18 ❦ terastaki sessiz çiçeklerin melodisi



#bts - whalien 52

#V of bts - scenery.






İnsanları tümüyle tanıyamazdık.

Kafamıza Isaac Newton gibi elma düşse de, dünyadaki en başarılı insan analizcisi olsakta, ruhumuzun rekreasyona uğradığı hayatlarımızın hepsinizi hatırlasakta, asla dünyadaki insanları tanıyamazdık.

Neyi neden yaptıklarını geç nasıl birisi olduğunu bile tam olarak bilemezdik. Bu yüzden birisini birazcık tanıdığımız zaman iyi ya da kötü damgasını üzerine yapıştırmamalıydık. Çünkü insan iyi ya da kötü olamazdı. Sebepleri vardı; Nedenleri vardı ve duyguları vardı.

Sessiz diye tanıdığımız çocuğun odasına hiç gitmemiştik mesela, eğer oraya gitseydik odasındaki sesli aletleri görmek bizi şaşırtacaktı. Ama buna şaşırmamamız gerekirdi çünkü onu sessiz olarak tanımlayan kişi sadece bizlerdik, o öyle olduğunu asla söylememişti. Onu yeterince tanımadan, tanıdığımızı sanarak ona bu damgayı yapıştırmıştık. Belki de sadece konuşmaktan hoşlanmıyordu. Bu onun sessiz olduğu anlamına gelmezdi ki.

Kelimeleri bittiği yerde müziği başlıyordu. Düşünceye dokunan kelimelerin aksine müzik ruha dokunurdu. Onun ne kadar derin birisi olduğunu anlamadan sadece sessiz deyip geçiyorduk; oysa ruhundaki çığlıkların, çello simlerinin izleri o kadar belirgindi ki, kör olan sadece bizlerdik.

Ya da hep alay ettiğimiz yapışkan kızların ne tür bir hayat yaşadığını bilemezdik. Sevgiye bu kadar ihtiyaçları varken ve bunun için ellerinden geleni yaparken onları neden yapmacık diye damgalıyorduk ki?

Peki ya zorbalık yapanları? Onların hiç mi kalbi yoktu? Eve her gittiklerinde daha kapının ağzında fırlatılan şişeni yüzüne yemekten kıl payı kurtulan o çocukların suçu neydi peki?

İnsanların suçu neydi? Peki ya çocukların? Neden insanlara bu kadar önyargıyla yaklaşıyorduk ki? Biz de onlardan biri değil miydik? Onları korumak, belki müdahale olup bir şeyleri değiştirmek bizim elimizdeyken neden kolumuzu kesip dipsiz bir kuyuya fırlatıyorduk?

Neden etrafımızdakilerden anlayış bekliyorduk? Biz onları anlamaya bile çalışmamışken üstelik?

Her gece yıldızları hiç kimse izlemiyor mu sanıyorsunuz? Kayan yıldız gördüklerinde onun bir meteor olduğunu bildikleri halde hiç kimse dilek tutmuyor mu sanıyorsunuz? Ağlamıyorlar mı ya da hiç utanmıyorlar mı? Kendilerinden delicesine nefret edip, aşağılanmıyorlar mı sanıyorsunuz? Ağlayacak raddeye gelip yumruklarını sıkarak gülümsemiyorlar mı?

Herkes insan değil miydi?

Herkes insandı.

Herkes insandı ve herkes insanları yargılıyordu.

Ne tuhaf.

Saklıyorlar sadece. Çünkü bir şeyi paylaştığında onun senin için olan değerinden çok, komik olduğunu söyleyip gülüyorlardı. Hiç kimse sevdiği şeylerle dalga geçilmesini istemezdi.

İnsanları yargılayan insanları da anlamalıydık. Her adımını sanki bir hataymış gibi o kadar yüzüne çarpmışlar ki, önyargının zehri kanına karışmış. Bu yüzden bunun normal bir şey olduğunu sanıyorlar.

Acele ettiğimiz dünyada dört saniyeliğine de olsa olduğumuz yerde durmalıydık. Etrafa bakmalıydık. Ağaçlara, kuşlara, arabalara, binalara, insanlara. En çokta insanlara.

Çünkü fark edilmeyi bekleyen, onunda varlığının bir değeri olduğunu bilmek isteyen sadece insanlardı.

Bu kadar yalnız olduğu için çekip bütün insanlığa sarılmak isterdim. Hiç kimse böyle yaşamak zorunda değildi.

"Kız çocuğu?"

Arkadan duyduğum uykulu sesle bakışlarımı yağan yağmurun terastaki korkulukların üzerine dizili saksılara damlarken etrafa saçan çamurundan çekip omuzumun üzerinden arkama baktım.

O buradaydı.

Gecenin herhangi bir saati, uykudan yeni uyandığı için dağılmış saçları, yüzündeki yastık izleri ve pembe pijamalarıyla. Nasıl göründüğünün bir önemi yoktu. Yağan yağmurun içinde kaybolmayı bekleyen ruhuma sarılmak için burada olduğunu hissetmiştim. Çünkü eğer birisi ruhumu tutmazsa kaybolacaktı.

Yağan yağmurla birlikte, havada uçan kiraz çiçekleriyle birlikte ve kaybolan diğer bütün ruhlarla birlikte gidecekti ruhum eğer birisi onu tutmazsa.

İşte bu yüzden insan bir başkasına ihtiyaç duyuyordu. Kendi çıplak acılarıyla tutamazdı ki kimse kırılgan ruhunu. Ellerinde cam kesikleri vardı bazı insanların, kesiklerin içinde nefes alan can parçaları. Tutmaya çalıştığında batar, yanında kalmasını istediğin ruhunu kendi ellerinle yaralardın. Oysa senden kaçmak istemesinde ne kadar da haklıydı. Ruh bedene sadık değildi. İhanet ederdi.

Çağan dağılmış saçlarını elleriyle düzelterek yanıma çökerek oturdu. Sırtını benim gibi terasın duvarına yaslayıp, az ilerde yağan yağmuru izlemeye başladı. Oturduğu andan itibaren ciğerlerime onun kokusu tıka basa dolmuştu.

"Ne yapıyorsun burada?" diye sordu hâlâ uykulu bir şekilde.

"Sigara içiyorum." dedim omuz silkerek.

Uykulu halinden bir anda iz kalmamış gibi gözlerini iri iri açarak şaşkınlıkla dudaklarını araladı. "Ne?"

Tekrardan omuz silkerek onu yanıtsız bıraktım. Çağan hiç beklemediğim bir haraket yaparak oturduğu yerden bana taraf eğildi ve yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Bu kadar yakın olmasını beklemediğim için haraketsizce olduğum yerde mıhlanmış gibi kalakaldım. Tam olarak neyin peşindeydi? Biraz daha yaklaştı.

Kalbimin sesini duydum. Radiodan gelen en gürültülü şarkıdan daha gürültülüydü. Bir kelebek gibiydi sesi aynı zamanda. Ama bir kelebek nasıl kulak zarını patlatacak bir çığlık atabilirdi ki?

Ne tuhaf.

"Sigara kokmuyorsun." dedi yüzüme yaklaştırdığı yüzünü aniden geri çekerek.

"Tabii ki kokmuyorum," Heyecanla soluyarak bakışlarımı ondan kaçırdım. "Sadece boş yapıyordum."

"Peki öyleyse ne yapıyorsun?"

"Düşünüyorum."

"Odanda da düşünebilirsin."

"Hava da alıyorum."

"Odandaki radyoaktif hava mı?"

"Oda karanlık."

"Burası da zaten güneşin göbeği."

"Odada yalnızım."

"Doğru burada insan yağmuru var."

"Hayır. Sen varsın."

Ve sustuk.

Yağmur yağdı, ayak uçlarımız ıslandı, gece devam etti. Yaşlı bir amcayla, daha da yaşlı ruhum terastaki sessiz çiçeklerin melodisini dinledik.

Eskiden onun sessiz ve oldukça hüzünlü olduğunu düşünmüştüm. Asla gülmeyen, insanlardan uzak, kimsesiz birisi olduğunu sanmıştım. Fakat onu tanıdıkça onun da bir kalbinin olduğunu, gülebildiğini ve bazen saçmaladığını anlamıştım.

Düşündüğümden tamamen farklı birisiydi. Belki de yanlış düşünmüştüm. Çünkü her zaman nefret ettiğim o parkta gördüğüm hep hüzünlü olan kişi aslında hep hüzünlü değildi belki. Günüzleri herkes gibi o da hayatın akımına kapılıp yaşıyor, geceleri dünyadan saklanıyordu.

"Ailen nerede?" diye sordu sessizliği balta gibi bölerken. Fakat sesinin sessizlikten bir farkı yoktu.

"Gittiler." diye mırıldandım.

"Nereye?"

Dizlerimi kendime çekip kollarımı etrafına doladım. Böyle yapınca dirseğim onun koluna değişmişti. Dirseğim pijamasının üstünden olsa da onun koluyla temas ediyordu.

"Bilmem. Senin ailen nerede?"

Bu kocaman evde yalnız mı yaşıyordu? Her kattaki evlerin yapısı aynıydı ve biz o evde dört kişi yaşarken o aynı yapıdaki evde tek kişi kalıyordu. Hiç üşümüyor muydu? Annem insanı ısıtanın etrafındaki insanlar olduğunu söylemişti. Onun etrafında birisi var mıydı?

