Bölüm 26 - Takım Elbise
Bana çok uzak bir geçmişte doğmuştu; soğuk bir gecenin ortasında, belki de yalnızca birkaç saattir yeni yeni nefes almaya başlamış o minik bedeniyle yağmur altında kalıvermişti tek başına. Aslında bunların gerçek olup olmadığını kimse bilmiyor, hikayenin sahibi bile.
Sadece birkaç gün kalmıştı yeni yıla. Zaman sonsuzluk evreninde akıp gittikçe, takvimin birer birer kopartılmış yaprakları en sonuna geliyordu. Günlerin, saatlerin devir olup, 1980 senesine geçmesine çok az kalmıştı. Louis de, işte tam o günlerde doğmuştu. 79 senesinin Noel'ine yalnızca birkaç gün kala. Kabul edilmişin dışında bir yerde açmıştı gözlerini, ne annesinin sıcak kollarında, ne de doğumhane ebesinin etrafına sardığı mavi-yeşil arasında bir renkteki örtünün içerisinde. Hastane koridorlarıyla tanışmamıştı doğar doğmaz, diğer bebeklerin aksine. Onu kimse isimlendirmemişti üstelik, kendi varlığından bile habersiz bir bebek; bu korkunç dünyada tek başına... Ne üzücü ve dehşet dolu bir başlangıç hikayesi ama. Ne kadar bahtsız bir kader, diye düşünmüştüm. Ama Louis, tam aksini söylemişti. O aslında şanslı olandı. Hem de en başından beri.
Louis'in bebeklikten başlayan tuhaf hayat hikayesini anlamam için, daha gerisine gidilmesi gerekmişti; Onu önce yetimhaneden, sonra da ıslak çamurlarla kaplı ara sokaklardan kurtaran ailesinin kim olduklarına, Tanrı'nın onları nasıl buluşturduğuna ve nasıl ayırdığına. Louis, Vincent Berkham Tomlinson ismine sahip bu adamı, asla 'üvey' baba olarak görmemişti. Her çocuğun babasına duyduğu o hayranlıkla bağlıydı ona. Eğer başka biri olarak bu dünyaya gelme şansı sunulsaydı, Louis şüphesiz babası olmak isterdi. Onu her zaman kendine örnek aldı, davranışlarını ve değerlerini benimsedi. Öğretilmediği halde, Louis, şükranla bağlıydı onlara. Kendisini şanslı görmesindeki tek sebep, şüphesiz onu sahiplenen, artık kısa süre içerisinde ailesi olarak gördüğü ve bağlandığı bu iki insandı; Vincent&Celine Tomlinson. Louis, anne ve babasının aşklarının ne zaman başladığını tam olarak bilmiyordu, ama ilk görüşte aşk olduğuna emindi. Felsefeyle uğraşan bir adamı, kitaplarından ve uğraşlarından eden, bu mükemmel kadın olmuştu, yani Louis'in hayatında en değer verdiği kadın; annesi.
Yetimhaneden, onu alan asıl kişi Celine'di. Onların hikayesi, asla evlat sahibi olamamalarıyla başlıyordu. Doktorlar, hiçbir şekilde olmaz dediği halde, annesinin bu konudaki ısrarcı tutumları Vincent'ı hep üzerdi. Bir gün, annesi her şeyden habersiz bir şekilde, eşine kiliseye gidip dua etme fikrini sundu. Vincent Berkham, inanmadığı halde, eşinin umut arayışına o gün ortak olmuştu. Böylelikle, kilisenin papazının söyledikleriyle, yeni bir karar verdiler, ya da akıllarındaki kararı uygulamaya geçirdiler: "Tanrı için, sahipsiz bir masumu evlat edinin. Tanrı, hiç beklemediğiniz bir günde eşinizin rahmini bir çocukla kutsayacaktır."
Ne saçmaydı ama, doktorların dediğini hiçe sayarak konuşan bu yalancı adamı, Vincent, eşine ümit verdiği için öldürmek istemişti. Ama, eşinin daha o anda mutluluk gözyaşlarına boğulduğunu gördü. O dakikadan sonra, nasıl o tatlı kadını kırabilirdi ki? Üstelik, Vincent için arada kan bağı olmasının hiçbir önemi yoktu ya, bir çocuk sahibi olmak onun da elbette hoşuna gidecekti. Önemli olan, aile olabilmek değil miydi?
Celine, Louis'e ne zaman bu hikayeyi anlatsa, tıpkı o kilisedeki gibi sessiz sessiz ağlardı. Aradaki eksik kan bağını bilerek büyümüştü, ama ailesi hiçbir zaman bunu ona hissettirmemişti. Her zaman kendini, ait olduğu yuvada hissederdi. Tüm bunların yanında, annesinin ona anlattığı öykülerdeki kader anına, şansa ve tesadüflere inanmayı hiç bırakmadı. Soyutlanamadığı o gerçekçiliğinin arkasında, bunlara inanmaktan bir an olsun vazgeçmeyen bir kişilik saklıydı aslında. Şimdiye dek onun hakkında, her zaman etrafında olup bitenleri bir sebep-sonuç ilişkisine bağladığını düşündüğüm tarafının yanında, böyle bir parçası olması beni çok şaşırtmıştı. Bazen, her şeyin altında sebep aramazdı işte, olması gerektiği için olurdu ve bunların varlığını kabul ederdi. Mantık ve gerçekçiliğinin yanında, herkesten gizlediği duygusal bir tarafı vardı ve bu taraf, onun en derin kısmıydı; özellikle de annesine olan düğümleri çok öncedendir atılmış o sıkı bağı.
