29 ❦ kiraz çiçekleri ne çabuk soluyormuş, hiç var olmamış gibi
#kim jonghyun - skeleton flower.
❦
İçinde olduğumuz durumu anlatmak gerekirse diye söylüyorum, sabah kahvaltı yaparken Çağan'a yarın eve geri döneceğimi çünkü ailemin büyükannemlerden döndüğünü söyledim. İfadesiz bir surat takınsa bile bütün gün gergindi. Yada bana öyle gelmişti, bilmiyorum. Okula gitme numarası yaparak sokakta boş boş dolaşmış, her şey normalmiş gibi davranmaya kendimi hazırlayarak ona kocaman gülümsemek için bütün yol boyu prova yapmıştım. Tekrardan eve döndüğümde kapının orada beni bekleyen bir Çağan bulmuştum.
Sonuç olarak lunaparka getirmişti beni.
Sevgili köpeğimiz Tanuki'ye gelecek olursak, o şu an bir sepetin içinde Çağan'ın elindeydi. Sepeti kendinden uzakta tutabildiği kadar uzatmıştı kolunu ve tuhaf görünüyorlardı.
Az önce elime zorla tutuşturduğu çikolata parmaklarım arasından kayarak karların üzerine yere düşüverdi. Gökyüzü yavaş yavaş kendini karanlığa teslim etmeye hazırlanıyordu ki benim aydınlığım kalbimde doğmuştu.
Burası harikalar diyarıydı ve o benim Alice olmama izin vermişti.
Çocuksu bir heyecanla gülümseyerek bakışlarımı yanımdaki adama çevirdim. "Şu büyük şey ne?" diye işaret parmağımla renkli aleti gösterdim.
Çağan alayla gülerek yürümeye başladı. "Dönme dolap."
Açık kalmış ağzımı kapatıp onun arkasından koşmaya başladım. "Peki şu?"
"Çarpışan arabalar."
"Ya şu Dambldorun sakallarına benzeyen?"
"Hız treni."
"Ya, ya.." diyerek kendi etrafımda döndüm ve hangi aletin ismini soracağımı şaşırdım. Burada bir sürü internetten fotoğrafını gördüğüm oyuncaklar vardı. Burası tek kelime ile mükemmeldi.
"Kız çocuğu, hangisine istersen binebilirsin. İsimlerini bilmesen de olur."
Başımla onu onayladığımda gülümseyip çarpışan arabalara doğru yürümeye başladı. "Önce şuna binmek ister misin?"
Ama tabii ki onu dinlemedim ve onun gittiği yönün ters yönünde koşmaya başladım. İstediğim her şeye binebileceğimi söylemişti.
Yaşlanana kadar burada yaşayacağım!
Kendi kendine dönen atların yanındaki adamdan bu aletin atlıkarınca olduğunu öğrendim ve zaman kaybetmeden beyaz atın üzerine oturmuştum. "Hadi gidelim bebeğim!"
Elimi Superman gibi öne uzatarak güldüm. Odak alanıma Çağan girdiğinde ise bir elini siyah montunun cebine sokmuş, diğer öne doğru uzattığı köpeği tutan kolunun yorulduğu için yavaş yavaş yanına indiğini ve beni izlediğini gördüm.
Atlıkarıncayla kendi dünyamın etrafında dönerken aklıma okuduğum bir kitaptaki cümle takılı kaldı. Edip Cansever bir gün şöyle demişti:
Sanki kar yağışlarının ardından,
Uzun süren kar yağışlarının ardından,
Sevimsiz bir lunaparkta,
Kimsesiz bir atlıkarıncayım.
Çok güzel değil mi? Bir zamanlar çocuklar için olduğunu düşünüp küçümsediğim atlıkarıncanın beni hayalden hayale vurması?
Yorgun, bir sürü sırra ev sahipliyi yapan, uzun süren kar yağışlarını atlatmış ruhum için hiç gitmediğim lunaparktaki, hiç binmediğim atlıkarıncaydım, sanki.
Atlıkarınca durduğunda hızla ondan inerek Çağan'ın yanına gittim. Dudaklarını bir şeyler söylemek için aralamıştıki tekrardan koşmaya başladım. Doğal olarak lafını ağzına geri tıkmış oldum. Bunu yapmak istememiştim ama gözüme aniden takılan güzellikle kendimi tutamamıştım.
Ortalıkta deli gibi koşuşturarak ismini Çağan'dan öğrendiğim Hız trenine bindim. İnsanlar bana deliymişim gibi bakıyorlardı. Ama neden ki? Ben sadece küçük çocuklar gibi davranmaya çalışıyordum. Ve sanırım biraz fazla abartmıştım. Bu alet midemi biraz bulandırsa da sonunda keyif aldım.
Çağan yine beni sessizce bekliyordu. Yine aynı şekilde aletten indiğimde gülerek onun yanına gittim ve hiçbir şey söylemeden yanından koştum. Bu onu sinirlendirmişti. Ama onu sinirlendirmek hoşuma gidiyordu.