"Gittiler." diye beni yanıtladı. Nefret ettiğim o parkta konuşurken duyduğum o hüzünle söylemişti.

"Nereye?"

Etrafında olduğunu sandığım insanların üzerine bir çizik daha attım. Soğuktan donuyor olmalıydı. Çünkü konuşmadığı bir arkadaşı, gitmiş bir ailesi vardı. Acaba karısı ya da çocuğu var mıydı? Ama eğer olsaydı bu evde hep birlikte yaşarlardı değil mi?

"Bilmem."

Niye bu kadar yalnızdın sen? Kocaman adamsın hiç mi yanında kalmayı isteyen yoktu?

Onun hakkında hiçbir şey bilmediğimi fark ettim bir anda. Onunla dert ortağı olmuştuk ama hep ben anlatıyordum. Hiç mi anlatmak istediği bir şeyi yoktu. Anlatacak kadar bana güvenmiyor muydu? Evet, güvenmiyor olmalıydı.

"Benimle dert ortağı olmana rağmen hep ben bir şeyler anlatıyorum." dedim incinmiş bir sesle. "Hiç mi konuşmak istediğin bir şeyin yok?"

Çağan bakışlarını izlediği yağmurdan çekmeden iç çekti. "Bilmem,"

Belki bana tümüyle güvenmen için zamana ihtiyacımız vardı ama sahip olamadığım tek şeydi zaman.

"Bana acıdığın için dert ortağım olmayı kabul ettiğini biliyorum," dedim ben de onun gibi bakışlarımı yağmura çevirirken. "Bu yüzden daha fazla devam etmeyelim."

Dirseğim hâlâ koluna değiyordu.

"Hayatım boyunca insanları anlamaya çalıştım," diye konuşmaya başladığında tutamadığım bakışlarım tekrardan ona kaydı. "Neyi neden yaptıklarını, söylediklerini."

Zorlanıyor gibiydi. Birisine bir şeyleri anlatmak bu kadar mı zordu onun için? Hiç mi dertleştiği bir arkadaşı yoktu?

"Fakat sonra bir şeyi fark ettim. Eğer kendimi yeterince anlamazsam, başkalarını asla anlayamam. Bu yüzden kendimi tanımaya çalıştım." Duraksadı. "Ve görüyorum ki, içimde yüzlerce yabancı var. Ben gerçek beni o yabancıların arasında çoktan kaybetmişim."

"Bu bir dert değil," dedim memnun olmamış gibi. "Ama sen yaşlı olduğun için kafan basmayabilir. Bu seferlik bunu kabul edeceğim."

"Ben yaşlı değilim." dedi Çağan bıkkınlıkla kafasını iki yana sallayıp. "Sen fazla küçüksün."

"Şimdi benim sıram." diyerek onu geçiştirdim. Ama benim hakkımda söylediği şey zihnimde çoktan yankılanmaya başlamıştı. Koluyla temas eden dirseğimi çektim. Haklıydı, ben onun için fazla küçüktüm. Ama bu neden şu an benim için sorun olmuştu ki?

"Ben annemin gölgesinde yaşadığımı düşünüyorum." Fısıltılı bir şekilde konuştuğumda İrem gelmişti aklıma. Annemi ne zaman hatırlasam İrem'in yüzünden beni vurduğu, bana bağırdığı, beni kendinde uzaklaştırdığı gelirdi aklıma.

"Sanki annemin zincirleri boynumda ve ben ilerleyemiyorum. Attığım her adımda zincirler boynumu daha da sıkıyor ve yere düşüyorum. Asla özgür olamayacakmışım gibi. Büyüyünce annem gibi olmak istemiyorum ama şöyle bir düşündükte ben aslında ona benziyorum. Onun gölgesiyim."

Yaralarımın acımaması için artık büyümem gerekiyordu, biliyordum. Birileri için, bir şeyler için.

Eczaneye tek başıma gidip yara bandı alacak kadar büyümeliydim. Hiç kimse için değil, kendim için.

Ve kimsenin göremediği yaralarımı yara bandıyla kendim kapatmalıydım. Dikiş atamayan herkes için.

Çünkü hiç denemediler. Hiç umursamadılar ki. Aslında birilerinden bir şeyler beklemekte benim aptallığımdı.

"Her zaman çok fazla konuşuyorsun," diye Çağan sakin bir sesle konuşmaya başladı. "Patavatsızsın, pervasızsın, çok yiyorsun, saçların yamuk, uyurken horluyorsun ve tanımadığın bir adamın evinde kalıyorsun, üstelik eve geldiğinde ayakkabılarını istediğin gibi çıkarıp onları düzeltme zahmetine bile girmeden mutfağa koşuyorsun. Sana ne kadar tehlikeli bir durumun içinde olduğumuzu söylesem bile inanmıyorsun, ama her şeyi dramatikleştiriyorsun. Her detayı abartıyorsun ve ağladığında sümüklerin akıyor."

Ne demek istediğini anlamak istermiş gibi yüzünü inceledim. Bunun konumuzla ne alakası vardı? Çağan bakışlarını sonunda izlediği yağmurdan çekip yüzüme sabitledi.

"Kendine özgü o kadar şeyin var ki annene benzediğini düşünmüyorum. Ona benzediğini sanıyorsun ama aslında ondan çok farklısın." diye mırıldandı. "Annenin gölgesinde kalamayacak kadar parlaksın sen."

"Ben her zaman karanlık olduğumu düşünmüştüm." diye onun gibi mırıldandım.

"Bu yüzden acı çekiyorsun değil mi?" Hem uçsuz bucaksız mavi bir gökyüzü, hem de elimi uzatsam asla dokunamayacak karanlık gökyüzüydü onun gözleri.

"Sanırım öyle." Kollarımı dizlerimin etrafına daha sıkı sardım. "Karanlık odama saklanmam karanlığı sevdiğimi sandığım içindi."

Konuşmamıza rağmen aramızdan akan kökenli bir sessizlik vardı. Her şeyin sonunun geleceğini anımsatıyordu bana. Seslerin, hikayelerin, en tutkulu aşkların, en zor acıların, güneşin, insanların, okyanusların. Her şeyin bir gün sonunun geleceğini, yok olacağını ve dünyanın patlayacağını fısıldıyordu bana onun bakışları. Her şey bir gün patlayacaktı. Duygular, umutlar, gözyaşları ve daha birçok şey. Yok olmayan tek şey anılar olacaktı. Hatıralar.

"Niye kendine acı çektirerek yaşıyorsun ki? Odana saklanıp kendini suçlamak yerine dışarı çık. Simit al, simit satan amcaya gülümse, sinemaya git, patlamış mısırı film başlamadan önce bitir, sahile in, havalı havalı yürü. Aklına gelebilecek en saçma şeyleri bile yap. Ama kendine bu denli acı çektirme."

Dedi.

Bana öyle bir şey söyledi ki, yoldan geçen herhangi birisine söylesen üzerinde etki yaratmayacak hatta yanından geçip gidecekti. Ama bunu yoldan geçen birisi için söylememişti, benim için söylemişti. Sadece benim için. Bana öyle bir şey söyledi ki, içimdeki karanlık çatladı. Onun aydınlığı içeri sızdı. Kendisi karanlıkta kalmış olmasına rağmen karanlık olan benim içime güneşi doğurdu. Ve bunu o yaptı.

Ben her zaman, zamanımın tükendiğini düşünüyordum ama aslında birikiyordu. Seninle geçen zamanım biriktikçe birikiyordu. Tükenen zamanım aslında ellerimde toplanıyordu. Kaybetmiyordum onları sadece yavaş yavaş geçip gidiyorlardı. Ama elimi sıksam avucumdaki varlıklarını hep hissedecektim.

"Yarın lunaparka gidelim." dedim kollarımı açıp esnerken. Dirseğim Çağan'ın yüzüne çarptığında yüzünü buruşturarak geriye gitmişti. Bu haline seslice güldüm.

"Hayır," dedi ifadesizce.

"O zaman benimle evlen."

"Hayır."

"Benimle evlenseydin eğer," diye mırıldandım bakışlarımı gökyüzüne sabitleyerek. Çağan gökyüzüne bakan bakışlarımı takip etti ve aynı yere baktık. "Geceleri üstünü örterdim."

"Sen horluyorsun." dedi aniden. "Geceleri hiç çekilmezsin."

"Zaten evlendikten sonra geceleri uyuyacağımızı kim söyledi."

Aniden kafamın arkasına yediğim tokatla acıyla inledim ve ölümcül olduğunu dilediğim bakışlarımı Çağan'ın yüzüne dikerken kafamı ovuşturmaya başladım. O bana vurmuş muydu az önce? Şiddet bağımlısı moruk seni!

"Git derslerine çalış, kız çocuğu." Çağan bıkkınlıkla kafasını iki yana salladı. Benden cidden bıkmıştı. Ya da onu bıktıran bendim. "Sınavın falan yok mu senin?"

"Aman, yemişim sınavını." dedim balkonda oturup yedi yirmi dört komşusunun penceresini dikizleyen mahalle karıları gibi. "Asıl sınav hayatın sınavından geçmektir."

Çağan sinirden gülmeye başladığında elleriyle yüzünü kapatıp bir süre öyle kaldı. Gülümsemesini bile bana göstermiyor muydu yani?

"Ben seninle ne yapacağım, kız çocuğu?" diye boğuk bir sesle konuştu.

"Sevebilirsin."

Dilimi tutamadım.

