3 ❦ saksı çiçeğinin altındaki ev anahtarı
#2am - moment.
❦
Bu çocukça biliyorum ama hep beni izleyen bir gökyüzüm olsun istemişimdir. Hiç bir zaman olmamıştı gerçi. Bende ona inat gökyüzünü izlemeyi bırakmıştım. Bu dünya al gülüm ver gülüm dünyası değil miydi? Neden gökyüzü bizi izlemiyordu da biz sürekli onu hayranlıkla izliyorduk?
Ama sonra bir şeyi fark ettim: Gökyüzü kördü.
Eğer kör olmasaydı dünyadaki bu kadar kötülüğü görerek saf kalmayı asla başaramazdı. Acıya kördü gökyüzü, o yüzden masumluk sadece onu görüyordu.
Ve ben hayal kurmaya sakattım galiba. Bu yüzden acıtan gerçekler, beni ayakta tutmak için hep baston görevini üstleniyordu.
Çantamdaki annem geçen sene verdiği peluş ayının ucuna bağladığım anahtarı aramaya çok üşendiğimden, koyu kırmızı kapının yanındaki saksı çiçeğini kaldırdım ve altından ev anahtarını tek hamlede alıp kapının anahtarlığına soktum. İki kez çevirmemin ve kulaklarıma dolan metalik sesin gerçekleşmesiyle kapını açarak içeri girdim. Evin ısısı sıcaktı.
"Ben geldim!"
Ayakkabılarımı bağcıklarını bile çözmeden gelişigüzel ayağımdan çıkardığımda annemin buna çok kızacağı gelmişti aklıma, ama şu an bunu umursayacak bir durumda değildim. Kucağımdaki saksı çiçeğiyle mutfağa doğru ilerledim; zira kurt gibi acıkmışım tabiri göbek adım olurdu. Yemek konusunda çok hassastım, annemle diyaloglarımızdan bile bunu çok çabuk anlayabilirdiniz. Genellikle hep şöyle olurdu;
Annem; Aç mısın kızım?
Ben; Her zaman!
Saksı çiçeğini mutfak tezgahının üzerine gürültüyle bırakıp masanı hazırlayan annemin beni fark etmesini sağladım. "Ben geldim!"
"Yani?" diyerek ocaktaki yemeği karıştırdı annem. Bir taraftan üzerimdeki montu çıkartıyor bir taraftan anneme laf yetiştiriyordum.
"Bir hoş bulduk cümlesi, bir yanağa kondurulan öpücük, bir sana harçlık vereyim inceliği diyorum anne."
Annem ocaktaki yemeğin altını kapatıp merakla bana bakmaya başladı. Yüzünde ilgili bir ifade vardı. "Çok güzel hikayeymiş. Ee sonra ne oluyor?"
Tek kaşımı kaldırıp düşünüyormuş gibi yaptım. "Harçlığıma iki kat zam yapsan hiç fena olmazdı bak mesela. Ha bir de artık okuldan muaf tutulmalıyım. Malum bu kadar okumak beyine zarar. Deliririm falan Allah korusun."
Tam lafımı bitirmiştim ki annemin terliğini ayağından fırlatması ve doğaüstü bir şekilde yakalamasıyla yere bıraktığım çantamıda aldığım gibi mutfaktan koşarak çıktım.
"Abini de alıp yemeğe gelin!" Merdivenleri çıkarken annemin sesini duydum. Aslında merdivenleri çıkmıyor çantama işkence ediyordum; kulpundan tutarak sürüdüğüm çantam ve içindekiler her basamağa gürültüyle çarpıyordu. Gözlük kutumun kırıldığına emindim. Ama iyi oldu zaten hiç sevmiyordum o kırmızı şeyi.
"Ben onun çürük puding kokan odasına dünyada girmem!"
"O zaman ben de seni dünyada bu mutfağa sokmam. Sen bilirsin."
Hep kazanıyordu.
Annemin tehdidini duyunca hemen taraf değiştirerek şirince bağırmaya başladım. "Ben zaten dünyada yaşamıyorum ki anne Venüs'ten kovuldum bak Valla. Yani girebilirim. Sen hiç merak etme."
