11 ❦ kalbe dayanan silahın içindeki çiçekler
#taylor swift - back to december.
❦
Kırıldığım doğru. Başta kalbim olmak üzere birçok yerim kırıldı. Akşam yemeklerinde ailem gününün nasıl geçtiği hakkında konuşurken, benim gözlerim boşluğa takılıyor ve bütün sesler boğuklaşıyordu. Gece tavanı izlerken hayal kurmak yerine sürekli kendimi sorgulamaya başladım.
"Daha iyi birisi olabilirim." diye kandırmaya devam ettim kendimi. Eğer iyi birisi olursam hep kazanırım diye düşündüm. Ya ben çok iyi birisi olamadım, ya da bu saçmalıktan başka bir şey değildi. Çünkü hiç kazanamadım. Çünkü adil savaştım. Çünkü maske takmadım.
Arkadaşlarımın olabileceğini düşünmüştüm. Beni olduğum gibi kabul edecek birisini aradım fakat, insanlar yanlış anladılar. Hep yaptıkları gibi. Kendim olarak davranmaya başladığımda, eskiden maske takarak onları kandırdığımı ve maskemi düşürdüklerini söylediler. Ama ben hep böyleydim. Maske takmıyordum, sadece kalbimi kırılmaktan korumak için duygularımı saklıyordum. Birisine güvenip özümde olduğum gibi davrandığımdaysa, değiştiğimi söyleyip gittiler.
Oysa ben sadece saklanıyordum.
Vücudumdaki yara bantlarını ve bandajları takıyorum çünkü yaralarım var. Yaralarımı görmek için onları çıkardığında tabii ki tümüyle başka birisiyle karşılaşacaksın. Karşılaştığın kişi, yara mikrop kapmasın diye üzerini örttüğüm bantlardan tamamen farklı olacak. Çırılçıplak, bütün gerçekler ayaklarının altına serilecek. Ama eğer kan gördüğünde miden kalkıyorsa, tabii ki, gideceksin. Ve bunun sebebinin benim yaralarım olduğunu söyleyeceksin. Haklısın.
Yaralarımı iyileştirememek benim suçum ama yaralara bakamıyorsan gitmeden önce üstlerini açtığın gibi geri kapatmalısın. Sonra mikrop kapıyorlar ve izi kalıyor.
Bu yüzden ruhuma aldığım her yara mikrop kaptı ve hepsinin izlerini hâlâ taşıyorum. Taşıdığım her çizik içime biraz daha kapanmamı sağladı. Arkadaş çevresi geniş olan bir kızdım, fakat şimdi olabildiğince az insanı görmeye çalışıyorum.
Kendimi hiç anlayamıyordum. Bazen fazla sessiz birisi olsam da, bazen tam bir motor takmış gibi konuşuyordum. Uzun vadeli mutluluklarla aramızdaki ilişki; ilk görüşten nefretti. Beni hiç sevmezlerdi. Bu yüzden uzun vadeli mutlu olmazdım da ben.
Kendi kamburunda yaşayıp, gün geçtikçe kabuğunu kalınlaştıran birisiydim. Eskiden kılıfımı basarım ki böyle değildim. Daha çok arkadaşım vardı, komşularımızın hepsi benimle konuşurdu ve sürekli doğum günlerine davet edilirdim. Fakat şimdi arkadaşlarımın doğum günleri geçiyordu ve ben onları arayıp kutlamadığımda kendimi kötü hissediyordum.
Çünkü bir kere yara aldığında, asla eskisi gibi olamıyordun; ya yaran mikrop kapıp daha derine iniyordu, ya da kabuk bağlayıp iyileşiyordu, fakat izi kalıyor ve asla silinmiyordu.
Sanki ben büyüdükçe içimde bir şeyler durmadan küçülüyordu.
Ve o yok olduğunda karanlık sadece gözlerimi kapattığımda karşıma çıkmayacaktı. Göz kapaklarımı açtığımda bile görecektim onu. Kör insanlar gibi, tek bir farkla; kör insanların hislerini kuvvetli olurdu, benimse hislerim ışıkla birlikte yok olacaktı. Sonsuza dek.
İnsan doğduğunda etrafında dünyayı saran bir çember oluşurdu. Yıllar birbirinin sırtından bıçaklayarak tahtı ele geçirdiğinde ise o çember gittikçe daralır ve en sonunda o kadar küçülürdü ki, insanın boğazına dolanıp onu boğardı. Sonuç olarak insanın etrafındaki çember daraldığında ölürdü.
Benim çemberim iki adım uzaklıktaydı. Zamanla küçülerek boğazıma dayanacağını biliyordum. Az kalmıştı, çok az.
Çocukken annem, salondaki dolabın en üstündeki fil biblolara parmak uçlarımda kalkıp her uzandığımda ve onları her alamayışımda, bunun için üzülmemem gerektiğini, zamanla boyumun uzayacağını ve rahatlıkla istediğim zaman o fil biblolara dokunabileceğimi söylemişti. Büyümek için acele etmemeliydim, çünkü zamanı geldiğinde zaten büyüyecektim.
Ama annemin anlamadığı bir şey vardı, zaman sahip olamadığım tek şeydi.
Mutfak fayansında parçalanmış saksını temizleyerek, çiçeği başka bir saksıya ektim ve cam parçalarını cebime doldurup koyun desenli pijamalarımı umursamadan üzerime bir mont geçirdim ve mutfak penceresinden yangın merdivenlerine çıkıp çatıdaki parka doğru koşuşturmaya başladım.
Göğüs kafesimde yangınını söndüremediğim bir öfke vardı; anneme, en çokta kendime. Onu kafamda ne kadar soyutlarsam soyutlayayım tek lafıyla bütün her şeyimi mahv etmeyi her seferinde başarıyordu.
Yanan bir evin içindeydim sanki. Doğduğumdan beri yanan bir evin içindeydim. Ondan asla kurtulamıyordum. Birisi kapıyı arkadan kilitlemişti ve evin pencereleri yoktu.
Yüksek duvarlar, tavan, dolaplar, mobilyalar, Evren'in biblo takımı, duvardan asılmış fotoğraf kareleri, babamın antika eşya koleksiyonu, annemin saksı çiçekleri, benim duvara çizdiğim çiçek desenleri.. hepsi alev alıp yanıyordu. Ama bunu hiç kimse fark etmiyordu. Her akşam alevlerin içinde oturup televizyon izliyorduk.
Parka vardığımda bakışlarım etrafı taradı. Dışarıdaki soğuk temine çarpan okkalı bir tokat gibi pijamamın altından bedenimi ele geçirmişti. Bu şehir hep soğuk olurdu, bir keresinde, Temmuz ayına kadar montla gezmiştik ve Ağustos ayının ortalarından yağmurlu günlere güle güle diyemeden hoş geldin demiştik. Tuhaf bir şehirdi.
Her zamanki bankta oturup bütün tükenmişlikle karşıdaki ağacı izleyen tanıdık beden odak alanıma girdiğinde nefesimi tuttum. Nefeslerim boğazıma dizildi, hepsini intihar etmeye zorladım. Çünkü o yorgun ruhu gördüğüm an, göğüs kafesimdeki yangın dinmişti. Sadece sönen ateşin dumanları etrafta dolanıyor, kalbimin içine çektiği sigara dumanı gibi zihnimi zehirliyordu.
Zaman kaybetmeden onun yanına doğru ilerledim. Burada olacağını biliyordum. Hep burada olurdu. Beni nefret ettiğim bu parkta asla yalnız bırakmıyordu. Hızlı adımlarla karşısında nefes nefese bir şekilde durdum ve soluklanmak için kendime birkaç saniye tanıdım.
Perdeler yanıyordu.