Çağan yüzünü kapattığı ellerini indirip, kaşları havada bir şekilde yüzümü incelediğinde omuz silkip bakışlarımı ondan kaçırdım.

"Ne?" diye üste çıkmaya çalıştım etrafı incelerken. "Benim gibi tatlılık abidesini ölsen bir daha bulamazsın. Zaten aramak için yeteri kadar zamanın kaldığını da düşünmüyorum. Ölmeden önceki son çıkış yolunum senin."

Uzanarak onun saçlarına dokunmaya yeltendiğimde hızla geri kaçarak buna izin vermemişti. Tekrardan uzandım ama yine kaçarak bunu engelledi. "Saçlarını okşayacağım sadece. Yaşlı olduğun için acıdım sana."

Tekrardan uzanmıştım ki Çağan bileğimi tutarak buna izin vermedi.

"Saçlarıma dokunma."

"Zaten saçlarına dokunulmadığı ortada. Sadece seveceğim." diye direttiğimde bileklerimden sıkıca tutup buna asla ve asla izin vermemişti.

"Saçlarıma dokunulmasını sevmiyorum."

"Sen bilirsin." dedim geriye çekilerek. "Devlet sırrı sanki saçların. Biz hiç saç görmedik hayatımızda." Kendi saçlarıma dokundum. "Bunlar zaten yosundu."

Neden saçlarına dokunulmasını sevmiyordu ki? Herkes birilerinin saçlarını okşayarak ona destek olmasını istemez miydi? Sanırım onun hüznü saçlarını okşayıp her şeyin geçeceğini söyleyemeyeceğim kadar derinlerdeydi.

"Ben uyumaya gidiyorum." Çağan ayaklandığında onu izledim. "Hadi kalk, sen de uyumaya gidiyorsun."

"Seninle mi?" Heyecanla bağırıp ayağa fırladığımda Çağan terastan çoktan çıkmıştı.

"O küçük aklından neler geçiriyorsun bilmiyoruma ama sana benim odama girmek kesinlikle yasak bundan sonra."

Merdivenleri çıkarken durdu ve düşündü. "Bir de, saat altını geçmeden evde olmalısın. Bir dakika bile gecikirsen seni karanlık odaya kilitlerim ve yemek vermem."

"Hitler kılıklı." diye söylenerek arkasından yürümeye başladım.

Sessiz geçen yürüme serüvenimiz bittiğinde kaldığım odaya gitmiştim. Çağan'da arkamdan odaya geldiğinde hiçbir şey söylemeden yatağa uzandım ve yorganın altına girdim. Çağan açık pencereni kapatıp, eliyle soğuk gelen yerleri kontrol etmeye başladı.

Pencereden sızan Ay ışığı yüzünü aydınlatıyordu. Onun yüzü karanlığın içinde kalmış bedenine inat parlıyordu. Sanki o gece Ay bir tek onun için orada, gökyüzündeydi.

Daha sonra pencerenin yanından çekilip bana doğru yürüdü ve üzerimi yorganla daha iyi kapatıp hiçbir şey söylemeden odanın çıkış kapısına doğru ilerledi. Kapının kulpunu tutup çıkacağı sırada yumuşak sesini duymuştum. Ben cevap veremeden çıkmıştı.

"İyi geceler, kız çocuğu."

İyi geceler, tuhaf adam.






Bir felaketin gebe kaldığı canavarlar mı daha teklikelidir, yoksa bir felaketin doğurduğu canavarlar mı?

Aslında hiçbiri.

Canavarların varlığına inananlar daha tehlikeliydi. Çünkü bilmediğin bir şeyi hissedemezsin ve canavarların varlığını hissediyorsan onlarla çoktan tanışmışsındır.

Çünkü hiç kimse kendi içindeki canavarla tanışmadan, canavarların varlığına inanmazdı.

Herkesin içinde bir canavar vardı; bazıları şeffaf, bazılarıysa maskeliydi. Göremezdin. Görsen bile tanıyamazdın. Ama hep içinde bir yerlerde var olduklarını hissederdin. Onlardan kaçamazdın. Varlığını göremediğin sadece hissedebildiğin bir şeyden nasıl kaçabilirdin ki zaten?

"Sonunda seni buldum!" diye bağırdım nefes nefese kalmış bir şekilde.

Öğretmenden öğrendiğim Alasan'ın evine gelmiştim. Evlerinde sadece yaşlı bir amcayla karşılaşmıştım ve o da bana Alasan'ın arka bahçede bir yerlerde olabileceğini söylemişti. Onu arka bahçelerinde aramama rağmen bulamamıştım. Bu yüzden eve dönmeye karar verdiğimde onu nehirin orada nemli çimlerin üzerine uzanarak şarkı dinlerken görmüş ve hiç tereddüt etmeden yanına gitmiştim.

Alasan bakışlarını izlediği gökyüzünden çekip bana diktiğinde ona kocaman gülümsedim. Benim neşeme rağmen onun gözleri korku filminden fırlamış bir palyaço görmüş gibi iri iri açıldı ve şaşkınlığı yüz hatlarında çivi çakıp ev kurmaya başladı.

Donuklaşan ifadeni gülümsemeyle saklamaya çalıştım. Çünkü gözlerindeki gerçek, kızarmış bir cennetin ilk ateşe verilmiş haliydi. Cennetin soğuk suları cehennemin volkanlarını tıkarcasına akmıştı kirpiklerinden, yanaklarını üşütmüştü. Ya da belki de ruhunu üşütmüştü.

Alasan ağlamıştı.

"Sürpriz yumurta mısın kızım sen?" Alasan yattığı yerden hızla doğrulup oturduğunda kulaklıklarını tek hışımda çıkardı.

Onu kurtarmak için çabalıyordum. Onu kurtarmak istiyordum. Çünkü Evren, 'insanın kendini kurtarmaya bir başkasını kurtarmasıyla başlar,' derdi hep.

Belki de kurtaramadığım, ruhlarındaki intiharların farkındayken bile öylece yanında geçip gittiğim binlerce kişinin acısını, suya atlamadan bile yaşamak için çırpınmasını isteyerek ondan çıkartıyordum.

"Merhaba arkadaşım." dedim tam karşısında olmasına rağmen ellerimi kaldırıp gözüne sokarcasına ona el sallarken.

Alasan sıkıntıyla harmanlanmış bir nefesi dudaklarından boşluğa itti ve kulaklıklarını takarak tekrardan nemli çimlerin üzerine uzandı. Beni görmezden gelmiş olması damarlarımdaki kanın çılgınca çalkalanmasına neden oldu, fakat bu kadar çabuk pes etmemem gerektiğini kendime hatırlatıp utancımı dağıtmak için utandığım şeyi daha çok yapmaya başladım.

Çünkü insan utandığı şeyi yaptığında ve onu düzeltemediğini anladığında daha çok utandığı şeyi yapardı. İlk yaptığı o kadarda acıtmasın diye.

Alasan'ın yanına çimlere uzandım ve bana kesinlikle bakmayan onun dikkatini çekmek için hiç hoş olmayan bir şekilde esnedim. Tepki vermedi. Tekrardan esneyerek kasıtlı bir şekilde yumruğumu onun yüzüne geçirdiğimde burnundan soluyarak doğruldu Alasan ve ölümcül bakışlarıyla yüzümü binlerce parçaya bölmeye başladı.

"Defolup gider misin, Ucube?"

"Yalnız kalıp ağlayasın diye mi?" dedim onun gibi doğrulup otururken.

"Evet," Alasan'ın ani itirafını hiç beklemediğim için yüzümdeki gülümseme dondu. Gerilmiş bakışlarımın harelerime ördüğü endişeyle kızaran gözlerine ve daha yeni fark ettiğim yorgun yüzüne baktım.

"Neden ağlamayı ve acı çekmeyi bu kadar kafaya takıyorsun ki?"

"Ağlamayı ve acı çekmeyi kafaya takmıyorum." diye tükenmişlikle mırıldandı. Birkaç saniye sessizlik aktı, akan nehre doğru. "Geçmişte yaşamak için yalvaran bir kişinin, şu an ölmek için dua etmesi ne tuhaf."

"Böyle yaşamak zorunda değilsin." diye mırıldandım durgun nehri izlerken. Ruhuma izlerini testereyle kazıyan bu kelime onun saçlarının arasına sızan bir esinti dahi olmadığı gözler önündeydi.

Belki önemli olan kelimeler değildi, o kelimeleri kimin söylediğiydi.

"Henüz on altı yaşındayız ve.."

Alasan aniden benden tarafa döndü ve öfkeyle lafımı böldü. "On altı yaşındayız diye, on altı yaşında olduğumuzu mu sanıyorsun?"

Cevap vermemi beklemeden devam etti; "Hissiz gibiyim. Sanki dünyadaki hiçbir güç beni derinden etkileyemezmiş gibi. Çok paramparça hissediyorum ama hiç kırılmamışım sanki. Bir türlü çözemediğim çelişki ipini boğazıma dolamışta, ayağımın altındaki sandalye her an çekilecek ve arafa sürüklenecekmişim gibi. Yapmak istediğim, söylemek istediğim çok şey var ama yokta. Kolumu kaldırıp tutabileceğim bir dal yok, oysa bir çınar ağacının altında oturduğumu hissediyorum. İçimi boşalttıkça içime içime doluyor sanki her şey. Katlanamıyorum. Sadece zemine uzanmak ve tavanı izlerken aslında tavanı izlememek istiyorum, fazlaca düşünmek ve düşünürken zihnimi deşmek istiyorum, yaşamak ama ölümün tadını almak istiyorum. Delirecekmişim gibi.. acı çekiyorum"

Alasan gözlerinde saklayamadığı damlalar dünyaya merhaba diyerek yanağından akmaya başladığında, yüzünü benden ters tarafa çevirdi. Ağladığını görmemi istemiyor gibiydi ama ben onu hep ağlarken görüyordum. Ya fazla tesadüfen karşılaşıyorduk ya da o çok fazla ağlıyordu.

