2 ❦ Venüs'e taşınan çocukluk



#rm - rain.




"Şarkı dinlemek istiyorum." Yağız'ın yavru köpek bakışları eşliğinde ellerini havaya kaldırıp benden bir ricada bulunmasıyla, bakışlarım önce etrafı sonra da karşımdaki sarışın küçük çocuğu incelemeye başlamıştı.

Ellerimi onun gibi havaya kaldırıp işaret diliyle ona karşılık verdim. "Bunu herkesin içinde yapamayacağını biliyorsun değil mi?"

"Ama neden?" diyerek büyük gözlerini bana dikip, ellerini isyan edercesine havaya kaldırdı.

"Çünkü burada duyamayan onlarca senin yaşında çocuk var ve sen onların önünde şarkı dinlersen kendilerini kötü hissederler. Sen bunu yapabilecek birisi misin?"

Havada asılı kalan ellerimdeki bakışlarını lafımı bitirmemle yüzüme çevirerek suçlu bir çocuk edasıyla beni süzmeye başladı. Daha sonra ise küçük parmaklarıyla derdini anlatmaya koyulmuştu. "Haklısın. Yapamam."

Yağız buradaki konuşma engelli, on bir yaşında kocaman yeşil gözlere sahip bir çocuktu. Onunla iyi anlaşıyordum. Ne zamam çikolata yemeye kalkışsa sürekli yarısını benimle paylaşırdı. O çok iyi kalpli bir çocuktu. Aslına bakarsan buradaki bütün çocuklar çok iyiydi.

Çocukları sevmeyen ben, buraya ilk kez geldiğimde hepsini ayrı ayrı sevmeye başlamıştım. İşte bu onların masumluğunun en güçlü silahıydı.

Bir melekten farksız olan bu çocukların kanadı kırık dünyaya gelmesi haksızlık değil miydi peki?

Oysa bazıları kanatları olduğu halde nankörlük edip, onları kendi elleriyle yakıyorlardı.

"Tamam buraya gel seni küçük velet." diye fısıldayarak onun küçük elinden tutup boş sınıfların birine girmek için etrafı süzmeye başladım. Eşzamanlı olarak çantamdan telefonumu ve kulaklıklarımı da almıştım.

En alt katta hep boş olan depoya gittiğimizde kapını arkamızdan sıkıca kapatarak eski sıraların birine Yağız'ı oturttum ve kulaklıkları onun kulağına takıp en sevdiği şarkıyı açtım. Yağız şarkını duyduğunda ellerini heyecanla birbirine çırpıp gülümsemişti.

"Teşekkür ederim." Ellerini havaya kaldırıp işaret diliyle bana teşekkür ettiğinde kulağındaki kulaklıktan dolayı duymayacağını bilsem de kendi kendime fısıldadım.

"Daha ne yaptım ki?"

Hiç bir şey yapmadım.

Onu şarkıyı dinlemesi için rahat bırakıp kapalı pencerelere doğru ilerledim ve okulun bahçesini izlemeye başladım. Bu okulda sadece engelli çocuklar okuyordu. Ama bence bu tam bir haksızlıktı. Bu çocuklar da diğer okullarda sıradan çocuklarla ve onlar gibi okumayı hakediyorlardı.

Okullarda ek ders olarak işaret dili öğretilmeli, çocuklarda aşağılamayı, önyargıyı ve zorbalığı yok etmek için konuşmalar yapılmalıydı.

Konuşamayan, duyamayan ve göremeyen insanlar diğerlerine oranla daha çok zorbalık görüyordu bu ülkede. Sadece bu ülkede de değil. Bu dünyada.

Okulun bahçesinde ıslak bankların üzerini gazeteyle kaplayarak oturan Kristina, görme engelli ikizlere kitap okuyordu. Buraya gelmek için evlerinin mutfak penceresinden kaçmaya çalıştığı sırada ayağının üzerine düşerek burkmuştu Kristina. Buraya kadar da onu yere sümük gibi yapışırken gören komşuları Necati amca getirmişti.