"Sen hâlâ burada mısın Erva. Git ellerini yıka. Çabuk." Annem mutfağın kapısında belirdiğinde ona şirince gülümseyerek arkamı döndüm ve merdivenleri kaldığım yerden çıkmaya devam ettim.
"Git illirini yiki İrvi. Çibik." Homurdanarak çantamı tekrardan sürüklemeye başladım.
"Seni duydum."
Terliğin gelmesine son dört saniye. Üç, iki, bir..
"Anne özür dilerim." diye koridorda yankılanacak bir şekilde bağırıp koşarak odamın yolunu tuttum ve hızla içeri girip kapını arkamdan kilitledim.
"Bu kadın cidden."
Kapıya doğru içimi boşalttığım o kutsal andan sonra annemin kapının arkasında olma, beni duyma ihtimali geldi aklıma ve büyük korkuyla geri çekilip üstümü değiştirmek adına dolabıma ilerledim.
Odamın ışığını çoğu zaman açmaz, işlerimi büyük penceremden sızan ay ışığının eşliğinde haledirdim. Ama tabii bir filmin tam ortasında yaşamadığım için bazen çalışma masamdaki lambadan da yardım almışlığım olmuştu. Aynen şimdi yardımına ihtiyaç duyduğum da yaptığım gibi.
Önce çalışma masamın üzerindeki mavi lambanı, sonra ise gri dolabımın kapağını açıp, içinden siyah eşofmanlarımı çıkardım ve okul kıyafetlerimi üzerimden sıyırıp neresi olduğunu kestiremediğim bir köşeye fırlattığım gibi eşofmanlarımı giydim.
Odamın karanlık olmasını severdim. Yada karanlık bir yere saklanmayı. Aslında karanlıktan korkuyordum, ama buna rağmen ona koşa koşa gidip, ruhumu teslim ederdim hep.
Çünkü bilirsiniz, insanın korktuğu şeyi yapması onu mutlu ederdi.
Hatta ben buna kafayı o kadar takmıştım ki, korkularımı mutlu olmak için değil, acı çekmek için kullanıyordum.
Karanlığın arasında olmaktan ve her an bir yerlerden canavar çıkıp üzerime atlama ihtimali bu kadar gerçekçi olmasına rağmen hâlâ odamın ışığını açmıyordum. Çünkü ben karanlığın rengini severdim ve kendime en çok onu yakıştırırdım.
İnsanları renklere benzetirdim bazen. En canlısı, yada en solgunu yoktu. Hepsi karmakarışık renklerden ibaretti benim için.
Ama şimdiye kadar tanıdığım insanlarda hiç pembe görmemiştim. Yani en azından ben hiç görememiştim. Hani bazen derler ya, siyah şöyle böyle diye. Ama öyle değildi işte.
Siyah, acıların taç giymiş krallığı değildi. Siyah sadece siyahtı, bir matem değildi o sadece bir renkti.
Hem asıl cehennem pembeydi bence.
Herkes karanlık olduğu için siyaha gözü kapalı koşardı. Ama hiç kimse pembenin koynundaki cehennemin farkında bile değildi.
Pembeyi gören insanlar acı çekerdi. Tabii herkes için geçerli değil bu. Kırık, paramparça, çocukluğu intihar etmiş insanlar pembeni gördüğünde saf acını tadarlardı. Çünkü pembe onlara yaşayamadıkları masumluğu, tavandan astıkları hayallerini ve toprağın altına sakladığı umutlarını hatırlatırdı. Bu yüzden çoğu insan pembeden nefret ederdi. Aslında bir tarafları pembeye hâlâ aşıktı ama o taraflarını çoktan çaresizliğe gömmüştüler bile.
Şöyle düşünün; çocuksunuz ve herhangi bir dükkanda pembe bir ayakkabı gördünüz. Bu bir elbise veya oyuncakta olabilir. Fakat, o pembe ayakkabını almak için paranız yoktur ama işte ona olan hayranlığınız öyle böyle değil, sizi her gece yatmadan önce kendisiyle hayal kurdurtucak bir güzellikte.
Onu bir başkasının ayağında gördüğünüzü hayal edin daha sonra.
Eğer ki o ayakkabını o kişinin ayağından mengeneyle çıkartacak kadar manyak değilseniz, kendinizi kötü hissedersiniz.
