Final Part1. Manchester.

yazarnotu: kitabın main(ana) sonuna geldik. Bununla ilgili açıklama yapmadan önce, sanırım sizinle paylaşmak istediğim benim için önemli birkaç şey var.

Bu kitapta ve yorumlarda da bahsetmiş olduğum gibi, Peak benim için yeri doldurulamaz bir değere sahip, ve hep öyle olacağını biliyorum. Gösterdiğiniz ilginin ve yaptığınız yorumların sayesinde her geçen gün yazmak için istekle doldum ve daha da fazlası, kendimi geliştirdiğimi gördüm. Bu yüzden, bu hikaye benim için çok önemli, bu kitap sayesinde o kadar güzel insanlarla tanıştım ki. Peak bana çok şey kattı. Tüm bu saydıklarım, benim için inanılmaz derece önemli. İyi ki varsınız... Teşekkür ederim, ayırdığınız tüm vakitlere, yaptığınız tüm o değerli yorumlara, sizlere teşekkür ederim. Hayatımı nasıl değiştirdiğinizi asla bilemezsiniz.

Hikayenin ilk 10 bölümünden beridir aklımdaki son buydu, belki birçok genel hattı daha da sonradan gelişti, örneğin o hep merak ettiğiniz detaylar etrafında şekillenip durdu tüm bölüm. Bitirdikten sonra ne hissedeceğinizi bilmiyorum, üzülecek mi ya da mutlu mu olacaksınız... Ben yalnızca hikayenin bitmiş olmasına üzülüyorum. Çünkü zirveye bağlanmıştım dürüst olacağım. Harry'nin umutsuz aşkında kendi ruhumu gizlemiştim. Zirveden indiklerinde, hikaye de sonlanmalıydı. Onların aşkının eşsizliğe zirveye özeldi. Bu yüzden, bu son, ana finali, son sözü gibi düşünün Zirve'nin. Yakın zamanda yazacağım Part2(belki hatta 3)'i okumak size kalmış. Yorumlarınızı ve hislerinizi okumak için can atıyorum...

not: bu bölümü yukarıdaki media'ya bıraktığım 1 saatlik yağmurlu Roslyn'i dinleyerek okumanızı tavsiye ederim..

~


Düğünden 20 gün sonra.

Gözümün önündeki görüntü her saniye değişiyordu büyük otobüsün içerisinde, havanın soğukluğundan nasibini alıp buhar tutmuş camlardan dışarı bakmaya çalışıyorken. Ne zaman yola çıksam gözümün önüne gelmemesi için hiçbir sebep bulamıyordum o karanlık zirveden ayrılış gecesini. Arabanın arkasına oturmuş, tamamen zifiri karanlık yolda sadece birkaç yapay ışıkla aydınlatılmış dışarıyı görmek imkansızdı. Teypte çalan kısık sesteki rastgele şarkıya rağmen, arabanın hızlı hızlı çalışan sileceklerinin ön cama yaptığı gıcırtıyı rahatlıkla duyabiliyordum. Sular durmadan arabanın ön camından aşağıya akıyor, ve durmadan yenileri yağıyordu babamın önüne. Ama öyle sakinlikle sürüyordu ki, ağzından tek kelime bile çıkmıyor, gözünü kırpmadan yola bakıyordu. Direksiyonu sıkı sıkı tutarken, bazen de gözünü dikiz aynasından bana ulaştırıyordu. Arabanın içi de tıpkı dışarısı kadar karanlık olması sayesinde yüzümü ıslatıp duran gözyaşlarımı asla görmedi. Onlar, benim o geceki tek sırdaşımdı. Acımın tüm ağır ve somut varlığıydı.

O gecenin aksine, bugün gözüken gökyüzü gri bulutlarla kaplıydı. Günün erken saatleri olmasına rağmen güneş Manchester'a her zamanki gibi uğramamıştı. Kara bulutlardan asla kendine bir yer bulamaz, hep arkada kalırdı. Kapalı gökyüzü yağmurla insanları ıslatır sonra birden kaybolurdu. Eylül ayına çok az kalmışken, yaz erkenden çekip gitmişti bu şehirden.
Her ne kadar, evden çıktığımda yağmur kendini gösterse de, ben şehir merkezine gelinceye kadar ortada dökülen tek bir yağmur damlası kalmamıştı. Birçoğunun boş olduğu otobüs koltuklarının birinde oturmuş, dışarıdaki kalabalığı izliyordum: Büyük binaları, gittikçe azalan yeşil alanları, Manchester'ın ortasından geçen tuhaf renkteki kanalı. Kat kat giyinmiş insanlar değildi tuhafıma giden. Şehrin gürültüsünden hoşlanmadığımı söylersem de bu pek yalan sayılmazdı. Çok alışkın olduğum bu şehri, hiç özlememiştim. Özlediğim şey, Zirveydi. O ve o tepedeki yaşadıklarım; sahip olduklarım, tüm anılarım.

Töreni ne zaman aklıma getirsem, yüreğim hiç bilmediğim bir kederle doluyordu. Yalnızca hatırlıyorum diyemezdim, asla aklımdan silinmeyen bir şey için hatırlamak kelimesinin doğru olmayacağını biliyordum. O günü hiç unutmamıştım, aklıma geldiğinde her saniyesini baştan sona tekrar yaşıyor ve aynı hüznü duyuyordum içimde. Ne var ki, eve ilk geldiğim zaman o çok sevdiğim odama bile alışamamıştım. Duvarları soğuk ve deneyimsizdi. Hiçbir şeyi görmemiş, yaşamamıştı. Eşyalarımın hepsi basitti, hiçbirinin gizli saklı bir anlamı yoktu. Perdemi açtığım zaman, penceremin önüne geçip de baktığım o boş yol beni mutlu etmiyordu. Mermer merdivenler bile çok soğuktu. Anne-babamın odası haricindeki o odada, kimse kalmıyordu. Evimizin köşesindeki o oda, hiç var olmamıştı bile. İçerisinde herhangi bir ruhu barındırmıyordu. Ne Louis vardı, ne de Mercedes. Sadece ben vardım, içine sıkışıp kaldığım dört duvar bile beni sakinleştirmiyordu. Oysa, zirvede en çok odama kaçıp saklanmayı sevmez miydim en ufak şeyde? Şimdiyse, odam sadece bana yalnızlığımı hatırlatıyordu.