"Depresyonda olmak ve kendini kesmek havalı bir şey değil ki. Anlıyorum, acı çekiyorsun. Ölecek kadar acı çekiyorsun hem de. Öyle ki nefesinin kesildiğini, omurganın kırıldığını ve geleceğinin yok olduğunu düşünüyorsun. Ama daha yola bile çıkmamış bizler için, sonu görünmeyen o yolu yürümeye değmez mi? Birazcık daha yaşamalısın. Gelecek yıla kadar en azından. Gelecek yıla kadar yaşa ve geri dönüp baktığında ne için acı çektiğini gör. Eğer hâlâ aynı acı canını ölecek kadar çok yakıyorsa o zaman umutlarını ve bileklerini kes. Ama bu acının önemi kalmayana kadar bekle," dedim içimdekileri kusmak ve onu kurtarmak için heyecanlanırken.

"Çünkü zamanla önemsizleşen bir acı gerçek değildir."

İnanmak.

Ne tuhaf bir kelimeydi. Harflerin kaosundan yaranmasına rağmen, üzerine insanların kaosundan anlamlar devrilmişti.

Bir kelime, nasıl olurdu da birisinin lügatinden silindiği an bütün sözcükler zihne saplanır, hayatının sayfalarını kül ederdi? Bu kelimenin üzerine mürekkep dökerek yok etmek bu kadar kolayken, onu yazmak için mürekkep dahi yoktu. Herkesin hayatı için bir lügati vardı ya hani, bu kelime o lügatten çıktığı an lügatin pek bir anlamı kalmıyordu açıkcası.

"Bana inanıyor musun?" diye sordum.

Bana inanmalıydı. Çünkü onun hayatını kurtarmama o izin vermediği sürece yapamazdım. O istemediği sürece yaptığım yardımların hepsi anlamsızdı. Kuyunun dibindeyken ona uzattığım elime inanmalıydı. Ona bakan bakışlarıma, nefesine karışan nefeslerime ve ruhunu gören ruhuma inanmalıydı. Aksi halde, bir insan başka bir insana yardım edemezdi.

"Sana inanmam neyi değiştirecek ki." Bu bir sorudan çok doğruluğunu onaylayan, ve sonuna nokta koyulmuş bir cümleydi.

"Çoğu şeyi," diyebildim sadece. Ona hiçbir şey vaat edemezdim. Yardımlarımın onu iyileştireceğini bile söyleyemezdim ki. Bu gerçek bir an canımı yaktı.

"Belki."

Alasan kulaklığının tekini bana uzattığında ani ruh değişikliklerine şaşırmıştım. Ama hepimiz öyle değil miydik? Hepimizin içinde yağmurdan korunmak için şemsiye açan bir merhametimiz ve bizi ruhumuzu temizleyen yağmurdan saklayan bencilliğimiz yok muydu?

Kulaklığın tekini alıp kulağıma geçirdim.

"Bir şeylerin değişmesinin ne anlamı var?" diye fısıldadı Alasan. Duymayacağımı sanmış olmalıydı ama onu duymuştum.

"Neden bir şeylerin değişmesi için birisine güvenmek zorundayız?" Nehirden üzerimize devrilen soğuk dalgaları izlerken sessizce onu dinledim. "Bir şeyler değiştikten sonra ona güvenmemiz daha mantıklı değil mi?"

Kulaklıktan akan şarkı arka fonda kendi halinde uçup gidiyordu. Her saniye bizden uzaklaşan bir kiraz çiçeği gibi. Uzansam ona dokunamayacağım kadar hızlı ve narindi.

"Ama bir şeyleri değiştireceğine inanmazsak, o kişi bir şeyleri nasıl değiştirebilir ki?" dedim sakince. Sesim izlediğim nehir kadar durgundu.

Alasan'ın bakışları yüzüme kaydı. Tren yaylarının üzerine konan bir kelebek gibi yaralıydı bakışları, az sonra onu ezecek bir trenin varlığının bilincinde ve günün sonunda hayatın onu ezeceğinin hüznündeydi.

"Sana neden ucube dediğimi merak ediyor musun?" diye sordu. Sesindeki sertlik üzerinde çatlaklar barındırarak merhameti içeri sızdırmıştı. Usulca kafamı salladım.

"Çünkü bu hayatta birisinden nefret etmeliydim," Bakışlarını mahçup bir ifadeyle benden kaçırdı. "Kendimden nefret etmemek için."

Doğruydu, insanın kendisinden nefret etmemesi için birilerinden nefret etmesi gerekiyordu. Kendi iğrenç kişiliğinin altında ezilip yaşarken ölmemesi için.

"Sana ucube diye seslendiğimde kendime hep bunu hatırlattım; benden kötüleri de var, ben en kötüsü değilim. Ben nefret edilecek kadar canavar değilim." Sesindeki hüzün gözlerime dolu dolu atılmış bir el mermi gibiydi. "Benden kötüleri mutlaka vardı, mesela sendin. Senin sayende kendimden bir ömür boyu nefret etmem gerekmeyecekti."

Alasan bakışlarını tekrardan yüzüme çevirdiğinde ona baktığım için göz göze geldik; bu Mozart'ın yaralı parmaklarından hayata akan bir melodiydi sanki. Hiç duyulmamış, hiç var olmamıştı.

"Bir ucube olduğun için teşekkür ederim, Erva." İlk kez adımı söylemişti. "Kendimi senin varlığınla teselli eden bir zavallı olduğum için üzgünüm."

Nehirin üzerinden uçan turuncu kelebek kanat çırparak aramızdan geçip gitti. Üzerimizde tavşana benzeyen bir bulut durdu, topraktan gelen yağmur kokusu etrafa yayıldı ve iki yaralı ruh birbirine denk gelen yaralarıyla öylece yan yana oturdular. Arka fonda akıp gitti bir şarkı, melodisi acılarının çığlığını bastırdı. Gözlerinden akan yaşlar önlerindeki nehre döküldü, nehiri taşıracak kadar ağırdı her bir damlası.

Ama dünya onların varlığından habersizdi.

Dünyadan saklanmayı başaran yaralı çocuklar her zaman yalnız olurlardı. Yaraları iyileşip, mikrop kapmasa da her zaman kimsesiz bir çiçek gibi binlerce ptun arasında var olup dururlardı. Hiç kimse göremezdi onları. Eğer görürlerse dalından koparırlardı.

Yine de yalnız başına köklerinin daha derinlere inip, yaşamı kucaklamasındansa, bir vazoda onlarca gülün içindeyken güneşin batışına kadar hayatta kalmak daha iyi gelirdi ruha.

"Arkadaş olalım mı?" diye gülümseyerek sordum acıyla yoğrulmuş havanı dağıtmak içim.

"Öpüşmeyi tercih ederdim."

Alasan sırıtarak cevap verdiğinde koluna gelişigüzel bir tane geçirmiştim. Yüzünü buruşturarak vurduğum yeri ovalamaya başladı. "Sana da yaranılmıyor. Geçen yıl benden hoşlanmıyor muydun sen? Sevgililer gününde kafam kadar çikolata vermiştin bana. Sonra da abin sanki hatalı benmişim gibi üzerime gelmişti."

"Geçen yıldı o."

"Şimdi ne oldu?"

"Düşündüğüm kadar havalı değilmişsin."

"Ucube."

"Ucubeyiz."

"Ucubeyiz."

Alasan bana bakarak gülümsediğinde uzansam bile dokunamayacağım o duvara dokunabildiğimi hissettim. Şimdi o duvarı yıkmam ve kalbine ulaşmam gerekiyordu.







Oyun parkındaki kamelyaların birinde oturup karşımda bana arkası dönükken salıncakta sallanan oğlan çocuğunu izliyordum. O kadar küçüktüki daha. Ama buna rağmen yalnız başınaydı. Annesi neredeydi? Bir çocuk neden kendi başına salıncakta sallanmaya çalışırdı ki?

Mavi.

Onu ne zaman görsem yapayalnız salıncakta sallanmaya çalışırdı ama tabanlarını yere sürtmekten canı acırdı bu yüzden bir süre sonra sadece oturup gökyüzünü izlerdi.

"Oğlan çocuğu," diye bağırdım. Düşüncelere dalmış çocuk ani çıkışımdan irkilse de arkasını dönerek bana baktı. "Neden eve gitmiyorsun?" Biraz sonra karanlık çökecekti üzerimize. Ama o hâlâ oyun parkında yapayalnızdı.

"Yağlı saçlı abla?" diye gözlerine oturan heyecanla konuştu. "Sen hâlâ duş almadın mı?"

"Saçlarım çabuk yağlanıyor. Hem zeki insanların saçı çabuk yağlanır, senin temiz saçlarının aksine." diye mırıldanarak onun yanına doğru adımladım. Geçen gün onu dışlayan arkadaşları için ağaçtan topu indiren ve aptal gibi onların peşinden koşan çocuktu bu.

