19 ❦ üşüyen anılar ve kül olmuş duygular


#dove cameron - if only.

#the rose - she is the rain.

#halsey - eyes closed.

#PRİSCİLLA AHN - rain.





[4 yıl önce]

Eğer pencereden bakarak seni bekleseydim daha çabuk gelir miydin?

Sonbaharı süsleyen yapraklar takvim gibi koparak kaldırıma düşüyor, hızla yürüyen hep biryerlere geciken insanların ayakları altında hışırdayarak eziliyordu. Kırmızı, turuncu biraz sarı ve belki biraz kahverenginin karışımı bir mevsimdi bu. Sıcak renkleri aynı kazanda kaynatarak insanlara içirir, fokurdayan ilişkileriyle dünyaya damgasını bir magazin yıldızı misalı vururdu.

Kum saatindeki kumlar usulca üzerimize dökülüyor, havasızlıktan değilde bizsizlikten yok oluyorduk. Hem de yavaş yavaş.

"Sen gelmiyor musun?" İrem'in ince sesini duyduğumda bakışlarımı parıldayan gözlerine çevirip omuz silktim. "Siz gidin, benim babam gelecek." Uzanarak pembeleşip iyice tombul olan yanaklarıma ıslak bir öpücük bıraktıktan sonra arkasını dönüp okulun çıkış kapısına giden merdivenlere yöneldi.

Daha 11 yaşındaydık. Okulda konuştuğum tek kişi İrem'di çünkü sürekli benimle iletişime geçmek için uğraşıyordu. Beni hiç rahat bırakmaması o zamanlar onu itici bulmama neden olmuştu. Kim bilebilirdi ki bir gün onu deli gibi özleyeceğimi?

Sonunda gitti diye mutlu olup bakışlarımı tekrardan pencereden dışarı çevirdim ve okulun bahçesindeki öğrencileri izlemeye koyuldum: Annesinin eteğinden yapışmış birinci sınıf öğrencileri, tek başına gelmiş son sınıf öğrencilerinden tutmuş annesinin kuzeninin ortağını getirenler bile doluşmuştu bahçeye.

Gözlerimi devirip içimdeki bıkkın nefesi havaya savurdum. Aslında babamı beklemiyordum. Çünkü o beni almaya hiçbir zaman gelmemişti. Ya unuturdu ya da meşgul olurdu. Tırnak etlerimi soymaktan artık kanayan parmaklarımı silkeleyerek acısını yatıştırdım ve alnımı gürültüyle pencere camına vurdum.

"Sözünü yine tutmadı aptal."

Ne kadar duygularımı silikleştirmeye çalışsam da onun en sıradan haraketi bile benim dünyamda olağanüstü bir karşılığa sahipti. Göz kapaklarım yavaş yavaş kapandığında içimdeki okyanusun baş kaldırdığını anladım. Küçük, narin damlalar kirpiklerimden kayıp pencerenin camına düşüyor, kendi yolunu kaybetmiş gibi her tarafa dağılıyordu. Gözyaşlarım yolunu şaşırmıştı. Onun yüzünden.

"Aptal, kel, mafyacı, salak-"

Öfke ve kırgınlığın kafa göz girdiği cümlemi bölen onun aniden okulun bahçesinde beliren görüntüsü olmuştu. Yine hep giydiği gibi simsiyah uzun bir mont giymişti, içine kar beyazı bir gömlek ve gömleğinin yakalarını tutturan gümüş bir kolye takmıştı. O hayatımda gördüğüm en mükemmel adamdı.

Yüzüme umut verici bir gülümseme imza attığında aceleyle merdivenleri inmeye başladım, ve bir taraftan yanaklarımda kuruyan gözyaşlarımı siliyordum.

Gelmişti.

Bu kez unutmamıştı.

Okulun bahçesine çıkmak üzereyken sınıf öğretmenimin beni kolumdan tutup durdurması nedeniyle tüm dikkatim ona kaydı. "Erva kızım nereye koşuyorsun böyle? Düşeceksin. Velilerin geldiler mi?" Başımla sadece onu onayladığımda derin bir iç çekti.

"Neredeler?" Küçük parmaklarımla dışarıdaki kalabalığı işaret ettim. Sınıf öğretmenimin yüzünde gergin bir ifade hükümdarlığı ele geçirmişti.

"Hangisi?" diye dışarı bakınmaya başladı.

"Öğretmenim artık kolumu bırakırsanız gitmek istiyorum. Beni beklediği için üşüyebilir." Sakin bir tonlamayla konuşarak kolumu ondan kurtardım.

"Havalar çok soğuk değil ki, kızım. Merak etme üşümez. Sen hangisi velin onu göstersene bana, uzun zamandır görüşmüyoruz zaten."

"Hayır üşüyebilir. İlla üşümesi için havanın soğuk olmasına gerek yok. İnsan aç olunca da üşür, yalnız olunca da. O yüzden gitmeliyim."

"Neden?"

"Çünkü o çok yalnız."

Sınıf öğretmenimle kısaca vedalaşıp bahçeye doğru koşmaya başladım. Arkamda anlamayan bakışlarla sırtıma baktığını hissediyordum. Ama onun anlayıp anlamaması önemli değildi. Hiçbir şey önemli değildi şu an için.

Onun karşısına nefes nefese kalmış bir şekilde dikildiğimde avuçlarımı dizlerime yaslayıp soluklanmaya başladım. Kalbimin çarpıntısı sayamayacağım kadar hızla göğüs kafesime çarpıp, kaburgalarıma takılıyordu. Heyecanından kendi kendisini yaralamasına alışmıştım artık.

"Gelmeyeceğini düşünmüştüm." Sesimin üzerine çöreklenmiş tını son dakika uçabilen bir kuş kadar heyecanlıydı.

"O yüzden mi ağladın?" diye sakince sordu ve dudakları yukarı doğru kıvrıldı. Yıldızların birleşerek bütün geceni yaratmaya çalıştığı parıltını, birisi onun gözlerine hediye etmişti sanki. Göz kapakları kapandığında tekrar tekrar canlanıyordu.

"Ağlamadım bir kere ben!" Dikleşerek yalan attım. "Sadece gözüme toz kaçmıştı."

Kolumdan tutarak aniden beni kendine çektiğinde şaşırdığım için bedenim kilitlenmişti. Kollarını belime dolayıp bana sıkıca sarıldı. Sanki kanatları kırık bir kuş beni sarmıştı ama kendine bile yetmiyordu ki daha.

"Sana söz verdiğim için geldim."

Sesi çözemediğim bir nedenden dolayı hüzünlü çıkmıştı. Kanımda dalgalanan endişeyi boş verip kafamı kaldırdım ve ona bakmaya başladım.