Bu belki de bir kaçıştı. Yalnızlığımdan kurtulmak için her yolu denemiştim. Louis'in bana verdiği o çok değerli defteri okumakla başlamıştım buna. Sonrasında, onun beni acıya daha çok sürüklediğini anladığımda, acımı yok edecek tek gerçekliğe ulaşmak istemiştim. Defalarca Mercedes'e yazmış, defalarca, annemin telefonundan onu aramayı bile denemiştim onlara ulaşabilmek için. Ancak cevap veren kimse olmamıştı hiçbirinde. Mercedes, her zamanki kendi dünyalarında kayıplara karıştığında bu sefer Louis'i de beraberinde götürmüştü. Bu ise, hiç bilmediğim türden yeni bir acı olmuştu bana. İlk kez bununla karşılaşmamsa, ailemle ettiğim sıradan bir akşam yemeğinde gerçekleşmişti. Onlardan hiç haber var mı diye sormuştum anneme, Mercedes hiç aramış mıydı annemi? Ya da babam, Louis'le konuşmuş olamaz mıydı? Elbette, olamazdı. Annem, basitçe yeni evlendikleri için geziyor olduklarını ve telefonlarına asla bakmadıklarını söylemişti. Yalnızca yalanları duyunca gerçeğin cevabını verebiliyordum aslında. Ne olduğunu biliyordum; başlarına açılan büyük meseleyle -hatta öyle büyüktü ki, evlenmelerine ve tüm bu olanlara sebep olmuştu- uğraşıyorlardı. Yine de onlar gezmiyor, onlar mutlu değil diye bağırmak istiyordum kendi kendime, sadece birinin omzumdan tutup beni teselli etmesine ihtiyacım vardı, ancak bunu yapacak kimsem yoktu. Benliğim bile, acı içerisinde yitip gitmişti. Nerede kaybettiğimi bile bilmiyordum. Zirvede olmalı, diye düşündüm. Hayır, hayır. Louis'de.

Louis, defterinin ilk kağıdına el yazısıyla Yansımalar yazmıştı. Altında ise, 'Bu defter, L.W. Tomlinsan'a aittir' yazıyordu. İçinde ne olduğuna dair asla fikir yürütmemiştim, tıpkı ilk kağıdı heyecanla çevirdiğim o anki gibi. Bu bir günlük müydü, yoksa bir hatıra defteri mi? Ya da bambaşka bir şey miydi? Louis'e ait, onun el yazılarının olduğu bir defter, elimde ceketi haricinde ondan kalan tek hatıra; bana bıraktığı son somut hediyeydi, paylaştığımız o güzel anılar haricinde. "Bunu al ve son sayfasına hiç bu kadar çaresiz ve güçsüz hissetmediğimi yaz." Bunlar, Louis'in bana söylediği son cümlelerdi. İlk sayfayı açtığım zaman, düğünden yalnızca birkaç gün geçmiş, annem eve yeni dönmüştü. Odamın ortasına konumlandırılmış geniş yatağıma oturmuş, bu kalın defteri de yatakta önüme bırakmıştım. Gözlerim, Louis tarafından yazılmış aynı kelimelerin üzerinde dolanıp durdu birkaç dakika boyunca. Sayfanın sol kısmına sayılar yazılmıştı. 1.1.17. Sonra kağıdı ortalayacak şekilde başlamıştı ilk kelimesine. "Onu A. ile tanıştırdım. Özlem duyduğum bir hissi hatırlattı bana. Kalabalık yemek masaları gibi. Ama Onu incitebilme ihtimalim beni korkutuyor. Bugün Ona arkadaş kalmamızın gerekliliğini itiraf edemedim." Hiçbir şey anlamamıştım ki, paragrafın altında birkaç rakam daha olduğunu gördüm. 00.10. Bu sayılardan hemen sonra yeni bir paragrafa başlamıştı. "Onunla ilgili hislerim beni şaşırtıyor. Bu bir ilerleme mi? Bilmiyorum. Ona hissettiğim bağlılık koşulsuz. O anlardan sonra karnına yatıp da saçlarımı okşadığında aşk hissine erişmiş gibi oluyorum. Ama asla tam olarak değil." Ve sağ altında yine birkaç rakamla sonlanıyordu sayfa. "02.04."

O gün belki de defalarca takılı kaldım o ilk sayfada, aptal gibi diğerlerine geçip bakma fikri asla gelmedi aklıma. Ne olduğunu anladığım anda birkaç gün önceki gibi gözyaşlarına boğulmak yerine, arkama yaslandım sadece. Defteri tamamen kapattım. Erken davranmıştım. Merakım, gururuma yenik düşecekti. Biliyordun, hep biliyordun. Kimse senden bunları saklamamıştı. Bazı şeyler, gerçeklikle dolu acı geçmişi de peşinden sürüklerdi.

Ya benim geçmişim? Zirve haricinde neyim vardı ki? Manchester'a geldiğimde hala o geçmişi peşimde sürüklüyordum ben de. Tanıdık sokaklar arasında dolaşıp dururken, kokusunu ezberlediğim ağaçların arasından geçerken düşünüp durduğum hep aynı şeylerdi. Otobüse binmeden önce, rahatça okuyabilmek için yanıma almıştım defteri, hep olduğu gibi. Bazen, bazı sayfaları tekrar tekrar okumak istediğimde dışarı çıkardım. Yağmur duruncaya dek dolaşır, sonrasında bulduğum ilk banka -ıslak dahi olsa- oturur ve orada çantamın içinde getirdiğim o mükemmel yüzeyi olan defteri açardım. Evdeki gibi duygularımı saklamak zorunda değildim dışarıda.