Ve başkalarının yanında utanmamak için o ayakkabını umursamıyor hatta nefret ediyormuş gibi davranırsınız. İşte insanların pembeye karşı bakış açısı tam olarak buydu. Eğer hatıraları güzelse severlerdi. Ama sonuçta pembe de bir renkti ve onu sadece bir renk olduğu için sevmeliydin.
Abimin kapısının tam önünde durduğumda boğazımı temizleyerek derin bir nefes aldım. Abimin odası bizim evdeki en sürprizli odaydı. Her an karşına ne çıkacağı belli değildi ve sen her adımda hayatta kalmak için çabalıyordun adeta.
İçeride bir tek insan cesedi yoktu.
Ah, o da vardı gerçi. Abim tıp okuyordu ve eve bir keresinde üniversiteden ceset kaçırıp getirmiş, bütün gece adamcağızın üzerinde çalışmıştı. Cesedim kokusu ise komşuları bile uyutmayacak cinstendi.
Ben aşırı kibar birisi olduğum için kapıyı çalmadan direk içeri daldım. Abim arkası dönük bilgisayarda bir şeyler izliyordu ve o kadar dikkatle bakıyordu ki içeri girdiğimi fark etmemişti bile. Ayak ucumda yükselerek adım adım ona yaklaşmaya başladım. Eşzamanlı olarakta yerdeki ne olduğunu bile bilmediğim nesnelere basmamaya çalışıyordum.
Ve işte o harika anı yakalamıştım. Abimin sapık birisi olduğunu söylememiştim değil mi? Ha bu arada ben de iyi bir kız kardeş değildim.
"Anne!" diye ses tellerim yırtılırcasına aniden bağırdığımda abim oturduğu sandalyeden fırlayarak yere yapışmış, ardındanda hızlıca bilgisayarın kapağını kapatmıştı.
"Anne abim-"
Tabii lafımı tamamlayamadım. Çünkü işine gelince ışık hızında haraket eden abim üzerime atlayarak ağzımı sıkıca kapatmıştı.
"Sessiz ol seni velet." diye nefes nefese kalmış bir şekilde konuştu.
Eli burnumu ve ağzımı bir arada kapattığı için nefes alamıyordum. Ben de her sıradan insanın yapacağı bir şeyi yapıp abimin elini ısırdım ve canımı korumaya aldım. Abim sızlayarak elini ovuşturmaya başladığında ölümcül olduğunu sandığı fakat benim için bir keşişden farkı olmayan gözlerini üzerime dikti. Ona keşiş diyordum çünkü sürekli ders çalışmaktan gözleri hep yorgundu.
"Anneme porno izlediğini söyleyeceğim!"
Ona tehditkar bakışlarımdan fırlatmaya başladığımda eline geçirdiği ilk kokuşmuş kıyafetini üzerime fırlattı.
"Ben yetişkinim bir kere! Yetişkin! Eğer söylersen ben de senin, okuldan anneme gelen uyarı mektuplarını yaktığını söylerim."
Sağlam bir tehditti evet. Ama ben de Erva'ysam bunun acısını çok pis ödetirdim.
"Ben de anneme geçen gece arabayı izinsiz aldığını ve çizdiğini söylerim!" Ayağa kalkarak bağırdığımda eşzamanlı olarak abimde ayağa kalkmış, sıkıntıyla saçlarını karıştırmaya başlamıştı.
"Ne kadar istiyorsun?"
"Kırk telecik." diyerek istifimi yüz seksen derece değiştirip şirinlik yapmaya başladım.
"Çıldırmış olmalısın. Hayatta vermem ben o parayı sana!" Abim fal taşı gibi açılmış gözleriyle beni süzdüğünde kötü kadın sırıtışını yüzüme yerleştirip tekrardan bağırdım. "Anne abim adamları üst üste götüren kötü kadın filmlerini izliyor-"
Abim yatağın başlığından aldığı kulaklığı üzerime fırlattığında hızlı haraket ederek bana çarpmamasını sağladım. Ama tabii sesim yarıda kesilmişti. Yine.
"Pis fırsatçı."
Yerdeki montunu alıp, cebinden deri işlemeli cüzdanını çıkardı ve kırk teleyi yüzüme fırlattı. Ama sonra tekrardan alıp kafasının üzerinde mahalle kadınları gibi döndürdü. "Başımın gözümün sadakası olsun."