"Yalancı," diyerek koluna gelişigüzel geçirdim. "Sen sözlerini tutmazsın!"

"Sen çok biliyorsun." Sonunda güldüğünde kendimi çok iyi hissetmiştim. Bu yüzden neşe patlaması yaşayarak otuz iki diş sırıttım.

"Bilirim tabii. İnsanın senin gibi çokbilmiş, saman altından su yürüten arkadaşı oldu mu az bilmesi zaten mucize."

"Şimdiden pişman oldum sözümü tuttuğuma açıkcası. Ne çok konuşuyorsun? Hem senin dudakların falan kurumuyor mu bu kadar konuştuğun için?"

Ondan ayrılarak önden önden yürümeye başladım. Aklım sıra trip atacaktım bu yüzden arkamı dönüp ona bakmıyordum bile. O hep arkamdaydı zaten. Belki de tek inandığım gerçek buydu: o hep benimle olacaktı.

Sonsuza dek.

"Oyun oynayalım mı?" Dayanamayarak arkamı dönüp sordum.

Düşündüğüm gibi o hep oradaydı.

Bu düşünceyle kendi kendime gülümsedim. Sözlerini tutmayışını sevdiğim adam. Dostluğunu her şeyden daha çok seviyordum.

"Bana sakın geçen gün oynadığımız oyunu istiyorum deme," Bana inanamıyormuş gibi baktığında sinsi sinsi güldüm.

"Aklımı okudun resmen." Son ses bağırıp onun yanına koştuğumda benden kaçmaya başladı. Sokağın ortasında onu kovalıyordum. Bu hem çok eğlenceli hem de fazla trajikti.

"Seninle evcilik oynamayacağım!" diye isyanlar yağdırmaya başlamıştı bile. "Benden sürekli evcil hayvanın olmamı istiyorsun. Hayır anlamıyorum insan bir kocam ol, çocuğum ol, ya da komşum ol der. Sen direk evcil maymunum ol diyorsun. Maymuna falan mı benziyorum, kaçık!"

"Ama çok tatlısın." Küçük çocuklar gibi hunharca gülerek onun peşinden koşuyordum. Onu yakalayamayacağımın farkında olsam da bu eğlenceliydi, yani onunla vakit geçirmek acılarımı uyuşturuyordu.

Onunla arkadaş olmak çok keyifliydi. Ne kadar itiraz etse de en sonunda benim maymunum olurdu ve ona köpek tasması takıp dışarıda gezdirirdim. O çok güzel bir maymundu. Çünkü bazen hayvanlar insanlardan daha çok ısıtırdı kalbini.

"Aaa! Ne diyorsun komşu kız. Bu cucci ceketi bu kadar pahalı mı? Ayol o paraya apartman diker üstüne araba alıp kem gözlere kapak yaparım." Saçlarımı arkaya savurup duvara doğru konuştuğumda tam yanımda duran maymunum bıkkın bir sesle homurdandı.

"Cucci değil Gucci o."

"Sen sus babası kılıklı! İki laflıyoruz teyzenle şurada."

Bir anne edasıyla onu baştan aşağı süzdüm. Bu bakış annelerin gözdesi 'eve gidince konuşucağız' bakışıydı.

"Duvar benim teyzem değil." Maymunum yine aynı bıkkınlıkla homurdandığında elimde tuttuğum tasmasını yere fırlattım hırçınla.

"Oynamak istemiyorsan başından söyleseydin!"

"Zaten söylemiştim. Sen zorla bana tasma taktın, maymunum diye diye."

"Öyle mi?" Tek kaşımı havaya kaldırıp sorguladım.

"Öyle."

"Hıh!" Ona arkamı dönerek beklemeye başladım. Oynamak istemiyordu belki ama ben istiyordum. O benim arkadaşımdı ve doğal olarak benimle evcilik oynamak zorundaydı.

"Neyi bekliyorsun?" diye sakince sorduğunda omzumun üzerinden ona trip yüklü bakışlarımı fırlattım.

"Özür dileyip, oyuna kaldığımız yerden devam etmemizi söylemeni."

Sonunda ayağa kalkıp yanıma geldiğinde kaldırdığım kaşımı saldım. Belki birazcık şımarık olabilirdim. Ama ben zaten sadece onun yanında kendimi çocuk gibi hissediyordum. Başka hiç kimse yanındayken gülebileceğim kadar uzun süre kalmıyordu benimle.

Karşıma geçip yarım duvarın üzerinde oturduğunda beni kendine çekip yanında oturttu. "Matematik ödevini doğru yapmış mıydık? Öğretmenin ne dedi?"

Trip attığım bütün damarlarım çözülüp gevşediğinde ona gülümsedim. "Tabii zeka küpüsün sen! Hepsi doğru çıktı." Ellerimi birbirine çırpıp heyecanla soludum.

"Peki karnen nasıl?" Aniden ciddileşip ağabey imajını çizmişti. Yanaklarımın içine hava doldurup sıkıntıyla üfledim.

"Yakında veli toplantısı olacakmış. Orada açıklanacak. Velim olarak sen katılsan olmaz mı?"

"Yapamam ki." En az benim kadar sıkıntıyla nefesini dışarı verdi.

"Ama neden?" Zihnime düşen soru asla eskimeden hep cevabını alırdı. Bu konuda belki de en meraklı insandım.

"Bilmem. İnsan onlar gibi olmayanı göremiyorlar." Parmaklarıyla oynamaya başlamıştı. Hep üzülünce parmaklarıyla oynardı. Bu sayede ne zaman üzgün olduğunu anlardım.

"Tan?"

İsmi dudaklarımdan döküldüğünde istemsizce gülümsedim. "Ben seni görüyorum ya. Yetmez mi? Hem sen sadece benimle oyun oynadığın için sorun yok."

Zorla gülümsemeye çalışarak beni yanıtladı. "Evet benim için sorun değil. Fakat sen büyüyorsun. Yakında çok güzel bir kadın olacaksın ve artık oyun oynamak istemeyeceksin. İşte bu yüzden benimle zaman geçirmekten sıkılacaksın. Ben bunu hiç istemiyorum, ama büyümeni görmeği de çok istiyorum. Ya bir gün uyandığında ve ben yanında olmadığımda nasıl olacak? Ne yapacaksın?"

Düşünür gibi yaptım. Yüzüme kocaman bir gülümseme yerleştirmiştim ama o bilmese de içimde kırılan bir şeyler vardı ve sivri ucu her nefes aldığımda kalbime batıp batıp çıkıyordu. Bu onun hüznüydü. Hüznü hep benim içime akardı.

