerimin arasına aldığımda kısa bir süre içerisinde elimi ve onu ıslatmıştım. Hem de, başlıktaki suyla değil, tamamen kendimle.

Duvarın soğuğu, her irkilişimde daha da içime siniyordu sanki. Öyle yoğun bir rahatlamaydı ki, ayaklarıma kadar uyuştuğumu, havalandığımı hissedip kendimden geçmiştim. Louis, hemen o anlarda gövdemden yakalamış ve beni sıkı sıkı tutmuştu. Kendime gelmeye çalışırken, başım onun omuzlarına yaslanık bir halde ismini sayıklıyordum, tıpkı o anlardaki gibi. Başımı, geçen dakikalar sonucu ona doğru kaldırdığımda, yeniden suyun altındaydık ama bu sefer suyun gözlerime gelmesini umursamıyordum bile. Onu büyük bir açlıkla öpmeye devam ettim bir süre daha, bir yandan elim ikimizin kasıkları arasında gidip geliyordu. Onu öpüşlerimi yavaşlattığım zaman, yarı aralık gözleri merakla daha da aralandı. Söylemeden önce, ağzımda kalan hoş nemliliğe rağmen dudaklarımı yaladım, gözlerinin içine bakarak. "Seni rahatlatacağım, dudaklarımla."

Heyecanla aralanan ağzı, cümlemden hemen sonra aynı kararlılıkla kapanmıştı, benimkilerin aksine. Bana karşı çıkmamasına ise hiç bu kadar sevineceğimi düşünmemiştim. Bana küvette yer açmak için, biraz kenara gittiğinde ben de tamamen dizlerimin üstüne inmiştim artık. İlk kez deneyeceğim bir şeyi yapmadan önce, olabilecek acemiliklerimden dolayı utançla kaçırdım gözlerimi, ama o kadar da utangaç değildim, ona karşı içimde tuhaf bir açlık vardı. Ve bu sonunda, ortaya çıkıyordu.

Onu söylediğim gibi, ağzımla rahatlatırken verdiğim zevkten ötürü çıkardığı sesle yeniden yükseldiğimi hissettim. Tüm o saniyeler boyunca ıslak saçlarımı kavrayıp bilinçsizce çekiştirip durması, adımı sayıklaması, belki de ilk kez duyduğum inlemeleri, öyle eşsiz ve etkileyiciydi ki, az önce orgazm olmamış olsaydım, kesinlikle dizlerimin üstüne çökmüşken, kendime bile dokunmadan gelirdim.

Onun zevk dolu titreyişleri geçtikten sonra, sert zemin üstünde sızlamaya başlayan diz kapaklarımın üzerinden kalkıp karşısına geçtim. Bakışları, hala benimkiler kadar arsızdı. Onu öpmek için yaklaşan ağzımı hemen kabul etti ve dilimin ahlaksızca onunkinin üzerinde dolaştırmama izin verdi. Islak sevişmemiz sürerken, sonunda kendi zincirlerini kırıp kalçama dokunmayı becerebilmişti. Aklımda dönüp duran şeyi itiraf etmek için ağzımı açtıysam da, Louis suyu tam suratıma tutmasıyla unutmak zorunda kalmıştım. "Yıkanma zamanı!"

Geri kalan çok eğlenceli duş maceramız, gerçek bir temizlenmeyle geçtikten sonra Louis benden önce çıkarak benim için kenara temiz bir bornoz ve saç havlusu bırakmıştı. Suyun altında ondan biraz fazla kaldıktan sonra, ben de tıpkı onun gibi bornozumu üstüme alıp geniş yatakta yanındaki yerimi almıştım kısa sürede. Baş ucundaki ışığı açmış, defterimi okumaya başladığını görünce fazlasıyla şaşırmıştım. Hemen kolunun altına sokulup yüzünü incelemeye başladım loş ışıkta. Saatlerce baksam bile, ona doyamayacağımı biliyordum. Mavi gözleri, notlar arasında oradan oraya kayıp duruyordu. O defteri, ben de onun yüzünü okuyordum. Yüzü gülümsediğinde, hemen benim de yüzüm gülüyordu. Sanki iyice heveslenmiş gibi sayfaları hızlı hızlı geçti ve hepsine göz atmaya başladı. "Aslında bir kısmı okumak beni çok korkutuyor. Sana kızdığım zamanları."

