"acı kahve"
(nuita d'été - oscar anton & clementine)
.Taha.
Boğazımı temizledim. Ona dönük otursam da başımı çevirip gökyüzüne baktım. Yıldızların kendilerini gizlemesi ya da bizim onların üzerini örtmemiz canımı sıktı. Tekrar boğazımı temizledim. Sesimi aradım. Sesim yok. İçimin tellerini kaybettim sandım. Yüzümü yüzüne döndüm. Söylenecek kelime aradım. Kelime yok. Sobelendim. Hiç oynamak istemediğim bir oyunda sobelendim üstelik.
"Sessizliğin devam ederse..."
"Üzgünüm," dedim. Değildim. "yanlış anladın sanırım." Hepsi doğruydu, kanunlara geçecek kadar doğruydu. Bir yalan olarak mühürledim. "O gece, ben de duygusal olarak boşlukta sayılırdım."
Çok kelime kullanma! Yalan söylerken çok kelime kullanma!
Başını salladı. Kahvesinden bir yudum aldı. Derin bir nefes aldım. Unuttuğum nefesi geceden sökercesine aldım.
"Bir arkadaşım 'Herkesi kendine aşık sanıyorsun.' demişti. Öyle sanırım. İyiliğinin karşılıksız olabileceğini düşünmedim. Benim hatam."
Senin hatan değil. Bu bir hata değil. Bu dünyanın en çılgın şeyi, savaş sebebi ve barış çağrısı. Ama hata değil. "Önemli değil, anlıyorum seni."
O an zihnimi ateşe verebilirdim. İçimden Tom'un Yemeği şarkısını söylemeye başladım. Bağırarak söyledim. Zihnim acıyana kadar tekrar ettim sözleri. Dilan'ın dudağının hareket ettiğini gördüğümde bile susturamadım. Orkestraya durmalarını söyledim, sözleri söylemeyi bıraktım.
"... Anlattığımda dinlememişti. Yapabileceğime inanmamıştı."
"Efendim?" dedim müzik tamamen sustuğunda.
"Menajerime, eski menajerime, iki ay önce müziği bırakmak istediğimi söylemiştim- Senin de başını şişiriyorum gece gece. Neyse."
Kahve kupasını masaya bıraktı. Bitirmişti. Benimkinin hâlâ bitmediğini fark ettim. Soğumuş kahveyi tek dikişte bitirdim. Acısıyla yüzümü buruşturmamak için zor tuttum kendimi. Soğuk kahve daha acı geliyordu. Dilan'a yalan söylemek hepsinden de acıydı.
Başımı şişirmiyorsun, demedim. "Uyumak istersen çekinme. Odanın kapısında kilit var." Bunu neden söylemiştim ki?
"Çekinmiyorum." dedi. Gözlerimin içine içine baktı. Bakışının karşı koyan tavrını ve canımı sıkan yanını görmezden geldim -çalıştım.
"Soğuk oldu." dedim. Üşümüyordum üzerimde tişört olmasına rağmen.
"Başından savmak istiyor gibisin Polis." Gülümsedi. Pembe dudakları gerildi. Sağ yanağındaki gamzeyle tanıştım.
"Öyle değil." Öyle. Geceye baktım. Yüzüne bakmak ve hiçbir şey yokmuş gibi davranmak canımı sıkıyordu. "Yorucu bir gündü senin için."
"Yorulmadım."
Dilan yapma, gözlerimin içine bakarak sevgiden bahsetme, cüretkâr bakan gözlerinle tenimi ısırma, kafamın içindekilerden haberdar gibi konuşma, müziği bırakma, kolunu kesme, sarılma kollarınla, acınla tanıştırma beni, beni seninle tanıştırma.
"Sigaran var mı?"
"Efendim?" dedim.
"Hiç içmedim ama merak ediyorum tadını."
"Merak iyi değildir."
"Evet polis, evet, merak iyi değildir."