"İlk iş liste yapardım. Çünkü bana gitmeyeceğine dair söz vermiştin hatırlatırım. O listeye türlü türlü işkenceler yazardım unutmamak için ve seni bulduğumda dilimler her zerrene ayrı bir çin işkencesi uygulardım. Hem sen bensiz çok çirkinsin, insanların göz zevkini bozarsın bir kere. Ben yanında olduğum için bu kadar yakışıklısın zaten. O yüzden gitmeyi aklında bile geçirme derim. Söz mü?"

"Söz." diye düşünceli sesiyle karşılık verdi ama benim içime çoktan bir boşluk çöreklenmişti.

Ya gerçekten giderse? Bana söz vermişti. Hem o beni terk edemezdi ki, ben onun tek dostuydum.

Ama o verdiği sözleride hiç tutmazdı ki.









Dünya denilen yer çok güzel değil miydi?

Lisede tenis oynayan kız çaktırmadan hoşlandığı çocuğa kaçamak bakışlar atarken, kaçırmamış mıydı topun istikametini, kaybetmemiş miydi yarışı? Fakat yine de hoşlandığı çocuğun heyecanı yayılmamış mıydı kalbine?

Bir çocuğa yardım için uzatılan ele bakan bakışlardaki umut, yardım edenin hayatını kurtarmıyor muydu aslında?

Masasına konan ters dönmüş böceği incitmeden çevirip uçmasını sağladığında, aptalca sırıtan insanların etrafındaki çember almıyor muydu mutluluğu içeri?

Bir çiçek büyürken taç yapraklarını güneşe tutmuyor muydu? Güneş ışınlarını onun tenine dokundurmuyor muydu? Tren istasyonundaki kelebekler yayların altında kalma tehlikesine rağmen özgürlüğe uçarken, onları uzaktan izleyen imrenen insanların cesareti filizlenmiyor muydu? Çocuklar gülmüyor muydu, kuğular yüzemiyor muydu, ya da piyanistler dokundukları tuşları hissetmiyor muydu?

Müzik yok muydu bu dünyada?

Renkler yok muydu?

Duygular yok muydu?

Anılar yok muydu?

Sahi, bu kadar güzel bir dünya hep hayatımda var olmamış mıydı ki?

Dünya benden, bizden, insanlardan uzakta daha güzel bir yer değil miydi? Tıpkı cennetin bir yansıması gibi. Tıpkı çocukken kuma bıraktığım masum ve küçük ayak izleri gibi, gökkuşağının sonunda bir küp dolusu altın olduğuna inandığım saf yalan gibi.

Sadece ben, onun güzelliklerinden kaçıp daha tutkulu şeyler yaşamak için kendimi acının kollarına atıyordum. Herkes öyle yapmaz mıydı zaten? Oysa sıradan bir hayat yaşasam belki de daha mutlu olabilirdim.

Sırf acı çekiyoruz diye, sırf acının içinde boğuluyoruz diye hiç nefes almadık diyemeyiz ki. Nefes almasak boğulmağın ne olduğunu bilemezdik.

Okyanusun dibindeyken yaşamak için çırpınıyoruz hepimiz. Ayak bileğimizi sarıp bizi daha derine çeken şeyden kurtulmaya çalışıyoruz, fakat kafamızı aşağı indirip onun bir yosun olduğunu, yosunların da yaralı bir çiçek olduğunu ve hayatları boyunca boğulmak zorunda kaldıklarını anlamıyoruz. Okyanusun dibi, etrafına baktığında karanlık ve derin değildi aslında. Bilakis okyanusun dibinde binlerce içi hazine dolu batmış gemi vardı.

Dünyanın içinde, acının etrafımızı sardığı çemberin içinde güzelliklerin de var olduğunu, belki de bizim bir güzellik olduğumuzu fark etmeye ihtiyacımız olduğunu bilmiyoruz.

Öyle ki acı çekmediğimizde yadırgıyoruz. Çünkü ruhumuzun acıya aç olduğunu ve acının ölecek kadar kuvvetli olması sadece bir yanılgı olduğunu bilmiyoruz. Hiçbir şeyi bilmiyoruz aslında. Hem de hiçbir şey.

Çünkü bu dünya da müzik vardı.

Renkler vardı.

Duygular vardı.

Anılar vardı.

Bu dünyanın içinde biz vardık; dünyanın değerli olmasını biz sağlıyorduk. Çünkü biz olmasak dünya milyonlarca öylesine isim verilmiş gezegenlerden biri olacaktı.

"Günaydın dünya. Sana da günaydın pencere. Bugün kendinizi nasıl hissediyorsun kapı? Ben mi? Ben iyiyim tavan. Kendimi altın suyuyla yıkanmış değerli mücevher gibi hissediyorum, halı. Ne hikmetse artık. Satılığa çıkarılır mıyım acaba dolap? Harbi mücevherler için açık arttırmaya katılanlar var mıydı ki?"

Zihnime kancasını atmış salak saçma sorulardan kurtulmak için telefonumda değişen şarkıya kulak verdim ve kendi çapımda şarkıya eşlik etmeye başladım. Sözlerin yüzde doksan dokuzunu uyduruyordum tabii ki.

İyice saçmaladığımı anladığımda dolaba yönelip üstüme giyecek bir şeyler aradım. Siyah çizgileri olan beyaz yün kazağımı üzerime geçirip, altına siyah etek giyindim ve dizime kadar gelen siyah çizgili çoraplarımı bacaklarımdan yukarıya doğru sıyırdım. Pantolon giymeyi pek sevmezdim ben. Dolaptan siyah montumu da alarak üzerime geçirdim ve Çağan'ın dizime bağladığı ama asla geri vermek gibi bir niyetimin olmadığı pembe atkısını boynuma sıkıca doladım. Telefonumu alıp şarkını dışarıda dinlemek için kulaklıklarımı taktım, kapıya yönelip odadan çıktığımda ise saçlarımı elimle tarıyordum.

Sabah kalktığımda kaldığım odada bulmuştum kendimi, ben uyuduktan sonra beni taşımış olmalıydı, hem de ona gitme dediğim halde.

Merdivenleri Çağan'ı uyandırmamak için sessizce inip portmantonun tezgahının üzerindeki parayı aldım ve dikkatlice evden çıktım. Parayı Çağan'a sormadan almam doğru muydu bilmiyorum ama sonuçta eve ekmek almak için almıştım. Geri dönünce nasıl olsa söylerdim. Sonuçta ben hırsız değildim.

Kulaklıklarımdan içime akan şarkı etrafa anlamlı bakışlar atmamı sağlıyordu. Sanki dünya sadece, bir tek benim etrafımda dönüyordu ve ben unutulmuş bir romanın tozlu sayfalarının arasında sıkışmış baş karakteriydim. Eğer kulaklıklarımı çıkartıp şarkını bitirirsem içinde olduğum romanın sayfaları da beni yok edecekti. Bir çiçek gibi solup, anlamsızlaşacaktım.