"Neden buradasın?"

"Salıncakta sallanmak istiyorum bu yüzden, birazdan gideceğim zaten." Sesi titriyordu. Bunun soğuktan mı yoksa az önce korktuğu için mi olduğunu kestirememiştim. Fazla da umursamadım zaten.

Yanına vardığımda karşısında durdum. "Kalk ben sallanacağım." Çocuğa karşı neden bu kadar soğuktum bilmiyorum ama ne zamam onu görsem canımın yandığını hissediyordum. Ruhumu acıtan bir yanı vardı onun, bu yüzden her gördüğümde sinirleniyordum.

Her zaman dediğim gibi, bazen bazı şeylerden neden nefret ettiğini bilmek istemezsin. Duyacağın sebebin intihar sebebinle aynı ağırlıkta olacağından korkardın.

Oğlan çocuğu hiçbir şey demeden oturmaya devam ettiğinde bu kez sesim biraz yüksek çıkmıştı. "Sana kalk demedim mi? Sağar mısın?"

"Niye bağırıyorsun? Ben sana bir şey yapmadım ki. Yağlı saçlı dedim diye mi sinirlendin?" dedi titreyen sesiyle ama hâlâ oturuyordu.

Aslında salıncakta sallanmak gibi bir niyetim yoktu tek istediğim biraz da olsa onun canını yakmaktı. Çocuğun omuzlarından tutarak onu yere çamurun üzerine ittim. Diz kapaklarının ve avuç içlerinin üzerine düştüğünde acıyla inlemişti. Benim hep düştüğüm gibi. O da bu acıyı çekmişti.

Çocuk sessizce ağlamaya başladığında gülümsedim ama sinirlenmiştim. Neden ve kime sinirlenmiştim? Bilmiyordum ama öfkemi kusmak istermiş gibi salıncağın tahtasına tekme attım. Arkamı dönüp ilerliyordum ki çocuğun sözleriyle durmak zorunda kalmıştım.

"Salıncak sana bir şey yapmadı ki. Neden öfkeni, öfkenin nedenlerinden değil de hayatındaki diğer şeylerden çıkartıyorsun? Onlara başkaları yüzünden kötü hissettirirsen hayatından giderler. Hiç kimse haketmediği değeri gördüyü kalpte kalmak istemez.."

Öfkemi hakeden kimdi? Bendim değil mi? Ama kendimi nasıl cezalandırabilirdim ki?

Sıkıntılı bir nefes alarak yerde oturan oğlan çocuğuna baktım ve onun yanına giderek koltuk altlarından tutup kaldırdım. Kendimi kötü hissetmiştim. Sonuçta onun bir suçu yoktu ama içimdeki nedeni bilinmez öfke yüzünden onu çamura itmiştim.

"Kendimden nefret ediyorum." diye kendi kendime söylenerek çocuğun çamur olmuş üzerini temizledim ve elimi omzuna koyarak gözlerinin tam içine baktım. "Bak oğlan çocuğu, bu saatte seni yalnız başına bu parkta bir daha görürsem alırım ayağımın altına. Anlaşıldı mı? Şimdi evine git. Bir daha da yalnız başına buralara kadar geleyim deme."

"Tamam."

"Bir daha seninle oynamak istemeyen çocukların peşinden koşup onların ayak işlerini yapma."

"Tamam."

"Başkaları için ağacın tepelerine çıkma ve yalnız başına gecenin bir vakti salıncakta sallanma."

"Tamam."

"Hiç mi arkadaşın yok senin?" diye sordum hüzünle uyarılarımı onaylayan çocuğa bakarak.

"Bilmem. Senin var mı?"

"Var." dedim istemsizce.

"Tanıdığım herkesin arkadaşı var. Eğer herkesin arkadaşı varsa benimde vardır herhalde."

Gözlerinin derinliklerine bakarken ona gülümseyemedim ve omzunu okşayıp destek veremedim. Yaralı bir kişi ne kadar kapatabilirdi ki karşısındakinin yaralarını? Kapatamazdı. Yaralarına yapıştırdığım yara bantları benim gölgemi üzerinde taşıyordu. Kullanılmış yara bandını hiçbir yara haketmezdi.

Ama buna takılmayarak çocukla vedalaştım ve eve doğru ilerledim. Çağan'ın bana verdiği anahtarlığı süzmeye başladığımda kendi kendime güldüm. Bu Barbie bebeği her gördüğümde kendimi garip hissediyordum. O değilde o kadar olayın içinde bu Barbie bebeğini nereden bulmuştu?

Zırh giymiş kapıyı açarak onun pembe dünyasına siyahımla adım attım. "Ben geldim." diye bağırdım. Ayakkabılarımı gelişigüzel çıkarıp düzeltme zahmetine bile girmedim ve montumu boş portmantoya asarak salona doğru ilerlemeye başladım. Midemde biraz suçluluk biraz mutluluk duygusu aynı kazana atlamış kaynıyordu. Salondan içeri girmemle kazana şaşkınlık tuzuda boşaltmalı olmuştum.

Tanrı şimşekleri gökyüzünden alıp zihnimde çaktırmış, yanan evleri kül etmişti. Enkaza kafa göz girmiş duygularım silikleşerek yok olmaya yüz tutmuş gibiydi. Gerçi benim yerimde kim olsa şaşkınlığı bedenine ağır gelir, derisi yırtılırdı. Odak alanıma girmekte olan sahneyi hiçbir anlam yüklemeden anlatmaya çalışacağım. Ama bu ne mümkünse.

Tam olarak tekli koltukta oturup haylaz enerjisini etrafa yayarken ayaklarını orta sehpanın üzerine yaslayan Meran. Evet, bu çok karmaşık ve belkide çok doğal bir soru ama onun burda ne işi vardı? Fakat beni şaşırtan bu değildi.

Meran'ın tam karşısındaki koltuğa oturarak bacak bacak üstüne atan bornozlu bir Çağan görmeyi hiç beklemiyordum. Gerçekten hiç ama hiç beklemiyordum. Bir süre durumu kavramaya çalışmak için ölmüş beyin hücrelerimi zorla mezarından kaldırdım ama bir ceset ne kadar işime yarardı ki?

Çağan'ın bakışları aniden beni bulduğunda Meran'ın da bakışları eşzamanlı olarak bana çevrilmişti. Meran'ın yüzündeki şaşkınlığı görebiliyordum. Ama ben de ona aynı şaşkınlıkla bakıyordum.

Çağan'ın üzerinde o bornozun ne işi vardı hem? Asıl önemli konumuz buydu.

"Kız çocuğu?"

"Senin üzerinde neden bornoz var?" Kendimi tutamayarak direk bunu sordum ve hızlı adımlarla onların yanına gittim.

"Senin burada ne işin var?" Meran'ın bana yönelttiği soruya Çağan garip garip bakarken ben çok normal bir şeymiş gibi cevapladım.

"Birlikte yaşıyoruz."

"Nasıl yani?" Meran'ın sorusunu duymazlıktan gelerek koltukta yarı çıplak olmasına rağmen rahat rahat oturan Çağan'a döndüm ve onun dibine girerek koltukta oturdum. Tam bir fırsatçıyımdır. "Sana çok önemli bir şey söylemeliyim," Çağan'ın bana nazaran büyük elini avuçlarım arasına alarak ciddi bir ifadeyle konuşmaya başladım.

"Bak benim yanımda rahat olabilirsin. Zaten bu halinle çok fazla rahatsın ama yine de bunu söylemek istedim. Demek en başından bu yüzden benimle evlenmek istemiyordun. Nasılda anlamadım. Eğer ikinizin arasında bir şey varsa bana söyleyebilirsin, seni anlarım. Merak etme ben çok anlayışlı birisiyimdir."

Çağan elini hızla avuçlarımdan kurtararak şaşkınlıkla göz kapaklarını sonuna kadar açıp bana ters ters bakmaya başladı. Sonra öfkeyle Meran'a dönüp koltuktaki yastıklardan birini ona fırlattı. "Gördün mü angut! Bizi yanlış anladı." diye öfkeyle bağırdı.

"Defolup git evimden Meran. Bir daha da aklına estiği gibi pencereden gizlice gireyim deme! Evimde artık bir kız çocuğu var. Kızın ahlaki değerleri bozulacak sapıkça haraketlerin yüzünden."

Çağan tekrardan Meran'a yastık fırlattığında Meran ona küfür ederek ayağa kalktı. "Burası benim evim. İstediğim zaman gelebilirim."

"Kıçımın evi! Ne zamandan senin evin oluyormuş?"

"Sen buraya taşındığın günden."

Ah Tanrım. Yine başlamıştık.

Meran ve Çağan'ın hararetli kavgasını izlerken ayağa kalktım. Şimdi onları daha rahat görebiliyordum. İki küçük oğlan çocuğu gibi kavga etmelerini dinlediğimde gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Böyle çok komik görünüyorlardı.

Çağan kısa süre içersinde konuya evin tapusundan girip dün aldığı lahanadan çıktı. Harbi konu lahanaya ne ara gelmişti? Buna rağmen Meran'nın çocukken örümceklerin bacaklarından tutarak ortadan ikiye kopardığını da öğrenmiş olmuştum. Evin üzerinde saçmasapan iddiaları geçtim, duvar boyasına kadar ilerletmiştiler kotayı.

