"yakınlık"

(chance with you - mehro)

.Taha.

Kapıyı anahtarla açtım. Eve girerken Dilan'ın yüzüne bakmaya çekiniyordum. Evet, çekindiğimi kendime itiraf etmem zaman almıştı. Geldiğimi anlasın diye kapıyı biraz sert örttüm, saçma sapan sesler çıkararak boğazımı temizledim. Kendi gürültümden kurtulduktan sonra evin sessizliğini fark ettim. Telaşla ayakkabımdan kurtulup odalara bakmaya başladım. Hiçbirinde yoktu. Banyonun kapısını çaldım. Ses yoktu.

"Dilan? Dilan içeride misin?"

Bekledim, cevap yoktu.

"Dilan? Açıyorum kapıyı."

Yine cevap yoktu.

Onun olmamasından korktum. Korkumu tarif etmeyeceğim, öyle büyüktü ki kelimeri yazarken utanç duyuyorum. Bu kadar korkak olmaktan utanç duyuyorum.

Aslında kapıyı açmadan önce aklımda onun yeniden kollarını kesmiş olabileceği gibi bir düşünce de vardı. Onu banyonun zemininde, kollarından kan akarken hayal etmekten kaçamıyordum. Kapıyı açtığımda bu düşüncemden de utanç duydum. Boştu.

"Dilan..." dedim son bir umut.

Gitmiş miydi? Gideceğini düşünmemiştim. Sanki bu kapıdan eve girdiğinde hep buraya ait olarak kalacak gibi gelmişti. Aslında... bana ait olacakmış gibi gelmişti.

Koridorun ortasında dikilip boş odalara baktım. Artık daha da boşlardı. Artık daha da yalnızdım. Hep yalnızdım ama o an hissettiğim kadar yalnız olmamıştım. Dilan'ın olmaması mı böyle hüzünlü hissettirmişti, yalnızlığı bu kadar derinden hissetmek mi bilmiyordum.

Ceketimi çıkardım. Askıya baktım ama asacak gücüm olmadığına inandım, salona geçip koltuğun üzerine attım. Diğer koltuğa da kendimi attım. Tavana baktım, mint yeşiline boyamıştım ama neden öyle yapmak istediğimi hatırlayamadım. Yeşilin tonu fazla hüzünlü göründü. Bu rengi seçtiğimde de bu kadar hüzünlü mü hissetmiştim? Hatırlamıyordum bile! Fakat bu hissettiğim hüznü, satırları yazarken bile derinden hissediyorum.

Uzun süre tavana baktım. Bin tane olasılık düşündüm gideceği yerle ilgili. Daha bugün konuşmamızda gitmeyeceğinden bahsedişi aklıma geldi. Pınar mı bulmuştu onu yoksa?

Kapının kilit yuvasına anahtarın giriş sesini duydum. Yerimden hızla kalkıp koridora çıktım. Kapı aralandı. Bin saniye geçti sonra, Dilan ayağıyla kapıyı itti. Kucağında bir dolu kitapla girişte duruyordu. Beni görünce gülümsedi.

"Geldin mi?" dedi.

Cevap veremedim. Kelimelerden birkaçını seçip konuşamadım.

"Şunları alır mısın? Ayakkabımı çıkaracağım."

Kitaplara doğru başını eğdi. Yine cevap veremedim. Düşünemedim. Düşünseydim gidip sarılmazdım. Kalbimin gürültüyle çarpıp aramızdaki kitapları ezdiğini söyleyebilirdim. Aramızda iyi ki kitaplar vardı, korkudan deli gibi atan kalbimi hissetmesini istemezdim. Erkekler korkmaz, polis erkekler hiç korkmaz; böyle ön yargılarım vardı.

Başımı eğip omzuna koydum. Üstündeki hırkamdan benim kokuma karışan kokusu geliyordu. İçime çektim. Bu yaptığım delilikti. Bir tepki veremeden öylece beklemesinden onun da böyle düşündüğü belliydi. Kitapların kaburgalarıma ve göğsüme batmasını önemsemeden daha da sıkı sarıldım. Ancak Dilan'ın boğazını temizleyip derin bir nefes almasından sonra geri çekilebildim.