Solmuş bir çiçeği kim isterdi ki?

Aklıma gelen düşünceyle bakışlarımı kolumdaki dikiş izine çevirdim. Oradaydı. Hâlâ. Hiç gitmiyordu, hiç yok olmuyordu. Belki de çoktan gitmişti ama izi kalmıştı. Kendinden bir parçayı bana hediye etmişti. Ya da belki bu ruhumdaki yaraydı. O kadar fazlaydı ki, ruhumdan vücuduma taşmıştı. Kendi yaptığım kumdan kalemin bir köşesine çöküp sessizce ağlıyordum. Hep yaptığım, yapacağım gibi. Bu bir ağıttı sanki ve yıllar geçse bile değişmeyen tek gerçekti.

Anlatılmamış gerçek gibi.

Şarkının sözlerinin arasından parlayan birkaç cümle kalbime sızdı.

"Ben sadece senin için bir çiçek yetiştirmek istiyorum. Bu bahçede, bu dünyada.."

Belki bizi bir çiçek kurtarmayacaktı ama denemeye değmez miydi? Bir kedi, bir çocuk, belki de bir salıncak bizi biz yapabilir miydi ki? Kırılan zincirlerimizi sarmaşıklarla kaplayıp daha güçlü yapabilir miydi aramızdaki bağı? Herşeyi düzeltebilir miydi? Geçmiş geçer miydi ki?

Geçmezdi.

Öyleyse ben de sayfayı tamamen siyaha boyardım. Boylu boyunca, öyle tek bir beyaz nokta bile kalmayacak şekilde. Sonra siyahın arkasından yazmaya başlardım. Siyah sayfaya siyah kalemle yazardım. Hiç kimse okuyamazdı, hiç kimse orada bir yazı olduğunu bile bilmeyecekti. Sadece bana aitmiş gibi olacaktı, sadece ben bilecektim. Ama ileride bir gün siyah sayfalar bittiğinde siyah kalemimde bitecekti. Beyaza hazırlıksız yakalanacaktım. İşte o zaman ben yazmayı bırakıp sadece ilerleyecektim.

Dümdüz. İleriye. Arkaya bakmadan.

Görüş alanıma giren ilk çiçekçiye girdim. Burası bir çiçekçi olmasına rağmen ve insanların yaralı ruhlarını sadece çiçekler sayesinde saklamasına rağmen insanın içine sıcaklık vermiyordu. Sadece çiçekçiydi. Hissiz, duygusuz, ruhsuz. Ama bir çiçekçi böyle olmamalıydı ki. Eğer dünyaya bir daha gelseydim dünyanı ele geçirip, çiçeklere ve kitaplara insanlardan bile iyi davranılmasını isteyecektim. Çünkü onlar sevgiyi sonuna kadar hak ediyordu.

"Senin için," Kulaklığın tekini kulağımdan çıkarttım ama şarkıyı durdurmadım. "Bir çiçek yetiştirmek istiyorum,"

Çiçek fidanlarının arasında gezinmeye başladım. Bir görevli yanıma geldiğinde ne aradığımı sordu ama kendimi şarkıya kaptırdığım için ona cevap vermek yerine boş boş çiçeklere bakmaya devam etmiştim.

"İskelet çiçeği?"

Görevli kızın sesiyle ona döndüğümde sabahtan beri beyaz taç yaprakları olan küçük bir çiçeği izlediğimi yeni yeni fark etmiştim. Sorgulayıcı bakışlarımı mavi saçları olan demirli kıza sunduğumda gülümseyerek tekrardan konuşmaya başladı. "Çiçeğin ismi bu, İskelet Çiçeği."

İskelet Çiçeği.

Yavaşça çiçeğin yapraklarına dokundum. "İsmi neden böyle tuhaf?"

"Çiçeğin kendisi de tuhaf çünkü. Bak şimdi şu beyaz taç yaprakları varya, işte onlar her yağmurdan sonra şeffaflaşıyor. Görünmez oluyorlar. Çiçeğin sadece iskeleti kalıyor böylelikle. Çok tuhaf değil mi?"

Onun bana verdiği koca yapraklı çiçeğe benziyordu. Sahi o çiçek neredeydi? Evindeyken gözlerim aramıştı ama hiç görmemiştim.

"Tuhaf bir adama göre çok güzel bir çiçek." diye geçirdim içimden. Çağan Eflah'ın garipliğinin altında kalmayacak bir çiçekti. Onun gibi. Ona ait. Yüzümdeki naif gülümseme yüreğimi burktu. Çok güzeldi.

Yani çiçek.

Aslında biraz da bana benziyordu. Her gözyaşından sonra ruhum şeffaflaşıyor, bedenimin içinde kayboluyordu. Tıpkı İskelet Çiçeği gibi. Görünmez oluyordum onun yanında. Beni asla görmüyordu. Belki de görmek istemiyordu.

İçimi kasıp kavuran bir dürtüyle çiçeği alıp, kulaklığımı tekrardan taktım ve ekmek almak için boş yolda ilerlemeye başladım. Sabahın beşinde hangi salak dükkanını açardı ki zaten? Ama o çiçekçi açmıştı. Ya bu çiçek benim kaderimdi ya da dükkanın sahibi budalaydı.

Kucağımdaki çiçeği sıkıca sarıp eve dönmeye karar verdim. Eve gidip içimdeki heyecan yüzünden bu çiçeği ona vermek istiyordum. Onun çiçeğiydi bu. Onun gibi olmayı başaran bir mucizeydi. Koşar adımlarla eve doğru ilerlemeye başladım. İçimde o kadar büyük bir sevinç vardı ki, uzun süredir bu kadar mutlu olduğumu hatırlamıyordum.

"Onun için," dedim gülümseyerek. "Küçükte olsa bir çiçek.."

Cümlemi tamamlayamadan koşuya çıkmış birisiyle sert bir şekilde çarpışmıştım. Kucağımdaki saksının düşmemesi için fazla bir çaba harcamıştım bu yüzden ona bir şey olmamıştı. Çok şükür.

Hızla adamdan özür dilerken onun da benden özür dilediğini fark ettim. Kısa bir süre adamla birbirimizden deli gibi özür dilediğimiz için garip garip bakışıp aniden gelen dürtüyle birlikte gülmeye başladık. Aptal gibi tek derdimiz buydu sanki. Özür dilemek. Bazen insanlar sırf özür dilememek için bin bir takla atıyordu. Oysa bu çok kolaydı.

"Özür dilerim."