Pembe atkılı tuhaf adamın ağaca diktiği düşünceli bakışları beni buldu, sabit ifadesizliği göz göze geldiğimizde bile değişmedi. Gözlerindeki hüzün gram azalmıyordu. Sanki 21 gramlık ruhu gibi, o da bedenini sadece öldüğünde terk edecekti. Ama dünyadaki en hüzünlü kişi gibi bakmaktan yorulmuyor muydu? Ne yaşamış olabilirdi ki? Ne yaşamıştı ki, bakışları her defasında onu ele veriyordu?
Dudaklarına vurulan mühür sessizliğin ayak izlerini taşıyordu, solgun dudaklarına bakışlarım her kaydığında bu gerçekle yüzleşmekten nefret ediyordum.
"Hiç mi mutlu olmazsın sen?" diye içimde biriken öfkeyle aniden bağırdım.
Bu kadar alakasız bir konuya takılıp, nasıl ruhundaki boşluğa düşüvermiştim bilmiyorum ama nefret ettiğim bu parkta onunla karşılaşmaktan nefret ediyordum. İfadesiz suratından, bana kız çocuğu diye seslenmesinden, hüzünlü bakışlarından ve sorularımı hep karşılıksız bırakmasından nefret ediyordum.
Pek konuşmuyordu. Ama konuşmasını, bana ne olduğunu sormasını isterdim.
İçeri sızan güneş ışığı yanıyordu.
"Dert ortağım olacağını söylemiştin," Neden bağırıyordum ya da neden karşısında öylece durmuş ağlayacak gibi bir halde ona bakıyordum bilmiyordum ama sadece benimle ilgilenmesini istiyordum. Sonuçta o her lafımı yargılamıyordu. Sonuçta o annem değildi.
Kahverengi uzun bir palto ve kareli gömlek giymişti. Pembe atkısı her zamanki gibi boynundaydı ve dağınık saçları içinde barındırdığı düşünceleri o kadar ustaca saklıyordu ki ona ulaşamıyordum.
"Şimdi şu an, küçükken solan çiçeğimin hikayesini bile dinlemek zorundasın. Anlasan da, anlamasan da, koca kafanı anlıyormuş gibi sallamalısın ve konuşmam bittiğinde omzumu patpatlayıp, sıradan bir kişinin mutlu edecek aptal teselliler sıralamalısın."
Aydınlık yanıyordu.
Bu kadar soğukkanlı olmamalıydı. Çatıdan atlamaya kalkıştığımda bile öylece izlemişti. Ona uzatılan yardım elini göremiyor muydu? Zira kuyunun en dibindeyken ona uzattığım elim gittikçe yoruluyordu. Ama o tutmamakta ısrar ediyordu.
Dizlerimin titrediğini ve omuzlarıma gerçeğin ağır bir torbasının düştüğünü hissettim.
Belki de elimi tutamamasının sebebi kollarının olmamasıydı. Belki de bir zamanlar o da benim gibi birisine yardım eli uzatmıştı ve kollarını kaptırmıştı. Belki de bu yüzden bu kadar yorgundu.
Karşımda oturan bu adam, pembe atkılı tuhaf adamdan daha fazlasıydı. Kesinlikle.
"Sorun değil demelisin. Hiçbir şey önemli değil, hiçbir şey senin hatan değil, ben yanındayım. Hadi söyle!" diye tekrardan bağırdım. Boş parkta cılız sesim yankılanıp, zihnimdeki annemin sesine meydan okuyor gibiydi, ama onu asla bastıramıyordu. Ama sadece bana ifadesizce bakmakla yetiniyordu. "Söylesene!"
Ve o an sadece bir şeyler söylemesini istedim, benimle konuşmasını. Ama hiçbir şey söylemedi. Öylece baktı. Sessizce, uzun uzun.
Çok derin duvarları olduğunu anlamıştım; tuğla tuğla ördüğü sınırların etrafını tekrar tuğlalarla kaplamıştı. Katbekat duvarları vardı. Konuşmaya çalıştığında sesi duvarlarına çarpıp parçalanıyordu, ve bu yüzden de fazla konuşmazdı. Bu adamın tuğlaları vardı.
Etrafı sarmaşıklarla kaplı evi vardı.
Ve evi yanıyordu.
Bu kadar acımasız olmasının tek bir nedeni olabilirdi; eskiden çok fazla umursuyordu. Umursadıkça kırılmıştı. Kırıldıkça kendi kabuğuna çekilmişti. Zamanla kabuğunu kalınlaştırmıştı ve kırık kalbinin etrafına bir sürü tuğla dikmişti.
Ya da bütün bunlar benim hayal gücümden ibaretti.
"Süt istiyor musun?" Aramızdan akan sessizliği baltayla ikiye bölen ses, avucunda tuttuğu sütü bana uzatarak sakince konuşması oldu.
Bir anlığına da olsa boş bulunup kaşlarımı kaldırdım, sorusunu algılamaya çalıştım. Süt istiyor muydum? Evet. Ama o kadar melodramdan sonra kalkıp bana sarılması falan gerekmez miydi? Sanırım kalbinin etrafındaki tuğlalar düşündüğümden daha kalındı.
Sessizce bana uzattığı sütü aldım ve banka, yanına oturarak pipeti dudaklarımla buluşturdum. Sessizdik. Sütün soğuk tadı dudaklarıma yayıldı ve içimi titreten bir yavaşlıkta mideme indi. Boğazımın kuruduğunu o ana kadar fark etmemiştim.
İkimizde sessizliğe boyun eğen esirler gibi önümüzdeki ağacı izlemeye başladık. Aslında ağaca bakarken aslında ağacı izlemediğimizi çok iyi biliyordum. Farklı şeyler düşünüyorduk ikimizde; belki sabahki tesadüfen gördüğüm siyah kapüşonlu hoş çocuğu, belki yarın sunacağım ödevin eksiklerini. Ama farklı düşünüyorduk.
Onunla aynı düşünceyi zihnimde ağırlamak nasıl olurdu acaba? Herhangi birisiyle aynı şeyi, aynı anda düşünmek nasıl olurdu ki?
Sessizlik kırgınlığa kafa göz dalarak yormuştu ruhumu. Sütün bitmek üzere olduğunu anladığımda bir süre daha pipeti içime çektim ve tuhaf sesler çıkmaya başladığında sütün tamamen bittiğini anladım. Pipeti serbest bıraktım.
"Bu parktan nefret ediyorum," diye mırıldandım. Bakışlarım birkaç adım ötedeki loş sokak lambasından, paslı oyuncaklara kadar her yere değindi.
"Niye?" Bakışlarını sabitlediği ağaçtan çekmeden sordu. Derin bir nefes alıp verdim.
"Bazen bazı şeylerden neden nefret ettiğini bilmek istemezsin, öylece nefret edersin işte."
"Ben bu parkı seviyorum," dedi daha sonra. Sesinde naif hüzün dalgaları vardı.
Neden insanlar eskiden yaşadığı mutsuz anılarını şimdi gülerek anlatırken, eskiden yaşadığı mutlu anılarını ağlayarak anlatırdı?
Pembe atkılı tuhaf adamın yaptığı da tam olarak buydu.
"Niye?" diye onu taklit ederek sordum.
"Bazen bazı şeyleri neden sevdiğini hiç kimseye söylemek istemezsin. Ona zarar vereceklerini bilirsin."
"Sizinde ağzınız baya iyi laf yapıyor amca." dedim alayla gülerek ve dizlerimi kendime çekip sarıldım.
Tuhaf adam en az kendi kadar tuhaf bir ifadeyle yüzüme bakıp kaşlarını kaldırdı. "Ben senin amcan değilim."
Bir de alıngandı sanırım. "Yaşınızla bir sorununuz mu var acaba?"
"Hayır."
"O zaman amcamsınız işte. Yirmi yedi yaşınız var, birkaç yıl sonra ölüp gideceksiniz hâlâ ben senin amcan değilim diyorsunuz. Bizim bir komşu vardı, yirmi sekizinde ölüp gitti."