Küçük bir kız çocuğunu ikna ediyor gibi hissettim kendimi. Konser afişlerinde büyük görünse de makyajsız yüzü ve sıradan kıyafetleriyle küçük bir kızdan çok da büyük olmadığını fark ettim.
"Kaç yaşındasın?" dedim ve bunu söylerken polislik yaptığımı fark ettim.
"Yirmi bir, reşitim, bakma öyle polis polis."
Birden kendimi yaşlı hissettim. Yirmi dokuz yaşında gençsinizdir ama yirmi dokuz, yirmi birden büyüktür, çok büyüktür.
"Daha büyük gösteriyorum değil mi? Şaşırdın yirmi bir olduğuma."
"Büyük göstermiyorsun. Sahnedeyken giyimin, yüzündeki şu şeyler, duruşun falan... Yaşını tahmin edilemez kılıyor."
"Menajerim amacına ulaşmış o zaman. Yirmi yaşında ilk şarkımı çıkardığımda ve tutmadığında fazla genç olmama yordu. İkinci şarkımda daha büyük görünmemi sağladı, tuttuğundaysa böyle devam etmeme karar verdi."
Sen hiç kendi hayatını yaşadın mı, demek istedim. Başkasının şekillendirdiği hayata sığmaya çalışmıştı. Şimdi zincirlerini kırmış olsa da nereye kadar kaçabilirdi ki herkesin onu yakalamaya çalıştığı bir dünyada?
Kolumdaki saate dokundum. Ekranın ışığı karanlık balkonda parladı. "11.23, geç oldu."
"Evet polis, evet uyumalıyım. Yirmi bir yaşındakiler erken uyur. Ya sen kaç yaşındasın?"
"Yirmi dokuz." dedim soğuk sesimle. Yaşımdan rahatsız değildim, on dakika öncesine kadar. "Artık uyumalısın." diye ekledim yorum yapmaması için.
"Peki efendim, uyku vakti." dedi ayağa kalkmadan önce. İçeri girerken hâlâ mırıldanıyordu ama yaşlı kulaklarım anlamadı.
...
Gece koltukta uyku tutmadığında YouTube'da Dilan'ı (Dila'yı) aratmıştım. Birkaç şarkısını dinledim. Evimde, yan odada, hatta yatağımda yatan yirmi bir yaşında kızın suretinden çok uzaktı sureti. Müzik videoları onu çağrıştırsa da giyimi, yüzü, dekor ondan çok uzaktı.
Bir tanesi hariç. İlk şarkısının videosunda kameraya bakıyordu sürekli. Geri geri yürüyerek dağılmış bir evde geziniyordu. Evin dış kapısına geldiğinde açıp çıktı. Müzik bitti. Videoyu başa sarıp izledim. Evin duvarındaki aile fotoğraflarına, yere dağılmış boya kalemlerine, kırık piyanoya kadar ezberledim.
"ellerimi tutmuştu annem
bu, dedi, geçip gidecek
gitmedi özür dile
pamuk şeker ve cam kırıkları
zeminde sevgi kırıntıları
süpürge bile çekemez bu acıyı
geçmedi, tenimde can kırıntıları
geçecek, dedi annem,
ne kaldı geçmeyen,
tenimde yaran,
kalbim ve zırhım,
geçmedi özür dile."
Telefonu kenara bıraktım. Gözlerim acımaya başlamıştı. Yüreğim acımaya başlamıştı. Sözler gerçeğin kırık aynası gibiydi. Sözler kırık aynaydı.
...
Sabah üniformamı giydikten sonra evden çıkmam gerekiyordu. Çıkmam gerekiyordu. Dilan'ın yarı açık kapısının önünde durdum. Durdum. Zamanda sıkışamayız değil mi? Bu mümkün değil. Mümkün.