Eve vardığımda kapıyı aceleyle açıp içeri bodoslama girdim, ayakkabılarımı öylesine çıkartarak terliklerimi giydim. Çiçeği elimden düşürmemeye dikkat ederek montumu portmantonun üzerine bıraktım ve paranın üstünü aynı yere koydum. Merdivenlerin yanındaki mutfak kapısından içeri girip çiçeği masanın üzerine bıraktım ve buzdolabına yöneldim. Çağan galiba hâlâ uyuyordu ve buzdolabını doldurmayı sonunda akıl edebilmişti. Yemek yapamadığım için sadece yumurtaları haşladım ve çay demledim. Mutfak masasının üzerini bulduğum ne varsa onunla donattım. İşte bu kadar. Klişe bir teşekkür yemeği.

Mutfaktaki olmayan hamaratlığımı sergiledikten sonra merdivenlere yöneldim ve yukarı çıktım. Acaba Çağan ne zaman uyanacaktı? Ona çiçeği göstermek için sabırsızlanıyorum. Bacaklarım içimdeki Meraklı Melahat'ın merakına yenik düşerek onun kapısının önünde durdu ve hiç düşünmeden direk kapıyı çalmaya başladım.

"Biliyorum saat sabahın altısı bile değil ama çok pis bir şekilde acıktım. Sen de yalnız yiyemediğin için birlikte yiyelim hadi kalk. Kargalar bile kahvaltı ediyor dışarıda, ağzımın suyu aktı resmen. Cingözler bana inat yapıyorlardır kesin."

Kapı uzun süre açılmayınca kulağımı komşusunun kavgasını dinlemek isteyen dedikoducu teyzeler gibi kapıya yasladım. Ama ses seda yoktu. Uyuyor muydu acaba hâlâ? Tam gideceğim sırada kulaklarıma tıka basa dolan uğultuyla fikrimi değiştirdim. Bir şeyler devrilmişti ya da devrilen onun ta kendisiydi.

"Çağan eğer üstün çıplaksa bu senin sorunun seni uyarmıştım."

İçeri girdim. Bakışlarımı etrafta gezdirirken odanı incelemekten çok onu endişeyle arıyordum. Bana odasına girmemi yasakladığı halde buraya girmem yetmiyormuş gibi odanın ortasına doğru ilerledim. Burada yoktu. Ama o sesler de neydi? Ne devrilmişti?

Oda tamamen boş olmasına rağmen banyonun kapısı açıktı. Hızlı adımlarımla banyoya girdiğimde klozete eğilmiş kusan bir Çağan görmeyi beklemiyordum açıkçası.

Canımı yakan bir endişeyle onun yanına koşup yanına oturdum. Neden bu haldeydi? Canı yanıyor muydu? Hasta mıydı? Soğuk mu almıştı? Midesini mi bozmuştu?

Aklıma akbabalar gibi üşüşen soruların üzerine kocaman bir çizik attım ve küçük elimi onun sırtına koyarak sıvazlamaya başladım. Ona nasıl yardım edebilirdim? Çocuk muydu niye hastalanıyordu ki sanki?

Çağan'ın önüne gelen uzun kaküllerini gözünün önünden çekmek için küçük parmaklarımı alnındaki saçlarına götürdüm ama parmak uçlarım saç telleriyle buluşur buluşmaz bileğimden tutup elimi geri itti. Adam kusarken bile saçlarına dokunulmamasına dikkat ediyordu.

Yedim, sana kalmadı sanki.

Endişeyle bir süre sessizce sırtını sıvazladığımda ve ona aptal tesellileri sıralamaya yeltendiğimde Çağan doğrularak sırtını duvarın fayansına yasladı. Yüzündeki varlığını sürdüren yorgunluk her baktığımda kalbime çözülmeyecek dikişler atıyordu. Böyle güzel bir adamın teni dolamazdı ki, kırık izleriyle. Yakışmıyordu bir kere. Sana yaralı maske yakışmıyordu hiç. Aptal hasta kostümü de yakışmıyordu. Tıpkı bize insan kostümü yakışmadığı gibi.

Anlamıyorum ki, kocaman adamsın niye hastalanıyorsun? Hayır soğuk mu aldın? Çocuk musun? Kendini idare edemiyor musun yani?

Bütün bu azarlama içerikli sözlerimin hepsini yutmuştum. Çünkü insanın karşısında, içini acıtacak birisinin içi acıdığını gördüğünde konuşamazdı. Susarmış böyle asırları delen bir yorgunlukla. Çünkü bir de kendi kırmak istemezmiş onu.

İçi zaten bir savaş alanıydı, kendisiyle kavga veriyordu Çağan Eflah ve ben onun ordusuna mızraklarımı gönderemezdim. O mızrakların ucu bana saplanırdı çünkü.

"Sana da günaydın, kız çocuğu." Çağan'ın alaycı sesiyle daldığım yüzünden gerçekliğe uyandım. Uzun süre sessiz kaldığım için şaşırmış gibiydi. Tabii Erva'ya ters haraketlerdi bunlar. Kaşlarımı havalandırmış zihnimdeki soruların çakışmasını izliyordum. Tam olarak ne söylemeliydim?

"Çiçek." deyiverdim aniden.

Çağan ayağa kalkmak için hamle yaptığında hafifçe yalpaladı ama duvardan tutunup sorgularcasına bana baktı. Kaşları havadaydı.

"Çiçek?"

"Sana çiçek aldım." Onun gibi ayağa kalkıp karşısında durdum.

Çağan lavaboya doğru ilerleyip ağzını suyla çalkaladı ve yüzünü yıkadı. Sanırım ne dediğimi anlamaya çalışıyordu.

"Beni evine aldığın için." diye bir bahane ürettim.

"Teşekkür ederim." diye düşünceli sesiyle mırıldandı. Kafası karışmış gibiydi.

"Senin paranla aldım."

"Benim paramla bana çiçek mi aldın?" Çağan musluğun üzerindeki duvara monte edilmiş aynadan bana baktı.

"Saksı çiçeği," diye düzelttim onu hemen. Bu detay çok önemliydi, evet.

"Beyaz taç yaprakları var ve ıslandıkça şeffaflaşıyor ve ismi İskelet Çiçeği ve ve.." Motor takmış gibi konuşmaya başladığımda Çağan bedenini benden tarafa çevirip garip bakışlarından atmıştı.

"İyi misin kız çocuğu?" diye yumuşak sesiyle sordu. "Bugün bir tuhaf gibisin."

"Yumurta haşladım, çay demledim."

"Evet bunlar çok normal şeyler."

"Sonra odamda şarkı dinledim," Niye bu kadar gergince herşeyi ona anlatıyordum. Sanki dudaklarım zihnimdeki her bir cümleni direk olarak dış dünyaya aktarıyordu. Düşünmeden.