İnmem gereken durak geldiği zaman, bir an önce kapıdan kendimi dışarı atmış ve gri havanın sebebi olan kömürün ağır kokusunu solumuştum. Yeni yağmur yağdığı için, dışarıda çok fazla insan yoktu. Ellerimi yağmurluğumun ceplerine sıkıştırarak yürürken başım da kapüşonumun altındaydı tamamen. Şemsiye taşımaktan hep nefret etmiştim şimdiye dek, annem her defasında kızsa bile. Yağmur yağmadığı halde, yüzüm aşağıya bakarak yürüdüm bir süre. Sonra, her zaman olduğu gibi tuhaf hislerle doldum. Sanki o buradaydı. Beni almaya gelmişti. Beraber kaçıp gidecektik çok uzaklara. Bizleri kimsenin bulamayacağı uçsuz bucaksız topraklara. Bambaşka ülkelere. Sadece doğru zamanı bekliyordu kolumdan tutup beni durdurmak için bu havası kir dolu şehrin ortasında. Başımı kaldırdım çünkü ancak beni böyle tanıyabilirdi. Onun, burada olmasına ihtiyacım vardı. Belki de her şeyin üstesinden gelebilmiştim; defterinde bahsettiği Mercedes'le olan anılarından, onunla yaşadığı duyguların tuhaf tarifinden, onda aşkı arayışının üstesinden gelebilmiştim, geçmişte olup biten her şeyin, hatta zirvede bıraktığım anıların üstesinden gelebilmiştim de, bir türlü Louis'e duyduğum özlemi yenememiştim. Yenmek de istemiyordum.

Bir banka oturmadan önce, bilerek yakınında indiğim yere geldiğim zaman, yüzümü ve bedenimi tamamen büyük binaya çevirip dikilmiştim kaldırım ortasında. İnsanlar beni es geçiyordu. Bu betimlenemez umutsuz duygularımın yanında, alışmam gereken bir gerçek vardı ki o da, beni bekleyen gerçekti; annem ona geleceğin derdi hep. Büyük tabela üzerinde durdu gözlerim, boşluğa bakarcasına. Manchester Üniversitesi. Hiçbir şey hissetmiyordum, ufak bir heyecan kırıntısı bile yoktu hayatımın başlayacak yeni bir dönemi için. Bu yüzden, ben de aynı yerde durmayı bırakıp yürümeye devam ettim. Yanımdan geçip duran insanlara ne zaman dikkat kesilsem, onlar bilmese de, hep aynı yüzü arıyordum suratlarında. Uzaktan, ona benzeyen -ve hatta benzemeyen- herhangi birini gördüğüm zaman kalbim deli gibi çarpıyordu üzücü bir şekilde. Sonra bakıyordum ki, hiç de alakası olmayan rastgele bir kişiydi işte. O zaman yeniden indiriyordum başımı yere, sadece kaldırım taşlarına bakıyordum.

Yakınlardaki bir parkta, taş yolu haricinde etrafını çevreleyen yeşilliğin tamamen çamura karışmış olduğu boş bir çardak bulduğum zaman, bir miktar sevinmiştim. Çünkü eğer yağmur yeniden başlarsa, öncekilerdeki gibi hızlıca toparlanıp kalkmak zorunda kalmayacaktım. Çift taraflı oturaklardan birine geçtikten sonra, sırtımdaki çantadan çıkarttığım defteri tırtıklı tahta yüzeye bıraktım. Her ne kadar, defterin ve onun dilini artık tamamen anladığımı düşünsem de, her okuduğumda daha farklı anlamlar buluyordum ve bu beni, hiç olmadığım kadar ona daha da bağlanmış hissettiriyordu. Özellikle de, ona ve birlikte geçirdiğimiz anılara. O benim yapamadığımı yapmıştı. Teker teker olmasa da, yaşadığımız her şeyi not almıştı. Ve daha da çok anlam içeriyordu. Çünkü, eğer bu defter olmasaydı, anılarımı o kadar da canlı tutamayabilirdim. Zaman geçtikçe, ufak detayları silinirdi ya da hatırlanmamak üzere arkada bir yere atılırdı. Ama bu defter, kesinlikle hiçbir detayın kaçmaması içindi. Bu, Louis'in duygularının yansımasıydı, aynı zamanda bizim aşkımızı somutlaştıracak tek parçaydı ikimizin aşk ve özlemle kavrulan bedenleri dışında.

İlk sayfaları okudukça, hayatına dair bilmediğim detayları öğrenmemi sağlamıştı. Sol üstteki rakamlar; o günün tarihi ve paragrafın altındaki sağ rakamlar ise o hislerin saati ve dakikasıydı. Bir günde bir defadan fazlaca kez not aldığı olmuştu. Ancak her gün duygularını yansıtmamıştı defter sayfalarına. Ona ait bu defter, 2017'in yılbaşı gecesinden başlıyordu. Mercedes'i Anais'le tanıştırdığı geceden. Henüz, ona duyduğu bağlılığın aşka dayanmadığını açıklayamadığı bir gecede kaleme alınmıştı. Bunları anlamam içinse, Louis'in dediği gibi, defterin not alınmış son sayfasına gitmem gerekmişti:

"30.07~Düğüne 5 gün kala

Her gün başım çatlıyor. Migrenim beni öldürecek gibi hissettiriyor. Beni ayakta tutabilen tek şey O. Eğer aşkın varlığı olmasaydı ben işe yaramaz bir ceset olurdum. Tıpkı O'ndan önce olduğum cansız varlık gibi. Onun aşkıyla canlandım. Şimdi ise, ellerimin arasından gitmek için hazırlanıyor. Ben de, eski ruhsuz halime dönecek miyim O gidince? İtiraf ediyorum, keşke bu gerçekleşmeseydi. İmkansızlıklar canımı yakıyor.

23.38."

Bu, ona ait ellerle mürekkep izleri yapılmış son yazıydı. Düğün gününe dair hiçbir şey yazılmamıştı. O dediği kişinin ben olduğumdan emin olmak, çok uzun sürmemişti benim için. Çünkü zaten bunu bilmek için yanıp tutuşuyordum en başından beri. Ancak yine de, ilk okuduğumda şaşkınlıktan ağladığımı, hala aynı hislerle mutlu olmamla hatırlıyordum. Bir önceki sayfada yazılanları okumak ise, beni her zaman ağlatırdı. Çünkü, onun da hatırlattığı gibi, o en özel gündü.