"Louis." Çenesine uzandığım parmaklarımla, onun deftere değil bana bakmasını sağladım. "Ben yokken okursun onları. Şimdi benimle ilgilen." Nazik olmaya çalışırcasına gülümseyerek ekledim. "Lütfen."

Defteri yine eski yerine bıraktıktan sonra gülerek bana dönmüştü. Üstüme çıkmadan bana doğru eğildiğinde, ona izin vermem gerektiğini bilerek boynumu açık bıraktım. Başta yumuşak öpücüklerini bıraktığı yere, sonralarda sert sert ısırmaya başlayınca ayağımı yatakta çukur olacak kadar bastırmıştım istemsizce. Louis'in daha önce boynumu ısırdığı hiç olmamıştı ve bu ilk kez aldığım haz beni öldürecekti. Gözlerim yeniden kendiliğinden kapandığında, ellerim onun ıslak saçlarını kavramaya çalışıyordu. Buz tutmuş ellerinin, bornozumun gevşek olan kuşağından kurtulup yeniden doğan zevkin kaynağına götürdüğünü hissettiğimde sanki az önce rahatlamaya kavuşmamış gibi uzunca inlemiştim, hiç de utanmadan. O beni garip el oyunlarıyla kavrarken, hızlıca kurtuldum bornozumdan. En azından artık üstümü kapatmıyordu. Boynumdan göğsüme indiğini fark ettiğim Louis'i durdurmak gibi bir niyetim yoktu asla, ama söylediklerimden sonra o kendiliğinden durmuştu. "Sen yokken, kendime dokundum." Louis, gözlerini yüzümde tutmaya devam etti bir süre, sonra kast ettiğimi anlamadan öpücüklerimi karnıma indirmeye devam etti. "Parmaklarımla." diye eklediğimde ise, odanın karanlığı yanaklarımın kızarmış olmasını ve beni kurtarıyordu. "Ve seni düşündüğümde çok hoşuma gitti."

Bu kez durduğunda, uzun bir süreliğine öpücüklerine devam etmesine engel olmuştum. Ancak o, sessizliğine de devam etmişti bana bakarken. "Louis, beni utandırma. Seni istediğimi biliyorsun ve sana karşı daha ne kadar açık-" Bir anda, üzerime fırlayıp dudaklarıma kapanıvermişti. Şimdi, elleri çıplak omuzlarımı kavrıyordu ve hemen sonrasında tenime sürterek çizdiği yolda, eli baldırlarımı aniden kavradı ve bir bacağımı onun beline dolamam için beni teşvik etti. Dudaklarımız ise birbiriyle savaş halinde gibiydi. Öyle sert, öyle istekli öpüyorduk ki birbirimizi, ıslak derilerimiz birbirine geçiyordu, tıpkı doku ve kokularımız, diğer sıvılarımız gibi. Üstüme eğildiğinde, alnına düşen ıslak saçları benimkilere de karışıyordu. Ellerimi omuzlarından içeri kaydırıp, oraya tutunan bornoz kumaşını sertçe başka bir tarafa ittiriyordum. Tek dileğim, Louis de bunu çok iyi biliyor olmalıydı, bir an önce onunla birleşen bedenlerimizi hissetmekti. O da benim gibi yatakta anadan doğma bir halde kaldığında soluklarım öyle hızlıydı ki, Louis'i endişelendireceğim diye korkuyordum. Üstümden kısa süreliğine çekildiğinde, merakla ne yaptığını görmek için bekliyordum ki, diğer taraftaki abajurun ışığını yaktığını ve altındaki çekmecelerden birinin içinde bir şeyler aradığını fark ettim. Rahatsızlık dolu düşünceler yeniden içime kurt düşürmek üzereydi. "Neden onlar orada?" Diye aptalca sordum. Cevabını bildiğim halde. Louis cevap vermek yerine sadece tek kaşını kaldırarak bir bakış atmıştı.

"Gerilmenin sırası değil, hele de şimdi." Ses tonuyla bile, kendimden geçtiğimi hissederken başım yastıkta daha da içeri gömüldü sanki. "Bana böyle konuşmaya devam edersen, rahatlamamı sağlayacağından eminim." Sırıtarak ona baktığımda, elindeki küçük şişeyi yatakta erişebileceği bir yere bırakıp yanıma uzandı.