Yıldız ve Hilal ikizleri ara sıra gülümsüyor ve Kristina'ya bir şeyler anlatıyorlardı. Sanarım hikayeyi sevmiştiler. Onları gülümseyerek izlediğimde Kristina üzerindeki bakışlarımı hissetmiş olacak ki, bana baktı. Yorgun yüzüne rağmen kocaman gülümseyerek elini havaya kaldırıp sallamıştı. Daha sonra ikizlere dönüp bir şeyler söyledi ve ikizlerde ellerini havaya kaldırarak sallamaya başladılar.

Ve ben bir kez daha Kristina'nın cennetinde ruhumu uzunca bir süreliğine dinlendirdim.

Arkamı dönerek hâlâ şarkı dinleyen Yağız'ın yanına gidip, kapattığı gözlerini açması için omzuna hafifçe dokundum. Yağız gözlerini açtığında ellerimi havaya kaldırarak "Artık gidelim mi? Dersiniz başlayacak." dediğimde Yağız kafasıyla beni onaylayarak kulaklıkları kulağından çıkartıp bana uzattı ve elleriyle herşey için tekrardan teşekkür etti.

Telefonumu alıp onun küçük elinden tuttum. Depodan çıkarak Yağız'ın sınıflarına ilerlerken bize doğru gelen müdür yardımcısı Gül'ü gördüğümde duraksamak zorunda kalmıştım. Zemine vuran topuklularının sesi gerçekten çok rahatsız ediciydi.

Benimle yine o -getir götür işerini- konuşacağını anlamam uzun sürmemişti. Bu yüzden Yağız'a dönerek karşısında diz çöktüm ve omuzlarından tutarak konuşmaya başladım. "Sen şimdi sınıfına yalnız gitsen olur mu? Benim çok küçücük bir işim çıktı. Ama söz veriyorum yine yanına geleceğim."

Yağız sinirle kaşlarını çatıp ellerini havaya kaldırdı ve kızmışçasına hızla elleriyle konuşmaya başladı. "Yalancı gelmeyeceksin! Geçen günde söz vermiştin ama gelmedin. Seni gerçekten çok beklemiştim. Ama sen gelmedin!"

Gözünün önüne düşen saçlarını ellerimle kulağının arkasına sıkıştırıp saçlarını okşamaya başladım. Sözümü tutamamıştım çünkü annemle hastaneye gidip İrem'in ailesinden özür dilemediğim için kavga etmiştik ve o ceza olarak beni odaya kilitlemişti.

"Bak birisini beklersen mutlaka gelir. Bu kez geleceğim. Söz veriyorum." diyerek gülümsedim.

"Söz mü?" Yağız serçe parmağını bana uzattığında bende serçe parmağımla onun küçük parmağını kavradım ve tekrardan kocaman gülümsedim.

"Söz."

Yağız sonunda gülümseyip yanağıma küçük bir öpücük kondurduğunda Gül artık yanımıza varmıştı. "Senin burada ne işin var küçük velet? Derste olman gerekmiyor mu? Ailen boşuna para ödüyor desene. Zaten ödediği birkaç kuruş şey.."

Gül yine dırdır etmeye başladığında Yağız bunları duyup kötü hissetmesin diye ellerimle onun küçük kulaklarını kapatıp, dudaklarımı okuyabileceği bir yavaşlıkla konuştum. "Ellerimi çektiğim an kulaklarını sıkıca kapat ve koş. Büyümüz bozulmasın."

Yağız başıyla beni onayladığında kulaklarındaki ellerimi çektim ve benim ellerimin yerini onun küçük avuçları aldığında arkasına bakmadan koşmaya başladı. Onun sınıfına girdiğini gördüğümde kendimce gülümsedim.

"Hah! Şu sümüklüye bak! Büyüklerini umursamıyor bile. Ama ben ona göstereceğim. Terbiyesiz. Ailesi bu çocukla hiç ilgilenmiyor demek ki." Gül'ün sesini tekrardan duyduğumda yüzümdeki gülümseme soldu ve sıkıntıyla iç geçirip ayağa kalktım.