"25.07~Düğüne 10 gün kala,
Hayatımın hem en güzel günü hem de en çok mahvolduğum günü

Böyle bir şeyin gerçek olabileceğini asla düşünemezdim, bu aşk ne de cesur yürek. Aşkın her halini görmek... Onu mutlu ederken aynı zamanda bertaraf etmek. Ancak insan, aşkıyla aynı hisleri paylaştığını görünce çok şaşırıyor. İlk kez böyle hissettim. Keşke hiç bitmeseydi. Elini hiç bırakmamayı çok istedim. Ona bir daha ağlamayacaksın diye söz vermeyi, en çok da bunu diledim. Ama yapamadım, beni affet.

21.56."

Ağlamaya başlamadan önce, defterin yazılarla doldurulmuş kalın yapraklarının ortasına geldim. Zirve'ye gelişinin en başından başlayarak okumayı seviyordum. Yansımaları, her ne kadar kısa olsa da, içinin bir o kadar anlam yüklü olduğunu biliyordum. Ben yapamamıştım, ama o, en başından beri düğüne kalan günlere geri sayım yapan asıl kişi olmuştu hep.

Düğüne 54 gün kaldığında - Tepeye geldiğimiz ilk gün

Huzur, geldiğim yerin eş anlamlısı. Karanlık içine saklanmış. Kimsenin bulamayacağı zorlukta. Ve o zorluğun ve karanlığın içinde sadece ufak bir ışık. Kulağıma fısıldananlarsa o ışığı göz ardı etmem gerektiği. Yabancı bir his bu. Karşımda titreyen bedenini asla unutamam. Özür dileyen ben olmalıydım.

10.00.

~

Düğüne kalan sondan 52. gün

Doğru olmayan bir şeyler var bende. Buna son vermeliyim. Gelecekle ilgili tedirginliklerim beni bitiriyordu, şimdi hiç hesap etmediğim bir şeyler oluyor.

14.52

~

Düğüne kalan sondan 50. günü

Sanrılarım gerçek oluyor, Birini tanımak istiyorum. Ona çok yakın biri, belki de bu yüzden tedirginliklerim. Bana geçmişimde sahip olamadığım bir anımı hatırlatıyor. O beyaz reviri, odadaki ferah kokuyu. Sadece bir anımsama mı? Bugün Onunla konuşmayı denedim, pek becerikli olamadım.

20.46

~

Düğüne kalan son 49 gün

Ona bakarken hislerimin genişlediğini hissediyorum. Kendimden sakladığım birtakım şeyler var. Bugün, tuhaftı. Bakışlarını aklımdan silemiyorum. Yalan söylediğini anlayınca gözlerini kaçırdı. Ancak bunlar söylenmemesi gereken şeyler. Belki de ben yanlış duymuşumdur içimdeki hisleri.

12.56

Kalbimin ilk kez bu kadar tedirginlikle attığına şahit oldum. M'e ve Ona bakarken(bu kısmın üstü çizilmişti) Kendimi suçladım. Bu ne kadar doğruydu? Neler oluyor bana? Kendime bunu sorup durdum. Cevaplanamayan sorulardan her zaman nefret ederdim. Onların ikisini(yine çizik) yan yana görünce kendime gelip silkinmem gerektiğini hatırladım.

18.20

Aynı küçük çatı altında oturmaya devam ederken çardağın dışındaki her yere yağmur yağmaya başlamıştı. O zaman, yaşlarla dolan gözlerimi dağınık mürekkep izleriyle dolu kağıttan kaldırıp dışarıya çevirdim. Elimin tersiyle sildim akmaya hazırlanan yaşlarımı. Oysa, her okuduğumda beni ağlatan o en kırıcı kısımlara gelmemiştim bile. Her okuduğumda beni mahveden, mutluluğun ne olduğunu unutturan ve hayatın tümüne, gerçekliğine ve yanlışlıklarına isyan ettiren kısımlara gelmemiştim, aslında onlar hafızama çoktan kazınmıştı bile. Defterin kapağını kapatmadan, ilk sayfaya döndüm yeniden. İsminin baş harflerinin yazılı olduğu kısımlara dokundum. Ona aşıktım; ismine, artık yalnızca bana onu hatırlatan renklere, el yazısına, özlem duyduğum kokusuna ve kalbimi en derinden ısıtan teninin eşsiz ılıklığına, asla kulağımdan silinmeyecek olan ses tonuna, yüzündeki çizgilerinin her birine, benden sakladığı veya gösterdiği tüm hislerine; aşkına aşıktım. Onun bana getirdiği özlem duygusuna bile aşıktım, bana getirdiği acının boyutu kadar, çok aşıktım hem de. Parmaklarım, günler öncesinde onun elinin altından asla ayrılmamış olan defterin deri kapağına dokunuyordu. Sıkıca tutuyordum defteri, parmaklarının defterin üzerine bıraktığı en ufak izden ona ulaşmaya çalışırcasına. Düşündüğüm tek şeyse, burada oturduğum ve onu hatırladığım tüm dakikalarda onun da beni düşünüp düşünmediğiydi. Bunu nereden bilebilirdim ki? Cevabını asla öğrenemeyeceğim halde, sorguluyordum yalnızca.