"Başka ne yaptın?" Çağan benimle dalga mı geçiyordu yoksa bunu gerçekten merak mı etmişti? Ciğerlerimi patlatacak güçteki nefesi içime çekip gürültüyle dışarı verdim.

Cevap vermedim. Onun yerine Çağan'ın yanına gidip lavabonun aynasından yansımamıza baktım. Çağan'ın hafif kirli sakalları çıkmıştı. Böyle biraz tuhaf görünüyordu açıkcası. Onu hiç kirli sakallı görmemiştim. Tuhaftı. Çağan'da bakışlarını baktığım istikamete yönlendirdiğinde aynada göz göze geldik ve ona kocaman gülümsedim.

"Boyum burdan bakınca ne kadar kısaymış senin yanında. Omzuna bile gelmiyorum. Bana bakınca cüce kız yada goblin kılıklı falan diyor musun içinden? Valla düşüncesini bile aklından geçirdiğini hissedersem içini kaşıkla oyarım. Altıncı hissim çok kuvvetlidir. Hem-"

"Motorun yine ısınmış." Çağan alayla sözümü keserek güldü. Galiba hiç susmadan konuşmamdan bahsediyordu. "Sen acıkmamış mıydın?" Adam haklıydı bir bakıma. Sabah sabah bu neyin enerjisiydi ki?

"Acıkmıştım. Midem çarpışan arabalar tesisi resmen." Sertçe yutkunarak Çağan'a bakmaya başladım. Boş boş lavabonun içinde durup onu bekliyordum. Hayır belki adamın tuvaleti vardı? Aslında yanımda işini halletse sorun olmazdı benim için. Aklıma üşüşen fikirle kafamı hızla iki yana salladım.

Sapıklaşmamalıyım!

Çağan onu boş boş izlediğimi fark ettiğinde sıkıntılı bir nefesi dışarı verdi ve aynanın yanındaki dolaptan diş fırçasını aldı. Sanırım uykulu olduğu için ne yapması gerektiğini kestiremiyordu. Gece uyuyabilmiş miydi acaba? Saatlerce kucağında oturmama rağmen beni kucağında odama taşımıştı üstelik.

"Çağan,"

Diş fırçasına macunu sürerken bakışları ona seslenmemle aynadaki yansımama kaydı. Konuşmamı beklermiş gibi bıkkın gözleriyle bakmaya başladığında devam ettim. "Benim diş fırçam yok. Yani varda burada yok. Evimizde kaldı."

Çağan diş macununu elime tutuşturup uykulu gözlerini ovalamaya başladı, bir taraftanda dolapta bir şeyler arıyordu. Fırsat bu fırsat diyerek aynadaki yansımasından onu izlemeye başladım. Ne zaman yanında olsam, kendimi tutamayıp artık ezbere bildiğim yüzünü tekrar tekrar yeniden görmüş gibi inceliyordum. Bu bir sorundu. Kocaman bir sorundu hem de.

Dağınık koyu renk saçlarından gözüne girecek kadar kakül uzatmıştı, tamamen alnını kapatıyordu tutamlar. Göz altları çökmüştü ve morluklar yüzündeki yorgunlukla bir uyum sağlıyordu. Kaşlarını çatmış dudaklarının arasındaki diş fırçasıyla pür dikkat bir şeyler arıyordu. Üzerinde ise koyun desenli koyu mavi pijaması vardı.

Çok fazla.. çocuk gibiydi. Ya da o zaten hiç büyüyememiş bir oğlan çocuğuydu.

Birkaç saniye sonra elinde tuttuğu -yeni olduğunu paketinden anladığım- mavi diş fırçasını bana uzattı. Sessizce başımla teşekkür edip kutusunu yırtarak açtım ve diş macununu fırçaya sürüp dudaklarıma götürdüm.

Bir sağa bir sola iki yukarı.. hah, bir de halay çeksek tam olurdu.

Çağan'nın haraketlerine dikkat ederek onun gibi dişlerimi fırçalamaya çalışıyordum. Ne güzeldik, birlikte. Uyku mahmuru ifadesiyle dalgınca dişlerini fırçalayan bir adam ve yanında cüce boyuyla onu taklit eden bir şarlatan.

Ama çok karışık yapıyordu. Bir sola iki aşağı derken dudaklarımın tamamı hatta çenemin bile diş macununa bulaştığını fark ettim. Çağan'ın uykulu bakışları aynadaki yansımama takıldığında bir süre boş boş yüzümü inceledi ve sonra gür bir kahkaha patlattı.

Ben de onun kahkahasına kahkaha attım.

Çağan Eflah gülerken çok güzeldi. Gerçi o hep güzeldi. Böyle sanki tenimin üzerinde tırtıllar yürüyordu, kelebek olmak için kalbime doğru ilerliyor arkalarında çiçekler bırakıyorlardı.

Diş macununun kafa göz daldığı ağzımı yıkamak içim musluğu açtım ve Çağan'a ölümcül olduğunu sandığım bakışlarımdan atmayı ihmal etmedim. Bana gülmesine kızmadığım halde kızmış gibi davranıyordum. Ona kızamazdım ben, çünkü fazla çocuksuydu. İnsan çocuklara kızamazdı ki.

Soğuk su dudaklarımla buluştuğunda tenim ürperdi ama bunu umursamadım. Çağan hâlâ gülmeye devam ederken ağzının içindeki diş fırçasını çıkardı ve -keşke çıkarmasaydı- diş fırçasının çıkmasıyla çözülmüş köpüklü macunun kafamın üzerinden saçlarıma dökülmesi aynı anda oldu. Aceleyle kendimi geri çektim. Şimdi gerçekten sinirlenmiştim.

"Hayır anlamıyorum ağzın falan mı yırtık senin? Ne diye ağzındakini kafamdan aşağı tükürüyorsun. Oradan lavabo gibi mi duruyorum?!"

Kaküllerimden aşağı akan beyaz macuna sabır dilenirmiş gibi baktım. İki dakika romantik bir an yaşamıyorduk. Evrenin benimle ne alıp veremediği vardıysa artık! Düşmüyordu yakamdan japon yapıştırıcı gibi.

Çağan ağzını suyla çalkaladıktan sonra ifadesi dümdüz fabrika ayarlarına geri dönmüştü. İfadesiz ve yaşlı Çağan geri gelmişti. "Gel buraya, kız çocuğu," Kolumdan tutup beni yanına çekti ve musluktan akan şeffaf suyu sıcağa ayarlayıp macunlu kaküllerimi yıkamaya başladı.

Çağan saçlarımımı yıkıyordu? Parmakları saçlarıma özenle dokunuyor, dikkatle temizliyordu. Saçlarına dokunulmasını sevmeyen adam nasıl olurda saçlarıma dokunurken ruhuma da dokunabiliyordu?