"Onunla biraz daha düşünceli konuşmalısın. O daha çocuk." dedim sertçe.

"O mu çocuk? Güleyimde rezil olmayasın bari!" Gül kahkaha atarak konuşmasına devam etti. "O çocuksa bizimkiler ne çok merak ediyorum. Süperçocuk mu?"

"İnternet bağımlısı koyunlar."

Dudak altından mırıldandığımda Gül kaşlarını çatarak keskin bakışlarını üzerime dikmişti. "Anlamadım?" Bakışlarımı ona çevirip içimdekileri her ne pahasına olursa kusmaya karar verdim.

"Çocuk dediğin fiziksel özelliklerine göre sınıflandırılmaz. Çocuk çocuktur. Çocuk dediğinin hayalleri, buluttan şatoları, kumdan kaleleri, tahta kılıçları ve kendi dünyası olur. Ama günümüzün çocuklarının elektronik aletleri, özel alanı, akıllı telefonu, tableti, sanal oyunları var. Çocukluk gerçekten bu mu? Üzerinde yürüdükleri toprağı hissetmiyorlar, yağmur yağdığında elektronik aletleri bozulmasın diye ıslanmaktan kaçınıyorlar. Yetişkin insanlar gibi her olayı dramatikleştiriyor, aşk acısı çekiyorlar. Onlar daha çocuk ya. Gülmeliler, çılgınlar gibi eğlenmeli, ailesinden gizlice şekerleri gömmeliler. Hissetmeliler."

İşaret parmağımı Yağız'ın az önce girdiği sınıfa doğrultarak konuşmama devam ettim.

"O gerçek bir çocuk. Neden biliyor musunuz? Çünkü onun hayalleri var. Asıl eksik olan telefonundan başka hiç bir şeyi olmayan robotlaşmış bedenler. O çocuk konuşamıyor evet ama yüzlerce konuşabilen çocuktan daha güzel şeyler anlatıyor bazen. Ve konuşması için diline ihtiyacı yok. Bakışları anlayabilene kocaman bir kitap, ki sizin onu anlayabileceğinizi sanmıyorum."

"Sen onu anlıyorsun yani?" diyerek Gül saçlarını ukalaca arkaya savurdu.

"Onun için şimdiye kadar ne yaptın söyle bana. Sadece ona boş vaatler vermekten başka bir halt yapamadın. O çocukların koruyucu meleği değilsin. Gerçi koruyucu meleği bile olsan senin gibi bir katil onları nasıl koruyabilir ki?"

Havada asılı kalmış elimi indirdim. Sıkıntılı bir nefes ağzımın içinde dalgalanıp geri kaçtığında gözlerimi kapatıp soluklandım. "Ben katil değilim."

Gül histerik bir şekilde gülerek kollarını göğüsünde birleştirdi. "Ah, üzgünüm. Senin yüzünden hastanede yatan kız ve aileni mahkemeye veren ailesi benim uydurduğum hayali şeyler zaten. Ben şizofrenim ya ondadır."

Elimi havaya kaldırıp Gül'ün pudralı yanağında parmaklarımın izini kazımak için harakete geçtiğimde, bileğimi havada yakalayarak bunu engellemişti. Gözlerine inen ciddiyet beni gafil avladı ve sözlerimin boynunu kırdı.

"Bana tokat atacak konumda değilsin velet." diye dişlerinin arasından konuştu. "Seni bir daha buralarda görmek istemiyorum. Senin gibi bir evladım olsaydı utancımdan sokağa bile çıkamazdım ben."

Gül bileğime kenetlenen elini çekip kafasını iki yana salladı ve topuklarının zemini inletti tabirine tam uyarak yürümeye başladı. Arkasından sessizce kalmış, yürürken kasılan sırtını ve uçuşan etek ucunu inceliyordum.