Yüzüme mavi gözlerindeki anlamsızlıkla baktı. Ben de anlamıyorum ki Dilan, niye böyle?

"Gittin sandım." dedim.

"Gitmedim." dedi. Şaşkınlığı atamamıştı üzerinden. Bense yeniden uzanıp sarılmamak için zor tutuyordum kendimi.

"Neredeydin?" Sesim neden nefes nefese kalmış gibi çıkıyordu?

"İçeri geçince anlatayım mı?" dedi. Kitapları gösterdi gözleriyle. Aramızdaki o engele baktım.

"Ha, tamam. Alıyorum." Onun kucağını dolduran kitapların elimdeyken çok da fazla olmadığını fark ettim.

"Geçeyim mi?" dedi ayakkabısını çıkardıktan sonra.

Yüzüne baktım. Yüzüme baktı. "Ha, evet, geç."

Geri çekilip sırtımı kapıya yasladım. Çıkardığı ayakkabılarına baktım, siyah Converse. Dilan'a baktım. O yirmi bir yaşındaydı. Henüz olgunlaşmasını bile tamamlamamıştı, bilimsel olarak. On sekizinden beri sahnedeydi ve ünlüydü. Ve ben ona tutuluyordum.

"Taha ne oldu?"

"Hı?" dedim.

"Bir garipsin."

"Beni nereden bileceksin ki? Belki de hep gariptim." demedim. "Yok, bir şey yok. Geçsene."

Soru işaretleriyle baksa da başını sallayıp salona girdi. Kapıyı kapatıp peşinden elimdeki kitaplarla girdim. Koltuğa koyduğum ceketi yüzüne yakın tutmuştu.

"Parfümünün adı ne? Üzerimdeki hırka da aynı kokuyor -bu arada izin almadım ama kıyafetlerini kullanıyorum, internetten bir şeyler sipariş verdim ama gelmedi henüz."

"Kullanabilirsin." Kıyafetlerimi onun üzerinde görmek hoşuma gidiyordu, siparişini iptal etmesini mi söyleseydim? "Parfümü babam seçer genelde." dedim.

"Öyle mi? Şaşırdım."

"Evet, özenli bir insandır, seçimlerine güvenirim ve parfüm dükkanı var."

Sesli güldü. Büyülendim, bir cadı tarafından değil onun gülüşünden yayılan esintiden.

"Ve parfüm dükkanı var, küçük bir detaymış." dedi.

Gülümsemesi yavaş yavaş silinip onda olan gözlerime baktı, hayranlıkla baktığımı fark ettim yüzüne. Başımı çevirdim.

"Ailenden bahsetsene." dedi.

"Ailem yok, babam var sadece." dedim biraz gür sesle. Bu konuya girmek istemediğimi anlasın istedim, anladı. Başını sallayıp gözlerini çevirdi. Sağa sola baktı.

"Sen nerede olduğundan bahsetmeyecek misin?"

"Bugün yine fazla polisisiz."

"Her zaman." dedim. Ona olan ilgimin bu şekilde üstünün örtülebilecek olması rahatlattı.

"Karşı komşudaydım."

"Karşı komşu?" dedim aynı kişiden mi bahsettiğimizi anlamak için. "O adamla ne işin var?"

"Adamla bir işim yok." dedi sınırı aştığımı belli eden tonda. "Karısıyla tanıştım."

"Neden tanışıyorsun öyle insanlarla?"

"Yine dünkü konuyu açmak istemiyordum, öyle insanlardan kastının ne olduğunu biliyorum ama yanılıyorsun. Sence adam ne iş yapıyordur?"

"Ne bileyim?" dedim. Geriye yaslandım, aklıma çok seçenek gelmiyordu. "İmam ya da onun gibi bir şey mi?"