Dış kapı ve yatak odasının kapısı arasında çok mesafe yok. Birkaç adım en fazla. Birkaç adımda uzaklaşabilirim. Birkaç adımda yanına gidebilirim. Uyurken onu görebilir, üstünü örtebilir, sabah güneşinin değdiği saçlarını okşayabilirim. Aşık bir adam böyle yapar. Fakat her adam Dila'ya aşık olmaz. Her adam Dila'ya bu kadar kısa sürede aşık olamaz. Her adam aşkı kendine açmaz, çok sonradan haberi olur sahip olduğu aşktan.
Ben neden her adam değildim?
Çünkü o Dila.
Kapının aralık kısmından başımı uzattım. Yatağımda uzanan o kıza baktım. Dila olduğuna kim inanırdı ki onu böyle dağılmış saçlar ve huysuz yüz ifadesiyle benim yatağımda görse? Ben inanmıyordum henüz.
Yanına yaklaşmadan, üzerini örtmeden, yastığa dağılmış saçlarını okşamadan çıktım evden. Aşık adamlar böyle yapmaz. Zaten aşk yoktur, öyle demez mi bu konunun ehilleri?
Emniyetin önünde servisten indim. Kapıda Mehmet sigarasının son nefeslerini çekiyordu. Hiçbir şey söylemeden geçip gitmek istedim. Yaklaşıp selam verdim.
"Oo, Taha Beyler de gelmiş."
Konuştukça sigaranın kokusu yüzüme vuruyordu. Hem tiksindim hem de delicesine sigara içmek istedim.
"Beyaz atını nereye bağladın?"
"Ne diyorsun oğlum?"
Yüzüme baktı alık alık. Sigara içmek istiyordum. O konuştukça aç ağzından ve içtiği sigaradan zift gibi kokan nefesi bu isteğimi bastırıyordu. Cebimden kürdan çıkardım.
"Haberlere baktın mı?"
Bakmaktan sakınmıştım. Gerçeğini bilip sahtesini okumak, herkesin okuyacabileceğini bilmek canımı sıkmıştı. Dilan'ın kesik kolları kadar canımı sıkmıştı.
"Müdür seni çağırıyor."
Zevk alırcasına yüzüme bakıp sırıtmasının sebebi belli olmuştu. Kürdanı ağzımdan çıkarıp çöpe attım. Hızlı adımlarla binaya girip müdürün kapısında durdum. Sabahın sessizliği, müdürün azarını tüm emniyete duyuracaktı. Garip, sessizlik bağırıp çağıracaktı da. Kapıyı çaldım. Garip filan değildi, hak etmiştim.
"Gel bakalım." dedi. Büyük azar işiteceğim.
"İki gündür televizyonlardan eksik olmuyorsun oğlum. Akşam haberlerinde izliyoruz seni."
Akşam haberinde mi vardım? Boğazımı temizledim. Bir cevabım yok, siz devam edin hareketiydi bu.
"Özel güvenlik, koruma falansan bilelim Taha. Süper kahraman olacaksan bilelim yani oğlum. Hele dünkü neyse öyle, neyden kurtardığın da belli değildi. Sahneleri sevdiysen tutmayalım seni. Polislik yeterince gösterişli değil."
"Öyle değil müdürüm."
Kravatına dokundu. Gevşetmek üzereyken vazgeçti. Sesli bir nefes aldı. Ayağa kalkıp pencerenin önüne geçti. Başını dışarı çevirip sırtını döndü. "Dila'nın polis sevgilisi! Gördün mü o haberi? Ne yaparsan yap oğlum, istersen Bülent Ersoy'la sevgili ol. Ol ama sessiz sakin dur. Bu meslek basit bir şey değil. Anlıyorsun değil mi, değil mi oğlum?"
"Anlıyorum müdürüm." Sesimin çıkmayacağını düşünmüştüm.
"Bizim işimiz böyle laubalilikleri kaldırmaz. Geçen günküne lafım yok, nasıl olsun, insan hayatını kurtarmak bizim işimiz. Bu mesleğin de bir haysiyeti, şerefi, ağırlığı var. Polis sevgili! Bir magazine düşmediğin kalmıştı oğlum! Hadi o Mehmet'ten beklerim, onun sağı solu belli değil de sen nasıl böyle düşüncesiz davranırsın ki?"