"Annem yemeye bekliyor." diyerek onu umursamadan odadan çıktım. Durduk yerde param olmuştu. Ben kesin Tanrı'nın sevgili kulu falandım.
Abimle yemeğe inmemizin ardından sessiz geçen bir akşam yemeği yemiştik. Eskiden akşam yemekleri o kadar gürültülü olurdu ki, yemekten sonra hep başım ağrırdı ve hemencecik uyurdum. Ama şimdi, ailemin bana verdiği ceza herkesin karakterine ketun vurmuştu.
"Günün nasıl geçti kızım?" diye babam sakin bir şekilde sorduğunda kafamı gömdüğüm yemekten kaldırıp ona baktım. Yeşil harelerini önündeki tabağa dikmiş, esmer tenli eliyle ekmek alıyordu.
"Her zamanki gibi baba. Öğretmen "gerçek duygular" diye bir ödev verdi bugün. Değişen bir şey yok. Yarın tarih sınavım var, o kadar." dedim hayıflanarak.
"Sen yarın okula gitmeyeceğin için sorun değil, öğretmeninle ben konuşurum." Annem çatalını tabağına bıraktığında lafa atlayıp hızla konuştu. Tek kaşımı kaldırıp sorgulayıcı bakışlarımı ona diktim. Bu lafı söylemesi için beynini yeşil antenli uzaylılar falan ele geçirmiş olmalıydı çünkü.
"Neden diye sormaya korkuyorum." diyerek kısık sesimle mırıldandım ve ufalarak oturduğum sandalyeye iyice sindim.
"Çünkü yarın hastaneye gideceksin." diyerek önündeki suyu eline alıp bir yudum içti annem. "Özür dilemek için."
İstemsizce kafamı abime doğru çevirdiğimde onunda bana baktığı için göz göze gelmiştik. Babamın aynısı olan koyu yeşil gözlerini kısa süreliğine yüzümde gezdirdikten sonra önüne geri çevirdi.
"Bunu yapmayacağım," İştahımı kör bir kuyuya atan ve neredeyse her akşam yemeğinde tekrarlanan konuya minnettarlığımı sunarak, onu zihnimde çin işkencesiyle öldürmeye başladım.
"Yapacaksın Erva. Hata yapan insanlar hatalarının farkına varıp özür dilemelidir."
"Benim hatam değildi,"
Annem sinirle çatalını masaya bıraktığında kayışın çoktan koptuğunu anladım. "Senin hatandı Erva. O kızın ve ailesinin hastane köşelerinde sürünmesi senin hatan. Sadece hatanı kabul et ve özür dile işte. Seni affetmeseler bile sorun değil. Özür dilersen dünyanın sonu olacak değil ya?!"
Ve sessizlik.
Anneme cevap vermek yerine tabağımdaki yemeği dünyanın en ilgi çekici şeyiymiş gibi incelemeye başladım. Annem konuştuğunda genellikle hep bunu yapardım.
Çünkü bazen birilerinin seni anlamasını istersin. Sana yardımcı olamasa da, bunu değiştiremeyecek olsa da, sadece anlattıklarını gerçekten anlamasını istersin. Sana nutuk çekmek yerine sonuna kadar dinlemesini, akıl vermek yerineyse omzunu patpatlamasını istersin.
Bu imkansız biliyorsundur ama yine de istersin işte.
Bir süre sonra babamın bazı işleri olduğu için masadan erken kalkmış, annem yine tavuğun en güzel yerini abimin tabağına bırakmıştı. Ben itiraz edincede haklı sebeplerini sıralamaya başladı tabii. Kesinlikle çenemi tutmalıydım.
Sebep 1; "Abin senden büyük ve üniversiteli."
Sebep 2; "Abinin dersleri senden iyi. En azından her hafta onun yüzünden okula çağırılmıyorum."
Sebep 3; "Büyüklerine karşı senden kibar ve terbiyeli."
Sebep 4; "İnsanlardan özür dilemeyi biliyor."