Yağmurun ortasında kalıp da ıslanmadığım o dakikalarda dışarıyı izlemeye devam ettim etrafımı. Yakınlarda kimse kalmamıştı, uzaktakiler bir saçak altı bulup girmiş ya da şanslı olanlar şemsiyelerini açarak yürüyüşlerine geri dönmüşlerdi. Aslında bu konuda da değişmemiştim. Yine, yerimde sayıyordum. Etrafımdaki her şey yer değiştiriyordu ve ben yine yerimde sabit kalıyordum. Ben ve duygularım, aynı kalanlardık. Değişimden etkilenmemek imkansızdı yine de. Artık ne zaman yağmur yağsa, o gece aklıma gelirdi. Odamın penceresinden inip kulübeye gittiğim o yağmurlu gece, aklımdan hiç silinmemişti ki. Defteri çantama attıktan sonra yeşil parkta kuru kalan tek yerden ayrılmıştım. Saçlarıma değen ıslaklığı hissettim saçlarımda dokunma duyusuna sahip olmadığım halde. Saç diplerime doğru geliyordu yavaş yavaş aynı his. Saç uçlarımdan alnıma, oradan da yüzüme doğru karışık bir yol çiziyordu damlalar. Çamurlu yolda yavaş ve sakin adımlar attım. Tıpkı Zirve'de yaptığım gibi yürüyordum. Vücudum soğukla titriyordu, ıslak saçlarımın dipleri tüylerimi ürpertiyordu. "İşte bu günü, sonsuza dek mutlu hatırlayacağım." O gün, öpüştüğümüz gündü. "Bir gecede birden fazla duyguyu aynı anda yaşadım ve fazla fazla taşan duyguların aşıklarına ne yaptığını gördüm. Bağırmak istiyordum her şeye ve herkese, aşık oldum! diye." Onu öptükten sonra, sıkıca dolamıştı kollarını bedenime. Duygular, bir olup ellerimizden boşalıyordu ve biz de her saniye birbirimizi daha sıkı tutmaya çalışıyorduk. "Ama ben de O'nun gibi içime attım ve duygularımı sadece bu deftere yansıttım." Gözlerimin ıslandığını biliyordum, ama yağmurdan dolayı mı yoksa ağladığım için mi bilememiştim.

Yağmur şiddetli bir şekilde yağmaya devam ediyordu. Omuzlarımdan kol paçalarına kadar ardı ardına gelen sular kesilmiyordu. Yağmurluğumun cepleri kollarım yüzünden ıslanmıştı, ellerimde rahatsız bir ıslaklık hissetsem de bunu umursamadan yürümeye devam ettim. Parktan çıktığım zaman, şehir merkezi sis bulutunun içindeymiş gibiydi. Ana caddelerden geçip duran arabalar için koyulmuş trafik direkleri bir kırmızı, bir yeşil yanıyordu. Sis dumanının içerisine kırık kırık yayılıyordu renkler. Arabalar kaldırımlarda yürüyen insanların paçalarına su sıçratıyordu. Onlar koşuyor, ben yürüyordum. Arabaların pantolonumu batırmasından korkmuyordum bile. Yüzüm, durmadan yağmurla yıkanıyordu. Kirpiklerim ıslaklıkla birbirine dolanmış, gözlerimse önümü bile görmüyordu. Kalabalık caddelerde aceleci birkaç insana çarptım istemeden, ama özür dilemeyi ihmal etmiştim bilerek. Onlar bana bir şeyler söylüyordu, ama benim tek duyduğum Louis'in defterine bıraktığı yansımaların sesleriydi. O defterin en uzun paragrafıydı:

"Bu günü aşık olduğumu anladığım gün diye yazarsam, ileride mutlu olduğumu düşünebilirim. Kendime not geçmeliyim o yüzden: bugün benim mahvolduğum gündü. İlk kez aşık olmayı deneyimlediğimden değil, ya da o hisse ilk kez yaklaştığımı hatta ulaştığımı düşündüğümden değil. Onu tutamamaktan, dilediğimce sarılamamaktan ve hatta göz yaşlarına sebep olduğumu düşünmesinden dolayı mahvolmuş hissettim. Bugün, bana itiraf etti beni affetmediğini. Ben de kendimi affetmeyeceğim.
Hele de, ilk sigarasını içtiğini gördüğümde, çok geç kaldığım için affetmeyeceğim. Çok geç kalmıştım. O'nun aşkını hak etmeyecek kadar bedbahttım ben."

Ve paragrafın sağ altında, saat 05.59.

Kirpiklerimden yanaklarıma süzülen damlaları aldırmadan gözlerimi kırmızı yanan trafik direğine çevirdim. Ancak, sislerin arasındayken gördüğüm şey, onların odasında ilk kez sigara içerken izlediğim o durgun göldü, ya da güneşin aydınlatmadığı gökyüzü. Ona rağmen, çok güzeldi rengi. İçinden koyulukları kovan bir renk gibiydi. Dudaklarımın arasında tuttuğum, çok hevesle aldığım ikinci sigarasını oradan alıp da hiç düşünmeden pencereden dışarı atışını hala hissedebiliyordum. Sigaranın o tuhaf yüzeyinin dudaklarımın derisindeki aniden kopuşu, akabinde bana bakan koyu mavilikler. İlk kez sarılışımız. Onu öpmeye ilk kez cesaret etmek isteyip de yapamadığım gün. Defterine duygularını yansıtırken, her şeyden bir haber uyuyordum. Kim bilir, belki de bana bakarak, uyuduğumu izleyerek doldurmuştu sayfalara o kelimelerini. Ayağım kaldırımdan attığım zaman, yeşil yanmıştı. Eski, uzun binaların yanından geçmeye devam ediyordum. Kendi hıçkırıklarımda boğulmadan önce daha boş bir sokağa atabilmiştim kendimi. Her şey neden bitmiş gibi hissettiriyordu? Tüm bunlar, sanki günler öncesinde değil, yıllar öncesinde yaşanmıştı ve zaman geçtikçe, onlara yeniden ulaşmam da o kadar zorlaşıyordu.

Ellerimi, pantolonumda kuru bir yer kaldıysa diye kumaşa sildiysem de, aynı nemlilikte kalan ellerimle ıslak yüzümü kurulamaya çalıştım. Yüzüme yapışan saçlarımı geriye atarken bir yandan da hızlanan ve göğüs kafesimi acıtan nefeslerimi sakinleştirmeye çalışıyordum. Yanımdan geçen insanların yüzüne odaklanmaya çalıştım. Sayılarının o kadar da fazla olduğunu söylenemezdi. Tren garına gelinceye kadar aynısını yapmaya devam etmiştim. Sağımdan ve solumdan geçen insanlarda, Louis'i aramıştım. Garın içerisindeki banklara oturduğumda, onca gürültüye rağmen ıslanan bedenimden yere damlayan su sesini duyabiliyordum rahatlıkla. Önce saçlarımdan omuzlarıma, omuzlarımdan banka ya da direkt yere düşüyordu. Şıp, şıp, şıp diye. Yeniden ellerimle ittirmek için uğraştım yüzümün ıslaklığını. Yine nefes nefese kalmış bir halde soludum dudaklarımdan. Önümdeki yere kadar uzanan büyük camdan, şehrin berbat görüntüsüne bakmaya başladım.