"Yaşlılıktan mı öldü?" diye sordu dalga geçer gibi.
"Hayır ya kalp krizi. İşte ne yaparsın hayat. Kiminin evveli kiminin sonu. Azrail abi bencilliğinden sormuyor da gitmek isteyip istemediğimizi, sanki öbür tarafta yok yazılacağız. Gelmek istediğim noktayı anladınız mı ismini bilmediğim amca?" dedim gülümseyerek.
Pembe atkılı adam bir süre yüzüme boş boş bakıp kafasını iki yana salladı.
Kendimden emin bir şekilde, "Ben de anlamadım. Ama siz bir yere bağlayın, İsmini Hâlâ Neden Bilmediğimi Bir Türlü Anlayamadığım Yaşlı Amca."
Sıkıntılı bir nefesi dışarı verip arkasına yaslandı ve bakışlarını etrafta gezdirdi. "Çiçeğime iyi bakıyor musun kız çocuğu?"
Yutkunamadım. Bir an tükürüğüm boğazıma kaçmış gibi öksürmeye başladığımda pembe atkılı adam sırtıma vurdu. Öksürüğümün geçmesini ve cevap vermemi bekliyordu ama ne hikmetse benim öksürüğüm bir türlü geçmiyordu.
"Numara yapmayı kes." dedi gayet ciddi bir sesle.
Bunu yemeyeceğini anladığım için öksürmeyi kestim ve geriye yaslanıp eski pembe dizilerdeki kaynanası hiç sevmeyen saf salak kızlar gibi konuşmaya başladım. Kendimi acındırma vakti başlamıştı.
"İnsanları sürekli hayal kırıklığına uğratıyorum ve bundan çok utanıyorum." dedim ağlamaklı bir sesle. Umarım bunu yerdi.
"Bundan utanmamalısın, kız çocuğu." Yedi.
"Ve zaten utanıyormuş gibi bir halin de yok." Yemedi.
Yüz ifademi eski haline getirip ellerimi önümde birleştirdim. Tamam, belli ki itiraf etmem gerekiyordu. Adam taramalı tüfek gibi bakıyordu yüzüme. Yanlış bir haraketimde mermileri kalbime saplayacakmış gibiydi.
"Her ne kadar benim suçum olmasa da, olgunluk gösterip size bir şeyi itiraf edeceğim, ismini bilmediğim ve bir türlü öğrenemediğim kalın kafalı amca." diye lafa başladım. Pembe atkılı adam bedenini benden tarafa çevirip pür dikkat beni dinliyordu. Bu hali konuşmamı daha da zorlaştırıyordu.
Konuşamayacağımı anladığımda ise derin bir nefes alıp cebime doldurduğum parlak camları çıkardım ve ona uzattım.
"Evimizdeki uyuz kedi tezgahta gezinirken abimin üzerine atlamış ve abim önünü göremeyip tam ocağın üzerine düşecekken, annem yemeği bozulmaması için abimi engellemiş ama olaya son anda yetişen babamın ayağı, annemin temizlemem için her gün tembihlediği ama bir türlü vakit bulamadığım için pis kalan halıya takılırken düşmemek için saksıdan tutunmuş ve saksıyla birlikte yere devrilmişler. Yani benim bu olayda hiçbir suçum yok."
İsmini hâlâ öğrenemediğim adam avucumdaki cam parçalarını alıp incelemeye başladı.
"Bu esnada sen ne yapıyordun?" diye sordu büyük bir ciddiyet ve bıkkınlıkla. Nasıl olmuştu bilmiyorum ama on beş dakika içinde onu hayattan bezdirmişim gibi bir hali vardı.
"Ben mi?" dedim kocaman gülümseyerek. "Ben kahvemi yudumlarken sabahki gazeteni okuyordum. Okumak iyidir, kültürü genişletir."
Amca ayağa kalkarak üstünü silkti ve delici bakışlarını yüzüme sabitledi. Çiçeğine çok değer verdiği ortadaydı. Ama işte madem bu kadar değerli ne diye tanımadan etmeden bana veriyorsun ki? Ya çiçeklere işkence eden bir psikopatsam?
"Çiçek nerede?"
"Başka bir saksıya ektim." Ben de onun gibi ayağa kalktım. "Bir sorun mu var?"
"Bana hemen o çiçeği getir tamam mı?"
"Hayır." dedim ellerimi arkada birleştirerek.
Tuhaf adam kaşlarını kaldırıp yüzüme bakakaldı. Bunu beklemiyordu ve şaşırmış gibiydi. "Niye?"
"Çünkü teknik olarak o artık benim himayemde ve benim çiçeğim. Ben çiçeklerimi üst kata yeni taşınan ve her gece eşyaları sürükleyerek uykumun içine eden tanımadığım bir amacaya veremem." Durdum. "Her gece uykumu burnumdan getirdiğinizi söylemiş miydim?" Yine duraksadım ve derin bir nefes alıp gülümsedim. "Çünkü söylemediysem bilmenizi istiyorum ki sizin gürültünüz yüzünden uyuyamıyorum."
"Ben de üzgünüm ama eğer o çiçeği bana getirmezsen bugünden sonra deliksiz bir uyku uyumak zorunda kalacaksın."
Tek kaşımı kaldırdım. "Beni tehdit mi ediyorsunuz siz? Eşek kadar adamsınız ve küçücük bir kızı tehdit mi ediyorsunuz? Hiç yakıştıramadım."
Arkamı dönüp yürümeye başladığımda arkamdan seslenmişti ama onu duymamaya karar verdim. O çiçekte bir şeyler olduğunu biliyordum, gizemli bir şeyler vardı. Yangın merdivenlerinden mutfağa girdiğimde çiçeği yeni ektiğim saksıyla birlikte aldım ve tekrardan nefret ettiğim o parka geri döndüm. Aslında çiçeğini ona verecektim, sadece onunla konu ne olursa olsun konuşmak istemiştim.
Çünkü sesini duymak iyi hissettiriyordu. Ve o pek konuşmuyordu.
İsmini bilmediğim adam az önce oturduğumuz bankta oturmuş, avucundaki cam parçalarına bakıyordu. Bir an gözüme çok yorgun göründü. Acaba geceleri uyuyor muydu? Onun yanına giderek karşısında durdum ve saksıyı ona doğru uzattım. Bakışlarını eğdiği camlardan kaldırıp yüzüme baktı. Ona gülümsedim.
"Size ibne bir komşu olmadığımı söylemiştim."
Adam uzanarak saksıyı benden aldı. Ve dudaklarına belli belirsiz bir tebessüm kondu. Ama dediğim gibi varla yok arasındaydı. Zorla seçiliyordu. Yine de gülümsemesinin görünmemesi, gülümsemediği anlamına gelmiyordu.
Bir çocuğa gülümserken, kendi çocukluğuna gülümsermiş insan, demişti yılların dertlisi ağabeyim bana. O da bana öyle gülümsemişti: Kendi çocukluğunu karşısında görmüş ve gülümsemiş gibi.
Ya da hiçbir zaman gülümseyemediği çocukluğunun acısını benden çıkarmak istiyormuş gibi gülümsemişti bana.
"Çok fazla konuşuyorsun, sürekli kocaman gülümsüyorsun ve sürekli ağlıyorsun, sürekli ismimi bilmediğin için şikayetleniyorsun ama ismimi bana sormayı hiç akıl etmiyorsun." diyerek kafasını iki yana salladı. "Kız çocuğu olduğun halde sana bunu her söylediğimde inkar ediyorsun. Hiç susmuyorsun."
Duraksadı.
"Ben seninle ne yapacağım kız çocuğu?"
Yeterince iyi olmayı isterdim, sana zorla inşaa ettirdikleri tuğlaları yıkıp, kırık kalbine ulaşmak için.