Sırasıyla bütün aletlere bindim ve Çağan bütün gün benim peşimden koşuşturdu. Yorulmuştu artık.
Bir elini duvara yaslayıp solukladığında onun yanına giderek mutluluktan gülümsedim. Kalbimin içinde kumdan kalesini inşa etmiş heyecan bütün damarlarımda dalgalanıyor, hayallerimin kapısını aralıyordu. Ve konuşarak onun başını şişirmeye başladım.
"Çağan çok fazla normal davranıyorum değil mi? İnsanlar lunaparka ilk kez geldiğimi fark etmediler değil mi? Görgüsüz gibi ortalıklarda dolaşmıyorum değil mi?"
Bana cevap vermedi. Hâlâ nefes nefese kalmış bir şekilde duruyordu.
Onun beni fark etmesi için sinsice yerdeki karlardan kartopu yaptım ve onu hızla Çağan'a fırlattım. Kartopu tam kafasına denk geldiğinde "Bingo!" diye bağırdım ve insanların bize dönen bakışlarını umursamayarak koşmaya başladım.
Koştum, koştum, ta ki ayağım takılıp düşene kadar.
Klasik Erva.
Avuç içlerim ve dizlerim soğuk zemine denk geldiğinde acıyla inlemiştim. Yine düşmüştüm.
Çağan yanıma geldi ama beni kaldırmak yerine yanıma oturarak, sepetin içindeki köpeği yere bıraktı. Korkmasına rağmen, bugün bütün gün onunla ilgilenmişti.
"Bazen o kadar çok kız çocuğu olduğunu reddetiyorsun ki, sana inanıyorum." Dünyanın son kalan kırıntılarını yutmak istermiş gibi iç çekti. "Ama sonra öyle küçük bir şeyle bana ne kadar küçücük olduğunu kanıtlıyorsun ki.."
Bakışlarını benden çekerek kalabalığa dikti ve nefeslerini düzene sokmaya çalıştı. Kocaman dünya yine onun kalbine sığınmıştı.
Sonra hiçbir şey söylemeden karların üzerine uzandı ve insanların bize karşı tuhaf bakışlarına sebep oldu. Ben de onun yanına uzanarak gökyüzündeki yıldızları izlemeye başladım.
Tuhaf adamın, tuhaf yıldızları izleyiş şekli.
Öyle herkes gibi pencereden hayaller kurarak dramatik bir an yaşamıyordu, onun yerine soğuğa bedenini teslim edip, insanların önyargıları eşliğinde gökyüzünü izliyordu.
"Sensin çocuk!" diyerek itiraz ettim.
Bir yıldızı onun gözünden izlemek isterdim doğrusu. O kadar naif, o kadar kırılacakmış gibi bakıyordu ki gökyüzüne. Sanki sevdiği herkes gökyüzünden onu izliyordu da, ailesini kaybetmiş ama her daim onu izlediklerini sanan küçük aptal çocuklar gibi mutlu görünmeye çalışıyordu.
"Hayır sensin!" diye söylendi küçük çocuklar gibi.
"Ben çocuk olamam. Hem çocuk olursam benimle evlenemezsin."
"Benimle evlenmeyi bu kadar çok mu istiyorsun?"
"Bilmem. Senin gibi tuhaf bir adama ait olmak eğlenceli olurdu." Çağan yerinde kımıldayarak bakışlarını gökyüzünden çekip onu izleyen gözlerime sabitledi. Düşünüyorum da, yıldızların altında iki yaralı kalp olarak çok yakışıyorduk birbirimize.
"Bir kadın bir adama ait olmaz." diyerek soluklandı. Ve devam etti. "Bir kadının vücudu, dudakları hatta ruhu bile bir adama ait olamaz kız çocuğu. Böyle bir şeyi isteme,
"Adam o kadını sahiplenmek yerine üzerinde titremeli. Dokunmaya kıyamamalı, bakmaya kıyamamalı. Kalbine dokunurken canını acıtmaktan deli gibi korkmalı. Ona özgürlüğünü vermeli. Özgürlüğünü almamalı. Ondan gideceğini bilse de kendi elleriyle ona uçmayı öğretmeli.
"Biliyor musun kız çocuğu? Bence bir kadının sadece gülüşü bir adama ait olmalı. Sadece gülüşü.."
Acaba nasıl olurdu? Çağan'ın sevdiği kadın olmak? Bir ihtimal mucize gibi bir şey değil mi?
"Sen hiç bir kadına kendi ellerinle uçmayı öğrettin mi?" diye sordum kendimi tutamayarak. Ama cevap vermedi bakışlarını benden çekerek yıldızlara dikti. Bende onun gibi yıldızlara bakmayı seçmiştim zaten. Ama bir süre sonra sessizlikten sıkılıp işaret parmağımı gökyüzüne kaldırdım.