Sebepleri sayarsam bitiremezdim bu yüzden annemin üşenmeden bütün sebepleri saymasını tabağımdaki bezelyelerle oynarken dinledim ve arada kafamı da anlıyormuşum gibi sallamağı ihmal etmedim. Ama kesinlikle onu dinlemeyi dördüncü sebepten sonra bırakmıştım.
İğne iplikle dikilmiş sessiz yemek bittiğinde ise anneme masayı toplamaya yardım etmiş, bulaşıkları abimin üzerine yıkarak, ders çalışmak bahanesiyle odama çıkmıştım.
Paytak adımlarla odama girdiğimde çalışma masasının arkasına geçip, lambanı açtım. Masanın üzerinde bir sürü çizim ve etrafa dağılmış boya fırçaları, renkli kalemler vardı.
Resim yapmak benim hayatımda önem verdiğim ilk dörtlüğe giren şeylerden biriydi. Bana nefes almayı daha da kolay bir hale getiriyor, düşüncelerimi rahatlatıyordu. O kadar da başarılı bir şeyler çizemesem de, en azından kalemimim beyaz sayfayla buluştuğu her an dünya üzerindeki en huzurlu insan oluveriyordum.
Yarına tarih sınavım olduğu için büyük bir hayal kırıklığıyla masanın üzerindeki her şeyi halının üzerine dikkatlice dizdim ve esneyerek kalın tarih kitabımı önüme koydum. Kitap babaannem gibi kokuyordu. Kasıtlı olarak mı bütün tarih kitaplarına bu kokuyu aşılıyorlardı yoksa ben kafayı falan mı yiyordum?
Tam dört cümle okumuştum ki aklıma çok mantıklı bir fikir geldi. "Sonuçta tarih sınavım yarın olacak ve bitecek. Bunun için çalışmam anlamsız. Hem artık küresel bir dünyada yaşıyoruz. En iyisi İngilizce çalışmak. Ülkemize bir sürü yabancı geliyor ne de olsa."
Aklımdaki fikirle tarih kitabımı bir köşeye bırakıp, İngilizce test kitabımı aldım. Fakat kitaplara her dokunduğumda daha da mantıklı düşünüyordum sanki. "Evet, İngilizce yalnız çalışılmaz ki, daha iyi anlamam için arkadaşlarımla çalışmalıyım."
İngilizce kitabımın yerine türkçe geçtiğinde ise kendi dilim zaten biliyorum diyerek kitabı kapatmıştım. "Ne kadar çabuk bitti. 21. Yüzyılda öğrenci olmak çok kolay cidden."
Elimle boynuma masaj yapmaya başladım. Sanırım fazla çalışmıştım. Boynum neredeyse kopacakmış gibi ağrıyordu.
Sol omzuma sağ elimle masaj yaparak çalışma masasından kalktım ve siyah halının üzerine oturarak boyalarımı düzenlemeye başladım. Bakışlarım ilerideki boya fırçalarına kaydığında derin bir nefesi ciğerlerime çektim ve uzanarak onları aldım. Sırtımı duvara yasladığımda kemiklerimin sızladığını hissetmeye başlamıştım.
Ruhumun çiçek açmaya ihtiyacı vardı çünkü başta kalbi olmak üzere bir çok yeri kırılmıştı.
Ruh ne garipti, kemiği yoktu ama hep kırılıyordu. Kalp gibi.
Sanki göğüs kafesimde bir boğa oturmuştu ve beni boğuyordu. Belki fiziksel açıdan bedenimde hiç bir hasar yoktu ama insanın ruhunu görebilen gözlüklerle baksaydınız, boynumdaki kızarıklıkları, tenimdeki çizikleri ve kalbimdeki derin yaraları görebilirdiniz.
Düşünce kanamasından ruhum boğuluyordu.
Annem her şeyin benim hatam olduğunu düşünüyordu. Aslında düşünmekle kalmayıp yüzüme söylüyordu. Bu sanki şey gibi hissettirmişti; hani annenizin en sevdiği porselenin tekini kırdığınız için takım bozulurdu ya, işte bu da öyle bir şeydi.
"Benim hatam olmadığını söylemesini isterdim." diye kendi kendime fısıldadım. "Hiç bir şeyin önemli olmadığını, hep yanımda olacağını söylemesini isterdim."
