"küçük pencere"

(tom odell - another love)

.Taha.

Dönüp koridorun sonundaki resime baktı. Ne gördü bilmiyorum. Bense onun ışıklar kapansa, hatta karanlık olsa dahi güzel olabileceğini gördüm. Bunu ona söylemek isterdim, o an bunu yapmış olmayı gerçekten isterdim.

"Bir şeyler yedin mi?" dedim.

Gülümsedi. "Birisi bir tabak dolusu sarma getirdi. Sana da ayıracaktım ama... dayanamadım."

"Sarma mı? Kim getirdi?" Kaşlarım çatıldı. Üzerimdeki ceketi çıkardım. Belimdeki silahı ona göstermemeye çalışarak vestiyerin en üst rafına koydum.

"Uzun boylu, sakallı bir adam... Yirmi beşlerinde falan, belki de seninle yaşıttır, o yaş aralığındaki erkeklerin yaşı pek belli olmuyor." Omuzlarını silkti. Sarma yediği için mutluydu, hepsi bu kadar.

Bense aklıma gelen kişiyle yüzümü buruşturdum. "O adam mı... Bir şey dedi mi?"

"Hayır, seni sordu, evde yok dedim. Neden öyle bakıyorsun ki?"

"Pek hoşlanmıyorum, garip birisi."

"Nasıl garip?" dedi. Omzuna düşen saçları geriye attı. Üzerindeki kapüşonluyu fark ettim, benimdi. Ve altındaki eşofman da.

Koridordan mutfağa doğru yürürken cevap verdim. "Sürekli yemek verip duruyorlar, bazen değişik giyiniyor, karısı baştan ayağa siyah giyiniyor."

Siyahtan nefret ederdim.

"Ne var ki bunda? Hem sarma çok güzeldi."

Gülerek söylediğinde dönüp yüzüne baktım. Benim o insanlara karşı duyduğum tedirginliğin zerresi yoktu. Fazla mı saftı, yoksa ben mi kuruntu yapıyordum bilmiyorum fakat o adamla karısını her gördüğümde uzaklaşmak istiyordum. Bazen asansörde denk geliyorduk. Hep selam veriyordu, bense çoğunda cevap vermezdim ama vazgeçmiyordu.

"Aç mısın?" dedim. Dolabın kapağını açıp ne yapabileceğime baktım. "Krema ve... mantar. Makarna yer misin?"

"Neden bu kadar tedirginsin? Sesin bile titriyor."

Dolabın içindekileri inceliyor gibi görünürken bu soruya cevap aradım. Kendi içimde verebileceğim net bir cevabım yoktu. Fakat kelimeler dökülürken gizliden gizliye düşündüklerimin bunlar olduğunu anladım. "Gerici gibiler, hani şu şeriat diye bağıran insanlar var ya... Onlara benziyorlar."

"Ve yaprak sarması ikram ediyorlar. Ve bunu hep mi yapıyorlar?"

"Genelde yemem verdiklerini."

"Fazla mı ön yargılısın?"

"Değilim." dedim. Değildim. Krema kutusunu ve mantarları çıkardım. Boğazımı temizledim. "İki kişilik yapıyorum."

Yüzümü ona dönmeden bir süre mutfak dolaplarını izledim. "Peki tamam, bana bir zararları yok ama o yemekleri yapıp sürekli selam vererek oynadıkları komşuculuk oyunundan nefret ediyorum." Yüksek sesle söylemiştim.

Cevap vermedi. Sessizliği canımı sıktı. Haklı olabileceğimi söylemesine ihtiyacım vardı. Mantarı doğramaya başladım. Tereyağını unutmuştum. Dolabın kapağını açtım. Kalmamıştı. Hızla kapağı kapattım.

"Sorun ne?"

"Tereyağı yok."

Sorunun bu olmadığını ikimiz de biliyorduk.

"Önemli değil, zeytinyağı ya da sıvı yağ da olur."