"Şu yıldız sana benziyor Çağan." diyerek güldüm ve diğer yıldızı gösterdim. "Şu da, diğeri de, onun yanındaki de, ondan sonraki de, en parlağı da, en küçücüğü de, en tuhafı da, en güzeli de.. Bütün yıldızlar birleşerek gökyüzüne seni çizmişler sanki."
İnsan sevdiğinin yansımasını gökyüzünde görürmüş, çünkü tüm yıldızlar onları bir araya getirmek için plan kurarmış, derdi hep ağabeyim.
Gülerek bana karşılık verdi. "Yıldızlar kadar parlıyorum yani?"
"Yıldızlar kadar yalnızsın."
"Ben yalnız değilim ki," diye fısıldadı. "Sen varsın."
Sen varsın.
Doğru ben varım. Ben vardım. Ben hep var olacaktım. Ve ben hep senin yanında olacaktım.
Hızla Çağan'a taraf dönerek ne onun ne de kendimin benden beklediği bir şey yaptım ve ona sarıldım. Yüzümü göğüsüne saklarken kalbim kendi varlığını unutmuş gibiydi.
"Şaka yapmıştım zaten, o yıldızlar tavşana benziyorlar."
Çağan bir süre sessiz kalsa da sonunda seslice güldü. "Ben seninle ne yapacağım kız çocuğu hiç bilmiyorum."
"Sevebilirsin." dedim onun gibi seslice gülerek.
"Senin dilin fazla uzadı. Başka düşünecek bir şeyin yok mu hem? Ödevin falan?"
"Yemişim ödevini asıl ödev hayatın sınavından geçebilmektir." diyerek yaşlı teyzeler gibi konuştum. Çağan mahalle karıları gibi olan aksanımdan rahatsız olduğu için kafama fiske atarak susmamı istediğini belli etti. Ben de sustum.
Bir Erva'ya ters olsa da onunla sessiz kalmak bile güzeldi.
O konuşmayı sevmezdi ben susmayı. Yine de hiç "Neden bu kadar gürültücüsün?" diye soramadım.
"Çağan," dedim fısıltılı sesimle. "Sanırım donuyorum. Kışın ortasında karların üzerine uzanmak hangi akla hizmet ki zaten?" Ama tabii kendimi tutamamıştım. Sonuçta ne derler bilirsiniz, insanın canı çıkarda huyu çıkmazmış.
Çağan ayağa kalkarak beni de kaldırdı ve sepetin içinde uyuyakalan köpeği alarak, eve doğru birlikte yürümeye başladık.
Sessizdi, suskundu. Bütün kelimeler onun için solmuş gibiydi sanki o gece. Lunapark eve birkaç kilometrelik mesafedeydi. O yolu sessizce yürümüştük. Niye bu kadar suskundu çözememiştim. Ben zaten onu ne zaman çözmeye çalışsam kendim düğüm oluyordum.
Ve artık kör düğümdüm.
Her ne kadar bunu yapmayı hiç doğru bulmasam da montumun cebindeki telefonumu çıkararak ses kayıt uygulamasına tıklayarak telefonu geri yerine bıraktım. Daha sonra kendi adımlarımı bilerekten sessizce atmaya başladım, onun adımlarının sesi kalbime kaydedilsin diye.
Nefret ettiğim o sokağa girdiğimizde karın bulutlardan koparak usulca üstümüze döküldüğü fark ettim.
Usulca yağan karın altında, ıssız kaldırımda bıraktığı sessiz adım seslerini kaydettiğim bu adam, nefes alışlarıyla bile ruhuma dokunan bir melodi yaratıyordu. Asla dokunamayacağım bir melodi.
"Sen unutacak mısın?"
Çağan birkaç adım önümden yürümeyi bırakarak duraksadığında bana doğru döndü. Sorduğu soru, kalbimin derinliklerinde bir yerde daha önce de duyduğum bir yemin gibiydi. O an neden bahs ettiğini anlamadım.
"Bütün bu zamanları, bütün bu anıları, bütün bu duyguları, bakışmaları, gülümsemeleri, bütün bu sessizliği ve beni."
Bakışlarında çözemediğim bir hüzün vardı. Hep gördüklerimden farklıydı bu seferki. Belki de daha derin, daha yaralayıcı ve daha hüzünlü. Tıpkı eski bir anı, geçmiş bir mutluluk ve ulaşılamaz bir şarkı gibi.
Loş sokak lambalarının altındaki uzun montlu ve dağınık saçlı adam, karın usulca montuna indiği ve orayı renklendirdiği adam, kalbime tuttuğun ışık güneşten bile daha kuvvetli. Hem kalbimi ısıtıyor hem orayı aydınlatıyor.
Elimde tuttuğum sepetin kulpunu sıktım. Ne diyeceğimi bilemiyordum.