Celine Tomlinson, ne kadar güzel bir isimdi öyle. Tıpkı, yıllar önce eşinin ona hediye ettiği ince küpeleri kadar beyazdı teni, porseleni andırırdı hep Louis'e. Düz, açık kumral saçları, yaz geldiğinde Fransa'daki aile evine gittiklerinde ne de açılırdı güneşin altında, uçları ve ön perçemleri sarıya dönerdi. Annesinin taktığı o ince bileklikler, Louis'in hep favorisi olmuştu. Gece yatmadan önce bileklerine sürdüğü miskti onu huzura kavuşturan, iyi geceler öpücüğü bırakırken, o güzel parfümden kokardı. Kırık beyaz saten geceliği, karanlığın ortasında asalet saçardı. Sabah olsun ister, kahvaltı hazırlarken onu izlemek için çektiği taburenin üstüne çıkardı. Sessizce dengede durabilirdi onun yaptıklarına bakarken. Öğlen olduğunda, bu minik Louis'in favori saatleriydi. Öykü saatleri gelir; Celine eline defterlerinden birini alır ve kendi yazdığı kısa öykülerden okumaya başlardı kolunun altına sokulmuş, onu merakla dinleyen oğluna. Louis üstünden ne kadar zaman geçerse geçsin, o günlerin her bir detayını ezberinde tutmuştu. Anıları öyle canlıydı ki, sanki dün gibiydi hala onun için, 5 yaşlarındaki günleri.
Biraz daha büyüdüğünde, yani okula başladığındaki anıları, tüm gününü annesiyle geçirdiği o günler kadar berrak değildi. Ama yine de, bazı keskin şeyleri hatırlıyordu elbette. Okumayı öğrenir öğrenmez, annesinin ona okumadığı tüm öyküleri okumuştu. Sadece bunlarla kalmayıp, zaman geçtikçe baş ucuna bıraktığı gece kitaplarının sayısını da arttırmıştı. En yakın arkadaşları; yatağının kenarına bıraktığı kitaplardı. En azından bir süreliğine.
Anaïs'in doğumu, Louis'i şaşırtmamıştı aslında; aksine, heyecanla karşılamıştı kardeşinin haberini. Duyduğu ilk anda, ailesine yeni bir üye katılmasının yanında, gerçekten bir arkadaş edinme fikri içini kıpır kıpır etmişti. Ne derler, tüm bunlar kaderdi işte. Babasının anlam veremediği, inanmadığı bir şeydi. Mucizeydi; annesi hamile kalmıştı. Tıpkı, bir zamanlar papazın onlara söylediği gibi olmuştu.
Büyüdükçe, annesinden uzaklaşmak zorunda kalma fikrini asla benimseyemedi. Artık kucaklanmıyor, banyodan sonra arkasına geçip saçlarını taramıyor veyahut öremiyordu. Babası, ergen olduğunu söylediği zaman bundan emin bile değildi. Üstelik, elbette ergenliğin ne olduğunu biliyordu. Ama, ruh değişiminde hiçbir gariplik hissetmiyordu. Belki, bazı roman karakterlerini çok fazla düşlüyor olabilirdi, ama bundan daha farklısını gözlemlememişti. Bunalımlara girmiyor, hayatı ya da tanrıyı sorgulamıyordu. Annesi ona hep olgun biri olduğunu söylerken, haklıydı belki de.
Ama hayatındaki 'o' heyecan duygusunun eksikliğinin fazlasıyla farkındaydı.
Anaïs, onun tek ve en yakın arkadaşıydı. Bir gün, kitaplarla dolu rafların arasındaki çalışma odasının içerisinde, kız kardeşinin konuşmaya başlaması, durup kendini sorgulamasına neden olmuştu. Anaïs, ona sınıfındaki bir çocuğa aşık olduğunu anlatırken, kız kardeşinin yalnızca 7 yaşında olmasına takılsa da, bunun sebebi kendisinin 14 yaşında olması ve bu hissi hala deneyimlememiş olmasının garipliğiydi. Eksiklik hissi bu yüzden kaynaklanıyor diye düşünmeden edemedi. Anaïs ödevine döndüğü zaman, Louis kendi dersine odaklanamamıştı bile. Kendisini, tuhaf biri gibi hissetti ve bunun aslında insanların içerisinde olduğu her vakit duyduğunu fark etti, hem de kendi iç sesinden.
Ortaokuldaki sınıf 'arkadaşlarını' düşündü. Suratını ekşitmeden durmak bile onun için çok zor oluyordu her seferinde. Bağacıklarını özensizce ayakkabının içerisine sokuşturulmasından bile nefret ederdi, etekleri pantolondan dışarı çıkmış gömlekler, arkası yenmiş kurşun kalemler. Üstelik bu sadece ders esnasında gözlemledikleriydi. Louis, teneffüste, ona ve diğerlerine omuz atan hemcinslerinden nefret ederdi en çok. Koridorda kızlara çelme çakan ya da onların saçlarını çeken, insanlarla alay eden, ağzı bozuk çocuklardan asla haz etmezdi. Aklından geçip duran, aynısı Anaïs'e yapılıyor olma düşüncesine katlanamazdı. Herhangi biriyle arkadaş olmak değil, onlardan uzak durmak için elinden ne geliyorsa yapardı. Sonuçta sadece birkaç saat onlara katlanmak zorundaydı, okul o günlük bitinceye dek.
