"duvar ve gök"

(in this shirt - the irrepressibles)

.Taha.

Duvara bakıyordum bir gün. Öylece oturmuştum, saatin sesinden nefret ettiğimi düşünüyordum. Kalkıp pilini çıkaracak gücü bulamadım. Yan tarafımdaki kitaplıktan okumadığım bir tanesini alıp başlamak istiyordum. Bir kitabı bitirmenin verdiği hissi duyumsamak istiyordum. Duvara bakmaya devam ettim.

Mutfaktan kaynayan suyun sesi geliyordu. Çay demleyecektim. Sabah kalktığımda her şeyin daha iyi olduğunu ve Dilan'ı o kadar da özlemediğimi düşünmüştüm. Sonra kendimi yere oturup karşı duvarı izlerken bulmuştum ve her şey eskisinden de kötüydü. Dilan'ın dolduramayacağı kadar büyük bir özlem duyuyordum. Annemi özlüyordum sesli bir şekilde itiraf edemeyecek olsam da. Kendime bu yüzden kızmayı bırakmıştım.

Babamı aramayı düşündüm ama telefonumu nereye koyduğumu hatırlayamadım. Hatırlasam da kalkıp alabileceğimi sanmıyordum. Tozlu parkenin üzerinde öylece oturduğumu görse bana kızardı. Kalkıp üzerime kalın bir şeyler giymemi ve bir paspas getirmemi söylerdi. Yerleri silerdi. Onun bunları yapacak gücü vardı yaşlanmasına rağmen.

Ben öyle değildim. Saatlerce bir duvarı izlerken buluyordum kendimi. Güneşin battığını bile fark etmeden balkonda oturuyordum. Yıldızların gökyüzünde belirmesine şaşırmıyordum. Bir uykudan uyanır gibi kalkıyordum yerimden ve saatlerim aynı yerde oturarak geçmemiş gibi davranıyordum.

Balkonda otururken o adamı gördüğümü hatırlıyordum sonradan, bazen karısını. Adam öylece bana bakıyordu. Karşılık veriyordum fakat sonradan fark ediyordum bunu. Acıyordu bana sanırım. Başını sağa sola sallayıp gözden kayboluyordu. Yemek getirdiğindeyse uzun uzun kapıyı çalıyordu. Parmakların tahta kapıya değişini dinliyordum, bazen sabırsız bazen ritimle. Yine de açmıyordum. Evde yoktum çünkü. Kanepede otursam da evde olduğumu ispatlayamazdı kimse.

Gittiğine emin olduğumda kapıyı açıyordum. Paspasın üzerine bıraktığı yemeği alıyordum. Artık yiyordum onları. Çünkü çoğu zaman yemek pişiremeyecek kadar yorgun hissediyordum kendimi.

Tabakları kapısının önüne bırakıyordum. Onunla yüzleşecek cesaretim yoktu çünkü.

Mutfaktaki sesler azalmıştı. Çaydanlıktaki su kaynaya kaynaya bitmiş olmalıydı. Yerimden kalktım. Mutfağa gittim. Ocağın üzerindeki çaydanlıkta çok az su kalmış gibi ses geliyordu. Kaldırıp tekrar su doldurmak istemiştim fakat kulpu o kadar sıcaktı ki elime yapıştı. Çaydanlığı hızla bırakıp elimi suyun altına koydum.

Çeşmeden akan su yanmasını geçirmiş gibiydi fakat daha sonra kötüleşeceğini biliyordum. Durup akan suya baktım. Başkası olsa içinden küfürler ediyordu. Buna bile mecalim yoktu.

Su, yeterince beklersem tüm acımı alacakmış gibi gelse de elimi çektim. Etim kırmızı renk almaya başlamıştı. Önemseyemedim. Çaydanlığı bir bezle tutup altına su doldurdum. Ocağı tekrar yaktım. Bu sefer kaynayana kadar başında bekledim.

...

Hazırladığım kahvaltı sofrasına öylece bakıyordum. Kahvaltıyı hiçbir zaman atlamazdım. Sağlıklı beslenirdim. Bir aydır eskisi gibi olmadığımın farkındaydım. Fakat bir şeyleri değiştirecek gücü kendimde bulamıyordum. Çay bardağını izlemek, her şeyi düşünmek ama hiçbir sonuca varamamak daha kolay geliyordu.