Seni unutmak kolay mıydı ki?
"Sen bütün bunları unutacak mısın?" diye sorusunu yineledi.
O an, nefret ettiğim o sokaktan rahatsızlık duymadım. Hep koşarak geçtiğim o sokağın ortasında durmuş, onu dinlemek dünyadaki en harika şeydi sanki. O sokağı sevmeye başladım.
O anı ona vereceğim basit bir cevapla mahv etmek istemediğimden sessiz kaldım. O sokağın tam ortasında yağan karın altında durmuş, hüzünlü bakışlara sahip bu amcayı unutmak hiçte akıl işi değildi.
Ailemi unutmak hiçte kolay değildi.
"Çünkü ben unutmayacağım," dedi. "Asla."
❧
Eve geldiğimizde Çağan kendi odasına gitti ve bir daha dışarı çıkmadı. Ben de doldurulmuş buzdolabından karnımı ve köpeğimi iyice doyurdum ve uyuduğum odaya çıkarak üzerimdeki ıslak kıyafetleri değiştim. Tanuki'yle bolca sohbet ettim, okşadım, uyuması için ona annemin ninnisini söyledim çünkü daha yeni ameliyat olmuştu ve uyuması gerekiyordu. Daha sonra odanın içinde boş boş dolanmaktan sıkılıp aşağı inmiştim. İçimdeki sıkıntılı nefesi dışarı üfleyip salondaki koltuğa kendimi attım ve televizyon kumandasını sahiplenerek çizgi film açtım.
Esrarengiz kasaba.
Çizgi film izlemek çocuk işi olabilirdi ama Esrarengiz Kasaba asla bir çocuk çizgi filmi değildi. Bir kere orada Stan gibi dolandırıcı bir amca vardı. Çocuklar onu izleyemezdi. Ben mesela, geleceğe üçkağıtçı çocuklar yetiştirmemek için izin vermezdim izlemelerine.
Gerçi kanlı canlı kanıt bendim. Esrarengiz kasaba izlemekten Stan'in bütün huyları ben de can bulmuştu resmen. Kolayca yalan söyleyebiliyordum, oyunculukta Oscarlık sahnelerim vardı.. ve daha neler neler. Bakmayın siz böyle tatlı, masum, ana kuzusu olduğuma. Hinoğlu hinimdir ben. Kaş dağıtayım derken göz çıkarmışlığım vardır.
Kılıfımı basarım ben de şu Dipper'in şansından vardı. Şu turuncu kafalı kendinden yaşça büyük kızı çok seviyordu ama kız bana mısın demiyordu. Lanet olsun yaş farkı anlayışı!
"Esrarengiz kasaba?" arkamdan duyduğum sesle irkildim. Bakışlarımı televizyondan çekerek Çağan'a diktiğimde yanıma gelip koltukta oturmuştu. Ani gelen bir şaşkınlıkla dudaklarımdan "Diyorsun," diye bir nida yükseldi.
Esrarengiz kasaba mı izliyordu? "Sen çizgi film mi izliyorsun?" dedim merakıma yenik düşerek.
"Esrarengiz kasaba çizgi film değil. Orada Bim gibi zihin sapığı var bir kere." Gülerek bakışlarımı televizyona çevirdim ve izlemeye başladım.
Çağan Eflah çizgi film izliyordu.
Onunla zaman geçirmek güzeldi. Onunla bir sürü olay yaşamıştık, birlikte. Tekerlekli sepet kavgası yapmıştık, süpermarketten kovulmuştuk, beni Kilisede bırakıp gitmişti, lunaparka gitmiştik, kartopu savaşı yapmıştık ki -bu tek taraflı bir oyun olmuştu, karların üzerinde bile uzanıp yıldızları izlemiştik.
Şimdi de çizgi fim izleyip bir taraftanda yaşlı teyzeler gibi karakterlere onu yap şunu yap diyorduk. Hatta Çağan bir ara sinirlenip karaktere küfür bile etmişti.
"Hayır ben anlamıyorum," dedim aniden sinirlenerek. "Nedir bu Dipper'in çektiği çile? Kitabın sahibi kim ya?"
"Stan'in abisi. Hani altı parmaklı varya o, sona yakın gelecek."
Gözlerimi kocaman açıp Çağan'ı süzdüm. Ancak bu kadar hevesle çizgi film izleyebilirdim. "Niye söylüyorsun? Belki ben merak etmek istiyorum?"
"Sormasaydın o zaman?"
Önüme dönerek televizyonu izlemeye başladım ama çizgi film çoktan bitmişti. Tekrardan büyük neşeyle Çağan'a döndüm. Onu incelemeye başladığımda yine pembe pijamasını giydiğini görmüştüm. Çok tatlıydı.
"Kız çocuğu," diyerek ayağa kalktı Çağan. "Hadi yatağa. Geç oldu." Ne kadar ona inat oturmak istesem de kafamla onaylayıp merdivenleri çıkmaya başladım.