Birbirilerinden böyle nefret ediyorlarmış gibi görünüyorlardı ya, ama bence onların arasında hiçbir zaman kırılamayan bir bağ vardı. Çünkü birbirlerine ne söylerlerse söylesinler asla karşı tarafın kalbini kıracak cümleler seçmiyorlardı.

Konu artık takip edemediğim bir noktaya geldiğinde ikisininde kavgasının bölmek zorunda kaldım. "Ben acıktım."

Gürültülü kavgalarına çığ gibi düşen ince sesim ikisini de sessizliğe itmişti. Aniden oluşan sessizlik duvarlara çarparak kulaklarım da yankılanıyordu sanki. Meran ayaktaydı ve tam yanımdaydı bu yüzden garipsemiş bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum. Sanki odada olduğumu yeni fark etmişlerdi. Çağan bana bakarak ayağa kalkmaya yeltendiğinde bugünün bilmem kaçıncı tuhaf olayını yaşadım saymadım ama bu hepsini altında ezecek kadar ağırdı.

Çağan'ın koltuktan kalkmak için yaptığı hamle yüzünden bornozunun önü açıldı. Böyle basbayağı. Açılmıştı!

Ama ağzım şaşkınlıktan açılırken görebildiğim tek şey belirgin köprücük kemikleri oldu çünkü tam yanımda duran Meran hızla gözlerimi elleriyle kapatmıştı.

Birkaç saniyelik tuhaf sessizliğin ardından Meran'ın kahkaha sesi kulaklarımda çınlamaya başladı. Öyle bir içten gülüyordu ki gözlerimin üzerindeki eli titriyordu neredeyse. Ama onun aksine Çağan sinirlenmiş gibiydi. Bunu Meran'ın ona kahkahalarının arasında söylediği sözler karşısında verdiği tepkiyle anlayabilmiştim.

"Onun girebileceği bir yer bilmiyorum açıkçası."

"Dua et sana sokmuyorum patavatsız!"

Duyduğum cümlelerle ağzım daha da açılmasına rağmen sakince küçük bir hatırlatma yaptım. "Hani güzel bir kızda burada diyorum. Daha 16 yaşında olan."

Meran ellerini gözlerimin üzerinden çektiğinde odak alanıma bornozununun önünü sıkıca bağlamış Çağan girdi. Yüzü utandığı için biraz kızarmış gibiydi.

Çağan Eflah utanmıştı?

"Sen bir şey görmedin değil mi?"

Endişeli sesi kulağıma iliştiğinde hafifçe öksürdüm ve yalanın koynuna sığındım. "Sanırım her şeyi gördüm. Bunu unutabileceğimi sanmıyorum."

"Hadi ya," Çağan hayıflanarak bakışlarını benden kaçırdı ama sonra öfkeyle Meran'a dikip onu iterek kapıya doğru sürüklemeye başladı.

"Hepsi senin yüzünden. Siktir olup git evimden! Bir daha da 5 metre odak alanıma bile gireyim deme. Senin yüzünden kızın yüzüne bakamıyorum." Çağan'ın Meran'ı evden kovuşunu daha rahat izlemek için merdivenlerin oraya gittim ve Meran'ın karşı koymalarına rağmen Çağan onu sonunda evden attı.

Çağan kapıyı gürültüyle kapattıktan sonra arkasını dönüp sırtını kapıya yasladı ve soluklanmaya başladı. Ama karşısında aniden beliren bir adet Erva Gökduvar gördüğünde yüzü tekrardan kızarmaya başlamıştı. Utandığında çok tatlı oluyordu gerçekten.

Bakışlarımı yüzünden çekerek açıkta kalan köprücük kemiklerine diktim. Çok güzellerdi. Sanki boynuyla omzu arasında kalan köprücük kemikleriyle çevreli çukurun oraya mutluluk gözyaşı doldurmuştun ve ben yüzme bilsemde orada boğulmak istiyordum.

Çağan aniden bornozun iki yakasından tutup açıkta kalan çıplak tenini sıkıca kapattı ve söylene söylene yukarı çıkmaya başladı. "Bu evdeki herkes sapıklaşmış!"

Onun arkasından gülerek merdivenleri çıkmaya başladım ben de. Çağan bugün çok tatlıydı gerçekten. Ama şimdi tek istediğim odama gitmek ve kendi halimde depresyona girmekti. Odayı iyice benimsemiştim ama sorun bu değildi.

Alasan'dı.

Bana kalbini açarak orada saklanmama izin vermişti. Ve ben şimdi oradan çıkarak onu yalnız bırakamazdım.






Dolabın kapısını açarak geçen gece içine koyduğum kıyafetlerimi gözden geçirdim. Ev sıcaktı ve benim kıyafetlerim kalındı. Bunlarla uyuyamazdım, terlerdim. Diz kapaklarıma kadar uzanan kazağı üzerime geçirip, altına bir şey giymeden soğuk yatağa girdim ve kendi ateşe verdiğim kalbimle orayı ısıtmaya çalıştım.

Ama sanki ateşe verdiğim kalbim artık yanarak kül olmuştu. Bazen kalbimin yerinde olmadığını hissediyordum. Sanki beni terk etmişti. Sanki bu kadar yükün altından kalıpta yok olmuştu. Sanki o bile benim göğüs kafesimde olmayı istemiyordu.

Ama kaburgalarımdaki sarmaşıklar hâlâ oradaydı. Onlar hiç gitmiyorlardı. İçimde olan tek şey yabancı sarmaşıklar mıydı yani?

Onun sarmaşıkları. Zehirli olduğunu bildiğim halde büyümeleri için her gün suladığım sarmaşıkları.

Kapının açılma sesini duyduğumda gözlerimi hızla kapatarak uyuyormuş numarası yaptım. Onun karmaşık kokusu odanın içine usulca dağılmaya başladı. Uyuyormuş numarası yaptığımda hep gülmek istiyordum ama eğer gülersem de rezil olurdum. Bu yüzden yanağımın içine sıkıca dişlerimi geçirdim.

Çağan yanıma gelerek üzerimi yorganla sıkıca örttü. "İyi geceler, kız çocuğu."

Tam da o an, kaburgalarımı saran sarmaşıklar daha da sıkılaşarak canımı yakmaya başlamıştı. Sanki sevgisiyle beni öldürmek isteyen bir şövalyeydi. Sarmaşıkları da onun tahtadan kılıcı. Ama yinede ben bu masalı seviyordum. Ben her şeye rağmen prenses olmak istemiştim. O zamanlar daha küçüktüm, bilmiyordum işte her masalın güzel olmadığını.

Göz kapaklarımı hafifçe araladığımda Çağan'ın bana arkasını dönerek kapıyı açtığını gördüm. Gidiyordu ve ben onun evine geldiğimden beri yine uyuyamayacaktım. Bütün geceni tavanla bakışmayı istemiyordum.

"Seninle uyuyabilir miyim?" Kısık çıkan sesimle sakince sordum.

Çağan kapıdan tam çıkacakken duraksamak zorunda kaldı. Yine hep giydiği pembe pijamasını giymişti. Bu içimi gıdıklasa da ona bakmaya devam ettim. Bakışlarını bana çevirdi ve ifadesizce karanlıkta yüzüme bakmaya başladı.

"Kız çocuğu," İtiraz ediyordu.

"Senin gürültün yüzünden bir haftadır doğru dürüst uyuyamıyorum ve evine geldiğimden beri uyku sorunu çekiyorum. Bunun seni ilgilendirmediğini biliyorum ama sadece 10 dakikalık bile seninle uyuyamaz mıyım? Sana dokunmayacağım korkma." diyerek Çağan'ın sıkıntıyla söylediği sözünü kestim. Sadece onunla uyumak istiyordum.

"Salonda uyumak ister misin?"

"Olur." diye heyecanla yorganı üzerimden fırlattım ve Çağan'ın yanına koştum. Ama kendimi frenleyemedim ve hafifçe ona çarptım. Çağan'ın yüzünde benim şapşallıklarıma karşı küçük bir gülümseme belirdiğinde odadan çıkıp yürümeye başlamıştı. Bende onun peşine takılarak onunla birlikte ilerlemeye başladım. Aynı zamanda bir taraftanda onunla konuşmaya çalışıyordum.

"En sevdiğin hayvan ne?" Konuyla alakasız bir soru sordum ve bana kaşlarını kaldırarak baktı. Klasik Çağan Eflah tepkisiydi bu. "Kedi,"

Çağan merdivenlerden inmeye yeltendiğinde gerisinde kalmaya özen göstererek yavaş yavaş ilerledim ve aniden onun odasına doğru koşmaya başladım. Odasındaki delikli perdelerin gizemini merak ediyordum. Ve diğer bütün detaylarında. Ama odasının kapısını açıp gireceğim sırada Çağan beni karnımdan yakaladığı gibi havaya kaldırıp odasına girmemi engelledi.

"Beni hiç dinlemiyorsun, kız çocuğu." diyerek söylendi Çağan.

"Tamam bırak beni. Girmeyeceğim." dedim kucağından kurtulmak için debelenirken.Fakat Çağan beni bırakmak yerine ilerlemeye başladı.

"Hayır."

Merdivenleri indiğimizde sakinleşerek tekrardan odaklanmaya çalıştım. Sırtım onun göğüsüne yaslıyken ve kolları karnımı sıkıca sararken odaklanmak ne kadar da imkansız bir şeydi. Damarlarımda akan kanın heyecanını azaltmak istermiş gibi konuştum.