"Gel buraya." Dediyse bile, beni kollarının arasına alan yine o olmuştu. Yeniden yüzümü öpmeye başladı. "Bu dünyada beni senden daha mutlu eden başka ne oldu ki?" Yanaklarımı, burnumu, gözlerimin her birini, alnımın farklı farklı köşelerini öpüp duruyordu. Mutluluktan delirirken yine ismini sayıkladım. Çenemi öpmeye başlamıştı bu sefer de. Böyle konuşmasından bahsetmiyordum elbette, ama bu bile çok hoşuma gidiyordu. "Ve sonunda yine kollarımın arasındasın. Bunun eksikliğini, kim nasıl giderebilir bizden başka?" Gözlerimi onda tutmaya devam ederken, tıpkı onunki kadar büyük bir mutluluk duyuyordum. Keşke onun gibi, dökülebilseydi benim de, tüm hissettiklerim. Bunun yerine yeniden dudaklarımı öptüğünde, tutkumla gösterdim ne kadar çok ona ihtiyaç duyduğumu. Tüm bu dakikalar bile, içimde yaratılan o derin boşluğa yetmeyecekmiş gibi geliyordu. Elleri, çenemi bırakıp vücudumun garip kıvrımları arasında kayıp giderken, parmak uçlarının üstümdeki hafif ağırlığıyla tüm tenimin ürperdiğini hissettim. Ağır ağır öpüşmeye devam ediyorduk, bir yandan ben de onun tenine dokunuyordum. Onun eli sırtımdaydı ve benimki de onun kalbinin üstünde. Bu okşamalarımızın hiç kesilmeyeceğini düşündüğüm bir anda, Louis'in dudaklarımdan ayrılmadan az önce bıraktığı minik şişeye uzandığını işittim. Merakla onu izlemeye başladığımda, çoktan dudaklarımdan ayrılmıştı. Eline döktüğü şeyi parmaklarına yaydırıyordu. Kayganlaştırıcı olduğunu, şişesinden anlamalıydım oysa. Bunu fark etmemle, yerimde ne kadar gevşemiş olsam da bir anda tam aksine kasılmıştım. Korkumdan değil, tamamen heyecandandı. "Sandığın gibi değil." Louis dudaklarıma yaklaştı yeniden, bir yandan da bileğini yatakta kırdığım diz kapaklarımın üstüne yaslamıştı. Bacaklarımı refleksle kapattığımı bile o zaman fark etmiştim. "Harry." Ona bakmamı istercesine yeniden fısıldayarak konuştu.

"Hani seni rahatlatmama izin verecektin?" Elinin usulca kasıklarımın üzerinde dolaştığını görmemle, bir anda tüm sinirlerim yeniden kasıldı, ama zevk dolu bir kasılmaydı bu. Beni sıcak, kaygan avuçlarının arasına aldığı o anlarda hala gözlerini yüzümden çekmemişti bile. İnleyerek dudaklarına yükseldiysem bile, sanki bilerek dudaklarımızı birleştirmiyordu. Elini hareket ettirdikçe, daha çok kasılıyor ve bir o kadar çok gevşiyordum. Sinirlerimin ve onun oyuncağı olmuştum sanki. Kulağımı ısırdığında, tüm dikkatim elimden onun dişleri arasındaki kulak meme kaymıştı. Yeniden fısıldadığında, inlememek için dudaklarımı ısıran ben olmuştum. "Bacaklarını aç." Emrine amade, söylediğini yaparken tereddüte düşmemiştim bile. Parmaklarından avuçlarına bulaşan kayganlıkla, kasıklarımı boydan boya geçip bacaklarımın arasına, en gizli, en mahrem yere ulaşmıştı sonunda. Bu tuhaf ve bir o kadar sarhoş edici zevkin eşliğinde gözlerim yeniden örtüldü, Louis saçlarımdan yer edindiği boynumda beni delirtici öpücüklerine devam ediyordu. Parmağının, etrafıma çizdiği yamuk daireleri bile hissedebiliyordum o an. Tüm odağım artık onun parmaklarındaydı. Üstünden geçiyor, kenarını okşuyor ya da parmağını belli belirsiz bir hoşlukta oraya bastırıyordu. Benimle oynamayı bitirmeden, yanına eklediği parmak uçlarıyla beni çıldırtmaya devam ediyordu, bir anda, yakın zamandır tanıdık olduğum hissin ondan gelmesiyle nefesim kesilir gibi oldu. Aslında, öyle yavaş yapmıştı ki, içimde tuttuğum nefesim giderek büyümüştü göğüs kafesimde.