—
Dünya bir kar küresidir.
Eğer onu yavaşça sallarsan, içindekiler suyun etkisindeymiş gibi ağırca birbirine karışır. Fakat, tek bir kez onu sertçe itersen içindekiler bir enkaz gibi çarpışıp parçalanır. Birbirlerini yaralarlar. Ama değişmeyen tek bir şey vardır; onu yavaş döndürsen de, sertçe itsen de, kürenin içindekiler giderek yavaşlayıp eninde sonunda duracaklar.
Deprem bitecek.
Dans bitecek.
Sonra sen onu yeniden döndüreceksin. Kar taneleri birbirini dansa kaldıracak tekrardan, zamanla birbirleri ile sertçe çarpışarak savrulacaklar. Hiç bıkmadan, hiç vazgeçmeden. Ama en sonunda o kar küresinin içindekiler yine duracak, yine eskiye dönecek. Bunu engelleyemezsin. Ya da belki, onu öylece bırakmalısın. Başından beri hiç dokunmamalıydın zaten. Ne kadar güzel olsa da kar küreleri, seni mutlu etmek için hiç bir şey yapmazlar. Bunu sen yaparsın.
Ve ancak sen vazgeçtiğinde onlar da bırakırlar.
"Ben de geleceğim." diye direttiğimde gözlerini abartılı bir şekilde devirip merdivenlerden inmeye devam etti. Attığı her adımda çıkan tok ses benim adımlarımla tamamlanıyordu.
"Koyunlu pijamalarınla mı?"
Duraksadım ve üzerimi süzdüm. "Ne var koyunlarımda? Seni ısırmıyor ki." Ellerimi çenemin altında birleştirerek ona şirin olduğunu sandığım bakışlarımdan attım.
"Tam bir ergen olduğum için şu an evdekilere tripliyim. Evde terör estirmem gerekiyor bu gece. Bu yüzden seninle gelmeme izin ver. Hem bir haltlar döndüğünün farkındayım. Aptal değilim." Gözlerimi kısarak dedektif edasıyla onu baştan aşağı süzdüm. "Bir şeyler dönüyor amca. Tuhaf bir şeyler hem de."
Kucağındaki saksıya daha sıkı sarılıp, beni görmezden gelerek merdivenleri inmeye devam etti. Bu haraketi teorimi onaylamıştı.
"Ama ben duvarla konuşuyor gibiyim. Bana hiç cevap vermiyorsun ki, bu haksızlık." Taş merdivenleri inip apartmanın karşısına vardığımızda soğuk rüzgarı bir kez daha sonuna kadar hissettim. Kasım ayının soğuğu ruhları üşütecek cinstendi.
"Seni oraya götüremem."
"Valla benim varlığımla yokluğum birdir. Hiç ses etmeden bir köşede otururum. Tavanı, taşı duvarı, otu, böceği izlerim. Gıkım çıkmaz."
"Eğer benimle oraya gidersen, yapacağın tek şey montumun uçlarından yapışıp arkamda saklanmak olacak, kız çocuğu."
İsmini bilmediğim adam apartmanın girişindeki garajların olduğu yere ilerlediğinde ben de onun peşinden koşuşturuyordum. "Bir keresinde bir komşumuzun cenazesine tek başıma gitmiştim. Biz ağabeyimle evde çoğu zaman yalnız kalırız. Annemler büyükannemlere gider sürekli. Bu yüzden çoğu kez sabahın köründe ekmek almaya abim üşendiği için beni gönderirdi."
Bir an duraksadı ve kaşlarını kaldırarak yüzüme baktı. "Bunun konumuzla ne alakası var?"
"Yani demem o ki, ben kaybolmam. Yanından ayrılmam. Usluyum. Sesim çıkmaz. Söz dinlerim."
Daha sonra ona kocaman gülümsedim ve tatlı olduğunu düşündüğüm ama anguta benzediğime emin olduğum bakışlarımla onu baştan çıkarmaya çalıştım. Ama sadece çalışmakla kalmıştım tabii ki, çünkü artık hiçbir numaramı yemiyordu. Bana karşı bağışıklık sistemi kazanmış gibiydi.
"Beni hiç dinlemiyorsun," diye kafasını önüne eğerek söylendi. Garajların olduğu yerden benim boyum kadar bisiklet çıkardığında çiçeği dikkatlice önüne yerleştirdi.
"Seninle gelebilir miyim yani?" Hiç vazgeçmiyordum.
Bakışlarım bisiklete kaydı; pembeydi ve üzerinde mavi desenleri vardı. Tekerlekleri oldukça büyüktü ki, -ben dört tekerlekli bisiklet kullanıyordum, iki tekerleklileri daha doğru dürüst haraket ettiremiyordum. Sürekli düşüyordum- tekerleklerinin ortasında bir sürü küçük yıldızlar vardı.
Bu bisiklet çok güzeldi.
Pembe atkılı adam bisiklete bindiğinde sorumu tekrarlamak için dudaklarımı araladım fakat benden önce davranıp bıkkın bir nefes verdi. "İstediğini yap."
"Seni temin ederim asla pişman olmayacaksın." diye gülümseyerek konuştuktan sonra bisikletin arkasına geçtim ve sırtım onun sırtına gelecek şekilde oturdum.
"Pek emin değilim, kız çocuğu." Sırtımı onun sırtına yasladığımda kalbimin ritmi bütün sırtımda parçalanmaya ve her bir hücreme yayılmaya başladı. Bu histe neydi böyle? Bir süre sonra bisikleti haraket ettirdi ve apartmanın diğer tarafından işlek yola çıktık.
"Bir konuda anlaşalım, ismini hâlâ neden bilmediğimi anlamadığım amca." dedim sıkıntılı sesimle ve bakışlarımı etrafta gezdirdim. Hava kararmıştı, ardı sıra dizilmiş sokak lambaları yolu aydınlatıyordu ve bir sürü araba hızla yanımızdan geçip gidiyordu.
"Bana kız çocuğu demekten vazgeçin, sinirlerimi bozuyor."
"Sen bir kız çocuğusun."
"Hayır değilim. Kız çocuğu değilim ben. On altı yaşındayım. Kocaman bir kızım ben."
Bana cevap vermedi. Dedim ya, pek konuşmazdı.
"Abimde sürekli bana kız çocuğu diyor ama hiçbiriniz aslında kız çocuğu olmadığımı anlamıyorsunuz. Beni sürekli uymadığım bir kalıba zorla sokmaya çalışıyorsunuz. Ama uymuyorum işte, ben kız çocuğu değilim, olamam yani. Ben büyüyorum ve kız çocukları çocuk olur, büyük değil."
Fakat ne yazık ki sen, toprağın altında yatan bedenimi göremeyecek kadar gökyüzü bakışlıydın.
"Abin," diye sakin bir sesle mırıldandı. "Senin hâlâ çocuk kalan yanını görüyormuş."
Dudaklarımı bir şeyler söylemek için araladım ama geceye sadece boş bir duman gebe kaldım. Ona verecek bir cevabım, elimde sallayacak bir bayrağım yoktu. İlk defa sessiz kalmayı ben tercih ettim.
Çocuk kalan yanın, öyle bir şey var olabilir miydi? Dokuz yüz on altı yaşlı ruhumda hâlâ çocuk kalan parça nefes alabilir miydi ki?
Şu an nereye, neden gittiğimizi bilmiyordum ama onunla biraz daha vakit geçirmek istemiştim. Belki bu isteğim onun için anlamsızdı, saçmaydı. Benim için bile anlamsızdı gerçi. Fakat gökyüzünü anımsatan ve oldukça hüzünlü bakan o bakışların sahibiyle aynı kıyıya varmayı istemiştim.