Ölümü çağırıştıran kemikli parmakları posta kutuma imkansız hayaller bırakıp gidiyordu. Ve ben kalmıştım mektuplarımla. Onları baştan tekrar tekrar okuyup sadece zihnimin sayfalarına yeni düşler ekliyordum. Sonra onların altını kırmızı kalemle çizip bir torbaya dolduruyor üzerine kocaman DOKUNMAYIN! KIRILACAK HAYALLER VAR yazıyordum. Ama ortalık çoluk çocuk kaynıyordu. Bir kız çocuğu bir gün çıkagelip bütün torbanı ayaklarının altında ezmişti. Hiç sevmemiştim onu, şımarığın tekiydi.

Bende kalakalmıştım kaldırımın ucunda, kırılan hayallerimle öylece.

Çağan saçımı yıkamayı bitirdiğinde musluğu kapatıp yanındaki dolaptan temiz havlu aldı ve kafama sererek kaküllerimi kurulamaya başladı. Bu kadarı kalbim için riskli değil miydi? O kadar incitmeden yavaşça dokunuyorduki saçlarıma sanki kırılacak eşyaydı her biri.

Ama az önce küçük şımarık bir kız çocuğu bütün hayallerimi ayakları altında paramparça etmişken sarmaşıkları olan bir adamın saçlarımı incitmekten korkarak kurulaması ne kadar adildi ki? Hiç adil değildi, hem de hiç.

Çağan Eflah'ın sanki saçlara karşı bir zaafı vardı. Kendi saçlarına tesadüfen bile temas edilmesini sevmiyordu fakat başkasının saçına özenle dokunuyordu.

Tuhaf adamım, dedim içimden sen çok tuhafsın.

Çağan havluyu saçlarıma sarıp geri çekildi ve böylelikle ciğerlerime tıka basa dolmuş kahve kokusuda son hız terk etti içimi. "Bundan sonrasını kendin yapabilirsin değil mi?"

Rüyadan uyanmış gibi onu başımla onayladım ve kafama sardığı havluyu çıkartıp saçlarımı kendim kurulamaya başladım.

Çağan sıkıntılı bir nefesi burnundan verip konuşmaya başladı. "O zaman sen aşağı in benim burada birkaç işim daha var halledip geleyim."

"Ha, yok ben böyle iyiyim. Seni beklerim işlerini hallet birlikte inelim. Zaten önemli bir işim yok benim. Merak etme." Saçlarımın dipleri kurulamaktan bir hal olduğunu fark ettiğimde ıslak uçlarını kurulamaya başladım.

Çağan'ın dudakları alayla kıvrıldığında kafasını usulca aşağı eğip iki yana sallayarak iç geçirdi. Belki de en sevdiğim hareketiydi bu; küçük kız çocuğuna sinirlendiği halde ona kızamaması.

"Kız çocuğu klozete oturmam gerek. Burada beklemek istediğine emin misin?" 

Elimdeki havlu ani şaşkınlığımdan dolayı elimden kaydı ve fayansı boyladı. Kaşlarım ansızın havalandı.

Çok açık sözlüydü.

Ya da ben çok aptaldım.

Havluyu almak için eğildiğimde bir taraftanda durumu toparlamaya çalışıyordum fakat sanırım, tamamen batırmıştım.

"Ha, olur. Yani giderim. Sen rahat rahat işini hallet. Ben aşağıda olacağım. Sesleride duymam- Ay yani şey, benim devreler yandı. Bazen böyle zihnimden geçeni aklım yakalayamıyor ve dudaklarımdan çıkıveriyor sonra havada ne dediğimi bakıyorum ve.."

"Kız çocuğu," Çağan'ın sakin sesi kulaklarımda yankı yaptığında motorumun soğuması için duraksadım. Ve ona sorgulayıcı bakışlarımı sabitledim. "Dışarı."

Son lafıyla bakışlarımı ondan kaçırıp hızla lavabodan kendimi dışarı attım ve kapısını sıkıca kapattım. Soluklanmaya vakit bulamadan kendimi onun odasından dışarı fırlatarak mutfağa doğru koşmaya başlamıştım. Ne utanmaz kızdım ben böyle? Mutfaktan içeri girip kapıyı arkamdan sıkıca kapattım ve ani gelen saçma dürtüyle kilitledim.

Şimdi beni bulamazdı. İçimde yeni doğmuş koyu kırmızı rujlu kadın kötü cadı kahkahası atmak istedi ama tükürüğü boğazına kaçtığı için bunu yapamadı. Bu kahkahanı sahibinden başkası yapamazdı ki zaten. Herkesin tükürüğü boğazına kaçardı ama o filmlerdeki kötü kadında tükürük diye insancıl bir özellik yoktu.

Kendi kendime içimde verdiğim yoğun tükürük savaşından sıyrılıp saçma salak düşüncelerimi karanlık bir odaya kilitledim. Sonra ise kilitlediğim mutfak kapısını açtım.

Bu ben değildim. Bu enerji dolu ruhu içinde barındıran beden benim olamazdı. Benim bir sürü acım vardı hem. Neydi listenin en başındaki?

Ailem yanımda değildi. Annem dün gece aramıştı ve ben iyi olduğumuzu, Evren'in duş aldığını ve benim ders çalıştığımı söylemiştim. Sonra tam iyi gidiyorduk ki saçma bir nedenle kavga etmeye, telefonda bağırışmaya başladık. Annem bir haftaya geri döneceklerini söyleyip telefonu yüzüme kapattı. Ama şu an da yanımda değildi. Evet bu çok büyük bir dertti.

Sonra Çağan beni asla bir kadın gözünde görmeyecekti ve ben zaten onu bırakıp bir gün geri dönecektim. Aramız yine eskiden olduğu gibi mesafeli ve duvarlarla kaplı olacaktı.

Sonra sonra.. başka ne için üzülmem gerekiyordu? Bu kadar mutlu olursam, üzerime devrilen acı daha da ağır olacaktı. Ben mutlu olmaktan korkuyordum. Ne zaman mutlu olsam gözlerim doluyor ve ağlıyordum.

İrem.

Doğru, o artık mutlu olamayacaktı. Cesetler mutlu olamazdı ki.

Bakışlarım aniden mutfak masasının üzerindeki çiçeğe takıldı.

İskelet Çiçeği.

Onun için almıştım bu çiçeği. Bu saksıyı onun için ben seçmiştim. Onun için çiçekçiye girmiştim hem. Bunların hepsini onun için ben yapmıştım.

Onun için bu dünyada bir çiçek yetiştirecektim. Bunu ben yapacaktım. Bu kadar kirli bir dünya da, onun gibi masum oğlan çocuğu için hem de..