Boya fırçalarımdan birisini alıp renkli boyalara daldırdım ve onu sol bileğimdeki somutlaşmış dikiş izinin üzerine sürdüm. Öncelikle parmaklarımdan bileğime kadar uzanan çiçek dalları çizdim. Sonra renkli boyalarla dikiş izini ve bileğimi tamamen çiçeklerle donatmaya başladım.
Yaralarımı hep gül bahçesine çevirirdim. Dikiş izlerim koyu yeşil sarmaşıklar olurdu mesela. Koyu olanlar o kadar güçlüydü ki, hayatta açılamazlardı. Böylelikle hiç bir dikişim yırtılmazdı. Taze yaralarım kır çiçekleri gibi olurdu, kırık. Somutlaşmış yaralarım yapraklar olurdu. Yılın hiç bir mevsimi yok olmazdı onlar.
Ve küçük çiziklerim. Onlar taç yaprağıydı. Küçük sıyrıkların insana ne kadar çok acı verdiğini biliyor musunuz? Yara bile denilemeyecek kadar masumdular oysa. Ama en çok onlar yakardı canımı.
Taç yaprağı gibi şeffaf olurdu onlar fakat hep ordaydılar, hiç yok olmazlardı.
Sonuçta her gül bahçesi bir gün solardı.
Tenini boyalarla, ruhunu çiçeklerle kaplayan bir kız çocuğuydum ben. Hâlâ büyüyememiş.
Koluma pekte başarılı olmayan birkaç çiçek çizdikten sonra elimdeki boya fırçasını halıya bırakıp, uzanarak masanın üzerindeki lambanı söndürdüm. Oda dört salise içinde karanlığa gömülmüştü. Gözlerimin karanlığa alışmasını beklerken düşüncelerin zihnime ağır geldiğini ve saçlarım aracılığıyla dışarı fırlayıp bütün odaya yayılmaya başladığını fark ettim.
Hayallerimin tavana doğru yol aldığını gördüm. Avizelere takıntım vardı sanırım. Ne zaman bir avize görsem birisinin oradan ip geçirip kendini astığını düşünürdüm. Ve şimdi, odada hayallerimden başka kendini asabilecek hiç bir şey yoktu.
"Benim hatam değildi," diyerek kendi kendime fısıldadım. "Bu kadar kafaya takmam anlamsız. Ben hiç bir şey yapmadım. Ben iyiyim."
Evet, ben iyiydim. Ergenliğe çok ağır bir giriş yapmıştım ve bütün bunlar o yüzdendi. İleride on sekiz yaşımda, geri dönüp bakacağım ve bütün bu yaptıklarıma güleceğim. Çünkü bu kadar güzel aileye, arkadaşlara, hayata ve odaya sahipken en küçük bir pürüze takılarak isyan etmek nankörlüktü.
Ben iyiyim. Ben iyiyim. Ben iyiyim. Ben iyiyim. Yarın her şey daha güzel olacak. Her şey düzelecek.
Ben iyiyim.
❧
Gece yarısını çoktan geçmişti.
Duvarla iki saatlik bir "Ben iyiyim." konuşmasından sonra susadığımı fark ettim ve su içmek için mutfağa indim. Gerçi duvar eskisi gibi atık beni o kadar da iyi dinlemiyordu. Onunda kendi sorunları vardı tabii. Mesela sol üst köşesinde bir çatlama oluşmuştu ve canı için endişeliydi.
Mutfağın ışığını açtığımda odak alanıma giren manzarayla gözlerimi abartılı bir şekilde devirip, buz dolabına doğru ilerledim.
"Sen daha uyumadın mı?" Abim elindeki bardağı masaya bırakıp yorgun bakan gözleriyle yüzümü inceledi.
"Sen gecenin bir yarısı içiyorsun ve emin ol ben hiç iyi bir kardeş değilim abi."
Gözlerim aniden sabah getirdiğim ve mutfağın tezgahına bırakıp, daha sonrada unuttuğum büyük saksı çiçeğine kaydı. Ani bir kararla su içmekten vazgeçerek onun yanına gittim ve sürahideki ılık suyu toprağına döktüm.
O tuhaf adam bana çiçeklere bir insanmışım gibi davranmamı istemişti. Bu çiçekte benim gibi susamış olmalıydı.
"Genelde soğuk birisiyim ama sen ölürsen ağlarım be kardeşim."