Üst katımıza yeni taşınan ve her gece mobilyaları sürükleyerek odamın tavanını inleten, pembe atkılı, ismini dahi bilmediğim bu tuhaf adama güvenebilir miydim onu bile bilmiyordum. Onu ilk gördüğüm zamanlar ruh hastası olduğunu düşünüyordum ne de olsa.
Bütün bu yabancılığa rağmen sırtımı onun sırtına yasladım ve karanlığın üzerine dağılmış boyaları izledim. Sanki aynı boyaların üzerine tekrardan karanlık örtülmüştü ve ben karanlık gökyüzündeki renkleri görebiliyordum. Bir sürü renk vardı gökyüzünde bu gece, hepsi siyahın altında gizlenmişti. Yine de parlıyorlardı.
İnsanların bakışlarını gözlük camına benzetirdim hep; birisi tahtayı çok net görürken bir diğeri aynı tahtayı bulanık görürdü. Başka birisi yakın, diğeri uzak ve bütün bunlardan habersiz tümüyle başka birisi tahtanın renklerini bile göremezdi. Fakat tahtaya bu kadar farklı bakanlara rağmen, tahta aynı tahtaydı; siyah, kare ve tahtadan yapılma. Değişen sadece bakışlar ve gözlük camlarıydı.
Göz kapaklarımı yavaşça kapattım ve sırtıma yaslanmış sıcaklığı iliklerime kadar hissetmeyi bekledim; bu sıcaklıkta bütün acılarımı yakmayı ve ruhumu arındırmayı, gerçekten gülümsemeyi isterdim.
Sürekli gülümsememe rağmen hiç içimden gelmiyordu bu tebessümler. O hani derler ya, gözleri gülüyordu diye. Benim gözlerimde tükenmişlik vardı, asla gözler nasıl güler bilemedim. Gülümsediğim de Kristina hep gözlerimin beni ele verdiğini, ne kadar hüzünlü olduğunu söyler dururdu.
Gözlerimi kapatmak istedim. Karanlığa gömülmek ve küçüldükçe küçülmek.
Sanki ben gözlerimi kapatıp mavi gökyüzünü, dalgaları kıyıya vuran okyanusu ve koca gövdeli çınar ağacını düşünürsem her şey öyle olacakmış gibi. İçinde olduğum boşluk, her an düştüğüm dipsiz kuyu ve kaygılar ve karanlık ve acı ve gözyaşları ve halüsinasyonlar ve yorgunluk ve bütün bu kayıplar yok olacakmış gibi.
Gözlerimi hiç açmamayı dilerdim,
Çünkü göz kapaklarımın içindeki karanlık, gözlerimi açtığımda karşılaşacağım karanlıkla bağdaşamazdı bile. Çünkü sadece gözlerimi kapattığımda içinde olduğum karanlığın bir anlamı kalmıyordu.
Gözlerimi sonsuza kadar kapatmayı ve göz kapaklarımdaki karanlıkta kaybolmayı dilerdim.
"Kız çocuğu," Onun kalın sesini duyduğumda kapattığım göz kapaklarımı yavaşça araladım. Çok çabuk varmıştık. Yolu hatırlıyordum, birkaç kilometre uzaklıktaydı sadece. "Geldik."
Doğrularak oturdum ve yorgun bakışlarımı etrafta gezdirdim. Yolculuk yaparken uyuyan bir yapım vardı. İstemsizce de olsa mayışmıştım. Uyanmak için derin nefesler aldım, eşzamanlı olarak o bisikletten inmiş, dikkatlice saksı çiçeğini kucağına alıp aceleyle bir yere ilerliyordu. Sonra yeni hatırlamış gibi eliyle alnına vurdu ve dönüp bana bakmaya başladı. Sanırım bu, onun beni yanına çağırma ritüeli falandı. Ben de onu fazla bekletmeden esnedim ve bisikletten inmek için haraket ettim. Ama ben Erva'ydım işte.
Diz kapaklarım hep yaralı olurdu benim. Çocukluğumdan beri değişmeyen tek gerçekti bu. Düştüğümde kimse kaldırmazdı, yaralandığımda ise hiç kimse bana yara bandı vermez ya da yaralarıma dikiş atmazdı. Ben hep yaralı bir kızdım. Yaralarım hiç geçmezdi çünkü.
Acı arkasında iz bırakmayı severdi.
Yine hep olduğu gibi düştüm ve sessizce ayağa kalktım. Elimle dizlerimi temizledim ve kızarıklıkların canımı yaktığını hissettim. Ağlamamıştım bile. Benimle birlikte kaldırıma düşen bisikleti usulca kaldırıp duvara yaslandığımda, karşılaştığım manzara beni pür dikkat izleyen bir adam olmamalıydı. Şimdi tam olarak uyanmıştım.
İyi ki beni düştüğüm yerden kaldırmadın amca yoksa bu kız çocuğunu her düştüğünde kaldırmak zorunda kalırdın. Çünkü ben bir şeye ya da birisine alışırsam onu asla bırakamazdım.
Sakince onun yanına giderek önünde durdum. "Acıyor mu?" diye sordu yumuşak bir sesle. Bakışlarımı botlarımın ucundan çekerek gözlerine diktim. "Hissetmiyorum," dedim sesimde acı çeken bir ifade barındıramayarak. Hiçbir şey söylemeden önüne döndü ve yürümeye başladı. Kalbimi avuçlayan sakinlikle ben de onu takip ettim.
Gittiğimiz yere baktığımda onun bir kilise olduğunu gördüm; kahverengi duvarları ve daha koyu çizgileri vardı. Kocaman bir evi andırıyordu fakat üzerinde siyah harflerle kocaman "KİLİSE" yazısı vardı. Kilisenin bahçesinde bir sürü çalı ve ağaçlar vardı. Çoğu ağaç yaprağını dökmüş çıplak kalmıştı. Bu kiliseye korku filmlerindeki gibi bir hava katmıştı ve bu görüntü tüylerimi ürpertiyordu.
Hızlı adımlar atarak tuhaf adamın yanına gittim ve arkasına sinerek montundan tutundum. Bu haraketime karşılık gülmüştü. Ah, doğru ya bana bunun olacağını en başından söyleyen kendisiydi.
Sessizce kiliseye girdiğimizde ardı sıra dizili olan sandalyelerin ve tümüyle odanın bomboş olduğunu fark ettim. İleride çarmıha gerilmiş bir heykel vardı ve etrafında bir sürü mum vardı.
Bir kitap, bir dua, bir mabed. Kutsal su, çarmıha gerilmiş İsa, haç ve solmuş çiçekler.
"Bir şey soracağım," diye fısıldadım. "Bana verdiğiniz saksı çiçeğinin olayı tam olarak ne?"
"Sen ne olduğunu düşünüyorsun?" diye soruma ifadesiz sesiyle soruyla karşılık verdi ve heykele doğru yürümeye devam etti. "O sadece bir çiçek."
"O sadece bir çiçek değil. Köklerinde en az yıldızlar kadar parlayan cam parçaları vardı ve çiçek suyla temas ettiği an şeffaflaşıp yok oluyor. Sizce bu ne kadar normal? Hem çiçeğe bir şey olduğunu söylediğimden beri fazla gerginsiniz ve aceleyle bu Kiliseye fırladınız, oradan bakınca bunları yiyecek küçük çocuğa mı benziyorum acaba?"
"Evet," İfadesiz sesiyle beni yanıtladığında zihnimde çakan şimşekler ileri atacağım adımın önünü kesti. Tabii ki, en başından beri kız çocuğu olduğumu kafama baltayla sokmaya çalışan oydu zaten. Adam kaşlarını kaldırdı. Yüzündeki ifade bana da bulaştığında gözlerimi devirdim.
"Tamam olabilir. Oradan bakınca küçük kız çocuğuna benzeyebilirim ama bir de şu taraftan bak," diyerek sol tarafını işaret parmağımla gösterdim. Pembe atkılı adam beni şaşırtarak gösterdiğim yere gitti ve oradan bana bakmaya başladı.