Bu konuşma böyle uzayıp gitti. Servet Müdür konuşmayı severdi. Sinirliyken kimse susturamazdı onu. Denemedim bile. Haklıydı, haksızdım.
Dışarı çıktığımda epey vakit geçmişti. Emniyet normal kargaşasına dönmüştü. Kapının önünde Halit Abi'yle bekleyen Mehmet'e baktım. Halit Abi'nin tepsisindeki çaylar doluydu, Mehmet ise elinde tuttuğu çayı yudumluyordu.
"Evet Taha Bey?"
"Fazla mesai." dedim. Kafam ağrıyordu. İkisinin gülen yüzüne bakmak kafamdaki ağrıyı artırıyordu.
"Kahramanlığın yan etkileri."
Başımı sağa sola salladım. Acı kafatasıma çarpan sızıyla bağırdı. Mehmet'e bir yumruk atmamak için zor tuttum kendimi. Parmaklarımı sıkıp açtım.
"Uğraşma benimle."
Halit Abi'nin omzuma dokunup sorunumun onunla ilgili olmadığını belli etmeye çalıştım. Ardından yanlarından uzaklaştım.
Tüm gün önüme yığılan dosyalarla uğraştım. Hatta geceye kadar. Baş ağrımı hissetmemeye ya da önemsememeye başladım bir süre sonra. Öyle ki ağrıyan başımın içine Dilan'ı bile kabul etmedim. Küçük bir isyanla tüm bunların onun suçu olduğunu düşündüm. Büyümeden bastırdım.
Gecenin kaçı olduğunu görmek için saate baktım. On biri geçiyordu. Telefonumu elimde çevirdim. Neden Dilan'ın numarasını almamıştım ki? Evde öylece bekliyor muydu beni? Ya da bekliyor muydu?
Yüzümü sıvazladım. Baş ağrım kendini tekrar hissettirmeye başladı. Ceketimi alıp bu huzursuz ortamdan çıkmalıydım. Eve gitmekten çekiniyordu bir yanımsa, dün gece söylediğim yalana inanmamış olabileceği geliyordu aklıma.
Ceketimi alıp bu huzursuz ortamdan çıktım. Eve gitmekten çekinsem de gittim. Kapıyı çalmak ya da anahtarla açmak arasında kararsız kaldım. Çaldım. Lütfen açılsın, açılsın, o açsın, o açsın, gülümsesin, gülümsemesine ihtiyacım var, tam şu an, başımın acısı geçer belki böyle, gülümsesin.
Kapı açıldı. Şaşırdım. İçeride olmasını bu kadar istemek, olmamasından duyduğum korkudan ve olmayacağını düşünmemdendi.
Gülümsemiyordu ama uykulu gözlerle bana bakarken başımın ağrısını unuttum. Kapıyı açıp geri çekildi. Eğilip bağcıklarımı çözmeye başladım. Bin asır sürdü bu. Botları elime alıp içeri adımladım. Söyleyecek söz aradım. Söz yok. Vestiyere bıraktığım botların yanında küçük ayakkabısını gördüğümde kalbim ısındı. Buna ihtiyacın vardı Taha, tüm hayatın boyunca.
"Gitmemişsin." dedim. Gözlerimin gördüğüne imza atmasını, doğrulamasını istiyordum, inanmıyordum çünkü onlara.
"Gitmedim."
İkimiz de eşikte bekledik. Uzanıp sarılamayacak kadar yabancı, öylece selamlaşamayacak kadar tanıdıktık.
...
Geçiş bölümlerinin ana konuymuş kadar uzamasını istemiyorum ama uzuyor. Konu hisler ve hisler olunca kelimeler bozuk çeşmeden akar gibi akıyor. Taha ve Dilan tam olsun istiyorum, ne eksik ne fazla, tam.
Diğer bölümde görüşene kadar kendinize bakın.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top