Louis boynumda yaptığı kalıcı izlerine ara verip dudaklarıma ulaştığı zaman, sanki birkaç saniye sonrasında olacakları öngörmüştü. Varlığını içeride hissettiğim parmağını yalnızca oynatıp duruyordu ve ben büyük bir zevkle altında titreyip duruyordum. Bana keyfimin yerinde olup olmadığını soran sorularına gerek bile yoktu oysa. Sıra yenisini eklemeye geldiğinde, bu yüzden tereddüt bile etmedi. Zevkten kontrolünü kaybetmiş vücudum, yalnızca daha fazlası için kendini ona itiyordu. Ağızlarımız yeniden kısa süreliğine ayrıldığında, bu sefer olacaklar için gerilmiyordum. Yalnızca, zevkin ikimize birden yayılması için sabırsızlanıyorum. Yatağa bıraktığı bir diğer paketi açıp içerisinden çıkarttığı o tuhaf kauçuğu andıran şeyi kendisine takışını izlerken, ayrı bir gariplikle tahrik edici bulmuştum tüm bunları. Heyecanım tamamen ağzıma vurmuştu sanki, dudaklarımı kemirmekten kanatır hale getirmiştim tüm süreç boyunca; Louis kendine kondomu takarken, eline bulaşan kayganlaştırıcıyı oraya buraya sürerken ve yatakta duran boş yastığı alıp belimin altına koyarken. Sanki her saniye, zevkten bilincimi kaybediyordum. Oysa asıl olana, başlamamıştık bile.


Diz kapaklarıma bıraktığı öpücüklerin arasında bana sırıtarak bakarken, aynı şekilde heyecanımın bana izin verdiği kadar karşılık vermiştim ona. Hatta belki de bu yüzden, büyük kıkırtılar bile çıkarmış olabilirdim. Tıpkı merak ettiğim, hayalini kurduğum gibi sonunda bacaklarımın arasına tamamen geçtiğinde yükselen nefeslerimle aşağıdan ona bakmaya başladım. Belimin altında kalan yastığa yeniden şekil verip, ona göre olacak şekilde belimin daha da yükselmesini sağlamıştı. Aslında öyle gergin hissediyordum ki, Louis'i doğru yerde hissettiğimde rahatlamam gerektiğini kendime hatırlatıp duruyordum. "Beni ne kadar istediğini merak ediyorum." Aniden fısıldadığında, gözlerimi tavanda asılı tutmayı bırakıp ona çevirmiştim. Gözlerindeki merak, fark edilmeyecek gibi değildi sahiden de. "Korkma, aşkım." Her soluğu, sanki aynıları bana tembihliyordu. "Gözlerini gözlerimden ayırma." Ona bakmayı kesmediğim her saniye boğazımda oluşan tuhaf kuruluğu gidermek için yutkunup duruyordum. "İstemiyorsan yapmak zorunda değiliz."

"İstiyorum!" Tüm gücümle itiraf ettiğimde, yüzü sade gülümsemeyle aydınlandı sanki gözümün önünde.

"Öyleyse..." Devamını söylemek üzere kulağıma yaklaştı ve yine fısıldayarak konuştu. "Önceki aceleci seferimizde nasıl hissettiğini hatırla, ve bunun ondan bile daha iyi olabileceğini." Dilini, çenemden saydam bir yol aracılığıyla boynuma doğru sürtünce titrek bir nefes almıştım. "Seni istiyorum Harry. Sonunda seninle bir olabilmeyi öyle istiyorum ki. Kendime ve sana itiraf ettiğimden daha da fazla şekilde hem de."