Biraz tuhaftı. Hatta biraz değil hayatımda gördüğüm en tuhaf adamdı. Ağzım hafif aralanırken elimi aşağı indirdim.
"Hâlâ küçük kız çocuğusun."
Ağzımda bir şeyler geveleyerek bakışlarımı heykelin üzerinde gezdirdim. Ona laf yetiştirmek uyduyla uzaya ses yollamak kadar zor ve imkansızdı, bu yüzden heykeli incelemeye koyuldum. Acaba neden çarmıha gerilmişti? Bir günah mı işlemişti? Yoksa insanlar kendi günahlarını kapatmak için onu kurban mı etmişlerdi?
"Burada uslu uslu otur tamam mı? Ben hemen döneceğim. Bir yere kaybolma. Eğer geldiğimde seni bulamazsam, seni burada bırakıp geri dönerim."
Hızla ellerimi teslim oluyorum dercesine havaya kaldırdım. "Ben muhteşem zırhtan olan şerefim ve namusum üzerine yemin ederim ki, kaybolmayacağım ve burada bir kedi gibi uslu uslu oturup yarınki yapmadığım ödevim için öğretmenime söylemeye bahane düşüneceğim. Lütfen giderken beni unutma amca."
Tuhaf adam gözlerini devirerek bıkkın bir nefesi solgun dudaklarından dışarı verdi. Yüz ifadesinde hafif çatlaklar oluşmuştu bu yüzden sinirlendiğini anlayabiliyordum. "Sana bana amca deme demedim mi?"
"Sinirleneceğinizi bilerek, bunu kasıtlı yapıyorum. Siz de bana kız çocuğu diyorsunuz hem," Omuz silktim. "Ödeşiyoruz." Ellerimi indirip tek kaşımı kaldırdım. Sonuçta bu dünya al gülüm ver gülüm dünyasıydı. Onu bana kız çocuğu diye seslenmemesi için uyarmıştım.
Hiç beklemediğim anda kolumdan tutarak beni arkamdaki sandalyelerin birine oturttu. Bunu canımı yakmamaya özen göstererek dikkatli haraketlerle yapmıştı. Uysal davranarak sandalyeye sakince oturup ona zorluk çıkarmadım ben de. Aslında oldukça sessiz bir yapım vardı fakat onun yanındayken her detayı konuşmak istiyordum. Bazen evimizdeki çatal bıçak setinden konuşmamak için kendimi zor tutuyordum.
"Ne.." Bir şeyler söylediğimde, daha doğrusu söylemeye çalıştığımda çökerek tam karşıma oturdu ve çiçeği önüne bırakarak derin bir nefes aldı. Şaşkınlık zihnimin kazanına atlayan taze et gibi kızarmaya yüz tuttuğunda kaşlarımı çattım. Ne yapmaya çalışıyordu ki?
"Biliyor musun, gerçek çocuklar asla çocuk olduklarını kabullenmezler, çocuk olduklarını hep inkar ederler ve büyümeye baya bir hevesli olurlar."
Duraksayarak kafasını sol omuzuna yatırdı ve belli belirsiz bir şekilde gülümsedi. Bakışlarım solgun dudaklarındaki yaşam dolu renklere takıldığında bir şeyler hissettim. Bu duygu tam olarak neydi bilmiyorum ama kaburgalarımı sıca saran sarmaşıkların varlığını hissettim.
"Her olayı dramatikleştirir, otobüse binerken bile melodram çekerek yaşarlar hayatlarını. Bilinenin aksine gerçek çocuklar tatlılık abidesi olmak yerine sürekli ağlarlar. Fazla kırık olurlar ve her şeye dolu dolu göz yaşı dökerler. Ne kadar inkar edersen et ve yaşın ne kadar büyük olursa olsun, ben seni gördüğümde gerçek bir kız çocuğunu tam karşımda görüyormuşum gibi hissediyorum."
Sessiz kaldım. Şimdi çocuk olmadığımı inkar edersem bu sadece onu çocuk olduğuma daha da inandırmaktan başka bir işe yaramazdı. Cevap vermeyeceğimi anladığında bir eliyle koyu renk saçlarını karıştı ve onların daha da dağılmasına neden oldu.
"Böyle yaşayamazsın. Böyle yaşamak zorunda değilsin. Eğer büyümek istiyorsan önce çocukluğunu yaşamalısın. Kendine bu kadar acı çektirmek yerine salıncakta çılgınlar gibi sallanabilirsin. İkisi de aynı duyguyu yaşatır sana."
Sol elini uzatarak dizime dokunduğunda hafif bir sızını tenimde hissettim. Bakışlarım yavaşça dokunduğu yere indi; pijamama bulaşan kana dokunuyordu. Bisikletten düşerken yara almış olmalıydım. Dizlerime bir yara izi daha eklenmişti, diğerleri daha kabuk koyamadan.
"Etrafındaki hiçbir şey sana geçmişi, pişmanlıklarını ve hatalarını hatırlatmamalı. Bu kadar ağır bir yükle yaşanılmaz ki. Sen sadece on beş, on altı yaşlarındasın. Hiçbir şeyi bu kadar ciddiye almak zorunda değilsin. Zaten çok çok ileride bir sürü melodramın içinde olacaksın. Öyle ki melodramlar kraliçesi bile olacaksın, istemeye istemeye. Ama şu an bunun sırası değil. Şu an bol bol gülmelisin. Gözyaşlarını kocaman bir kavanoza doldurup geleceğe saklayabilirisin. Çünkü emin ol, onlara ileride ihtiyacın olacak. Fakat şimdi onlara ihtiyacın yok. Şu an sen sadece kız çocuğusun. Başka bir şey ya da başkası değil. Hiç susmayan küçük bir kız çocuğu."
Cümlesini tamamladığında alfabesindeki harfleri kaybolmuş sessiz bir melodi kulaklarıma dağıldı, oradan zihnime ve oradanda ruhuma erişti usulca.
Böyle yaşamak zorunda değilsin.
Yanan evin yanması gerekmiyor muydu yani? Ya da yanan ev yanarken ben o evin içinde olmak zorunda değil miydim yani?
Alev almış tavanı geçip gökyüzüne ulaşabilir miydi ruhum?
Bütün bu acılar, gözyaşları hepsi son bulduğunda tekrardan kiraz çiçekleri havada süzülecekti değil mi? Hafif bir rüzgar saçlarımı uçuşturacak, en güzel elbisemi giyecektim ve hava çok güzel olacaktı.
Yanan ev yanıp kül olduğunda artık hiçbir şey yanmak zorunda kalmayacaktı.
Her şey kül olduğunda bir daha hiç kimsenin görmediği o alevleri görmek zorunda kalmayacaktım. Gördüğüm tek sıcaklık güneş olacaktı. Belki de o haklıydı. Belki de ben fazla abartıyordum. Bütün bu acıları bu kadar dramatikleştirmek zorunda değildim. Hassas bir dönemden geçiyor olabilirdim, bütün bu düşünceler ve duygusallık o yüzden olabilirdi.
Ben, böyle yaşamak zorunda değildim.
Ben odamın içindeki karanlıkta, ya da göz kapaklarımın içindeki karanlıkta saklanan bir gölge olmak zorunda değildim. Ben herkese gülümseyen ışık olmak zorunda da değildim.
Ben iyi olmak zorunda değildim.
Düşünceler örümcek ağı misali zihnime kurulduğunda kendi ağını yiyen örümcek gibi duygularımı yiyip yenilerini örmeye başladım. Acı her yerde olmasına rağmen gözlerimi kapattığım an yok olmak zorundaydı. Ama ben onu görmek zorunda değildim.