Ne fark ederdi ki? Zaten bütün geceni uyuyamayacaktım.
Odanın kapısının önüne geldiğimde hızla koşmaya başlayarak Çağan'ın odasına girmeye çalıştım ama Çağan beni belimden yakaladığı gibi havaya kaldırmış kendi odama sokmuştu. "Beni hiç dinlemiyorsun Erva." Sadece Çağan'ın yıldızlı dünyasında uyumak istiyordum.
"İyi geceler, kız çocuğu."
Sonra da odadan çıkıp kapıyı kapatmıştı zaten. Yine gitmişti. Her zaman yaptığı gibi. Ben ise sadece sırtındaki ucu kalbine dokunan yaraları sayarak gidişini uzaktan izlemiştim.
Tahtadan kılıcını kalbime saplayan beyaz atı olmayan sahte şövalyeydin sen. Ama ben yinede hiç prenses olamayan aklımla seni sevmiştim.
Bizim bu masalda yerimiz yoktu sarmaşıklı adamım. Ama biz yinede bir destana konu olacak kadar güzeldik.
❧
Avuçlarım arasında tuttuğum yastığı sıkıca göğüsüme bastırarak sol elimi havaya kaldırdım ve kapıyı birkaç kez tıklattım. Dördüncü tıklatışımda yaklaşan ayak seslerini duymuş, havada kalan elimi indirmiştim. Kapı açıldı.
Yüzünde yastık izleri olan, saçları dağılmış ve uyku mahmuru bir ifadeyle karşımda duran adama gülümsemek istedim. Ama yapamadım. Ben sorun yokmuş gibi davransam da, gece olduğunda ve aydınlık geri çekildiğinde bütün acılar boğazıma yapışıyordu.
"Bu gece seninle uyuyabilir miyim?" diye sordum kısık çıkan sesimle. Bir şey söylemesine izin vermeden konuşmaya devam ettim. "Bu gece son. Bir daha bunu istemeyeceğim."
Çünkü bir daha burada seninle kalmak gibi bir şansım olmayacak.
Çağan birkaç saniye sessiz kalarak yüzüme anlamadığım ve bugün bütün gün yüzünde olan bir ifadeyle baktı. Sonra kapının önünden birkaç adım sağa doğru gitti ve geçmem için boşluk yarattı. Buna şaşırsam mı, yoksa içeri geçsem mi diye bir ikilemde kalsam da en sonunda ağır adımlarla içeri girdim.
Kapıyı ben geçtikten sonra kapatarak, odanın ortasında durmuş boş boş etrafa bakan benim yanımdan geçerken elimden tuttu ve beni de peşinden yatağa götürdü.
Yatağa uzandığımızda kendimi tuhaf hissediyordum. Çağan arkasını bana dönerek yatağın en dibine gitti. Aramıza bir kişi sığacak kadar mesafe bırakmıştı.
Girmek için o kadar savaştığım odadaydım ve ilk kez onunla birlikte uyuyacaktım. Fakat içimdeki bu hüzün de neyin nesiydi.
"Yarın gideceğim için söylüyorum, her şey için teşekkür ederim. Bana karşı hep kibardın ve sürekli arkamı topladın ve bana lezzetli yemekler yaptın, istediğim her şeyi aldın ve.."
"Kes şunu."
Çağan'ın aniden lafımı kesmesiyle duraksasam da konuşmaya devam etmedim. Ama içimdeki kuyu giderek büyüdü. Kendimi durduramadım. Onun bana döndüğü sırtındaki bakışlarımı karanlıkta parlayan yıldızlara çevirerek, tavanı izlemeye koyuldum.
"Umarım, bir gün evlilik teklifimi kabul edersin."
"Sadece uyu, kız çocuğu."
"Umarım, bir gün evlilik teklifimi kabul edersin."
"Uyu."
Buna dayanamıyordum. Sürekli ona olan ilgimi görmemezlikten, duymamazlıktan geliyordu. Onunla evlenmek istememi bir şaka sanıyordu belki ama ben hayatımda bu kadar ciddi olduğum başka bir konu bilmiyordum. Dalga geçtiğim bütün duygularım gerçekti. Bunu göremeyecek kadar kör müydü?
"Umarım," diye konuşmaya çalıştığımda sesim sona doğru kırıldı. Ama durmadım. Aslında duramadım. "Evlilik teklifimi kabul edersin."
Çağan benden tarafa dönerek öfkeli bir ifadeyle yüzüme baktı. "Bazen sevdiğin şeye sahip olamazsın, kız çocuğu. Onu uzaktan izlemen daha iyidir."
"Hayır." diyerek ona karşı çıktım. Ben sevdiğim şeylere sahip olmak istiyordum. Onlara sahip olamayacaksam onları sevmemin anlamı neydi ki?