Zekası ve başarısıyla daha çok öne çıkabileceği yer olacaktı lise, kuşkusuz. Ama, arkadaşlıklar ve diğer ilişkiler içinse, ortaokuldan daha berbat bir ortamla karşılaşmıştı. Arkadaş olmayı denediği birkaç insan olduysa bile, yaptığı kaba el şakaları ve kullandığı argolar, Louis'i hemen o kişiden soğuturdu. Belki de, tanıştığı insanların elleri, dikkat ettiği ilk şey olmasa her şey bu kadar da sorun olmazdı. Bu sefer, "nefret ettikleri şeyler" listesi daha da kabarıktı: Arkadaşların birbirine şakadan da olsa omuz atmasından ya da vurmasından asla hoşlanmazdı, cümlelerin arasına karışan küfürden nefret ederdi. Yere tükürülmesi midesini bulandırırdı. Tıpkı kirli ve uzun tırnaklar gibi. Ayrıca, hemcinslerinin banyo yapmakla ilgili büyük bir sorunu var gibiydi; kötü kokuya asla tahammül edemezdi, saçtaki yağsa en nefret ettiği şeydi bu listede. Erkekler, arkadaş olmak için bile ona göre değildi. Yüzü en güzeliyle öpüştüklerini düşünse dahi, Louis'in midesi bulanırdı.
Bir ergen için fazla mükemmeliyetçiydi belki de, Louis bu kadar çok şeye takıkken, elbette kimseyi sevemeyeceğinin farkındaydı. Ayrıca, o dönemde, kızları da gözlemlemişti ama; ne zaman düşünse, onları korumak zorundaymış gibi hissederdi. Bu yüzden, kalbi sanki herkese karşı zincirlenmişti. Bu zincir ve kilitten bir gün kurtulabileceğini görmekse, hiç beklemediği bir anda gerçekleşmişti.
Okul koridorlarındaki ilk ve son kavgası -kavga bile denemezdi- gerçekleştiği zaman, Louis kanayan dudağı ve moraran dirseği için öğretmeninden hususi izin almıştı. Sebebi neydi, Tanrı bilir. Louis asla hatırlamıyordu. Hatırladığı ve bildiği tek şey, kendisini savunmayı bile öğrenmediği ve beceremediği için kendine kızmış olmasıydı. Dayak yedikten sonra, okulun orta katına yerleştirilmiş revir denen odayı bulması ve, hayatında ilk kez oraya gitmesi gerekmişti ve bu bile onun garip hissetmesi için yeterli bir sebepti. Kapıyı tıkladığı zaman, içeriden gir sesini duyar duymaz adımını attı ve can havliyle belki de, hemşirenin yüzüne bile bakmadı, en azından kısa bir süreliğine.
"Nasıl hissediyorsun?" diye sordu erkek hemşire ona. Louis dayak yediği için, elbette çok utanıyordu. Aptal gibi hissettiğini ona söyleyememişti ama, başını kaldırıp da ona baktığı an, kalbinin o özlem duyduğu ve bilmediği hisle çarptığını hissetti. Dudağının kenarına yerleşmiş kanayan yaraya pansuman yaparken, duyduğu heyecan ve cesaretle inceledi suratını. Ne temiz, ne mükemmel bir yüzdü. Bilmediği bir koku muydu onu etkileyen, Louis düşünmedi bile. Kendisinden sadece birkaç yaş büyük olduğunu düşündüğü genç adamın suratını izledi pansuman yaparken. Beyaz ışığın altında parlayan, koyu kumral olmasına rağmen altını andıran dalgalı saçlarına baktı. Pansuman sırası, ne zaman koluna geldiğini bile bilmiyordu. Kısa, tertipli tırnaklarına baktı uzun uzun. Çocuk ona kibarca adını sorduğu zaman, bu sefer yanıtlayabilmişti. Ama Louis, garip heyecan hissiyle, asla ona adını sormadı, belki de çekindi. Ona ve kendi hislerine karşı savunmasız hissetti. Ve asla, o çocuğun ismini ya da kim olduğunu öğrenmedi.
Sadece birkaç dakika sürmüştü. Revirden çıktığı zaman, hayatla ilgili tüm çekinceleri ortadan kalktığı için sevinmeli miydi, bilmiyordu. Louis, onu bir başlangıç olarak kabul etti; ama yıllar boyunca devamı gelmeyeceğini bilmeden. O ara ise, Louis'in tahmin ettiğinden çok çok uzun sürmüştü. Belki de, 20 yıldan daha fazla. O da bu yüzden, bir süre sonra, aşka inanmamaya başladı.