Abimin ani ve oldukça garip itirafından sonra kaşlarımı kaldırıp ondan tarafa döndüm. Abim bayık gözlerine inat canlı bir gülümsemeyi yüzüne yerleştirdi.
Evren -abimin ismi buydu- benim aksime sadece koyu renkler giyerdi ve oldukça soğuk bir kişiliği vardı. Sosyal hayatı sıfıra dank etse de, odasındaki hayat sonsuzdu. Kendi halinde takılan ve oldukça ifadesiz suratlı bir bireydi, fakat bazen öyle anlar oluyordu ki bir insan gibi gülümseyebiliyordu. Hatta bir insandan bile güzel gülümsüyordu.
"Yarın bana iyi davrandığın için pişman olacaksın." diyerek güldüm ve ağır adımlarla onun yanına gidip karşısındaki sandalyede oturdum.
Evren içki şişesini kafasına dikerek kazağının kokuyla dudaklarını sildi. "Etrafımdakileri üzmekten, onları hayal kırıklığına uğratmaktan ve zarar vermekten bıktım Erva." diyerek parmak ucuyla bardağı iteklemeye başladı.
"Sen mükemmelsin," dedim alayla gülerek. "Bu konuda endişelenme bile."
"Öyle mi dersin?" Benim gibi alayla güldü.
"Bazen bu dünyadan kaçmak istiyorum," dedi aniden ciddileşerek. "Ama yalnız gitmeye çok utanıyorum."
Kolunu masaya dayayarak kafasınıda kolunun üzerine yasladı. Bakışlarında ayrı bir ifade vardı bugün. Onun şu an, her şeyi dalgaya vurarak sadece gençliğini yaşayan o Evren olmadığını anlamıştım. Belki de büyüyordu ve büyüdükçe olgunlaşıyordu.
"İşte bu yüzden keşke dünyaya kocaman bir asteroit çarpsaydı ve herkes ölseydi. Topluca herkes boğulsaydı yada bütün denizler birer volkana dönüşüp patlasaydı ve herkes altında kalsaydı. O zaman bu intihardan sayılmazdı değil mi? Tanrı intihar ettiğim için beni cezalandırmazdı çünkü o zaman herkesle birlikte ölmüş olacaktım."
"Sen ölmek istiyorsan diğerlerinin ne suçu var? Onları niye öldürüyorsun ki?" diyerek önündeki içki şişesini aldım ve çöp poşetine atarak geri yerime oturdum.
"Benden kötü yaşayan insanlar var. Eğer ben yalnız başıma ölürsem onlara haksızlık olur. Bu yüzden yalnız başıma ölemem. Onlardan çok utanıyorum."
"Demek sarhoşken depresif Evren oluyormuşsun. Evet, bu her şeyi komik bulup salak salak gülmenden daha iyi en azından." diyerek kafamı iki yana salladım.
Ama neden söylediklerinin sadece içkinin etkisiyle olmadığını hissediyordum. Abimin gözleri neden bu kadar yorgun bakıyordu bugün? Hem çok zayıflamıştı. Bunun yoğun dersleri yüzünden olduğunu düşünüyordum ama şimdi ona baktığımda bunun sadece dersler yüzünden olmadığını çok iyi anlıyordum.
Belki de o kız yüzündendir? O kızın komaya girmesidir onu üzen şey? Aşk acısı çekiyor olabilir miydi?
"Ama sana ağabeyinden bir tavsiye bücür," diyerek aynı alaycılıkla konuşmaya devam etti. "Eğer bir gün ölmek istersen ani bir kararla sakın ölme. Mutlaka pahalı ve güzel bir iç çamaşırı giydiğin bir gün intihar et. Çünkü öldükten sonra seni yıkayacaklar ve iç çamaşırın eski olursa öldükten sonra rezil olursun. Ailen adına bizi de rezil edersin."
Abim sesli gülmeye başladığında bende onun gibi bunu dalgaya alıp gülmek istemiştim ama bunu yapmak neden bu kadar zor gelmişti ki? Sadece saçmalıyordu işte.
Dünya bir asteroitle çarpışmayacaktı, dünyanı yok edecek bir volkan patlamayacaktı, ve dünyanı su basmayacaktı. Hiç kimse ölmeyecekti.