Başımı salladım. "Evet, evet öyle yapayım."

Bıçağın, kızgın yağın, fokurdayarak haşlanan makarnanın sesinden başka ses yoktu yemeği hazırlayana kadar. Sofra kurmak için Dilan'ın çıkardığı çatal kaşık sesleri vardı bir de.

Sessizlik canımı sıkıyordu. Sessizliği kırıp geçirmek istiyordum. Bağırmak istiyordum. İçimdeki kızgınlık ve haklı olma isteği yerine sığamıyordu. Öfke kontrolüm olmadığını biliyordum. En ufak şeylere öfkelendiğimi de biliyordum. İşte sadece biliyordum. Buna bir çözümüm yoktu.

Dilan'ın parmaklarını yumruk olmuş elimin üzerinde hissettim. O âna kadar beyazlaşana kadar elimi sıktığımın farkında değildim.

"Sorun değil." dedi. "Sorun değil, hoşlanmayabilirsin o adamdan. Herkesi sevmek zorunda değilsin. Mesela ben menajerimi hiç sevmiyorum."

Küçük parmaklarının benimkilerin üzerinde durup onları açmaya çalışmasına baktım. Sakinleşmek istiyordum. Sakinleşmek ve küçük şeylere öfkelenmemek ve karnımı doyurmak... Karnımı doyurmaya gerçekten ihtiyacım vardı. Tüm günü tek bir sandviçle geçirmiştim.

Tabakları Dilan'ın hazırladığı masaya koydum. İki tabak içimi ısıttı. İki tabak kalbimden içeride kurdu sofrasını. Öfkemin dindiğini hissettim. Sandalyesini çekip karşıma oturan Dilan'a baktım.

Makarnaya diktiği gözlerinde büyük bir aşk vardı. Makarnaya, evet makarnaya.

"Neden güldün?" dediğinde dudağımın görünmez iplerle yukarı kaldırıldığını fark ettim. "Sağın solun belli değil Polis."

Gülümsememi sildim. Duygularımı yansıtmama taraftarı bir insanım, insandım. Dilan'a karşı perdelerimin bir bir açılmasından rahatsız oldum. Başımı eğip sadece makarnaya odaklandım. Tabaktaki bittiğinde ne yapacağımı, nereye bakacağımı kestiremedim.

"Dünyanın sonuna kadar burada saklanamam, Pınar, menajerim sana ulaşır bir şekilde. İnatçıdır. Hem o olmasa bile... neden burada kalayım ki?"

Eline uzanmak istedim. "Dünyanın kumuna karışana kadar burada kal, elimi hiç bırakma Dilan." demek istedim. Uzanıp öpmek istedim onu
Sarılmak, kokusunu içime çekmek ve ona aşık olduğumu söylemek istedim. "Burada kalabilirsin istediğin kadar. Bir tabak daha ister misin?"

Çatalını boş tabağa bıraktı. Sandalye sırtına yaslanıp kollarını bağladı. Yüzünden duygularını anlamak mümkün değildi. Sözlerine ihtiyacım vardı.

"Kalamam."

"Tamam, en azından olanlar unutulana kadar bekle. Daha sonra karar veririz -verirsin."

"Ne demişler?" dedi kapüşonlunun kol lastiğindeki mükemmel sanatı incelerken.

"Yalan yanlış şeyler."

"Ne demişler?"

"Dilan bir önemi var mı?"

Gözleri doldu. Elimi kolumu nereye koyacağımı şaşırdım. Uzanıp tutamam onu, uzanamam. Kolum yetmez, bir kilometre ötede benden.

"Her şeyden öylece vazgeçmedim ben. Ne yaşadığımı bilmiyorsun. 'Bir önemi var mı?' deyince yok sayılmıyor. Bir önemi var."

Devam etmesini bekledim ama konuşmadı. Sormazdım o anlatmadan. Huyum değildi, inatçıydım. Berbat bir özellikti ama inadımı ben bile kıramıyordum.