Bu ani bir karar değildi aslında. İçerisinde yatan boşluğun sebebi, belki de annesini hiç beklemediği bir zamanda kaybetmesiyle daha da büyümüştü. Celine, Louis 17 yaşındayken ölmüştü. O zamanlar sebebini, tam olarak asla anlayamamıştı. Ama sadece birkaç sene öncesinde, tıpkı ölmesinin aniliği gibi, yataklara düşüp hastalanması onu çok endişelendirmişti. Bir an olsun yanından ayrılmayı reddeden, hep elinden tutan ve, tıpkı çocukluğunda annesinin ona okuduğu gibi; ama bu sefer annesine öyküler okuyan kişi, oğlu Louis olmuştu. Uyuyacağı zaman geldiğinde bile, odadan çıkmayı reddeder, yanına kıvrılırdı. Louis, o zamanlar kendi gözleriyle şahit olmuştu onu iyileştirdiğine. Annesi, o sürekli ağlayıp yalnız kalmak isteyen üzgün ve hasta halden, hayattaki neşesine yeniden kavuşmuştu. Louis sayesinde. Babası, çok gururlanmıştı o zaman. Louis'deki ışığı görmüştü ama, elbette acılarından bunu ön plana çıkartacak zamanı asla bulamamıştı.
Ama o gün, Louis'in onu iyileştirmesine bile izin vermeden gittiğinde, Louis, kızıp öfkeleneceği bir hata bile bulamıyordu ortada. Ne yapmalıydı, bilmiyordu. Öyle çaresiz hissetmişti ki, dönüp dolaşıp kendini suçlamaya başlamıştı. Yıllar sonra, annesi için adımlarını attığı ruh sağlığı biliminde, annesinin bipolar bozukluğu yüzünden hayattan kopup gittiğini öğrenebilmişti. Ama artık, her şey için çok geç kalmıştı. Annesini kurtarmak için veyahut acılarla dolu bir dünyada kaybetmekten korkmadan birine kalbini açabilmek için. Onca şeyden sonra, diğer her şey gibi aşkın da bir önemi kalmamıştı Louis için.
Günden güne git gide azalan hislerini kontrol edebilmek adına, belki de tam bu yaşlarda bir defter tutmaya başladı. Yazmakta, o kadar iyi olduğunu düşünmüyordu bu yüzden günlük olarak adlandıramazdı onu. İnsanlarla konuşmak, onlara yardım edebilmekte her zaman çoğu şeyde olduğundan daha iyiydi. Babasının, bu eşsiz yeteneği erken fark etmesinde, Louis'in ev içerisindeki davranışlarını gözlemlemesinin payı çok büyüktü. Sonuncusuna kadar, ataklarının her nüksedişinde Celine'i önce sakinleştirmiş, sonrasında da iyileştirmişti ve bu elbette Vincent'ın gözünden kaçmayan, büyük önemli bir detay olmuştu. Henüz ergenliğindeyken başlamıştı aslında insanları konuşarak rahatlatmaya, bilmeden terapi yapmaya. Lisede birkaç arkadaşı olabildiyse, tek sebebi yaşıtlarının, Louis'i çare olarak görmeleri olmuştu. Böylece, liseden mezun olmadan çok kısa bir sürede popülerliği yeterince artmıştı. İnsanlar tarafından sevilmeye de, kısa sürede alışmıştı aslında. İngiltere'nin en iyi üniversitesinde psikoloji bölümünü rahatlıkla kazanmadan önce, özellikle de insanların arasındayken, kendini daha normal hissediyordu artık.
Ancak, kendisini ne kadar iyi gözlemlerse gözlemlesin, bilmediği ya da fark etmediği bir şey vardı ki; o da Louis'in temasa olan düşkünlüğüydü. Belki de, çocukluktan beri annesinin elini tutmayı bırakmayı reddetmesinden beridir, sevdiklerine dokunmaya karşı ayrı bir eğilimi vardı. Kendisi ya da karşısındaki konuşurken, mutlaka, elini omzuna ya da koluna kondururdu. Aslında bu bir taraftan, Louis'in karşısındakine saygı duyduğu ve onu can kulağıyla dinlediğinin bir göstergesiydi. Karşısındakine değer verdiğini böyle belli ederdi, kendisi bile fark etmeden. Belki de dersini dahi görmeden, okumadan biliyordu karşılıklı enerjinin yalnızca dokunarak etkileşime geçeceğinin. Louis, hislerin tercümanı, en iyi dokunmak olduğunu düşünürdü. Bu yüzdendi her seferinde, iyi geceler dilerken bile baskı uyguladığını hissettiğim parmak uçlarının omzumdaki varlığı. Hiç farkında olmadan yapıyordu. Bana karşı büyüyen hislerini, dokunarak, temas ederek ruhuma hissettirmek ve kendini rahatlatmak istiyordu. Bir nevi, dışavurum gibiydi. Ağızdan dökülemeyen hisler, parmak uçlarından dökülürdü.