Öpücüklerin asıl kaynağını bulup, nemli soğuk dudaklarına ulaştığımda ve onları hiç bırakmayacakçasına güçlüce emdiğimde, Louis, sonunda ikimizin de o çok aradığı şeyi elde etmişti. Ağır ağır ilerledi derinliklerimde, öyle yavaştı ki, nefes almama bile izin vermişti. Yavaşlığı kadar, tuhaf bir acısı da vardı. Ama aldığım zevkin önüne geçtiği bir an bile olmadı, bacaklarımın arasındaki sıcak bedeni, onun etrafında olmak, hem de her anlamda, bunlar bile beni zevkten öldürüp yeniden diriltiyordu sanki. Dudaklarımdan kaçan inlemelerinse haddi hesabı yoktu. Louis kollarının üzerinde durmaya devam ederken, gecenin karanlığı ve odanın inlemelerimiz dışındaki sessizliğinde belini hoş bir ritimle bana itmeye başladı. Belli bir zamandır öpmeyi bırakıp asılı durduğum dudaklarından çekilip, üstümde durmadan hareket eden vücudunu incelemeye koyulmuştum. Ellerim, terden nemlenen teni üzerinde omuzlarından sırtına kadar kayıyordu, ki avuçlarımın hali ondan farklı değildi. Zevkin hiç bilmediğim anlamları vücudumun her bir tarafını ele geçirmişti sanki, alt kısmımda aldığım zevki saç diplerime kadar hissediyordum. Parmak uçlarım uyuşmuş, dudaklarım kurumuştu. Gözlerim, kendimden geçip durmama sebep olan gidip gelmekte olan bilincim yüzünden -ki bu tamamen yaklaşmakta olan orgazmdan mütevellitti- kapanıp duruyordu. Ben onları açmak için uğraştıkça daha çok kapanıyorlardı sanki. Titremelerim en şiddetli seviyeye ulaşmış, ona tutunuşlarım bile vahşileşmişti. Louis belinin hoş hareketlerini biraz daha hızlandırdığında tüm bedeni benimkine temas ediyordu artık. İnlemelerim, soluk alıp verişlerim gibi olmuştu dudaklarımdan sürtüp giderken. Öyle hızlı oluyordu ki her şey, aldığım zevkin gözlerimi kör etmesinden ötürü hiçbir şeyi göremiyordum ya da yetişemiyordum sanki. Louis, nemli saçlarını bir anda gözünün önünden arkaya attığında bunun için elini bile kullanmamıştı. Birkaç saniyelik üzerimden ayrılışı esnasından, bana yukarıdan baktığını ve nefes nefese yeniden üzerime kapandığını görebilmiştim. Ah tanrım, ya da ah Louis, diye inlemek dışında bir şey yapamıyordum. Zevkten kafayı yiyen vücudum kendini bilmez bir şekilde yükselirken, Louis de beni neremden kavrayacağını bilemiyordu sanki. Elleri bir bacaklarıma gidiyor, bir baldırlarıma kayıyordu. Orada da duramayıp belime hatta omuzlarıma kadar çıkartıyordu. Tırnaklarını bilerek geçirmediğini biliyordum ama, o bile öyle zevk veriyordu ki bana. Çıkardığı sesleri, bildiğim tüm ninnilerden bile daha rahatlatıcıydı, ancak en ahlaksız ve etkileyici anlamlarda. Yatakta ikimizin de zevk kıvranışları sürüp giderken, ilk önce rahata kavuşan ben olmuştum, hemen peşimden Louis gelmişti. Öyle kısa sürmüştü ki aslında her şey, sanki vücudumun en zirve anında tatmin olmanın eşliğinde hafızam da birkaç saniyeliğine sıfırlanmıştı. İsmimi, kim olduğumu unutmuştum.

Uzunca bir süre seyri değişen nefes seslerimiz doldurdu odayı. Louis'in bedeninin yarısı hala üzerimde duruyordu. Soluklandığı esnada bir yandan tenime öpücüklerini bırakmaya devam ediyordu. En sonunda yorgunca kendini yatağın diğer tarafına attığında, hala nefeslerinin düzelmesi için uğraşıyordu. Bense, kendime geldiğim birkaç saniyedir, vücudumu en son ne kadar bu kadar yerimden kıpırdatamayacak kadar ağır hissettiğimi düşünüyordum. Sanki, bu yatakla bir olmuştum ve şimdi ondan ayrılmam imkansızdı. Ağırlaşan kolumu yavaşça karnıma götürüp, kendi sıvımın sebep olduğu ıslaklıkta parmak ucumu dolaştırıyordum. Yeniden duş almanın ne kadar zor olduğunu kendime hatırlatıp duruyordum bir yandan. Louis dakikalar öncesinde üzerimizden çıkarttığımın bornozların biriyle karnımı sildikten sonra, beni kendine çekti yeniden. Kolunu göğsüme sardı ve boyun girintimdeki yastığın boşluğuna bıraktı yüzünü. Sessizlik biraz daha devam etti sonra. Sanki ikimiz de, ne konuşacağımızı bilmiyorduk.

Parmak uçları kolumun üstünde rastgele geziniyordu, ona bakmasam da gözlerini her zamanki gibi suratımda dolaştırdığını biliyordum. Neden ona bakamadığımı ise bilmiyordum, sanki her zamanki o kötü hisler bir anda bedenime çullanmıştı. "Uyumak ister misin?"