"Peki en sevdiğin renk?"

"Pembe." diye ifadesizce yanıtladı beni. Nefesi saçlarımın arasına karışmış, düşüncelerimi domino zarı gibi yerle bir etmişti.

"Peki.." Beni umursamadan aniden salona girdiğimiz için cümlem yarıda kesilmişti. Sanırım sürekli onunla konuşmaya çalışmamı sevmiyordu.

Kalbimin üzerine ağır bir boğa oturmuşta koşudan sonra dinleniyor gibiydi. Nefes alamıyordum ve kaburgalarım acıyordu.

Çağan caddeye açılan büyük pencerenin önüne doğru ilerledi ve beni terasın girişinin oraya bıraktı. Dolaplardan bir sürü renkli mum alıp halının açıkta bıraktığı zemine oturdu. Sakince onun yanına giderek oturdum ve uykulu gözlerimi ovuşturdum. Yaklaşık bir aydır düzenli bir uyku çekemiyordum. Bünyem gittikçe zayıflıyordu ve ruhsal çöküşler kancasını omzularıma atmıştı. Ben sadece uyumak istiyordum. Uyumaya çalıştığımda ise küçük bir bahane dahi buna engel oluyordu.

Çağan'ın tam karşısında oturduğumda mumları dikkatle çıkartarak ikimizin etrafına dizmeye başladı. Hiçbir şey yapmadan onu izlemekle meşguldüm. Saçları hâlâ ıslaktı. Acaba dokunsam kızar mıydı? Tabi ki kızardı! Geçen saçlarına okşamak istediğim için az kalsın bakışlarıyla öldürüyordu beni. Devlet sırrıydı saçları ve ben Vatan hainiydim sanırım.

Çağan mumları etrafımıza dizdiğinde benim arkamda kalan kısma mumları yerleştirmek için ellerini bedenimin iki yanından geçirerek omuzumun üzerinden arkama uzanmıştı. Böyle yakınlaşmamızdan dolayı şampuanının kokusu rahatça ciğerlerime doluyordu. Vişne kokuyordu. Nefesimi tuttum. Kalbim şimdi deli gibi çarpıyordu. İlk kez göğüs kafesimin içinde olduğunu kabullenmiş ve at koşturuyordu kalbim.

O bunun farkında bile değildi. Diğer hiçbir şeyin farkında olmadığı gibi.

Yüzümün hemen yanında olan yüzüne baktığımda nefesin nereden alındığını unutmuş gibiydim. Nasıl alınıyordu ki nefes? Hava nasıl ciğerlerime dolup yaşamımı aydınlatabiliyordu? Bunun cevabını bilmiyordum ama sarmaşıkları olan bir adam ruhuma kolayca sızıp karanlığımı aydınlatıyordu. Hem de bunu sürekli yapıyordu.

Gözüm boynundaki kolyesine takıldığında yutkunma gereği duydum. Kolye sadeydi. En tuhafı pembe değildi. Çağan mumları dizdikten sonra hiçbir şey olmamış gibi geri çekildiğinde bir an göz göze geldik ve duraksadı. Yüzü bir nefes ötemdeydi. Yani uzansam onu öpebilecektim.

Bunu yapmalı mıydım?

Evinden kovulmak istemiyordum.

Aramızdaki sessizliğe esir düştüğümüzde kalbimin hızla çarpma sesi kulaklarımda yankılanıyordu. Akıl hastanesinden kaçmıştı kalbim sanki. Kaçıktı! Bunca zaman ölü taklidi yaptıktan sonra böyle davranamazdı.

"Neden sadece birlikte uyumuyoruz da bu kadar uğraşıyoruz?"

"Seninle uyuyamam." diye mırıldandı.

"Kalbin çok gürültücü. Sen iyi misin?" Çağan ifadesizliğini gömdüğü sesiyle konuştu. Kahve kokan nefesi dudaklarıma değmişti. Çok fazla kahve tüketiyordu. Böyle yaşayamazdı ki. Ben uyumayı deli gibi isterken o uykudan kaçıyordu.

Kendimi kastığımı fark ettiğimde Çağan geri çekilmiş, nefes almam için alan açmıştı.

"Hormon savaşı." diye nefesimi gürültüyle dışarı üfledim. Çağan sorgular gibi kaşlarını kaldırdı. "Ne?" diyerek üste çıkmaya çalıştım. "Çok yakışıklısın, seksisin, güzelsin, çekicisin.."

Ağzımın yine çuval gibi boşaldığını anladığımda aniden sustum. Düşünmeden konuşuyordum resmen! Bu çok utanç vericiydi.

"Ve sen aynı zamanda yaşlısın. Dedem yaşında ki moruğun tekisin. Sopayla falan gezmen gerekmiyor mu senin? Ya da torunlarını sevmen?"

"Beni neden gömüyorsun şimdi?"

Hızla ellerimle yüzümü kapatıp konuşmaya başladım. "Bazen zihnimden geçen her düşünce dudaklarımda beliriyor. Bu çok utanç verici. Üzgünüm."

"Kız çocuğu," Çağan ellerimi kapattığım yüzümden çekti.

"Git bana mutfaktan çakmak getir." Utancımı dağıtmam için kendisinden biraz uzaklaşmama izin verdiğinde hızla ayağa fırlayarak aceleyle koştum. Evet, bu kesinlikle harika bir fırsattı.

Ama etrafımızda mumların olduğunu unutmuştum.

Tabii klasik Erva'nı aratmayacak bir haraketle yere kapaklandım. Evet böylelikle utancımı dolu dolu dağıtabilmiştim. Ne tuhaf!

Çağan'ın gülmesini falan bekliyordum ama sessizce mumların içinden çıkıp yanıma geldi. Fiziksel acıyla oturur pozisyona geldim ve çocuk gibi ağlamaya başladım. Artık cidden çok utanıyordum. Neden sıradan kızlar gibi onu etkileyemiyordum. Neden karşısında hep rezil oluyordum?

Ailem ne zaman gelecekti? Eve gitmek istiyordum. Ağabeyimle uyumak istiyordum. Kristina'yla neden kavga etmiştik? Ya da Yağız'a verdiğim sözü neden yine tutamamıştım? Ev ödevimi nasıl yapacaktım? İrem neden ölmüştü? Neden bu kadar çabuk pes etmişti? Neden beni yapayalnız bırakmıştı? Ve neden ben artık bunun için yavaş yavaş pişmanlık duyuyordum?

Bütün mazi bir anda film şeriti gibi gözlerimin önünden geçtiğinde şiddetle ağlamaya başladım. Neden bir anda böyle olmuştum ki? Bütün zehrimi dizimim kanamasını bahane ederek akıtmaya başladım. Dudaklarımda hıçkırık fırlayıp havada kayboldu.

Çağan önüme düşen saçlarımı kulağımın arkasına itti ve yanımda diz çöküp oturdu.

"Ben seninle ne yapacağımı hiç bilmiyorum, kız çocuğu." dedi düştüğüm için morali bozulmuş gibi.

Onu uykusundan etmiştim. Ona neydi ki benim uyuyamamamdan? Yine de arsızlıkta diploma aldığım için hıçkırıklarımın arasından konuştum.

"İyileştirebilirsin ve uyumama yardımcı olabilirsin ve sevebilirsin ve ve.."

Sevebilirsin.

Beni sevebilirsin.

Beni sevmeni istiyorum.

Çağan yüzüme bakmadan yanımdan kalktı ve salondan çıktı. Yanaklarımdan bardaktan boşalırcasına gözyaşı akıtmaya başladığımda onun sırtını izledim. Kapıdan çıktığı anda karşılaştığım boşluğu izlemeye devam ettim.

Dizim kanıyordu. Yaramın üzerine tekrar tekrar yara almıştım. Bu o kadar acıtıyordu ki canımı. Yara alacağımı bile bile yaraya koşmak.. Bu benim hayatımdı sanırım.

Çağan elinde yara bandıyla geri döndüğünde sessizce tekrardan yanıma gelip oturdu. Ona bakmamı umursamadan dikkatlice kanayan dizime dokunmaya başladı. Canım acıyordu ama bu fiziksel değildi. Sırtıma aniden bir sürü acı bırakmıştı Tanrı. Ama bunu neden en olmadık bir zamanda yapmıştı ki? Çağan bir tane yara bandı alıp kağıdını yırttı ve dikkatlice dizime yapıştırdı.

"Dizin kanadı diye bu kadar ağlanılır mı kız çocuğu? Kendi ellerinle beni çocuk olduğuna inandırıyorsun," Çağan'ın dudağının sol tarafı hafifçe kıvrılarak konuşmaya başladığında elinden yara bantlarından birini alıp beceriksizce açtım ve onun dudağına yapıştırdım. Şaşırsa da bir süre sonra kaşlarını kaldırdı.

"Senin düşüncelerin yaralı bence." diyerek yara bandının birini daha yırttı ve alnımın tam üstüne yapıştırdı.

Gözyaşlarımı elimin tersiyle sildim ve acımasına rağmen dizlerim üzerinde doğrulup ona biraz daha yaklaştım. Boyu benden çok uzun olduğu için o otururken sadece dizlerim üzerine kalktığımda yüzlerimizi hizalayabiliyordum. Onunla burun buruna geldiğimde elindeki yara bantlardan birini alıp boynunun tam üzerine nabzına yapıştırdım.