Yaralanmış dizimin üzerini saran pijamanın uçlarından tutarak yukarı doğru sıyırdığında kanlanmış dizim gözler önüne serildi. Bir sürü yara bandının ev sahipliyi yapıyordu dizlerim. Önce uzun kemikli parmaklarını dizimdeki yara bandı koleksiyonunun üzerinde gezdirdi.
Bu kadar ince ve narin parmaklar piyano tuşlarıyla tamamlanabilirdi sadece. Teninden, parmaklarından piyanoya akan bir duygu ve piyanodan benim ruhuma damlayan bir müzik. Acaba piyano çalıyor mu diye düşünmeden edemedim.
"Bandajlar ve yara bantları," diye mırıldandı kendi kendine. "Yarayı iyileştirmezler. Sadece onları dünyadan saklarlar."
Dizimin üzerindeki yara bantlarını teker teker çıkarmaya başladı. Olduğum yerde sessizce oturup onu izlemekle yetiniyordum. Dizim tamamen çıplak kaldığında ve bütün yaralar ortaya çıktığında içimi derin bir soğuğun kapladığını hissedip, titredim.
"Yaralarını saklamak yerine onları kabullen. Bazı şeyler sadece kabullenildiğinde yok olurlar."
Boynundaki pembe atkısını çözmeye başladığında bakışlarımı dizimin üzerindeki parmaklarından yüzüne çıkardım. Bana baktığı için göz göze gelmiştik. Kirpiklerinin arkasına saklanmış hüzünlü bakışlar o an gördüğüm en sessiz sanat eseri gibiydi. Baktığımda bana söyleyecek tek bir lafı dahi yoktu ama bir sürü şey anlattığını hissediyordum. Bu tuhaf değil miydi? Bazı sessizliklerin fazla gürültülü olması yani.
"Fazla sessizsin," diye konuşarak gülümsedi. "Bu oldukça tuhaf."
Fakat yine sessizliğe boyun eğip ona cevap vermedim. Onu ilk kez gördüğümden beri hep taktığı pembe atkısını boynundan çıkardı, eşzamanlı olarak bakışlarını yüzümden çekmişti. Atkısıyla dizimdeki kanı dikkatlice temizledi ve pembe atkıyı dizimin üzerine sardı.
"Usluca burada bekle. Geleceğim."
Kafamla onu onayladım. Bir süre daha yüzümü göz hapsine alıp inceledikten sonra saksı çiçeğinide alıp ayağa kalktı ve arkasını dönüp heykelin sol tarafındaki -daha yeni fark ettiğim- kapıdan çıkarak gitti. Onun gidişini izlemekle kalmıştım. İçimde kocaman bir boşlukla onun gidişini izlemekle kaldım.
Bakışlarım dizime bağlanmış olan pembe atkıya kaydı. Parmak uçlarımla onun ipek yüzeyine dokundum ve piyano tuşlarına basıyormuş gibi ağır haraketlerle dokunmaya devam ettim. Atkıdan gelen yoğun kahve kokusu uyumaya yüz tutmuş bütün hücrelerimin yüzüne tokatı yapıştırmıştı sanki. Terleyen ellerimi pijamama silerek ayağa kalkıp heykele doğru yürüdüm ve merdivenlerin oraya oturdum. Gülümseyerek etrafımdaki gergin havayı dağıtmaya çalıştım.
Böyle yaşamak zorunda değildim, biliyorum.
"Burada hiç kimse yok, kimi kandırmaya çalışıyorum?" Sonra yüzümdeki gülümsemeni sildim.
Ama ben, böyle yaşıyordum.
Bu merdivenlere oturarak mum yakmayı ve dua etmeyi düşünmüştüm ama bundan vazgeçtim.
Sonuçta Tanrı her dinde vardır. Hem bence Tanrı kalpten inanılan her yerde daima seninle olur. Müslüman, Hristiyan, hatta Buddhist bile olsan Tanrı'ya ruhunla beraber inanıyorsan Tanrı seninledir. Dinin önemi yoktur. Ne de olsa dinleri yaratan ve onları ayıran Tanrı değil biz insanlarız. Biraz daha din kavgası yaparsak elimizde sadece hiçlik kalacak. Ne dualar, ne mabedler, ve ne de ki kutsal kavramlar. Sadece hiçlik.
"Çarmıha gerilecek ne yaptın?" diye sakince mırıldandım. Sesim oldukça yorgun ve kırgın çıkmıştı. En az karşımdaki heykel kadar ihanete uğramış gibi hissediyordum. Ama kim tarafından onu bilmiyordum. Belki de kendi Tanrı'm bana ihanet etmişti. Belki de dünyadaki herkesi seven Tanrı bir beni görmüyordu.
Ben Tanrı tarafından bile görülemeyecek kadar şeffaf mıydım?
"Dünyadaki en günahkar suçlu bile olsan, çarmıha gerilmeyi hak etmiyorsun."
Ayağa kalkarak mumların yanındaki solmuş çiçeklere doğru yürüdüm ve onları toplayarak kucağıma aldım. Hissettiğim tek şey acıydı. Ne kadar kendime bunu hissetmek zorunda olmadığımı söylesem de acı benden bir parça gibiydi. Attığım her adımda acının içine biraz daha batıyor, aldığım her nefeste acıya biraz daha çekiliyordum. Bunu değiştiremezdim.
"Hatırlıyor musun anne? Ben çocukken senin küçük kız çocuğundum." diye konuştum kendi kendime.
Kucağımdaki çiçeklerle heykele doğru gittim ve çarmıhtan asılmış bileklerini, kucağımdaki çiçeklerle kaplamaya başladım.
Belki de gözyaşlarımı biriktirdiğim kavanozu geleceğe götüremeden elimden düşüp kırılmıştı ve bu yüzden çocukluğum cam parçalarına saplanarak ölmüştü. Çabuk büyümek zorunda bırakılmıştım.
"Beni dünyandan nasıl kovabildin?"
Diğer bileğinide solmuş çiçeklerle kaplamaya başladım. Acı çeken görüntüsü yok oluyor ve çiçekler içinde uzanmış bir cesedi andırıyordu artık.
"Hatırlıyor musun, ölen kendimin mezarınıda böyle çiçeklerle kaplamıştık ve sonra o çiçekler solup kedimi yalnız bırakmasın diye her gün sulamıştım. Aptaldım, çiçeklerin kökü olmadan hayatta kalamayacaklarını bilmiyordum. Ne ironiyse o çiçekleri köklerinden koparan kişi de bendim, hayatta tutmaya çalışan kişi de."
Ve bir acı hatıra daha.
Elimdeki çiçekler bittiğinde birkaç adım geri gidip çiçeklerle kaplanmış heykele baktım. Şimdi o kadar da acı çekmiyordu. Birazcıkta olsa mutlu görünmüştü gözüme.
"Beni kendi dünyandan niye kovdun anne? Alice olmadığım için mi? Senin için saçlarımı onun gibi boyayabilirdim halbuki."
Heykele yaklaşarak elimi yanağına koydum ve yavaşça okşamaya başladım. "Senin annen de seni kendi dünyasından kovdu mu? Ama senin annen iyi birisi olmalı. Çünkü sen İsa'sın. Kutsal birisisin ve Tanrı kutsal kişilerin annelerini iyi birisi yapar. Keşke ben de kutsal birisi olsaydım. En azından annem beni severdi."
Ben tam olarak burada ne yapıyordum? İsmini dahi bilmediğim tuhaf adamın kendisinden bile tuhaf çiçeği için geldiğimiz bir kilisede onu beklerken çarmıha gerilmiş bir heykelle konuşuyordum.
Gittikçe tuhaflaşıyordum.
Elimi heykelin yanağından çekip saçlarımın arasından geçirdim ve derin bir nefes alarak bakışlarımı etrafta gezdirdim. Büyük camlara vuran tok sesten anladığım kadarıyla dışarıda yağmur yağıyordu. Gece yarısına az kalmış olmalıydı çünkü hava bayağı çoktan kararmıştı bile.