"Konuşmayı yeğlerim." diye kısa ve hızlı bir cevap verdiğimde başını koyduğu yerden oynatmadan, eli karnımın üstünde duran elimi buldu.

"Neden astın suratını yeniden? Ne var aklında dönen, hadi bana söyle. Sabaha kadar seni dinleyebileceğimi biliyorsun." Omzuma bıraktığı öpücüğü esnasında göz ucuyla onu izliyordum.
Aslında, ne konuşacağımı, ona ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Daha çok, benim onu dinlemeye ihtiyacım vardı çünkü.

"Sabaha kadar konuşalım öyleyse, lütfen." Louis, beni onaylarcasına tuttuğu elimi sıkı sıkı tutunca lafa başlamadan önce derin bir nefes aldım. "Seni çok seviyorum ve seni herhangi biriyle hem duygusal hem somut anlamlarda başkalarıyla paylaşmak beni öldürüyor. Bu gerçeği ne kadar arkaya ittirirsem ittireyim, en çok seninle yaşadığım bu deneyimlerden sonra
yüzüme tokat gibi çarpıyor. Bana diyeceklerini biliyorum: Böyle olmak zorunda, beni kimseyle paylaşmıyorsun, ben sadece seni seviyorum... Ama böyle değil işte. Her ne kadar ben de bunları kendime söyleyip kendimi telkin etsem de olmuyor. O yüzük parmağında olduğu ve bunu gördüğüm her anda, tıpkı çekmecenizde sakladığınız kondomları gördüğümdeki kadar canımı yakıyor."

Louis yatakta kalkmadan yavaşça tek kolunun üstünde doğrulduğu zaman artık yüzü benden uzaklaşmıştı. "Sana dürüst olacağım. Biz çok uzun zamandır seks yapmıyoruz. Başkalarıyla birlikte olmadığımı iddia edemem ama bu tüm bunlar çok önceydi. Sana o defteri verdiğimde, benim hakkımda her şeyi öğrendin Harry. En az benim kadar sen de bildin benim gün ve gün kime ve neler hissettiğimi, daha doğrusu hissedemediğimi."

Cümlelerini bitirmesini beklemeden, aralık kalan perdeden gözüken şehir manzarasını görmeye çalışıyordum düşündüklerimin aksine. "Peki ya neden hala çekmecende tüm hepsi?"

"Harry." İsmimi aniden andığında, tepkisine anlam veremediğimden başımı ona çevirmiştim. "Birileriyle yatmıyorum diye kondomları ve eşyaları çöpe mi atsaydım? Ayrıca o tarafta yatmıyorum bile. Oradaki çekmecede sadece duruyorlar."

"Peki bu yatakta kaç tane erkekle beraber oldun?"

"Bunları bilmenin ikimiz için de hiçbir getirisi yok." Louis beklemeden konuştuğunda ağzım açık kalmıştı.

"Seni tanıyacağım, seni bileceğim Louis. Hakkında her şeyi soruyorum ben. Yalnızca bu değil ki." Kenarda duran kullanılmış yastığı alıp kendi tarafındaki başa koyduğunda, geciktirmeden kendini de yastığa bırakmıştı. Bu sefer bana bakmayan oydu. "Sen daha birkaç saat öncesinde bana dedin ki, senin dünyana aşık oldum. Çünkü sen benim bebekken giydiğim kıyafetin rengine kadar biliyorsun. Başıma gelen çoğu şeyi, karakterimi, neye nasıl cevap verdiğimi. Benim kişiliğimi biliyorsun sadece yeteneğinden değil, çünkü ben sana kendimi açtım Louis. Seninle tanışana kadar öyle toydum ki. Sen bana aşkı öğrettin zirvede. Oraya gelmeden önce küçücük bir çocukken, sanki indiğimde dağları sırtlamış koca bir yetişkin gibi hissediyordum. Ve tüm bunları biliyordun. Aşkım, hayatımın anlamı olduğunu, her gece seni hayal ettiğimi ve seni istediğimi, sana ne kadar bağlandığımı biliyordun."

Bakışları konuştuğum esnada bana döndüyse bile, donukluğu hiç değişmemişti. "Ve bu yüzden benim kaç kişiyle beraber olduğumu öğrenmek sana ihtiyacın olan tanıma hissini vereceğini mi düşünüyorsun?"