"İnan bana,"
"Hayır!" Yatakta hızla doğrularak oturdum ve o cümlesini bitirmeden yine ona itiraz ettim. "Kesinlikle bunu kabul etmiyorum."
"Kız çocuğu beni dinle," Çağan uzanarak elimi tuttu. Bu onun karşısındakini sakinleştirme yöntemiydi. Artık çözmüştüm.
Elimi ondan kurtararak onun bileklerin tuttum. Bunu beklemediği için şaşırdığı için ellerini benden kurtarmadı, ben de bundan faydalanarak üzerine çıkarak karnının üzerinde oturdum. Bileklerinden tuttuğum ellerini kafasının yanından yatağa bastırdım ve onun üzerine eğildim.
"Bu iyi bile olsa ben sevdiğim şeylere benim sahip olmamı istiyorum. Sadece benim!" diye bağırdım içimdeki sönmeyen bir öfkeyle. "Onları hiç kimseyle paylaşmam. Asla."
Sesim odanın içinde yankılandığında ağlamak üzereydim. Onun başka birisinin olma ihtimali bile beni çıldırtıyordu. Nasıl onu uzaktan izlememi söyleyebilirdi bana? Peki bugün beni asla unutmayacağını söylemesi?
Hiç düşünmeden öfkeyle kavrulan dudaklarımı onun dudaklarına yaklaştırdım. Bu çıkışımı hiç beklemediği için şaşkınlıktan kımıldayamamıştı bile. Dudaklarıyla dudaklarım arasında bir nefeslik bir mesafe kaldığında duraksadım. Tenime çarpan sıcak nefesi, hemen altımda hissettiğim atan kalbi ve bakışları.
O an için dünyadan vazgeçebileceğimi hissettim. Sadece tek bir an için her şeyden vazgeçebilirdim.
Dudaklarımı dudaklarından çektim ama geri çekilmeden boynuna yöneldim ve bütün öfkemi ondan çıkarmak istercesine boynunu ısırdım. Çok sert ısırdığım için midir bilinmez, Çağan'ın acıyla inlediğini duymuştum. Ama geri çekilmedim. Damağıma kanın tadı yayıldığında dişlerimi teninden çekerek kanayan yerin üzerinde dilimi gezdirdim.
Daha sonra kafamı boynundan kaldırarak tekrardan yüzüne baktım. Ama karşılaştığım manzara beni duraksatmıştı. Gözleri dolan Çağan'a bakarken içim acıdı. O kadar mı sert ısırmıştım onu? Ama sadece bir ısırık için ağlamayacağını biliyordum. Başka bir şey vardı. Bana söylemediği ve asla söylemeyeceği bir şeydi. Bu beni daha da öfkelendirdi.
"Sadece benim olsun istiyorum. Seni hiç kimseyle paylaşmak istemiyorum. Ölsem bile istemiyorum!"
Tekrardan boynuna yöneldiğimde ısırdığım için kızaran ve kanayan yerin yanına dudaklarımı bastırdım. Tenindeki tatlı tat, beni şeker krizine sokacak kadar lezizdi. Onu bırakmak istemiyordum. Ondan uzaklaşmak istemiyordum. İçimdeki durduramadığım hüzünle boynunu emmeye başladığımda bileklerini ellerimden kurtarmaya çalıştı ama boynunu tekrardan ısırarak onu uyardığımda vazgeçti.
Bir başkasına gülümserse..
Boynuna bastırdığım dudaklarımı geri çekerek kızarmış yere hafif bir öpücük kondurdum.
Ona da böyle nazik davranırsa..
Kısa ve ıslak öpücüklerim boynunda yol çizerek aşağılara doğru indiklerinde gözyaşlarıma engel olamadım.
Saçlarını okşarsa..
Köprücük kemiklerine dudaklarımı bastırmaya başladığımda kirpiklerimden damlayan gözyaşları onun tenine düşmüştü.
Bir başkası da sever onu.
Gözyaşlarımın arasında onu sanki ellerimden kayacak bir su misali sıkıca tutarak derince öpüyordum. Sanki şu an ellerimden uçacak bir kuş gibiydi.
O zaman ben ne olacağım?
"Yapma," Çağan'ın acı çeken kısık sesini duyduğumda duraksadım.
Ya beni unutursa?
Dudaklarımı omuzuna son kez bastırarak kafamı kaldırdım ve ona baktım. "Neden?" diye sordum hüzünle karışık bir öfkeyle. "Benden rahatsız mı oluyorsun?"
Ya beni unutursa?
Çağan derin bir nefes aldı. "Öyle değil."
Ya beni..
Ona yaklaşarak burunlarımızın birbirine değmesini sağladım. "O zaman benden etkileniyor musun?"
Çağan cevap vermediğinde tekrardan boynuna yöneldim ve dudaklarımı ısırdığım yere bastırdım.
"Evet," diye itiraf etti en sonunda.