Herkes her an yok olmaya hazır ama hiç bir zaman yok olmayan dünyanın içinde yok olup gidecekti.
Herkes intihar ediyordu saçma bir sebepten ötürü. Ama bizim saçma dediğimiz sebepler birisinin hayatına mal oluyordu her gün.
Aslına bakarsan, herkes biraz ölüyordu içinde. Kaldırımda öylesine yanından geçip gittiğin kızıl saçlı kızın kendini kaç defa öldürmeye teşebbüs ettiğini bilemezdin, yada her gün gülümseyerek aldığın simiti hazırlayanın intiharı kaç kez düşündüğünü, okul koridorunda arkadaşlarıyla gülüşen kızların kaç kez taciz edildiğini, birisine zorbalık yapan çocuğun evde kaç kez dövüldüğünü bilemezdin. Hatta derste yanında oturduğun sıra arkadaşının bile gömleğinin ardına sakladığı yaralarını bilemezdin.
Kötü diye tanımladığın insan dolayı yoldan senin hayatını kurtarırken, kötülerden kaçınmaya çalışan senin o kişilerin kendisini bir ucube olarak düşünmesini sağlayarak onu uçuruma ittiğini asla tahmin bile edemezdin.
Ben de bilemezdim.
Bugün otobüs durağında yanımda duran ve saksı çiçeğiyle beni sinirlendiren o adamın aslında nasıl zorluklarla uğraştığını hayatta bilemezdim. Aynı, odamın hemen karşısındaki odanın içinde yaşayan ama ne düşündüğünü asla göremediğim abimin hangi zorluklarla uğraştığını bilemediğim gibi.
Kalp röntgeni çektirsem göstermezdi ki, kaburgalarımdan asılmış insanları.
Bu yüzden sadece dış görünümüne bakarak birisinin çok mutlu diğerinin çok zavallı olduğunu söyleyemeyiz.
Biz insanız ve hâlâ düşünceleri okuma gücüne sahip değiliz.
"Yine de bu gece içtiğini anneme söyleyeceğim. Susma hakkı nakittir." diye konuşarak kaküllerimi parmağımla önüme doğru taradım.
Abim sızmak üzere olsa da seslice gülerek bir şeyler mırıldandı. "Tüh, yırtmak için o kadar uğraşmıştım halbuki."
Düşüncelerime düşen örümcek beyin kıvrımlarımla kendine ağ ördüğü için hepsini açıyordu ve ben kendimi düşünemiyormuşum gibi hissediyordum. Düşünmeyi boş verip, abimin yaptığı gibi kolumu masaya, kafamıda koluma yaslayarak uzandım.
Az önce boyadığım, çiçeklerle kaplı elimi havaya kaldırdım ve abimin alnına birkaç tutam dökülmüş kahverengi saçlarını arkaya doğru taramaya başladım.
Yarı açık gözleri bu haraketimle yavaş yavaş kapanmaya yüz tutmuştu. Evren saçlarıyla oynanmasını çok severdi. Saçlarına dokunduğunuz an mayışır, kendini uyumamak için zor tutardı.
"Hiç bir şey senin hatan değil," diye dudaklarımı acıtan bir nefesle fısıldadım. "Hiç bir şey önemli değil, ben yanındayım."
Sanki göğüs kafesimi çevreleyen paslı kaburgalarım yavaş yavaş çürüyerek kırılıyordu ve kalbime saplanıyordu. Sanki zihnimin tam üzerine küf kokulu bir kitap devrilmişti ve kefen giydirilmiş harfleri düşüncelerime batıyordu. Sanki çocukluğumun rekreasyonu olan ruhum, nefeslerimin üzerine toprak atmıştı ve eskimiş bez bebeklerimin küçücük bedenine hapsolmuştum.
Üşüyordum, susuyordum, ağlıyordum. Kemiklerim sızlıyordu. Ama bu acı fiziksel olmadığı için hiç kimse ruhumun üzerindeki intihar çiziklerini görmüyordu.
Sanki acı çekiyormuş gibiydim ama aynaya baktığımda gördüğümle, insanların bakışlarındaki yansımam birbirine çok tersti.
Biri intihar sebebimken diğeri intihar edendi.
❦
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top