"Bu bir parçası, Louis." Kenara bırakılan sigara paketinden bir dal alıp çakmak aradığı sırada şaşkınlıkla onu izliyordum. Sigara içesi mi gelmişti yani, şimdi konuşmanın ortasında? Kendi tarafındaki çekmecelerin içinden sonunda bir adet çakmak bulup ağzında tutmakta olduğu dalı yaktığında, odada kısa bir sessizlik hakim sürdü.

"Öncelikle, kesinlikle parçası değil." Sigarasından ihtiyacı olan derin soluğunu alıp, dumanı diğer tarafa üfledikten sonra konuşmayı sürdürdü. "İkincisi, sen de beni tanıyorsun. Sen ne kadar anlattıysan ben de o kadar anlattım. Üstelik bunu öğrenmek için yaptığın tartışmadan hala bahsettiğin kadar olgunlaşmadığın anlamı çıkarılıyor. Hayır, sen gerçekten olgun birisin. Sana kimlerle ne yaptığımı, tutmadığım halde sayısını söylerim ama ayrı kaldığımız her bir vakitte onları düşünerek kendini üzeceğinden öyle bir eminim ki bunu söylemek istemiyorum." Sigarasını dudaklarından çekip bana döndü tamamen. "Çünkü sana düğünden sonra ulaşacağım dediğim halde, bugün gelinceye dek üzüldün değil mi? Elinde değildi. Sana söylediklerimi unuttun ve yeniden en umutsuz haline geri dönüş yapıp sigaraya başladın. İşte bu yüzden sana söylemiyorum. Bazen bilmemek, seni içine gireceğini bildiğin karanlık acılardan korur."

Yaşlarımı tutamadan ağlamaya başladığım an, kendimi bilmezce konuştum. "Ben zaten biliyorum." Sesimden dolayı, hemen sigarasını kutunun içine söndürüp bana döndü. "Sadece bazen karanlığı dağıtmak ve senden duymak o acıyı daha katlanabilir kılıyor."

"Sorun da bu..." Çaresizceydi sesi. Yatakta doğrulmuş dizlerimi karnıma çekerek ağlamaya devam ettiğim zaman, bana ulaşmak istercesine dizlerimi tutuyordu. "Acı duyman gerektiren bir şey değil bu. Çünkü sen benim ilk ve tek aşkımsın. Bana atfettiğin o değerleri, ben de sana karşı hissetmiyor muyum sanıyorsun? Keşke hayatıma daha önce girebilseydin Harry. Belki bunu düşünerek ağladığımı sana söylersem bana inanmayacaksın ama, bunu gerçekleşmeyeceğini bile bile öyle çok diledim ki, sırf beraber geçirebileceğimiz onca zamanlar için bile yaşlarımızın yakın olmasını, seni daha fazla yanımda tutabilmeyi istedim hep. Ama bu aşkımızı, benim gözümde kutsal ve kıymetli kılıyor, belki biraz acı bir şekilde. Gözümde, en değerli varlıksın sen bu hayatta, ve hatta hayatı yaşanılabilir kılan. Ben artık her sabah, senin varlığının minnettarlığıyla uyanıyorum, çünkü sana aşığım. Bunun benim için anlamı ne denli büyük, biliyor musun?"

Evet diye fısıldayabildiysem bile, fısıltım kendimi onun kolları arasına attığım anda tamamen kaybolmuştu başka evrenlerde. "Bu yüzden, sen hayatımda olduğun sürece, aramızda kilometreler olsa bile seni sevmeye devam edeceğim ve seni severken sana asla ihanet edemem. Sen hayatıma girdiğinden beri, korktuğunun aksine kimseyle paylaşmadın beni Harry. Yüzük mü canını sıkıyor?" Kollarını benden ayırmadan, yüzük parmağındaki alyansı çıkartıp odanın bir yerine fırlattı. Minik parlaklık, saniyeler içerisinde odanın karanlık bir köşesinde kaybolmuştu bile. "Canı cehenneme. Her şeyin. Bunların, canını yakmasına izin vermesem keşke. Keşke... elimden gelebilse."

"Sadece sen yapabilirsin, acımı sen unutturabilirsin." diye fısıldadığımda omuzlarımı saran kollarının varlığı daha da sıkılaştı ve yanağıma varlığını bile hissettirmeyecek hafiflikte bir öpücük bıraktı. Sonra yavaşça, benimle birlikte yatakta aşağıya doğru kaydı beni kollarından ayırmadan. Başını omzumla boynum arasında bir yere yaslamış, sessizlik içerisinde uzanmaya devam etti arkamda. Sıcaklığını hatırladıkça, nefesini tenimin yüzeyinde hissettikçe sakinleşiyordum sanki. Bana ihtiyacım olan tüm her şeyi veriyordu.