"Saçlarına dokunduğumu, bana diktiği gözlerinden sonra anladım. Öyle etkiydi ki, kapıldığımdan haberim dahi olmamıştı. Birinin sana beslediği hisleri bu denli fark etmek, çok farklı." Bu cümleleri seslendirirken, beynimin arka tarafında çalan o gramofon sesini yeniden duymuştum tren istasyonunun ortasında. Tüm kalabalığı, üstünde oturduğum bankı unutmuş, geçmişteki bir güne gitmiştim yeniden. Gerçeklikle tüm bağım kopmuştu da sanki, yeniden Louis'e yaslanık uzanıyordum onların yatağında. Saçlarıma dokundurduğu parmak izlerinin yerleri hala ezberimdeydi sanki. Ya da, gözlerimi ona çevirdiğim anda, sadece birkaç saniye sonra göz göze geldiğimizde ne yaptığını yeni fark etmişçesine elini saçlarımın arasından çekişini yeniden yaşıyordum. Saç diplerim bile bu hissin yokluğuyla irkilmişti.

Gözlerimi kapattığım o anda, zirve evindeki somon rengindeki yatak çarşaflarının arasında bulmak istiyordum kendimi yeniden gözlerimi açtığım zaman. Öyle olmayacağını biliyordum. Bu yüzden asla açmadım, açsam bile yatakta başımı sağa çevirdiğimdeki gibi orman manzarasını görmeyi umuyordum yalnızca.

"Uzun geçen bir gün daha. Planlarımız, düşünüldüğünden daha karışık işliyor. Zamanla açılacağı yerde düğüm düğüm oluyor. Bugün, çok tuhaftı. Hele de bana ait bir eşyamın kumaşından önce elime sonra tenime sızan yabancı sıcaklığı hissettikten sonra, çok ama çok tuhaftı. Duvarlar arasında dolaşan bir hayalet ama hiç de korkutmuyor."

Gözlerimi açıp boş kalan ellerime baktım. Artık, elimde onun sıcaklığını saklayan hiçbir eşyası kalmamıştı. Böyle olmamalıydı, aslında o gün elimde tuttuğum Büyük Balık'ı görüyor olmalıydım. Sular yükseliyordu ve biz, birbirimize daha da çok yaklaşıyorduk, kavuşacağımızı asla bilmeden. "Garip bir yalan söylerken buldum kendimi onun karşısında. Sanki konuşmak için bir bahanemiz vardı. Onunla konuşmaya devam edeceğim, sanırım su yükseliyor. Bilmediğim bir şeye yaklaşıyorum." Yanında durmaktan bile zevk alırken, o iskeleden, keşke hiç ayrılmasaydık. Kendimi gerçekliğe sürüklemeye çalıştığımda, girdiğim binanın taşlarının üzerindeki birikmiş suların ayaklarımın etrafını çevrelediğini gördüm. Oturduğum yerde eğilerek aşağıya bakmaya devam ediyordum. Botlarımla suyu dağıtmaya çalıştığımda tertemiz olan yerleri çamur yapmıştım. Ama bu bana, yine başka bir şeyi hatırlamıştı. Ayaklarımı göle sarkıttığım o günü...

"M bana inanmıyor ve O'nunla aralarının benim yüzümden açılacağı hakkında endişelerim var. Bu yüzden o'ndan bir şey istedim ama etkisini düşünemedim. Kendimden nefret ediyorum."

Onun yansımaları, benimkilerin aksine hüzünle doluydu. Hak etmeyen kişi asıl bendim, onu asla hak etmiyordum.

Aceleci insanların etrafında yürümeye devam ettim biraz daha. Burada, ilk kez dikkatimi çeken bir şey oldu: vedalaşan insanlar. Saat gelmeden önce, son kez kucaklıyorlardı sevdiklerini. Bazıları gözyaşı döküyordu, bazıları gülerek el sallıyordu birbirlerine. Bazıları ise tek başına biniyordu trene bavullarıyla. Garın ortasına yerleştirilmiş büyük kirişlere yaslanarak izlemeye devam ettim insanları. Yine birileri gidiyor ve birileri kalıyordu. Louis veda günü için hiçbir şey yazamamıştı, çünkü defteri bana vermişti. Hem de, ona inanmadığım için yapmıştı bunu. Aptalın tekiydim. En çok nefret edilmesi gereken kişi de bendim. Hem de, şimdiye kadar hiç etmediğimin hıncını alırcasına nefret duymalıydım kendime. Kinle doluyordum yaptığım hataları her dakika kendime hatırlatıp durdukça. Onu hak etmemiştim ben hiçbir zaman. Bazen, keşke diyordum; keşke Louis'i öpmeseydim. O zaman ikimiz de hislerimizi sonsuza kadar saklar ve kaldırabileceğimiz kadar acı çekerdik yalnızca. En başından beri bencilin tekiydim. Asla onun ne kadar acı hissedebileceğini, canı yanabileceğini düşünmemiştim. Tek yaptığım, onu suçlamak olmuştu. Ona yalancı demiştim, tekinsiz demiştim. Tuhaf demiştim. Tüm bu sıfatların hepsini ben hak ediyordum aslında.