Kapı çaldı. Sofrayla bakışmaktan kaçabileceğim için hızla yerimden kalktım. Ahşap kapıya değen parmakların ritmini tanıyordum. O adamdı.

Açtığımda direkt yüzüme baktı, hatta inceledi.

"Merhaba." dedi.

Cevap vermek istemiyordum. Elindeki tabakta ne olduğuna baktım. Patates püresinin üstüne yığılmış köfteler. Yemeğin adını hatırlamaya çalıştım.

"Bu saatte yemek mi getirdin?"

"Hangi saat?" derken kolundaki saate baktım. Dijital ekranını çevirip bana gösterdi: 13.47.

Salonun zemininde ne kadar oturmuştum? Ya da hiçbir şey yemeden kahvaltı sofrasında ne kadar beklemiştim?

Elindeki tabağı alıp kapıyı kapatacaktım ama engel oldu.

"Eline ne oldu?"

Tabağı tutan elime baktım. Yanan deri, kırmızı mor arası bir renk almıştı. Acıdığını o an hissettim. Sanki başka birinin yarasını inceler gibi bakıyordum. Suyun altından elimi çektiğimde kızarıklık vardı sadece. Ondan sonra fark etmemiştim.

"Yandı."

Suratıma baktı. Ne düşünüyordu acaba hakkımda? Pek iyi şeyler düşünmüyor olmalı ki bir şey söylemeden kendi evine döndü.

Güldüm. Beni önemseyeceğini, merak edip nasıl olduğumu soracağını falan düşünmüştüm. Neden böyle düşündüysem...

Tabağı masaya koydum. Sabah olduğunu düşünüp kahvaltıyla bakışma işkenceme son verebilirdim. Kahvaltılıkları ve çayı tezgaha koydum. Oturup yemek yiyeceğim sırada kapı çaldı.

Ritim aynıydı. Açtığımda beklemeden terliklerini çıkardı. İçeri girerken omzuma çarptı.

"Kusura bakma. İlaç getirdim. Makasın var mı? Evde bulamadım."

"Var." dedim hâlâ kapının önündeyken. Afallamıştım. Çatkapı evime gireceği kadar samimiyetimiz yoktu. Üstelik birkaç gün önce karnıma sağlam bir yumruk atmıştı. Sanırım izi hâlâ duruyordu.

Masanın üzerine getirdiği ilaçları, gazlı bezleri serdi. Öylece onu izlediğimi gördüğünde "Makas?" dedi.

"Makas." diye tekrarladım. Nerede olduğunu hatırlamaya çalıştım. Kitaplıktaki kutudaydı en son.

Komodinde buldum. Oraya ne zaman koyduğumu bile hatırlamıyordum -antidepresan alırken koymuş olmalıydım çünkü o zamanlar yaptığım hiçbir şeyi hatırlamıyordum.

"Bu iş görür mü?" diyerek mutfağa girdiğimde onu kahvaltılıkları dolaba dizerken buldum. Çay bardağını boşaltıp bulaşık makinesine koydu. Arkasını döndüğünde onu izlediğimi gördü.

"Kusura bakma, düzen takıntım var."

"Onu fark ettim." dedim masaya özenli bir şekilde yerleştirilmiş ilk yardım malzemelerine bakarken.

"Hah, getirdin mi?" dedi. Uzanıp makası elimden aldı. "Otursana."

"Ben yaparım."

"Sol elin ama." dedi. Solak olduğumu nereden biliyordu ki?

"Yaparım yine de."

"Lütfen." dedi ondan beklemediğim bir kibarlıkla. "Yardım edeyim."

Sandalyeye oturdum. Gerçekten yapmasını istemesem evime girmesine bile izin vermezdim. Biraz ilgi görmek, yalnız olmadığımı bilmek istiyordum. Bunu o an kendime itiraf etmesem de şimdi anlayabiliyorum.

Diğer sandalyeyi yanıma çekip oturdu. Elimi avucuna alıp inceledi. "Kötü yanmış." Pamuğa solüsyon döküp elime sürmeden önce "Bismillah." dedi. Özenle ve her an kırılacakmışım gibi yaraya müdahale ediyordu. İki kremi karıştırarak sürdü ve gazlı bezle sardı. Bandajla sabitledi.