Benim ailem benden utanmıyordu. Sadece onlar için yaptığım şey bir hataydı ve hatamı telafi etmem için burnumun dikine gitmek yerine özür dilememi bekliyorlardı. Ama ben o özrü onlara hiç bir zaman bahşetmeyecektim. Çünkü bana göre yaptığım şey bir hata değildi. Eğer zaman makinesinin içinde olsaydım ve o ana geri dönseydim aynı şeyi bir an bile tereddüt etmeden yine yapardım.

Sırt çantamı ve otobüsteki tuhaf adamın verdiği büyük saksı çiçeğini alarak okuldan çıktım. Okulun bahçesinde oturup test çözen Kristina'nın yanına doğru ilerlediğimde, aramızda birkaç adım mesafe kalmıştıki beni farkederek kafasını çözdüğü test kitabından kaldırıp gülümsedi.

Az önce yaşadıklarımın üzerine koyu bir perde serip onları rafa kaldırdım. Kristina böyle şeyleri fazla kafaya takardı. Bu yüzden ondan saklamak daha iyi olurdu. Ne de olsa önemsiz bir olaydı. Ben buraya gelmeye devam edecektim.

Kucağımdaki saksıyı masaya gürültüyle bırakıp bıkkın bir nefesi dışarı verdim. "Bu da ne?" Kristina çiçeğin kocaman yapraklarına dokunarak hevesle sordu.

"Eski pembe dizilerden fırlamış gibi giyinen tuhaf bir adamın çiçeği." diye çok sıradan bir şeymiş gibi konuştum.

Kristina tek kaşını şüpheyle havalandırıp soru işareti görevini sırtlamış kirpiklerini ve onların arkasından parlayan gözlerini üzerime dikti. "Kim bu tuhaf adam?"

"Eben Kristina," diyerek abartılı bir şekilde göz devirdim. "Boş yapacağına ayağın nasıl oldu onu söyle."

"Sanki yedik tuhaaf adamını." Kristina bozulmuş gibi arkasına yaslanarak ayağını iyice süzüp dudak büzdü. "Sanarım geceyi burada geçireceğim."

"Annen işten dönmeden önce, seni sıcak evinin test kitaplarıyla dolu odasına götürüp, o isimlerini kabul edemeyen zavallı zihnimin katili fizikçilerin yanına mıhlamam gerek."

Çantamın büyük gözünü açarak içindeki bütün kitapları masanın üzerine boşalttım ve saksını boş çantanın içine yerleştirip fermuarını acımasızlıkla çektim. Sanarım çiçeğin birkaç yaprağı ezilmişti.

"Bir kere senin zihninde olmak onlar için bir hakaret, bu yüzden adlarını aklında tutamıyorsundur. Fizikçilerime laf ettirmem."

Kristina'nın çenesinin altında kalmak dünyada alacağım en son riskti. Çünkü giren çıkamıyordu.

Bu yüzden ona cevap vermemeye dikkat ederek masanın üzerindeki kitaplarımı Kristina'nın çantasını alarak onun içine doldurdum ve onunda fermuarına aynı zalimliği uyguladım. Fermuarlarla aramda yılları delen bir savaş vardı; ilkokuldan takmışlardı bana.

Kristina hâlâ ismini dahi söyleyiş tarzını anlamadığım fizikçilerini överken, çantasını omuzlarından geçirip sırtına taktım. Kendi çantamıda ön taraftan omuzlarımdan geçirdiğimde, dizlerimi ıslak zemine dayayıp Kristina'ya sırtımı dönmüştüm.

"Bin hadi. Seni sırtımda taşıyacağım." 

Kristina dudaklarını mühürlediği o nadir anlardan birini yaşıyordu şu an; ki o anlar yılda sadece üç dört kez yüzüme gülüyordu.

"Saçmalama Erva." diye sesini bulduğunda konuştu. "Düşürüp diğer bacağımıda sen kırarsın."

"Kanka senin şu an Kraliçe Elizabeth kibarlığına sahip olup, beni ve dostluğumu övmen gerekiyordu. Ama işte odun odundur ne yapacaksın?"