"Yazılım mühendisi, eşi de tercüman." Bu oyunu kazandığını gösterircesine yüzüme bakıyordu ama gözlerimi perdede tutmakta ısrarcıydım. "Kadın dört dil biliyor. Hayran kaldım ona, üstelik çocuğu var ve yirmi dört yaşında daha."

"Bunları sormadım ben." dedim haklılığına karşı hırçınlaşarak. "Ne işin var ki o evde?"

Omuzlarını silkti, onu sorguya çekmemden rahatsız değildi. Soruları öylece cevaplamasına şaşırdım. "Sıkılıyordum, balkona çıktım."

"Balkondan görseler seni..." dedim.

Kolunu yüzünün yarısına tuttu. "Kolumu dizime koyup yüzümün yarısını kapattım. Bölme konuşmamı. O kadını gördüm sonra, simsiyah giyinince dikkatimi çekti, sonra bu binaya girdiğini fark ettim ve senin söylediğin kişiler olabileceğini düşündüm. Çok düşünmeden koştum, tabağı geri verecektim ama bence asıl amacım o değildi. Kocası yemeği verdiğinde yüzümü görmüştü ama tanımamıştı. Belki karısı da tanımıyordur diye düşündüm. Yani aslında konuşacak insan arıyordum- yalnızlık pek bana göre değilmiş."

Onun çocuksu heyecanla anlattığı hikayede bir mantık göremedim. Nereden buluyordu böyle cesareti? Biri onu tanısa veya o insanlar gerçekten söylediğim gibi olsalar veya öyleyseler halihazırda, o zaman ne olacaktı, düşünmüş müydü bunu? Çok üstüne gitmemek için bunları sormadım.

"Neden evlerine gittin? Hâlâ cevaplamadın."

"Oraya geliyorum. Kadına tabağı verdim senin adına da teşekkür ederek. Yüzüne dikkatle baktım beni tanıyacak mı diye ama tanımadı."

"Nerede yaşıyormuş bunlar, uzayda falan mı?"

"Bölme demiştim. İşte kim olduğumu sordu, ben de senin daireni gösterince sevgilin miyim diye sordu, arkadaşıyım dedim. Konu konuyu açtı, sonra beni kahve içmeye çağırdı ya da ben kendimi davet ettirdim. Çok samimiydi, sanki yüz yıldır tanışıyormuşuz gibi hissettim."

"Daha yirmi birindesin, insanları tanımakta iyi olmayabilirsin. Üstelik üç yıldır herkesten uzakta bir hayatın var." Bunu direkt yüzüne söylememiş olmayı isterdim.

"Aslında yirmi bir, yirmi bir yıldır insanlardan uzakta yaşıyorum." Bundan sonra sessizliğe büründü.

Konuyu açıp açmamakta kararsız gibiydi, bu yüzden üstüne gitmedim. Heyecanla parlayan yüzünde soluk bir hüzün belirdi. Anlamamış gibi davrandım.

"Bu kitapları da o mu verdi?" dedim. Uzanıp birini alacakken benden önce davranıp tüm kitapları aldı ve isimleri görünmeyecek şekilde kendine çevirdi.

"Dilan, sana saçma sapan kitaplar vermedi o kadın umarım."

"Hayır, nasıl kitaplar verebilir ki?"

"İnsan beynini yıkayan kitaplar var ya, Emniyet'e binlercesini getiriyorlar. Tarikatlardan, vakıflardan, örgütlerden bahseden kitaplar."

"Taha ben o kadar saf mıyım? Bir polisin evine öyle kitaplar getirecek değilim."

Fazla agresif davranıyordum. Konu Dilan'ken bu durum daha da artıyordu. Engel olmaya çalışırken ve olamazken buluyordum kendimi. Gerçekten denedim.

"Kusura bakma, meslek gereği nelerle karşılaşıyoruz."

"Mesleğini hayatın her alanında yapamazsın."