Sinirle dolmuştum kendime. Hızlanan yağmuru umursamadan dışarı attım kendimi. Sokakların arasından koşarak geçiyordum. Nefesim bitene kadar koştum, koştum ki hak ettiğim acıyı en derinlerimde hissedeyim. Duyduğum acı sadece ruhumu değil, bedenimi de yaksın. Üşüyen parmak uçlarım ve soğuktan yada ıslanmaktan hissetmeyen ayaklarım yağmurun ortasında nereye gittiğini bilmeden koşmaya devam etti. Ben sadece onun peşinden sürükleniyor gibiydim. Acımdan kurtulmak istiyordum ve yapamadıkça daha da çok koşuyordum. Sonra birden durdum. Durmamın sebebi, göğüs kafesimin kemiklerinin tenime batıp durması ya da kalbimin altında ağır bir baskı hissetmem değildi. Kaldırımın ortasında durmuştum çünkü, bir kadın görmüştüm. Karşıma çıkan dükkan camının arkasında dikiliyordu. Cansızdı ve üstünde beyaz, uzun bir elbise vardı. Nefes nefese olmama rağmen yeniden ağlamaya başladım. Mercedes'i hatırlatmıştı bu gelinlik bana. Onunkine benzeyip benzemediğini bile bilmiyordum. İkisini de kaybetmeme ağlıyordum. Onlar gittikten sonra, sanki kimse nasıl hissettiğimi umursamamıştı. Yalnızca onlar önemsemişti beni ve hislerimi. Bu hayatta, bana değer veren iki insan. Tüm imkansızlıklara rağmen.

Yeniden kaçmak istedim sonra. Sanki iyileştirici gücünü hatırlayıp da annemin kollarına kaçmak istemiştim. Dakikalarca yağmurda koşmamın ve ıslanmanın sonucunda beni azarlamasına, gerekirse omuzlarımdan tutup şöyle bir silkmesine ihtiyacım vardı sanki. Yeter ki, bu his benden gitsin istiyordum. Biri beni kurtarmalıydı bu korkunç cehennemden.

Zorlukla durdurmuştum otobüsü durakta olmadığım halde. Acınacak ıslak halimden dolayı durduğunu tahmin edebiliyordum. Islanmaktan buruşan ellerimle rahatsız, sert demirleri tuttum. Koltukları ıslatma kaygısı gütmeden oturdum boş bulduğum ilk yere.

Mercedes'i düşünmeye devam ettim camdan dışarıyı izlerken. Acaba artık mutlu muydu? Yoksa üzülüyor muydu benim için, ya da Louis için? Tüm bunların önemi var mıydı onun için merak ediyordum. Louis ona itiraf ettiği zaman gerçekleşmişti meğer, büyükannem ve teyzemin kavgası. Mercedes, gerçekleri Louis'den ilk kez duyduğu zaman, kaygıyla ve stresle dolmuştu. "Gittikçe tuhaflaşan hislerimi M'e açtım. Bana inanmadı. Kızdığını biliyorum, sadece bastırmaya çalışıyordu her zamanki gibi." Louis, Mercedes'e o gece itiraf ettiğinde, birkaç gün sonra evde kıyamet kopmuştu. Tüm olanları defalarca kez düşünsem de, eve dönüş otobüs yolculuğunda anlamıştım her şeyi. "Keşke m'e bu zamanda o meseleyi açmasaydım. Bu sefer büyük kıyamet benim yüzümden koptu. En çok korktuğum şeydi, m ağladığında beni suçlamadı bile. Keşke onu tüm bu meselelerden uzak tutabilseydim." Ne gergin bir gündü, hiçbir şeyden haberim olmadığı için, kavga büyükannemin en büyük oğlunu övdüğünden çıktığını sanmıştım. Oysa, Mercedes patlayacak yer arıyordu ve o kişi de, zaten yıllardır bir türlü ısınamadığı annesi olmuştu.

"M'e itiraf etmemin ardından ve evdeki büyük kavgadan sonra m'i teselli ettim." Aynı cümleleri kafamın içinde tekrar tekrar geçirirken saçlarımı geriye ittim ve sonrasında kucağıma indirdiğim elime, bana dönük duran nemli parmaklarıma baktım. "m'i asla bırakmayacağıma söz verdim, m istediği için değil. Korkuyordu. Ben de öyle." Onu teselli ettikten sonra, kulübede yanıma gelişini hatırladım. O zamanlar, Louis'in bana hisleri olduğunu bilmiyordum bile. Tüm bunları sonradan öğrenmek, mutlu etmesinden daha çok canımı yakıyordu. Çünkü her şey için çok ama çok geçti. O iki ay, hızlıca geçip gitmişti habersizce. İşaret parmağıma bakmaya devam ettim bunları düşünürken. Üzgünce iç çektim defalarca. Başımı kaldırıp cama bakabilmiştim. Eve az kalmıştı.

Ellerim gergince üzerimdeki sırılsıklam kumaşı sıkarken, endişeli hissetmeme sebep olan şey annemin bana ne kadar kızacağını biliyor olmak değildi. Hastalanmaktansa asla korkmamıştım ben. Acı çekmekten korkmadığım gibi. Yalnızca, o ev dediğim binaya gitmek istemiyordum. Anlık gelen mecburiyet hissiyle otobüse atlamıştım ve şimdi, kendimi ve ruhumu dört duvar arasındaki yalnızlığıma bırakmaya gidiyordum. İlk kez tattığım bu ızdırabın üstesinden nasıl geleceğimi bilmiyordum. Her şeyde olduğum gibi, bunda da deneyimsizdim. Gözlerim yorgunca kapanmaya başladığında, eve sadece birkaç dakika kaldığını biliyordum yine de izin verdim üşümüşlükle kapanmalarına.

Evlerin olduğu o sokağa geldiğinde, ben de inen birkaç kişinin peşinden atmıştım kendimi sokağa. Yağmur artık durmuştu ve artık daha rahat nefes alıyordum. Önüme düşüp durmaktan vazgeçmeyen saçlarımı kulağımın arkasına itip hızlı adımlarla eve yürümeye başladım. Soğuktan dişlerim titriyor gibi hissediyordum. Eğer göğsümde birkaç dakikadan fazladır süren o ağrı olmasaydı, eve ulaşana kadar kaldırımlarda koşmaya başlayacaktım, lakin yapamadım. Sadece adımlarımı büyüterek atmaya gayret gösterdim. Sonunda bizim evlerin olduğu sokağa ulaştığımda, adımlarım artık daha sakindi. Sanki ben ona değil, o bana koşmaya başlamıştı. Yan yana dizilmiş müstakil evleri geçmeye devam ettim bizimkine ulaşıncaya dek. Kapının önündeki uzun park yolu boştu her zamanki gibi, babam işteydi. Beni annemin azarından kurtaramayacaktı. Evin bahçesinin girişindeki o kapıdan geçiyordum ki, gözüme, normalde hiç aldırış etmediğim bir şey takıldı.