Tekrardan kafamı kaldırarak tam gözlerinin içine baktım. "Beni kız çocuğu gözünde gördüğünü sanıyordum."
"Çok acımasızsın."
Dudaklarıma değen nefesi içime akarken onu öpmek istedim ama kendimi durdurdum. Onu öpen ilk kişinin ben olmasını istemiyordum. Bunu onun yapmasını istiyordum.
"Çağan," diye fısıldadım karanlığa doğru. "Öp beni."
Yaşlı gözlerini gözlerimde gezdirdikten birkaç saniye sonra dudaklarıma dokundurdu. Nefesinin kesildiğini hissediyordum ama en çok nefessiz kalan bendim. Ben, beni öpmesini beklerken bakışlarını dudaklarımdan çekerek benden kaçırdı.
"Korkağın tekisin."
Önce yüzümü yüzünden uzaklaştırdım, daha sonra karnının üzerinden inerek yatağın üstündeki yastığımı aldığım gibi yataktan indim ve ayaklarımı yere vura vura odadan çıktım.
Cidden korkağın tekiydi. Beni öpemeyecek kadar korkaktı. Kendine sürekli sınırlar çizen ve o sınırların içinde kendini boğan kocaman bir aptaldı.
Kendi odama girdiğimde yatağın üzerine oturarak derin nefesler almaya başladım. Teninin tadı hâlâ dudaklarımdaydı. Acaba canını fazla acıtmış mıydım?
Yine de o, Çağan Eflah bile olsa korkağın tekiydi.
Yoksa gerçek korkak sadece ben miydim?
❧
On beş dakikanın sonunda hâlâ yatağımın üzerinde oturmuş yerde kendi köşesinde uyuyan Tanuki'yi izliyordum. Odayı aydınlatan hafif ay ışığı pencereni açtığım için daha parlaktı. Rüzgar yüzünden hafifçe uçan perde ve içeri dolan uysal kar. Acaba Tanuki üşümüş müdür?
Pencereyi kapatmak için ayağa kalkmak istedim ama kapının tıklatılmasıyla tekrardan yatağa oturdum. Birkaç tıklanıştan sonra açılan kapıya bakmadan Tanuki'yi izlemeye devam ettim.
"Kız çocuğu,"
Cevap vermedim.
Çağan kapını kapatarak bana doğru ilerlediğini fark ettim ama onu görmezden gelmeye devam ettim. Yatağa, tam arkama oturduğunda ise saçlarından gelen taze şampuan kokusunu aldım. Duş mu almıştı? Neyse, bu beni alakadar etmezdi.
Onu görmezden gelmeye devam ettiğim sırada kollarını bedenimin yanlarından geçirerek sol elimin bileğini tuttu. Sessizce ne yaptığını izlerken başparmağıyla bileğimdeki soluk dikiş izini okşamaya başladı. Daha sonra diğer elinde tuttuğu fırçanı bileğime bastırarak orayı boyamaya başladı.
"Ne yapıyorsun?" diye istemsizce sordum.
"Yaralarını sadece çiçeklerin iyileştirdiğine inandığını söylemiştin." diye son derece dikkatle bileğimi boyamaya devam ederken konuştu.
"Son zamanlarda yaralarını iyileştirmeye çalıştığını hiç görmedim."
Sessiz kaldım ve o elinde çıkageldiği boyayla bileğime çiçekler çizmeye başladı. İlk kez birisi, ilk kez benim dışımda birisi yaralarımı iyileştirmeme yardım etti.
"Sana acı vereceğimi biliyorum ama bunun için sürekli özür dileyeceğimi de biliyorum. Çünkü duyguları olan birisi böyle yapardı."
Bileklerimden avuçlarımın içine kadar taze açmış kiraz çiçekleri çizmeye başladı. Çenesini omuzumun üzerine yaslamış, kısık sesiyle konuşuyordu. Hayır, sesi kısık değildi, kırıktı.
"Bundan 10 yıl sonra ya da bilemedin 15 yıl sonra mutlu olacaksın. Gülümsemeni izleyeceğim ben de. Biliyor musun neden?"
O an, hiç bilmemeği diledim. Çünkü az çok bu konuşmanın ne olduğunu hissediyordum.
"Çünkü yıllar sonra bir kaldırımda yürürken telefonun elinden kayıp kaldırıma düşecek ve sen onu almak için eğileceksin. Seninle beraber birisi daha eğilecek ve elleriniz çarpışacak yavaşça. Onunla göz göze geleceksin. Sana gülümseyecek. O hep derler ya karnında kelebekler uçuşur diye işte öyle bir şey olacak. Birisinin gözlerine aşık olacaksın."
Seslice güldü. Gülümsemesi canımı yaktı.