Gözlerini sildi. Hiç ağlamamış gibi baktı. "Bulaşıkları ben hallederim."

"Gerek yok, ben yıkarım." dedim ayaklanarak.

"Taha, otur. İnsanlara yardım etmek kolay olan, yardım almanın zorluğundan kaçamazsın hep."

Uzandığım tabaktan elimi çektim. Toplamasına izin verdim. Omzuma değip geçmesine izin verdin. Bulaşıkları yıkamasına izin verdim. Yardım almak söylediği gibi zor değildi ama tuhaftı, benlik değildi.

Tüm bulaşıkları bitirene kadar onu izledim. Yüzü bana dönük olmadığı için farkında değildi. En çok yüzünü görmek istedim oysa. Bir kadına aşık olduğunuzda yüzü anlam ifade ediyormuş, yeni anlıyordum bunu. Yeni aşık oluyordum çünkü.

Yüzünü bana döndü. Birkaç gün öncesine dönmek istedim. Belki Onu tanımadığım günlere. Çünkü yüzünü bana döndüğünde o, Dila'ydı. İfadesindeki kadın hiç acı çekmemiş ve kırılmamıştı. Gülümsedi. Az önce ağlamamış gibi içtendi gülümsemesi. Sahne insana bunu mu yapıyordu?

"Balkona çıkalım mı?"

Dışarısı soğuktu. Dilan'ın üzerindeki kapüşonlu kalındı. İçimde duyduğum şefkatle onu zorlamayacak bir soğuktan bile korumam saçmaydı. Fakat engel olamıyordum. "Tamam, sen çık ben geliyorum."

Omuzlarını silkip balkona doğru adımladı. Kahve makinesine kahveyi koyup hazırlanana kadar üzerimi değiştirmeye geçtim.

...

Yine göğe döndü yüzünü. Sandalyesini korkulukların kenarına koymuş, bacaklarını kendine çekip çenesini dizlerine dayamıştı. Kahvesini ince demirin üzerine bıraktı. Dokunsalar düşecek, dokunsalar düşeceğim.

Onu izlemekten sıkıldım. Onu gözbebeklerime dikebilirim. İçimde iki mahkeme, ikisinde de tutuklu yargılanıyordum.

Parmaklarını kupanın kulpunda gezdirdi. Uzanıp tuttum uçlarından, elini elime aldım, yüzünü yüzüme döndü, yüzünü tuttum, avuçlarımda kayboldu yüzü, uzanıp öptüm dudaklarından, boynunu tuttum, saçlarını okşadım, kokusuyla tanıştım, nefes alış verişini dinledim, sarıldım bin yıl zihnimde. Kahvesinden bir yudum aldı.

"Kendinle ilgili hiçbir şeyden bahsetmedin." dedi.

Göğe bakıyordu, göğe söyledi sandım. Bana söylediğini anladığımda şaşırdım. Kendimden bahsetmem gerektiğini bilmiyordum. Birkaç söz aradım, cümlelerim dağıldı.

"Bense her şeyi anlatıyorum sana."

"Sen herkese her şeyi anlatıyorsun." dedim. Pişman oldum söylediğime.

"Şımarık olduğumu, kolumu kesmeye değmeyecek kadar küçük acılarım olduğunu, ilgi meraklısı olduğumu düşünüyorsun. İnan, birilerine kollarımı göstermeseydim tekrar kesecektim. Ölmeye başladığımı görmelilerdi."

Kapüşonlunun altındaki derisi gözlerimin önüne geldi. Bana kolunu gösterdiğindeki kırılganlığını ve savunmasızlığını aradım, bulamadım. Sanki o Dila, kollarını kesmiş Dilan ve yaraları iyileşmiş Dilan'dı. Ben... Bense Taha.

"Fazla ön yargılısın." Boş kupayı tabanında döndürdüm. Söylemek istediğimin bu olmadığına karar verdim.