Akademik hayatı başarıyla sonlanışı ve babasının ona kendi ofisini açmasında destek oluşuyla, elbette her hastasını dokunarak iyileştiremeyeceğini çok iyi biliyordu. O da, en iyi bildiği ikinci işi yaptı. Onlarla sohbet etti ve onlara iyi geleceğini bildiği yolları, bilimdeki adıyla tedavi yöntemini uyguladı. O kadar başarılı oldu ki zaman içerisinde, ismi özellikle de Londra'daki halk arasında ün kazandı. Louis elbette işi gereği bunları iyiliğine yapmıyordu, hatta bazı günlerde çok yorulduğu bile oluyordu. İşine başladığı ilk yıldan itibaren migren hastalığı da baş göstermişti. Ama en güzel yanı, hep o hayal ettiği hayatı yaşıyor oluşuydu. Hastalarından saat başı değil, dakika başına ücret alıyordu ki böylece, boş geçen vakitten dahi insanlardan para almış olmuyordu. Son zamanlarında, işinde öyle iyiydi ki, müşterilerinden sabit bir ücret talep etmeye başlamıştı: Dakikası yalnızca 10 sterlin, ki bu, Louis için sadece bir saatte, 600 sterlin kazanmak demekti. 10 saatini ofisinde geçirdiğindeyse kazancı günlük 6.000 sterline ulaşıyordu. Londra'nın ortasında, kendine ait garajı ve bahçesi olan müstakil bir ev almaya, istediği son model arabayı almaya ve hayattan istediği tüm diğer şeyleri elde etmesine yetiyordu maaşı. Ama, bir türlü erişemediği o hissiyata ulaşamayacağını da biliyordu.
"Param var, ama yine de mutlu olamıyorum." tarzında değildi yakınışları. Louis, aşk konusunda zamanla öyle hissizleşmişti ki, bunu fazlasıyla kabullenmişti yıllar boyunca. Bu yüzden, asla ergenliğindeki kadar eksikliğini çekmedi. Sevdiği insanlar vardı sonuçta, Louis her zaman onlarla yetinmeyi bildi. Yalnızca, 40'lı yaşlarına gelmeden önce İtalya'nın güneyindeki sıcak eyaletlerinin birinden kendine bir ev almanın hayaliyle yanıp tutuşuyordu. Elde etmeye de çok yakındı aslında, ama başına ilk kez açılan hiç bilmediği sorunlar, hayallerini oldukça uzak bir zamana atmak zorunda bırakmıştı Louis'i.
Ama, önceden de söylediği gibi, o başına gelenlerden dolayı asla isyan etmedi. Aksine, kaderini gerçekleştiğirdiği için yukarıda bir yerde onu izleyen bilinmezliğe şükretti. Zorluklarla çevrelenmiş o yolda, hayatında hep eksikliğini hissettiği şeyle karşılaşacaktı. Bu karşılaşma, tıpkı lisede dayak yemesi ve revire gittiğinde adını asla öğrenemediği o çocukla karşılaşması gibi ani, beklenmedik olmuştu. Başının belaya girmesine neden olmuştu yine ve, iyileşmek için geldikleri bu yerde, benimle karşılaşmıştı. Bu sefer, Louis, o minik tutku damlasını hissettiğinde, elinden kaçırmayacağına içinden yeminler etmişti. Tüm uygunsuzluk ve karışıklıklara rağmen.
Düğüne -hala- 10 gün kala, akşamüzeri olmasına az kalmışken...
Şehre, birkaç saatten uzun bir süre sonra tekrar indiğimizde, halen hava tam olarak kararmış sayılmazdı. Çantamda tuttuğuma emin olduğum belgelerimle beraber, Louis'le bir an önce kapanmadan kütüphaneye ulaşmış ve boş bir bilgisayar bulup üniversite başvuru işimi halletmiştik. "Sence bu kadar bilgi yeterli mi?" Oturduğum sandalyeden başımı ona çevirdiğim zaman, başvurumun temize çekilmemiş halinin olduğu kağıda bakıyordu. Bilgisayar ekranına bakmadan başını salladı. Ben de o zaman, daha fazla gerilmemek adına hızlıca başvuru postasını Mancherster Üniversitesi'ne yollamıştım.
"Bu bende kalabilir mi?" Louis, elindeki kağıdı birkaç kezdan fazlaca katladıktan sonra bana bakarak sordu.
"Evet ama, neden ki?" Katlı kağıdı pantolon cebine sokması gözümden kaçmamıştı elbette. Çantamın askısını yeniden omzuma takıp onunla dış kapıya doğru yürümeye başladım.
"El yazını sevdim." Kapıdan çıktığımız zaman tamamen bana dönerek gülümsüyordu. "Belki de, annenin seni öğretmen yapmak istemesinde haklı bir yanı vardır. Gerçekten güzel yazıyorsun." Sigarasını kütüphane bahçesinden daha çıkmadan yakıp dudaklarına götürdükten hemen sonra elini omzuma yerleştirmişti. Kısa sürede, bana evde ve arabada anlattığı kendi hakkındaki yeni öğrendiğim bilgiler gelmişti aklıma. Omzumu tutmasından, ayrı bir zevk almıştım yine.
"Ne zaman sigara içmeye başladın peki?" Merakla sorduğumda, sigarayı parmaklarının arasına aldı.
"Hastalarımdan biri başlattı sanırım. Daha 25 yaşında falandım." Anlatırken hafifçe gülmüştü ve ben de, söylediklerine odaklanmaya çalışıyordum. "Migrenime iyi geliyor. Ama çok içersem migrenimi daha berbat hale getiriyor." Boştaki eli, okşamak için yanağıma gittiği zaman, dakikalardır tutmak için uğraştığım nefesimi sonunda uzunca dışarı vermiştim. Sadece birkaç saat öncesinde onunla beraber yaşadığımız o anlar, sürekli aklımın içerisinde dönüp dolaşıyordu. Keşke, dağ evinden inmek zorunda olmasaydık, hiçbir zaman. "Saçındakini sabahkiyle aynı yapamamışsın." Saçlarımı süzerek söylerken kıkırdıyordu. Elbette yapamamıştım, evden hızlıca çıkmamız gerekmişti.