İşini bitirdiğinde yüzüme baktı. Dakikalardır onu izlediğim için başımı çevirdim. Teşekkür etmem gerekiyordu fakat etmedim.

"Şâfi olan Allah'tır, şifanı da verir elbet. Sen de biraz daha dikkat et kendine ve çaydanlığın kulpuna."

Nereden anlamıştı ki çaydanlık yüzünden yandığını?

"İyi gözlemciyimdir." dedi. Gülümsedi sonra. İlk defa gülümsediğini görüyordum. Bir taş bana bakıp gülümsemiş kadar şaşırdım. Bu adamın taştan farksız bir kişiliğe sahip olduğunu düşünüyordum.

Sardığı elime baktım. Yara hâlâ oradaydı ama içeride kalmıştı.

"Polisim ben." dedim. "Normal insanlardan ruhen ve bedenen daha güçlü olmam lazım."

Bunları ona neden anlatıyordum ki?

"Geçenki şey için üzgünüm, fazla fevri davrandım. Hakkını helal et." dedi.

Yüzündeki gerçek pişmanlığa baktım. Eskisi gibi ondan nefret etmeye devam etmek istiyordum. Edemiyordum. Tüm duygularımla birlikte nefret de alınmıştı benden.

"Hak mı?" Güldüm kahkaha atarak. Zor durdurdum kendimi. "Yemek getirerek ödüyorsun."

"Onun için getirmiyorum."

"Ne için getiriyorsun?"

"Allah rızası için, seni böyle görmeye kimin yüreği katlanır?"

"Sersefil mi? Aç mı? Güçsüz mü? Biçare aşık mı?"

"Amaçsız." dedi. Sanki tüm saydıklarımı tek bir kelimede toplamak istiyordu. "Bu hayata neden geldin? Polis olmak için mi? Aşık olmak için mi? Bu kadar değersiz mi hayatın?"

"Ben seçmedim bu dünyaya gelmeyi."

Yine gülümsedi. "Eğer seçme şansın olsa gelmeyecek miydin?"

Sakallarıyla çevrili yüzüne baktım. Aslında yüz hatları yumuşaktı. Yakışıklıydı üstelik. Sakalları gölge düşürüyordu yüzüne.

Gerçekten cevabımı beklediğini fark ettim. Düşündüm bu yüzden. Annemin ayaklarının altından kayan tabureyi hatırladım. Onu oradan nasıl indirdiğimi hatırlamıyordum. Islak zemine uzanıp gülmeye başlamıştı. "Ölmedim." demişti. "Ölmedim." Gülüyordu. Ağlıyordu.

Daha küçük bir çocuktum. Annemin neden oraya çıktığını, neden ağladığını ya da neden güldüğünü anlamıyordum. Ben de ağlamaya başlamıştım. "Ölmedim." deyip durmuştu saatlerce yerde yatarken.

O zamanlar ölmediği için üzüldüğünü düşünüyordum. Bu adam yüzüme öylece bakarken ölmediği için sevindiğini anladım. Annem daha sonra hiç kendini öldürmeye çalışmamıştı. Babamdan ayrılmıştı. Eskisinden daha mutlu bir hayatı vardı ve ölüme yakın her şeyden uzak bir hayata devam etti.

Hayat bu kadar değerli miydi onun için? Değerliyse neden ölmek istemişti? Ben neden ölmek istemiyordum içimdeki tüm boşluğa rağmen?

Hâlâ cevabımı bekliyordu. Verecek bir cevabım yoktu. Uzun süre de olmayacaktı.

"Sargı için teşekkürler."

Ayağa kalktım gitmesini söylercesine. Başını salladı. Koridora çıktığında birden geri döndü. "Ha Taha, kremler sende kalsın."

...

Ben bu ikisini çok sevdim. Dilan olmazsa bir şeyler yazamam, duygudan eksik olur sanıyordum fakat öyle değilmiş. Aşktan başka duyguları da fark ettiğimizde ve onlara haklarını teslim ettiğimizde hayat daha anlamlı bir hâl alıyormuş.

Kendine bak.

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top