Onun benden küçük olmasından dem vurup sürekli haklı çıkmasına ve anlamlı konuşmalar yapmasına tanık oluyordum. Fakat haklı olduğunu onun yüzüne söyleyecek değildim.

"Güvenlik her zaman gereklidir." dedim.

"Falan filan." dedi önemsemediğini belli edercesine. Ayaklarını kendine çekip koltuğa bağdaş kurarak oturdu.

Tüm konuşmayı kafamda tekrar edeceğim kadar uzun bir süre sessiz kaldık. Sessizlik canımı sıkmaya başladı. Ona kayan gözlerimi yakalanıp kaçırmak, canımı sıkmaya başladı. Sonra gözlerimi kaçırmamaya karar verdim, bu büyük bir hataydı. Dilan başta inat edip gözlerini çekmese de bir süre sonra başka yerlere bakıyormuş gibi başını çevirdi.

Ondan etkilendiğimi saklamaktan vazgeçmiştim kapıda onu gördüğümde. Eğer gerçekten giderse itiraf edilmemiş hislerle kalmaktan korkmuştum. Karşılıksız kalacak olsa bile ona söylemeliydim.

Parmaklarını boynuna götürdü. Kaşıyormuş gibi yaptı, ona bu kadar uzun bakmam rahatsız etmişti. Yaptığım yanlıştı biliyorum ama gözlerimi ondan çekemedim o an. Hırkanın seyrek örülmüş iplerinin arasından görünen teni, büyük geldiği için omuzlarından düşmesi ve çekiştirmesi... Bunlar dünyanın en güzel tablosundaki detaylardı. O gördüğüm en güzel kızdı.

"Acıktım." dedi.

Gülümsedim. Başımı çevirdim. "Ben de acıktım. Ne istersin?"

"Ne yaparsın?" dedi sanki az önceki gergin iplere bağlı an hiç yaşanmamış ve o anlamamış gibi çıkan neşeli sesiyle. Her şeyi anlamıştı.

"Tavuklu salata." dedim aklıma gelen en kolay tarif olduğu için. "Ama istediğin başka bir şey varsa..."

"Hayır, bana uyar." dedi. Ayağa kalkıp onu beklemeden mutfağa yürüdüm. Benim ondan uzaklaşmaya ihtiyacım vardı.

Birden gelen inleme sesiyle hızla Dilan'a döndüm. Yanına gidip kollarını tuttum, eğildiği yerden kaldırdım. "Ne oldu?"

"Ayağımı çarptım sadece." dedi.

"Az önceki ses ayağı kopan birinden çıkabilirdi ancak."

Yüzünü buruşturduğunda ayağına baktım, görünürde bir şey yoktu. Gözlerine bakıp önemli olmadığını söylemek istediğimde söyleyemedim. Sadece gözlerine bakmakla kaldım. Çok önemli olmayan acısı geçmiş gibiydi.

Bu anda kollarını bırakıp mutfağa gitmem gerekiyordu fakat konu Dilan'dı ve benim iradem uçup gidiyordu. İlk karşılaştığımız gün neredeyse onu öpecek olmam aklıma geldi, ve büyük bir centilmenlikle onu reddedişim. Bu dudaklara nasıl karşı koyabilmiştim, üstelik o da istiyorken? Onun da aklına geliyor muydu bunlar? Ya da ben erkektim ve ona aşıktım diye miydi?

Yüzümü yüzüne yaklaştırdım. Nefesinin nefesimle karışıp tenime çarpmasıyla ürperdim. Aynısını Dilan da hissetmişti. Titreyen nefesini duyabiliyordum.

"Taha yapma," dedi. Gözlerime baktı. "Kafam karışık, iyi düşünemiyorum. Eğer bir şey yaşarsak bundan pişman olmaktan korkuyorum. Şu an için tek sığınabileceğim yer burası, sensin. Beni bundan mahrum etme."

.

Allah'tan başka bir şey isteseymişim derler ya, keşke. Bu kadar çabuk yazmayı ben de beklemiyordum, üstelik yarın iki tane vizem varken.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top