"En iyisi çıkarmak." Saçlarımın arasına doladığım kumaşı tamamen çıkarıp bileğime sarmıştım. Eğer biri sorarsa, cevabım da hazırdı. 'Başımı ağrıttığı için çıkardım.'
O günün geri kalanında, Louis müzik grubunu telefonuyla hallettikten sonra, aslında yapacağımız başka hiçbir şey kalmamıştı. O zaman, Louis'in tepeye çıkarkenki ve oradaki rahatlığının sebebini anlayabilmiştim. Şehrin rastgele sokaklarında beraber gezerken, saatlerdir beklediğim gibi annem sonunda aramıştı ve düğünde giyeceğim takımın ölçüleri için söylediği adrese gelmemi istemişti.
Louis'le şık kıyafetlerin satıldığı ve annemin bizi orada beklediği dükkana çok geç olmadan varmıştık. Annem, benim için seçtiği takımı büyük bir heyecanla gösterirken, onun kadar heyecanlanmamam için çok sebebim vardı. Öncelikle düğünde giyeceğim takım elbise değil de, cenaze kıyafetimdi benim için daha çok. Tüm bunlara artı olarak, bir de sağdıç olarak giymek, her şeyin berbat bir düzende sıralandığının kanıtıydı, özellikle de hayatımdaki düzende. Gözlerim, ilk boşlukta Louis'i aramıştı dükkanın içerisinde. Mercedes'le kapının ardında konuştuklarını görünce, içim tedirginlikle dolup taştı. Bugünkü olanları gidip müstakbel eşine anlatacak kadar dürüst değildi herhalde? "Bunu alıyoruz."
"Denemedim bile." Sinirle söylendiğimde annem, bana her zamanki ters bakışlarını yönlendirmişti. Denemek de istemiyordum zaten.
"Göz ucuyla baksam da olurmuş-"
"Abla, biz Harry'e başka bir takım düşünmüştük aslında Louis'le." Mercedes, hangi ara içeri geri geldiğini bilmediğim bir anda lafa dalarak, annemin sözünü bölmüştü. "Uzun zamandır aklımızdaydı. Sürpriz yapmak istemiştik ama..."
Annem, kardeşinin verdiği habere rağmen elindeki takım elbisenin askısından tutmaya devam ediyordu kasanın önünde. Tekrar açılan kapı sesiyle, herkes aynı anda Louis'e dönmüştü. "Lütfen abla," diye sızlandı hafifçe Mercedes. "Hem zaten diğer sağdıç James- yani Louis'in kardeşinin sevgilisi olacakmış. Harry bizim aldığımız takımı giysin." Tedirginlikle annemi izliyordum. Çatık duran kaşları hafiften yumuşadığı anda, Mercedes mutlulukla kolunu omzuma doladı ve gülerek beni kendine çekti. Gözlerim Louis'i bulduğu zaman, beni sağdıçlıktan kurtaran fikrin asıl sahibinin o olduğunu biliyordum. Düşündüğümden de hızlı bir şekilde çözmüştü bu meseleyi ve, aklıma takılıp duran rahatsız edici düşünceleri de def etmişti. Ona her saniye daha da çok güvenmem, korkmamam gerektiğini fark ediyor gibiydim. Ama diğer uçtaki bilinmezlikler -ve elbette düğün günü- beni halen fazlasıyla korkutuyordu. Yanımda Louis'in olduğunu bilmek, rahatlatıcıydı. Mercedes'in de öyle.
"Pekala." dedi annem. "Bu takımın fotoğrafını Dean'e atıyorum. Mağazadan gelip oğluna göre uygun bedeni alsın." Talimat vermek üzere kasaya döndüğü zaman, Mercedes'in boynuna atlama sevinciyle dolup taşmıştım. Annem bizi duymazken, ona teşekkür ettim.
"O gün, kimseye korku filmi yaşatmaya gerek yok. Öyle değil mi?"
Onlarla beraber kapıya giderken mırıldandım. "Peki, gerçekte böyle bir sürpriz falan yok değil mi? Yani bana takım almayı planlamıyordunuz." Mercedes, topu gözleriyle Louis'e atmıştı.
"Pek sayılmaz. Ama beğendiğin bir tanesini alabiliriz elbette."
Elbette. Elbette, her şeyi bu kadar dramatize etmeyi sevdiğimden değil ama, cenazemde ne giyeceğime karar verebileceğim için minnet duyardım, bir ölü ne kadar duyabilirse. Hem de, hayatımın en berbat, en korkunç günü olacaktı. Üstelik cenazem olsaydı, baş rolünde ben olurdum ve insanlar benim baş ucuma gelip ağlardı. Benim için dua ederlerdi. Evde koca bir sessizlik hakim olurdu. Sakinlik. Sukün. Ancak, birkaç gün sonraki törende bunların hiçbiri olmayacaktı. Gelen davetlilerin gözü sadece yeni Tomlinson çiftini umursayacak, hep onların başında olacak ve asla peşlerinden ayrılmayacaklardı. Bense arka plana atılacaktım. Buna üzüldüğüm söylenemez aslında. İnsanlar bana bakarken ağlamaktansa, ölü olarak tabutta pudralı bir şekilde uyumayı yeğlerdim. Ama ikisi de benim için bir seçenek olarak sunulmamıştı. O düğüne katılmaya, herkes gibi güzel giyinmeye, güne yakışır bir şekilde mutlu olmaya, eğlenmeye mecburdum. Kötü bir kıyafet giysem ne değişecekti? Şık bir takım elbise, beyaz gömlek ve siyah bir ceket mi beni iyi hissettirecekti? Ya da onu benim seçmiş olmam, beni daha mutlu edeceğini mi sanıyorlardı?