Kristina bir süre sessizce olduğu yerde kaldı fakat ben tekrardan ısrar ettiğimde kollarını boynuma sıkıca doladı. "Otobüs durağına kadar taşıyacağım. Hadi yorma beni güzelim."

"Diğer bacağımın tehlikede olduğunu bile bile kendimi senin sırtına attım. Kıymetimi bil."

Kafamı iki yana olumsuzca sallayıp kendi kendime güldüm ve masadan destek alarak ayağa kalktım.

Kristina annesinin yaptığı mantıları az yemeliydi kesinlikle. 600 kilo falandı sanırsam. Yine de ses etmeden onunla ve tabi omuzlarımdan asılmış çantanın içindeki ağır saksıyla ilerlemeye başladım. Ama işin en zor kısmı Kristina'nın hiç çıkmayan çenesinin altında kaldığımı anladığım o zaman dilimiydi.

"Erva hatırlıyor musun bilmiyorum ama bir keresinde saklambaç oynarken Meriç beni bulamasın diye ağacın tepesine çıktığımda ayağımı koyacak yer bulamayıp düşmüştüm. Güzelim ayağımı burkmuştum. O kadar acımıştı ki saatlerce ağlamıştım ve Meriç ilk beni bulmuştu. Neden o kadar çok ağladığımı merak ediyor musun?" diye hevesle sorduğunda soluklanmak için birkaç saniyeliğine duraksadım.

"Hayır,"

"Çünkü sen yanımda yoktun." Kristina kendi kendine gülerek yanağıma ıslak bir öpücük kondurdu.

"Sonra mahallenin çocukları seni çağırmıştı ve sen gelip beni sırtına alarak eve taşımıştın. Aynı şimdi yaptığın gibi. Küçük bir farkla, o zamanlar senden ağırdım. Dolayısıyla ne kadar zorlasanda sırtından düşmüştüm ve burkulan bacağımı kırmıştım." Kristina kendi anlattığına kendi gülerken bende kendimi tutamayıp gülmüştüm. Çocukluk anılarımızda hep çok şapşal yada akılsızdık.

"Ama biliyor musun bacağımı kırdığımda canım hiç acımamıştı. Hem de hiç. Çünkü sen yanımdaydın. Ben işte o zaman anladım. Sen yanımda olmadığında en hafif bir esintide dağılıyorum ama yanımda durup bana gülümsediğinde, işte o zaman yollayın depremleri. Hepsini ezip geçerim ben. Böyle hastalıklı kişiyim işte bende. Artık idare edeceksin."

Size onun harika bir detay olduğunu söylemiş miydim? Eğer söylediysem unutun bunu; o sadece harika değildi. O dünya üzerinde karşıma çıkan en harikulade dosttu.

Otobüs durağına vardığımız için Kristina'nı durağın orada oturttum ve kendimi zar zor onun yanına atıp gülümsedim. Bacaklarım yorulduğum için titriyordu. "Çok şanslısın kanka," diye konuştuğumda sırtımı geriye yaslayıp nefes nefese kalan nefeslerimi düzene sokmaya çalıştım.

"Benim gibi muhteşem bir arkadaşa sahipsin. Ben olsam bende benimle gurur duyardım."

Lafımı bitirir bitirmez Kristina koluma gelişigüzel bir tane geçirmişti. "Egon kalbinden büyük ama, zilli."

"Ben egolu değilim kızım. Sadece göz önünde olan gerçekleri kabullenip, söylüyorum. Ben muhteşemim bu kadar. Bunun herkes farkında."

Bazen içimdeki ukala kızı boğmak isterken bazen onu çok seviyordum. Çünkü burnu havada bile olsa daima gerçekleri söylüyordu. Ben harikaydım.

Düşüncelerimin gırtlağıma bıçak dayamasıyla sessizleşip, karşımdaki işlek yolu izlemeye başladı.

Göğüsümün etrafı camla kaplıydı sanki. Onu öyle kolaylıkla göremezdin. Bir kez yanlışlıkla çarparsan bir daha asla tamir edemezdin. Yere çakıldığı gibi paramparça olurdu çünkü.