"Senin her nefesin yaralı," dedim. Bunu dalga geçer gibi söylemiştim ama öyleydi işte.

"Senin yaşamın yaralı," Sol elimi aniden kavrayıp avuçları arasına aldı ve bileğimin üzerine yara bandını yapıştırdı. Bu dikiş olan bileğimdi. Bileğimdeki dikiş izini ne zaman fark etmişti?

Midemden aşağı tuhaf bir sızı damlamaya başladığında gülümseyerek ona karşılık verdim. Bu oyunu sevmiştim.

"Senin.." Onun neyi yaralıydı? Onu daha iyi tanımıyordum bu yüzden yaralarını bilmiyordum. Duraksayarak düşünmeye başladım. Çağan dikkatle gözlerime bakıyordu. Sanki kirpiklerimi sayıyormuş gibiydi. Ama bunu neden yapsındı ki?

"Senin.." Tekrardan duraksadığımda sıkıntılı bir iç çektim.

Herhangi bir zaman yaralarımız denk gelir miydi seninle? Kendi yaramı ona yakıştıramasam da aynı yarayı taşımak ister gibi fısıldadım. İkimizinde yarası aynı yerde aynı derinlikte olsaydı birbirimizi iyileştirirdik belki.

"Kalbin yaralı,"

Elinde kalmış son yara bandını alıp yırttım ve kalbinin tam üstüne yapıştırdım.

Kalbi dengesizce atıyordu. Tuhaftı. Kalp atışı bile tuhaf olan adam benim heyecanım senin için fazla sıradandı değil mi?

"Sana bir numara göstereyim mi?" Konunu değiştirerek geri çekildi ve mumların içine doğru ilerleyip tekrardan oturdu. Acıyan dizlerimi umursamadan ben de onun yanına gitmiştim. Merakla onu izlemeye başladığımda kemikli bembeyaz elini pembe mumun üzerine getirdi ve hafifçe sürttüğünde mum alev alıp yanmaya başladı. Gözlerim şaşkınlıktan kocaman açıldı. "Bunu nasıl yaptın?"

"İllüzyon," diyerek kestirip attı. Bu bir illüzyon muydu? Gerçek gibiydi oysa. Parmağımı yanan muma yaklaştırıp dokundurduğumda parmak uçlarım yandı. Acıyla inleyip elimi geri çektim. "Hani illüzyondu?"

"Neden havalı olmama izin vermiyorsun? Bir şey söylediğimde peki tamam deyip geçsen kafamı kıracağım. Her şeyi didikliyorsun." dedi ifadesizce.

Parmağını şıklatmasıyla evdeki tüm ışıklar aniden kapandı, etrafımızdaki mumlar alev aldı. Ense köküme saldırısını yapmış şaşkınlık kanımda çalkalanmaya başlamıştı çoktan. Bu da neydi böyle? Dudaklarımı soru sormak için araladığımda Çağan beni solladı. "Soru yok." Hayıflanarak sessiz kalsamda zihnim soru bankası gibiydi.

"Uyumayacak mısın kız çocuğu?" Çağan düz sesiyle bunu sorduğunda karanlıkta parlayan kahverengi gözlerine bakıyordum. Çok güzeldiler. Başımla onu onayladım ve nasıl uyuyabilirim diye etrafıma bakındım. Neden sadece yatakta uyumuyorduk ki?

Çağan boş boş çevreni süzdüğümü anladığında bileğimden tutarak beni kucağına çekti ve yüzümü göğüsüne yasladı. Aniden haraket ettiği için kımıldayamamıştım bile. Bacaklarımı bedeninin iki yanından geçirip daha rahat bir pozisyon aldım. Neden böyle uyuyorduk?

Ama güzeldi çünkü kulağımı onun göğüsüne yasladığımda kalbinin atışlarını duyabiliyordum.

"Kaza nasıl oldu?" Çağan parmaklarını saçımda gezdirmeye başladığında sakince fısıldadı.

"Ne kazası?" Kaşlarımı çatarak sordum.

"Bileğindeki dikiş izi ve sol bacağındaki aksama. Bazen yürürken zorlandığını görüyorum. Belli etmemek için elinden geleni yapmana rağmen, görüyorum."

Geçmiş geçmiyordu ve unutmamak canımı yakıyordu. Ama belki ona anlatırsam bana sıkıca sarılırdı? Bilemiyorum..

"Sıranın sen de olduğunu sanıyordum." dedim dün geceye topu fırlatarak.

"Sıranın ne önemi var? Dert ortağı değil miyiz seninle? Anlat, kız çocuğu. Bilmek istiyorum."

Ona her şeyimi anlatmak istiyordum sanki güven kelimesi onu tanımadan önce boş bir kuyuydu benim için ve o, kuyumun içine gökyüzünü doldurmuştu.

Parmak uçlarımla pijamasını sıkıca kavradım ve konuşmaya başladım.

"Daha çok küçüktüm. İlkokulda falan okuyordum. O zamanlar bir arkadaşım vardı. Her şeyimizi paylaşırdık. Öyle ki ondan başka hiç kimseyle konuşmazdım. Hatta annemle bile. Öğretmenlerim sürekli onlarla konuşmadığım için aileme şikayet eder dururdu. Okulda hep yalnız gezdiğim için deli diye anılırdım. Sonra babası onu çok uzaklara götürdü. Bana geleceğine dair bir söz vermişti ama yıllar geçmesine rağmen o hiç gelmedi. Bir daha ondan haber bile alamadım. Sonra.." derken yutkundum. Bunu nasıl söyleyecektim?

Çağan anlamış gibi saçlarımı okşamayı bırakıp bana sarıldı. Onun kalbi sağ göğüs kafesimi doldurduğunda ruhumun da bir kalbi olduğunu hissettim. Sarılmak bu yüzden bu kadar derindi. İnsanın sağ tarafındaki boşluğa ona huzur veren bir çarpıntı yayılması için.

"Sonra onu benim yarattığımı anladım. O gerçek değilmiş Çağan. O kadar yalnız kalmışım ki, o kadar birileriyle konuşmamışım ki, zihnim bana acıyıp hayali birisini yaratmış. Ailem onu hiç görmediklerini söyledi. Ben hep kalabalıktan uzağa giderek kendi halimde konuşurmuşum. Bu yüzden diğerleri deli diyerek benimle dalga geçiyormuş. Benimle o kadar dalga geçtiler ki ilk kez intihar etmeyi ilkokuldayken düşündüm ve denedim. Ama gördüğün gibi hâlâ yaşıyorum. Hayat bütün şakalarını benim üzerimde deniyor sanki."

Çağan'ın göğsüne daha da saklanarak zihnimi onun kalbinde saklamak istiyordum. Kalbi her attığında düşüncelerime çarpsın ve darmadağın olayım istiyordum. Ama beni tekrar o toplasın, kendi düzenine göre aklımı şekillendirsin, kendi zevkine göre duvarlarımı boyasın istiyordum.

"Senin kalbin yaralı," diye fısıldadı.

Yaram yarana denk gelmişti.

Ne tuhaf.

Ama sen buna rağmen hâlâ beni sevmiyordun. Oysa sevmez miydi yarası aynı olan insanlar birbirini? Onları tek anlayan da aynı yarayı paylaşanlardı zaten.

"Kız çocuğu," dedi tekrardan saçlarımı okşamaya başladığında.

Kız çocuğu.

Tam olarak bu kelimeydi işte. Ne zaman boğulduğumu, korktuğumu ve yalnızlıktan kasıldığımı hissetsem bir yerlerden çıkıp bana seslenirdi.

O amca.

Ne zaman üzgün olsam, bana seslenirdi. Bu yüzden dünyanın patlamasını henüz istemiyordum. Çünkü eğer dünya patlarsa ismim de dünyayla beraber yok olurdu. Bana sesleneceği bir isimim olmazdı.

"Böyle yaşamanı istemiyorum," diye fısıldadı.

"Senin acının derinliği beni bile boğuyorken, böyle yaşamana izin veremem."

Küçücük kalbimde seni boğacak kadar okyanus yoktu Çağan. Sen dünyada boğuluyorken, benim kalbim sana cennet gibi gelirdi. Bunu bilmiyordun çünkü oraya dokunmayı hiç denememiştin.

"Benimle evlenmeyecek misin?" diye sordum uykulu çıkan bir sesle. Aniden bastıran uyku yüzünden gözlerimi kapatmıştım.

Çağan sıkıntılı nefesini dışarı verirken tekrardan saçlarımı okşamaya başladı. "Artık uyu kız çocuğu,"

İşte ben sadece kız çocuğuydum. Girdiğim tek kılıftı bu. Ve onun gözünde ona sığınmış ve koruması gereken bir çocuktan başkası değildim. Bana söylemek istediği tam olarak buydu işte. Kız çocuğuydum ve o beni asla bir kadın gözünde görmeyecekti.

"Bu arada sana yalan söylediğim için üzgünüm, seni çıplak görmemiştim." dedim uykulu sesimle. Çağan'ın yavaşça güldüğünü duymuştum ama kulağıma sesler artık boğuk geliyordu. Sanırım karanlığa çekiliyordum.

Hayalleri elediğimde elimde sadece acılar kalıyordu ve ne yazık ki onlar gerçeklerdi.

Ve tek gerçek: O beni sevmeyecekti.

Ama ne fark ederdi ki zaten yakında gitmeyecek miydim?

"Ben uyuyunca gitme tamam mı?"



Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top