Hemen girişin oraya yerleştirilmiş ayaklı posta kutusunun o ufak beyaz sapı havadaydı. Hemen çantamın kuru kısmındaki anahtarlıklarımı aldım. Üşümemi aldırmadan hızlı bir şekilde posta kutusununkini buldum anahtarların içinden.  Kilide geçirip kapağı açtığımda, yeni bir nefes aldım içindeki zarfı almadan önce. Louis'le ilgili bir şey olmasının ihtimali bile beni heyecanlandırmıştı.

Beyaz uzun zarfın üstünde bir pul vardı. Üzerindeki harfler okunamayacak kadar çok ufaktı. Ne olduğuna aldırış etmeden açtım zarfın yapışkanını. Kağıdın zarar görmemesi için de aceleciliğime rağmen dikkat ediyordum bir yandan da. Hemen zarfın içine katlanmış şekilde koyulan kağıdı açtım. Okuduğum ilk andan itibaren kalbim deli gibi çarpmaya başladı. Okuduklarımı net bir şekilde göremiyordum bile; parmaklarımın arasındaki kağıt titredikçe üzerindeki harfler dans ediyordu sanki.

"L.Ü. Sanat Fakültesi Dekanlığı'ndan." Kelimeleri okudukça daha da sıkı tutundu parmak uçlarımın her biri kağıda. Sanki gördüklerimden emin olmak için buna ihtiyacım varmış gibi. "Sevgili H. E. Styles; Başvurunuzu ve belirttiğiniz referansları değerlendirdiğimizde Londra Üniversitesi Sanat Fakültesi'de Sanat Tarihi Bölümü'nü okumaya hak kazanacak kadar kazanımları ve başarıları elde ettiğinizi gördük. Üniversitemize yaptığınız başvurunuz onaylanmıştır. Sanat Tarihi bölümü öğrencisi olmaya hak kazandınız."

Kalbimde hissettiğim ağrı, tüm vücudumu ele geçiriyordu sanki. Zorlukla tutunmuştum posta kutusuna. Anneme seslenmeden önce, sakinleşmek için uğraştım kendimce dakikalarca orada. Ona tüm bunların haberini vermeden önce, asıl gerçeği benim kabullenmem gerekiyordu. Defalarca okudum zarfın içinden çıkan kağıdı. Eğer hissettiklerimi yalnızca şaşkınlık olarak betimlersem onları küçümsemiş olurdum. Kalbim büyük bir acıyla atmaya devam ediyordu. Sanki... Sanki kalbim koca bir balondu ve en şişik anında birden patlamıştı. Gürültüsü sağır ediciydi. Kalbimin atışlarının sertliğini kulağımda hissediyordum. Biri beynimin içindeki onlarca kapıyı aynı anda çalıyordu sanki. Kalbim, göğüs kafesimi ve içerideki diğer organları çekiştiriyordu. Ancak, vücudumda hissettiğim onca acı hissine rağmen, yüzüm sevinç naraları atıyordu. Sanki, gömülü olduğum mezar toprağının içinden alınıp soluk almıştım. Tanrı yaşamama izin vermişti.

Elimde ve üstümde ne var ne yok, hepsini bahçede bırakıp kapıya koşmuştum. Yalnızca zarfı tutuyordum ellerimle. "Anne, aç kapıyı! Anne kapıyı aç!" Kapıya art arda vuruyordum sevinçle. Sanki, nefes aldığım, dünyaya geldiğim ilk saniyeden beri bu habere ihtiyacım vardı.

Ve o gün, anneme bu yeni gelişen gerçeği haber vermeden önce bir şeye karar verdim. Benim için çabalamaktan asla vazgeçmeyen Louis William Tomlinson için, bana bıraktığı o eşsiz yadigardan esinlenerek, o çok sevdiği el yazımla ona hislerimin hepsini döktüğüm bir kitap hazırlayacaktım. Tıpkı onun yansımaları gibi. Her şeyi günbegün hatırlayarak aktaracaktım kağıda. Hislerimin, düşüncelerimin hepsini, hatta aklımdan o anda geçen en ufak detayı bile anlatacaktım ona. O bundan fazlasını hak ediyordu. Hislerimi, onu kaybetmeye duyduğum korkumu, ona olan düşkünlüğümü asla somut bir şekilde dile getirememiştim, en azından istediğim kadar değildi. Asla bana yeterli gelmemişti. Yalnızca 2 ay ve bizim için değerli olan her gün. Belki, hiçbir zaman o günler kadar güzel olmayacaktı. Ama, kim bilebilirdi ki yarın ne olacağını? Bir sabah uyandığımda, Louis girivermişti hayatıma.

Yansımaları sayesinde hatırladığım ne varsa, Londra'ya gidene kadar, bir gün ona ulaşıp da Louis'e bu kitabı kendi ellerimle verinceye kadar yazıp bitirecektim. Boş kağıtları olan defteri doldurmadan önce, ilk sayfanın başına, tıpkı onun gibi bir başlık attım. "Zirve." Bu kitap benim zirvemdi, en çok da hislerimin zirvesiydi. Kendimi ait hissettiğim yerin ismi, ve aşkıma ulaştığım konumdu. Zirveydi. Louis'le beraberken hissettiğim her andı. Anılarımın arasındaki yeriydi, adı gibi. En değerli ve en unutulmazıydı. Başlığın altına ismimi bırakmayacaktım onun gibi, çünkü bu defter bundan sonra bana değil, sonsuza dek ona ait olacaktı. Kimin yazdığını ise çok iyi biliyordu. İsmimi unutmayacaktı. Daima hatırlayacaktık, beraber, hem de tüm detaylarıyla.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top