Başımı iki yana salladım kendime gelebilmek için. "Gerek yok. Benim yerime siz seçin." Sadece birkaç kaldırım yürüdüm tek başıma. İçine gömüleceğim bir ceketim yoktu, ya da pantolonumun cepleri ellerimi sıkıştırmama yeterli değildi. Sıkkınlıkla nefesimi verirken, bir yandan da, daha bu sabah başıma gelen harikaları düşünerek, kendimi mutlu etmek için uğraştım. Arabaya varmıştım ama arkamdan kimse gelmemişti. Hava artık tamamen kararmıştı ve sabahki kadar sıcak olduğu söylenemezdi. Soğuka yakın ılık rüzgarlar esiyordu nadiren de olsa. Gözlerim, Louis'in yeşile çalan gri renkteki arabasının üzerinde gezinip duruyordu. Onunla ilgili anılarım gelmişti yeniden aklıma. Ön kapısına doğru yaslanarak olmuştu ilk öpüşmemiz. Zifiri karanlığın, yağmurun ortasında. Kimsenin tam olarak bilmediği bir zirvenin tepesinde. En ufak ayrıntıya bile başka anlamlar yüklemem, bir gün benim sonum olacaktı.
Sayamayacağım kadar çok süre geçmişti onların benim peşimden gelmelerine kadar -ya da bana o kadar uzun gelmişti. Tek başıma dikilmeye devam ederken, telefonumun çekmesi sayesinde oyalanabilmiştim ama o kadar uzun sürecek ne yapmışlardı, bilmiyordum. Büyükannem olabildiğince yavaş bir şekilde yürüyordu. Daisy onun koluna girmişti, ama annesini de taşımak zorunda olduğu için o da fazlasıyla yorulmuş gözüküyordu. Onlar arabayı ve beni geçip gittiğinde, bakakalmıştım. Artık eve döneceğimizi sanıyordum ki, annem, akşam yemeğini aşağıda yiyip öyle eve geçeceğimizin haberini vermişti. Belliydi ki, gezmelerinin arasında yemek yemeye bile vakit ayıramamışlardı. Onların daha gerisinden giden, ama takip mesafesini koruyan Louis ve Mercedes'in sessizce peşine takıldım ben de.
Rastgele girdiğimiz yüksek sınıf seviyesinde sayılabilecek bir restorantta, yemek boyunca düğünle ilgili tüm halledilen işler konuşulmuştu. Büyükannem, her zamanki yemeğe düşkünlüğünden dolayı meşguliyeti tek taraftayken, annem Mercedes ve Louis'e tüm detaylardan bahsediyor ve bir yandan kendine söylediği bonfileyi yiyordu. Mercedes ve ben pizza söylemiştik ve Louis'in yediği şeyin ne olduğunu bile bilmiyordum. "Kız kardeşinin düğüne geleceğini bilmiyordum. Başka kimler gelecek?"
Gözüm, Louis'in tabağını dolduran deniz ürününe takılmıştı. Acaba ismi, ıstakoz olan mıydı? "Bütün dostlarım Londra'da olduğu için, maalesef sadece birkaçı gelebileceğini söyledi. Onlar da kesin değil."
"Tadına bakmak ister misin?" Mercedes'in sesiyle birlikte gözlerimi zorlukla Louis'in tabağından çekmiştim. Başımı sokmaya yer aramıştım hatta o an. Hayır anlamında kafa salladım. Ama beni dinlemeyeceğini en başından biliyordum. Sağında duran kullanmadığı çatalı, Louis'in tabağına uzatıp, oradan bir parça aldı ve Louis, bunu konuşurken fark etmedi bile. Bana vermeden önce ufak bir ısırık almıştı. Büyükannem bizi izliyordu, ama yine de çatalın ucunda kalan eti hızlıca yemiştim de. "Beğendin mi?"
"Bununla ilgili bir video görmüştüm, gerçekten canlı canlı kızartıyorlar mıdır?" Mercedes'e sessizce sorduğum zaman, restorantın ortasında kahkaha atınca herkes dönüp bize bakmıştı, ama ben de ona eşlik etmiştim.
"Öyleyse bile, artık onu kurtarmak için çok geç kaldık."
Gülüşmelerimizden dolayı rahatsız hisseden büyükannem gözlerini her zamanki gibi ikimizin üstünde dik dik tutmaya devam etmişti. Louis hiç de bundan rahatsız olmamış, aksine gülümseyerek tepki vermişti bize. Yemeğin ilerleyen zamanlarında, Daisy ve Louis konuşmaya devam etmiş ve genelde büyükannem de sohbetlerine eşlik etmişti. Düğüne gelecek davetlilerden, hazırlıklara saat kaçta başlayacaklarından, törenin kaça kadar süreceğinden ve kendilerine aldıkları elbiselerden bahsetmişlerdi. Konu benimkine geldiği zaman, Louis söze atılıp, düğünden önce haftaiçi bir gün gelip alacağını söylemişti. Ne güzel bir sürprizdi ama. Onların anneme söylediği planı uyguluyorduk. Louis'in benim için seçtiği cenaze takımını güle oynaya giymek zorundaydım belli ki. Bir yandan da sevinmeliydim belki de. Benim seçmem acı verici olurdu, ama Louis bu acıya geçici bir şekilde son verecekti. Beni bu dertten kurtaracaktı, en azından seçme zorunluluğundan. Sağdıçlıktan da beni kurtaran o değil miydi?