"Önemli olan sadece sensin, benim için. Sen ve yatağıma bırakacağın eşsiz kokun ve hiç gitmesini istemediğim sıcaklığın. Sen ve yaşadığımız şu an... Anlıyor musun?" Yavaş ve ağır ağır salladım başımı yastığının üzerinde. Kollarının arasında uykuya dalmadan uzun bir süre daha, onunla konuşmayı kesmedim. İçimde biriktirdiğim, ona söylemek istediğim her şeyi belki de, o gece onunla paylaşmıştım. Louis'inkilerden önce kapanırken gözlerim, gece yerini sabaha daha yeni devrediyordu. Onun kolları ve çarşaflarının arasında gece boyunca uzanırken ise en çok merak ettiğim, o ölüm uykusunu tatmıştım. Tahmin edilemez olan tüm tehlikeleri bile örten, hatta onları yok eden, en ağır içkilerden bile keskin, içerideki tüm sesleri susturan, seni ölüm kadar hafifletmiş hissettiren o uyku, onun kollarının arasında daldığım rüyalar, gözlerimi açtığımda olabileceklerin hiçbirinden daha güzel değildi. Yine de, arkamda bana sarılıyor olduğunu bilerek uykuya daldığım her dakika, benim için ölümle eş değerdi. Bilmediğimiz bir evrenlerde, ruhlarımızın sonsuza dek kavuşmuş ve mutlu olduğunu bilmekti.


Bunun, ya da öncekilerin bir son olduğunu söylersem, belli ki baştan aşağıya yalan olurdu. Ben gerçekten son olduğuna inansam da, hayat bana her seferinde aslında hepsinin yeni birer başlangıç olduğunu gösteriyor gibiydi. Bu da diğerleri gibi hayatın bana öğrettiği yeni bir gerçek olmuştu. Hayat böyleydi, koca çıkışları olduğu gibi sert inişleri, hatta yere çakışları oluyordu. Sonra bir anda, kendini en yükseklerde de hissedebilirdin. Ancak tahmin edilemezdi bu yüzden duygularımı bastırmakta bu yüzden başarısız oldum ben de, diğer insanlar gibi, belki onlardan bir tık daha fazla. Bu da, beni diğerlerinden ayıran bir özellikti belki de. Ya da, ben düşündüğüm kadar sıradan biri değildim en başından söyleyip durduğumun ve düşündüğümün aksine. Kim bilebilirdi? Bunu çok önemsediğimi de söyleyemezdim ya. Defteri, söylediğim gibi sonsuza dek Louis'e bırakmıştım ve tüm bunları oraya yazmamıştım elbette. Bir geceden fazlaca evinde kalıp, onunla -yine sayılı olan- günlerimizin -bu defasında- her saniyesini birlikte geçirmiştik. O uzun geceden sonra, ertesi sabahında bilerek ya da bilmeyerek Mercedes eve gelmemiş ve bizi baş başa bırakmıştı. Aslında, bunun için bile ona karşı ne kadar minnettar hissetsem az olurdu.

Perşembe gününden, pazartesi sabahına kadar geçirdiğimiz zamanı öyle ya da böyle tüketmiştik. Akıp gittiği için zamana bile nefret duyuyordum bazen, elimde olmadan. Ancak, Louis'in varlığı bile o nefret ettiğim zamanı bana unutturmayı her zaman başarıyordu. Pazartesi sabahı geldiğinde, yine onun evinde kahvaltı yaptıktan sonra beni arabasıyla tarif ettiğim öğrenci evime getirmişti. İnsanların bizi yan yana görmesini umursamamıştık ikimiz de, binadan içeri girerken ve asansöre binerken. Büyük odama ulaştığımızda, arkasından içeri girip kapıyı kapatmıştım. Louis içeri gözleriyle süzdükten sonra gülümseyerek bana bakmış ve sanki ayrı kaldığı kısa dakikalardan bile hoşnutsuz olup beni tekrardan kollarının arasına çekmişti. Saçlarıma kondurduğu öpücükler esnasında, odamı beğendiğini ve benimle gurur duyduğunu söylemişti.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top