Sen de iyi bilirsin ki, kırıklıklar hayatımızda saklanmayı iyi bilirdi. Daha sonra hiç beklemediğimiz bir anda karşımıza çıkar ve bizi sobelerdi.

Ben gerçekten harika birisi miydim yoksa bu aşağılık karakterimi kamufle etmek için yarattığım bir koruma kalkanı mıydı?

Bakışlarım yavaşça sol bileğime kaydığında geçmiş, pusulu camın üzerindeki buharı yumruklamaya başladı. Fakat bu sadece elinin kanamasına sebep olmuştu. Geçmişle gelecek arasında ince bir cam vardı. O camın üzerinde fil bile otursa kıramazdı. Ama eğer bir filin kalbini kırarsan ve ölürse, filin haline acıyan cam kendi kendini parçalardı.

Dikiş izi.

Evet, sol bileğimin tam üzerinde dikiş izi vardı. İntihar etmeye kalkışan şımarık bir ergen olduğum için yapmamıştım bunu. Hem zaten kurtulmuştum, ölmeyi bile becerememiştim. Bu aptal şey bana mide hastalığı olarak geri dönmüştü bir de. Eğer hayattaysam buna kalkışmamın sebebi artık önemli değildi. Çünkü yaşıyordum, önemli olan buydu.

Fakat neden artık bedenimin içinde nefes alan ruhumun varlığını hissetmiyordum?

Bunu yaptığımda daha derinden yaparak ölmeliydim.

Ben ölmeliydim.

Aniden bileğimi kavrayan sıcak ellerle bakışlarımı boş boş izlediğim yoldan çektim. "Çok aptal olduğunu biliyorsun değil mi?" Kristina gülümseyerek konuştuğunda avuçları arasındaki bileğimi yavaşça okşuyordu.

"Eğer acı çekiyorsan, git bir şeyleri dağıt, kır, parçala. Sana bu acını yaşatan kişinin üzerine yumurta fırlat mesela. O kişinin canını yak. Kendine zarar vermek yerine başkalarına zarar ver. Ama lütfen kendine dokunma. Çünkü benim senden başka dostum yok."

Bileğimi onun avuçlarından çekip elimi omzuna koydum ve yavaşça okşamaya başladım. "Hele bir başka dost bulmayı aklından dahi geçir, seni otuz yedi kez bıçaklatıp, gözlerini kaşıkla oyup çarmıha gererim." 

Kristina'nın solgun yüzü ve dolu dolu olmuş gözleri parladığında gülerek kafasını iki yana salladı. "İki melodram yaşattırmıyorsun sen de."

Ellerimi kapüşonlunun cebine sokup muzipçe sırıttım. "Tabii ki yaşatmayacağım kızım. Sen hep gülmelisin. Sen benim yanımdayken hep dünyadan bağımsız yaşamalısın. Seni üzen şey benim kendime zarar vermem değil, zombilerin dünyayı istila ederken test kitaplarının hepsini saklayamayacağını anlaman olmalı. Ama o sebep asla ben olmamalıyım."

Gülümsedi. Ve ben de gülümsedim.

Ah, benim daha büyüyememiş kız çocuğum. Dünya o kadar adaletsiz ki, yaptığın şey ailen için bile olsa yargılanırdın. Bu dünyadaki herkes sütten çıkmış ak kaşıktı ya, bir sen masum değilmişsin gibi davranırlardı. Çünkü onların kapatmaya çalıştığı katliamlarının üzerine senin hataların kocaman bir çarşaf olurdu. Kim onu sıcak tutan çarşaftan vazgeçerdi ki?

Ben olsam, ben de vazgeçmezdim gerçi.

Acılardan kaçmak için bir kuşun kanatları arasına saklandım, beni sıkıca sardı.

Sığındığım kanatlar kırıktı, ne kadar beni sarmaya çalışsada yapamıyordu.

Paramparçaydı çünkü.

Böylelikle acı beni yakalamıştı.




Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top