"Herkes söyler bunu."

Herkesin ona söylediği bir şeyi söylemiş olmak canımı sıktı. Zamanı geri almak hâlâ mümkün değil, değil mi?

"Kollarımı ölmek için kesmedim Polis, bu konuda senin de ön yargın var. Görsünler diye kestim, görüp beni kurtarsınlar diye. Kimse görmedi. Kimse, hiç kimse. Birine göstermeye karar verdim."

Bu kişi bendim. Boş kupaya baktım. Keşke biraz daha kahvem olsaydı. Dilan'a bakamıyordum. "Neden?" dedim uzun uzun konuşmaktan kaçtığım için.

"Bu dünyaya atılmış bir çöp gibiydim. Amacım yoktu, anlam yoktu, sadece müzik vardı. Müzik yeter sanıyordum, hayatımın gayesi bu sanıyordum, her şeyimi müziğe verdim, her şeyim müzik olur, tamamlanmış hissederim sandım. Doyarım sandım Polis. Daha da acıktım. Açlık o kadar büyüdü ki kendimi sindirmeye başladım. Müziğin aradığım şey olmadığını anladığımda çöp olarak yuvarlandığım dünyam başıma yıkıldı. Bu, anlatınca basit gelebilir kulağa, insan bunun için kendini keser mi diyebilirsin, değil ama. Sence hayatın amacı ne Polis?"

Daha önce düşünmemiş miydim, cevabı gerçekten bilmiyor muydum emin değilim fakat "Bilmiyorum." dedim.

"Ben de bilmiyorum." Konuşacak gibi olup uzunca bir süre sustu. Gökyüzünü izledi. Yıldızlara onun gözüyle bakmayı denedim. Hâlâ Taha'ydım.

"İnanıyor musun?" dedi.

Yıldızları sayan gözlerimi gözlerine çevirdim. Maviliği korkuttu. Yıldızları saymaya geri döndüm. Kaçta kalmıştım?

"Bilmiyorum." dedim. Cevabı düşünmek bile istemiyordum. Tahta iskemle ve nemli oda zihnimi sardı. Kaçıncı yıldızda kalmıştım? Yetmiş üç?..

Aynı soruyu ona sormamı bekliyordu. Sormadım, sormayacaktım. Onun yaşadığı manevi evrende bana yer yoktu. Yıldızlara bakarken aklıma onları saymaktan başka bir şey gelmiyordu.

"Ben inanıyorum." dedi sormasam da. Yüzüme baktığını biliyordum ama yıldızlara bakmaya devam ettim. Seksen yedi...

"Bu gök... Sırf bu gökyüzü bile içimi inançla dolduruyor. Kolumu kestiğim gece hastanenin penceresinden gökyüzüne bakarken fark ettim bunu. Sanırım o gün gerçekten inandım."

Yüz on dört. Saymayı bıraktım. Dilan'ın neden böyle bir konuyu benimle konuştuğunu anlamadım. Söyleyecek birini bulamamıştı sanırım. Onun göstermediklerini, söyleyemediklerini bana yüklemesi bencilce geldi. Omzumdaki yükün ağırlaşmasından korkuyordum. Ona bağlanmaktan, istediğimde kopamamaktan korkuyordum.

Tahta iskemle gıcırdadı. Çıplak ayaklar onu itti. Nemli odanın kokusu burnuma doldu. Kaçıncı yıldızda kalmıştım? İki ayak havada çırpındı.

"İnanmıyorum." dedim Dilan'a. Ben çok eskiden yitirmiştim inancı.

...

İnsanları yargılamamayı bana Taha öğretecek, vazgeçmeyi ise Dilan. Onlar benim öğretmenlerim.

(Buradan yüzlerce insana seslenmesem de) varlığınız beni mutlu ediyor, yazmak için motivem bazen tek bir kişinin tek bir cümlesi oluyor. Teşekkür ederim.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top