Saat gece olmak üzereydi belki de, tıpkı sabahki gibi arabadaki yerlerimize yerleştiğimizde, başımı teyzeme yaslamaktansa, cama bırakmaktan çekinmedim. Artık etrafımdaki seslere odaklanamıyordum, sadece dinlemek bile bana acı veriyordu. Asfaltın o pürüzsüz olmayan, tırtıklı yolunda başımın cama yasladığım tarafında hissettiğim sarsıntılar hiç de rahatsız etmiyordu. Gözlerim, sokak lambalarına takılıyordu, geride kaldıkça gözüm arkaya doğru onu takip ediyor, gözden kaybolunca yenisine takılıyordu. Bir bir, yana yana sıralanmış her direkte aynısını yapıyordum. Dışarısı kapkaranlıktı, arabaların ışıkları göz yorucuydu. Şehir her zamanki gibi karışık ve kalabalıktı. Arabanın içiyse, artık istediğim gibi, sonunda sessizlikle buluşmuştu. Louis kısık seste bir şarkı açtığında, gözlerimi açık tutmak benim için uzun süredir fazlasıyla zorlaşmıştı. Tıpkı, Mercedes'in beni kendi tarafına çekip ona doğru uyumamda sakınca görmemesi ve uykumda buna karşı koymamın zorluğu gibi olmuştu.
Tüm yol boyunca, derin bir uykuya dalabildiğimi asla söyleyemezdim. Başımın üstünde hissettiğim Mercedes'e ait sıcaklık değildi beni duygusallaştıran, ya da kollarını bana sıkı sıkıya dolaması, elimi hiç bırakmaması. Beni üzen şeyin aslında ne olduğunu çok iyi biliyordum. Aynı günün sabahında Louis'le yaşadıklarımızdı elbette. Sanki acısı, Mercedes'in kollarındayken çıkıyordu. Derinliklerde hissettiğim o sızının kaynağı, vicdan azabı da değildi. Onu böyle isimlendirmezdim. Tıpkı, özlem duygusu gibiydi. Elinden çalınan o çok değerli eşya gibi, benim de zamanlarım çalınmış hissediyordum. Ama kim tarafından, asla bulamıyordum. İlk günden, ona itiraf etseydim keşke diye kızmaya başlamıştım belki de artık kendime. Mercedes'in göğsünde sessizce ağlarken, arabanın içinin karanlık olması, şanslı olduğum tek taraftı. Ne garip bir histi bu böyle? Ağlamanın hiçbir işe yaramayacağını biliyordun ama elinden farklı bir şey gelmiyordu. Zamanı durduramamıştım.
Tıpkı, kalan o 9 günde durduramadığım gibi. Üstelik, hiçbiri bu günkü kadar uzun gelmemişti. Öyle hızlı akıp gitmişti ki günler, sabah hızlı takipteymiş gibi geceye ulaşmıştı her seferinde. Belki de, uzun sürseydi daha da çok acı çekerdim, Tanrı benim yanımdaydı ya, bana merhamet gösteriyordu sözde. Ona şükretmeli miydim? Hayır. Beni, Louis'in kaderine böyle yazdığı için asla, ona teşekkür etmeyecektim. En az herkese olduğum kadar, ona da kızgındım. Tıpkı kendime kızdığım gibi.
Bir süre sonra, ağlamalarımı normal karşılayacak hale gelecektim sanırım. Buna kabulleniş diyordum. Onların evlenmesini, kabullenişimdi. Ve ben ancak, birkaç gün kala fark etmiştim. Oysa daha öncesi olduğunu sanardım hep. Düğüne kalan vakit azaldıkça, canımın yanması ters orantıda artmıştı. Ama, tekrar ediyordum: Bu bir kabullenişti. Louis'in beni sevdiği halde teyzem Mercedes'le evlenmek zorunda kaldığının kabullenişi.
Ağlamayı bırakmalısın, bu zamanın izleri. Final gösterisine hoş geldin, umarım en güzel kıyafetlerini giymişsindir.
~
y/n: yeni, uzun bir tp bölümünden herkese merhaba... Uzun süredir sözü verilen louis flashback'i işte burada... Yorumlarınızı çok merak ediyorum, çünkü en zorlandığım geçmiş Louis'inki oldu. Karakterini oturtmak (düşünmek) çok zamanımı aldı..
asıl zor ve uzun bölümün bir dahaki bölüm olacağını söyleyerek minik şifreli bir spoiler verebilirim sanırımm :<
bir türlü bulamıyorum bu fanart'ı koyacak mutlu bölümü ndjckrk , bari aşağıya bırakayım moraliniz düzelsin bu bölüm de yine hüzünlü bitti bi bırakamıyorum şu huyumu
loulovescherry bir fan art istemiştin... bence bunu tp fan artı olarak sayabiliriz 😏
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top