"Yada bilemedin, yıllar sonra bir şirkette çalışırken çok yorulduğun için hava almağa şirketin bahçesine çıkacaksın. Orada ruhsuzca otururken birisi yaklaşacak sana, onu gördüğün an yüzünde gülümseme oluşacak. 'Gökyüzü kadar masumdu' diyeceksin. Seni güldürmeyi başaran birisi olacak ve hayatının geri kalanında bunun için çabalayacak. Çünkü benim kız çocuğuma ancak gülmek yakışıyor. Acı çekince çirkef bir şey oluyorsun zaten.
"Kes şunu," diye fısıldadım acı dolu bir sesle.
"Yada gizemli birisi sana hep hediyeler gönderecek. Seni çocuk masumluğuyla sevecek. Yani böylelikle karşına hep birileri çıkacak. Hep birileri girmeye çalışacak hayatına. Seni mutlu etmek için hep birileri uğraşacak. Onları hayatına al ve onları sev."
Elindeki fırçanı yatağın üzerine bırakarak boyadığı bileğimi dudaklarına götürdü ve renklerin altında kalan yaramı öptü.
"Biz yıllar sonra seninle karşılaştığımızda bana hâlâ aşık gözlerle bakmanı istemiyorum. Sana acı vermekten nefret ediyorum. Bu yüzden beni unutmaya çalış, başka masum insanlara fırsat ver. Onlar seni benden daha mutlu edecekler, eminim. Ve Çağan'ın kız çocuğu."
Duraksadı. Bileğimi bırakarak kollarını küçük bedenime doladı ve alnını omuzuma gömerek bana sıkıca sarıldı. Son kez, sarılıyormuş gibi.
"Yıllar sonra gelecekte belki bir gün karşılaşırsak ve hâlâ bana böyle bakarsan, seni kendi ellerimle geberteceğim," diyerek güldü. "Ben yolda tesadüfen karşılaştığımızda sana gülümseyerek selam vermek istiyorum."
Ya beni unutursa?
O zaman ne yapacağım?
"Çağan'ın kız çocuğu olmanı istemiyorum artık."
Sanırım hiçbir şey. Beni unutmaması için hiçbir şey yapamayacağım.
Seninle lunaparka gittiğimizde ben kaldırımın oraya düşmüştüm ya hani, beni kaldırmak yerine yanımda oturmuş yıldızları izlemiştin. O zaman aslında bana hayatım boyunca gösterebileceğin en güzel manzaranı göstermiştin sen. Düşsem bile, dizlerim yara üstüne yara alsa bile, kalkmam için bana elini uzatacak hiç kimse olmasa bile sorun değildi.
Sen yanımdaydın. Sen yanımda olduğun sürece hiçbir şey önemli değildi.
Ve sanki o an, yemin ederim sonsuzduk.
桜
(SAKURA)
Fısılda kulağıma usulca;
Seni gördüm oradaydın de,
Acının bittiği,
taç yapraklarının uçuştuğu o yerde.
Elindeki çiçeklerle beni bekliyorsun,
Karanlığın içinde kaybolmuş ışığını buldum.
Ve sen..
Topraklarıma elindeki çiçekleri eken o bahçıvansın.
Bana yalanlar söyle usulca;
Çok güzelsin de mesela.
Umudun can aldığı,
ölümün filizlendiği o bahçede,
Siyah tuvalini boyayarak geliyorsun bana.
Fakat ben..
Fırçasını kaybetmiş o ressamım.
Boyayamıyorum geçmişi,
Üzerine tekrardan yazamıyorum bizi.
Çiçekleri solmuş bahçede ağlayan seni gördüm.
Bu yüzden,
Sırf bu yüzden.
Fısılda kulağıma usulca;
"Renklere inanmıyorum," de "inandır beni."
❦
Merhaba,
Şimdi bir açıklama yapacağım; Ağustos'ta dershanem başlıyor ve üniversiteye hazırlandığım için yoğun olacağım.
Bu nedenle TY yazmaya zaman bulamayabilirim. Zaman bulsam bile aceleye getirmek ve başımdan savmak için bölüm yazmak istemiyorum.
Bu yüzden TY benim için ne kadar özelse (baştan dört kez tekrardan yayımladım, yani o derece) sizin içinde o kadar özel olmasını isterdim.
Üniversite sınavlarımı verdikten sonra, gelecek yıl bu zamanlar TY tekrardan kaldığım yerden başlayacağım. Demek istediğim buradan araya sezon finali giriyor.
Sizi bu kadar beklettiğim için üzgünüm ve beni bekleyenlerin sonsuz sabrı için teşekkür ederim.
Umarım, geri döndüğümde hâlâ TY seviyor ve bekliyor olursunuz.
Kısa hikayelere ve fic'lere gelecek olursak. Sanırım zaman buldukça yazacağım. Çünkü yazmazsam ağlarım. Ben de ağlarsam anam ağlar.
Neyse, lafı fazla uzatmadan ve karizmayı çizdirmeden gidiyorum.
Taç Yaprağı'nı okuduğunuz için teşekkür ederim.
Sevgilerle,
Y.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top