Aniden üzerime çöken yorgunluğu anımsayıp esnedim. Ben acıya o kadar alışmıştım ki kendimi onsuz hayal bile edemiyordum. Uzun süre mutlu olduğumda endişeleniyordum artık. Acaba şimdi mi bitecek? Birkaç dakika sonramı bitecek? diye kendime sürekli sormaktan dolu dolu gülemiyordum bile. Ama anlaşılan uzun vadeli mutlulukları ben hiç sevmiyordum, onlar da beni sevmezdi zaten.

Çiçeğe doğru ilerleyip beyaz taç yapraklarına yavaşça dokundum. O kadar naifti ki, biraz şiddetli dokunsam paramparça olacakmış gibiydi.

"Beni sevmesini istiyorum," diye fısıldadım yavaşça.

Sanırım bu çiçeğe bütün kalbimi boşaltabilirdim. Belki bir gün o da Çağan'a anlatırdı bütün bunları. Kim bilir?

"Belki şimdi değil ama bir gün mutlaka beni birazcık bile olsa sevsin. Ben hâlâ buradayken, bu kalp hâlâ onun için atarken elini çabuk tutsun."

Çiçeği alıp güneş gören bir tarafa bıraktım. Yaprakları gölgede büyümeğe müsait değildi. Belki de gölgede büyüyen tek çiçek Çağan'ın bakışlarıydı.

"Ya başkasını seversem?" dediğimde sesim fısıltılı çıkmasına rağmen sona doğru kırılmıştı. "İnan, o zaman seni hayatım boyunca affetmem."

Kulağıma mutfak kapısının açılma sesi sızdı. Bakışlarımı ağır haraketle yoğun kahve kokusunun sahibine çevirdim. Artık sıkça kahve kokuyordu, onun evine geldiğimden beri kahveni fazla tüketir olmuştu.

Ona baktım; Aynı yorgun bakışlar, aynı dağınık saçlar ve aynı koyun desenli pijama.. fakat birşey farklıydı. Bir şeyler dün hissettiklerimden çok daha fazla farklıydı.

"Kız çocuğu?"

Usulca yanıma geldi ve tam karşımdaki tezgaha koyduğum çiçeğe gülümseyerek dokundu. "Bu çok güzelmiş. Şimdi bu benim mi gerçekten? Çiçek genelde kızlara alındığı için çocukken hep birisinin bana çiçek almasını isterdim. Hani böyle kaldırımdam kopartıp getirsede olurdu gerçi."

Bana burukça gülümsedi. O kadar çocuksu bir ifadeyle gülümsemiştiki ellerini birbirine çırpıp bağırsa tam yeriydi.

"Teşekkür etmeyecek misin?"

"Neden benim paramla bana hediye aldığın için teşekkür edeyim?"

"Çünkü hediye hediyedir ve benim param yok."

"Teşekkür ederim, kız çocuğu."

"Teşekkür amaçlı benimle evlenebilirsin." diye hızla konuştum.

"Hayır."

"Ya da öpüşebiliriz."

"Git derslerine çalış."

"Zaten dersime çalışıyorum. Biyolojiden sınavım var. Erkek anatomisini inceliyoruz."

Güldü.

"Cidden ben seninle ne yapacağım?" dedi çiçeğin saksısıyla oynarken bıkkın bir şekilde.

"Sevebilirsin." diye mırıldanarak gülümsedim.

Anılar.

Anılar geçmezdi.

Aslına bakarsan, insanın yaşadığı hiçbir şey geçmezmiş. İlk heyecan geçmez mesela, naneli acı sakızın tadı geçmez, dişlerimizi fırçalayıp beyaz olduklarını kontrol etmek için gülümseyerek aynaya baktığımızdaki burukluk geçmez. Yağmurun kokusu geçmez sonra.

Yaşadığın, içinde var olduğun hiçbir an geçmez. Öylece kalakalırsın işte.

Onu ilk gördüğümdeki an hiç geçmiyor, hiç gitmiyordu. Sanki taç yapraklarımı ayakta tutan bir daldı o: diğer bütün anılar onun üzerinde kurulmuştu. Onu ilk gördüğümde birbirine zincirlenmiş yağmur taneleri çarpışmadan gökten iniyordu. Sonra hepsi teker teker kalbime tökezlemiş zincirlerini kırmıştı.

Bir şarkı çalmıştı arka fonda ve dans etmişti tüm dünya bizden uzakta. Bir çocuk gülümsemişti, bir yavru kuş ilk kez kanat çırpmıştı, bir çiçek açmıştı, gökten yere masumluk inmişti sanki. Mavi kelebeklerle dolmuştu zihnim, düşüncelerime çarpıp kalbime düşmüştü.

Sonra, bütün karanlık aydınlanmıştı. Fakat ışıkla değil onun bakışlarıyla. Dünyadaki bütün nefret yok olmuştu. Ama sevgiyle değil onun kalbiyle.

Küçük kalbim avuçlarımda atarken parmak uçlarımla dokunmuştum sanki kendi ruhuma. Onu bulmuştum. Bedenimin içinde kaybolan ruhumu bulmuştum. Onun izleriyle kaplıydı.

Ve onu ilk gördüğümde kahverengi gözlerinin üzerinde yeşillik gibi açmıştı gözlerim. Çello simleri tıkırdayarak zorla hayal kurdurmuştu bana. Anime karakteri gibiydi evet. Hiç yaşlanmayan çizgi roman kahramanıydı.

Ben onu ilk gördüğümde, görmüştüm zaten. Siyah montunun arkasına sakladığı ruhunu, dağınık saçlarının arasına gizlediği düşüncelerini ve sarmaşıklarının sardığı kalbini. Ben onunla sadece karşılaşmamıştım, sadece göz göze gelmemiştim. Ben onunla, onun için gözlerimde çiçek yetiştirmiştim.

Toprak onundu, istediği zaman esintide bile yıkılacak olan dalımı çekip çıkarabilirdi. Ama yapmamıştı. Ben de ona beyaz bir çiçek vermiştim, taç yapraklarını zamanla boyalarla biz renkleyelim diye.

Dediğim gibi göz göze geldiğimiz o ilk andan, ben onun hayatıma çıkmamak üzere girdiğini anlamıştım.

Eğer başkasını seversem,

İşte ben bugün birşeyi daha anlamıştım: Çağan Eflah içimdeki ölü kelebek mezarlığına umut dikiyordu, karanlığıma sızıp lambalarımı yakıyordu ve.. En önemlisi yaralarımı çiçeklerle kaplıyordu. O dünyadaki bütün güzelliklerin can bulmuş haliydi.

Ona bütün içtenliğimle gülümsedim.

Seni asla affetmem.



Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top