Ben acıyla yaşamıyordum aslında. Ben acını yaşıyordum. Her zerremde, santim santim.
Burada beklemek istemiyordum. Burada kalmak istemiyordum. Bana söylediği hiçbir şey önemli değildi. Beni tanımıyordu bile. Ne denli acı çektiğimi bilmezken buna sadece ergenlik deyip geçemezdi. Yapamazdı bunu.
Bazen neden her detaya bu kadar takıldığımı düşünüyorum, neden boş veremiyor ve aptal gençliğimi yaşayamıyorum diye sorguluyorum kendimi.
Ergenlik diyor herkes, yüksek ihtimalle çocuğumda bu dönemi yaşayacak çünkü ebeveynlerim de yaşadı.
Ama ben öyle hissetmiyorum kendimi. Sanki bu kuyu hayatım boyunca benimle yaşayacak olan bir gölge gibi.
Eğer bu ergenlikse, benim ergenliğim büyüdüğümde değil, öldüğümde bitecekmiş gibi. Bu gerçekten ergenlik dönemiyse okuldaki herkes bunu yaşıyor olmalı. Fakat neden hiç kimse benim gibi değil?
Neden onlar dışarıdan oldukça sıradan görünüyorlar? Neden en basit şeylere ağlayıp, üzülüyor, kendilerine dert ediyorlar? Ya da neden her ota gülüp, boka kahkaha atıyorlar?
Niye yeni tanıdıkları birisiyle kolayca arkadaş olup, samimiyetle kollarını onlara doluyorlar? Niye bir çocuk ya da kız onlara gülümseyerek baktığı için yataklarında tepinerek sırıtma krizine giriyorlar? Her şey bu kadar basit mi gerçekten?
Sorun bunları bile yaşayamayan ben miyim sadece? Sanırım öyle.
Hayat çözemediğim kadar zor mu, yoksa anlayamadığım kadar kolay mı? Çözemediğim kadar zor olan da, anlayamadığım kadar kolay olan da benim.
Annemin de dediği gibi; ben, koca bir sorundum.
Ve bu ergenlik zırvasının daha ötesinde bir şey; bir takıntı, bir dipsiz kuyu, bir tükeniş ya da bir intihardı.
Arkaya dönerek hiç düşünmeden Kilise'nin çıkışına doğru ilerlemeye başladım. Yolu hatırlıyordum buradan kolayca eve gidebilirdim. Zaten buraya gelmem anlamsızdı. Evdekiler yokluğumu bile fark etmezlerdi. Yine kendimi odama kapatıp, kapıyı kilitlediğimi ve şarkı dinleyerek resim yaptığımı düşünerek beni rahatsız etmezlerdi.
Ben o yanan evden asla kurtulamazdım.
Dışarı attığım ilk adımda dizime bağlanan atkının aşağısı çıplak olduğu için bacağımın titrediğini hissettim. Yağmur damlaları çıplak tenime mermi misali saplanıyor ve acısı kalbime akıyormuş gibiydi. Gözlerim dolu doluydu, dokunsan ağlayacaktım herhalde.
Kaburgalarımdaki sarmaşıkları söküp atmak istiyordum içimden. Çünkü ben bir kez yanmaya başladığımda onlar da yanacaktı ve kurtulmak için tek bir şansları dahi olmayacaktı.
Sokağı aydınlatan sokak lambaları, market ışıkları ve bir sürü şey daha vardı hepsi gözlerimi alıyordu. Ama neden dünyanı aydınlatan tek bir ışık dahi yoktu? Neden insanalar aydınlığı bu kadar uzaklaştırıyorlardı? Neden güneş dünyaya 147 Milyon Kilometre uzaklıktaydı ki? O kadar uzağa gitmeye ne gerek vardı? Güneş insanların kalbindeki soğukluk onun ateşini söndürür diye mi endişelenmişti acaba?
Aceleci ve bir o kadar da tedirgin adımlarla kaldırımda yürümeye devam etmiştim ki, ayağıma takılan bir şeyle öne doğru savruldum ve bileğime sağlam bir darbe alacak şekilde yere kapaklandım. Sürekli düştüğümü ve dizlerimin yara aldığını söylemiştim. Avuç içlerim ve diz kapaklarım asfalta denk geldiğinde çizildiğini ve yaralandığını hissettim. Acıyorlardı. Yağmur saçlarıma karışıyor ve onları iyice ıslatıyordu. Islak saçlarım önüme düşmüştü ve ben ayağa kalkmak için herhangi bir çaba göstermiyordum.
Ben en başından beri sorundum zaten.
Yaşıtlarım gibi olmadığımı fark edeli çok oluyordu, onlar gibi değildim ben. Onlar gelecekte gitmek istedikleri üniversite hayalleri kurarken ben mezarlığı düşünüyordum, onlar makyaj yaparken ben bileklerimi jiletliyordum, renkli ojeleri hakkında konuşurken ben tırnaklarımı yiyordum, onlar rahatça ağlayıp dertleri olduğunda konuşmaktan çekinmezken ben tek kelime etmemek için uzaklara kaçıyordum.
Ben en başından beri sorundum.
Kendime zarar vermeyi seviyordum çünkü bunu yapmazsam başkalarına zarar verebilirdim.
Yaşamayı çok sevdim, nefes almayı da. Çiçek diktim bahçeme, güneşi çizdim tavanıma ve duvarlarımda bir sürü hatıra astım. Yaşamak için ne gerekiyorsa yaptım. Makyaj bile yaptım. Normal insanlardan farklı görünmeyeyim diye her gün güzel giyindim, saçlarımı yıkadım ve tırnaklarımı ojeyle kapladım. Boş konuşmalara katıldım, klişe erkek muhabbetleri döndürdüm. Kahkaha attım, umursamazca gençliğimi yaşadım. Fakat sonra bir şey fark ettim; kaldırımda öylece yürürken attığım adımlar bana ait değildi.
Yaşamak için her ne kadar çabalamış olsam da ben yaşayamıyordum. Ya da gerçek yaşamak buydu. Bilmiyorum.
Ben sadece kendime ölmeyeceksin, daha uzun yaşayacaksın dedikçe bir bakıyordum intiharın eşiğinden dönmüşüm, bileklerim kanla kaplı banyoda uyuyorum ya da yüksek dozlu ilaç içip kusmak için kendimi kasıyorum. Yaşamaya çalıştıkça yanıltıyordum kendimi. Ben yaşayamıyordum. Ama yaşamak istiyordum hem de, fakat bu o kadar imkansızdı ki.
Sanki bir sürü adamın koştuğu sokakta ben öylece duruyordum ve koşan adamlar bana çarpıyordu, ben düşüyordum ve beni ezerek yollarına devam ediyorlardı.
Ben olduğum yerde sayıyordum, gökyüzünü izlerken yüzüme düşen yağmur damlalarıyla karışık karı hissediyordum ve gülümsüyordum.
Sonra her şey karanlık oluyordu. Ve o karanlık asla bitmiyordu. Aydınlık, ışık gibi kavramlar yoktu. O bile bu karanlığı aydınlatamayacakmış gibiydi.
Böyle yaşamak zorunda olmadığımı biliyordum. Kendime bu denli acı çektirmek zorunda olmadığımı da biliyordum. Fakat ben böyle yaşıyordum. Acı, içinden kurtulamadığım bir kuyu değildi, acı benim içimdeki kuyuydu. Ondan kurtulmaya çalışmak kendimden kurtulmaya çalışmak demekti.
Aniden üzerime yağan yağmurlar durduğunda titreyen çenemi sıktım. Yağmurun hâlâ yağdığını kulaklarımda yankılanan sesinden anlayabiliyordum ama benim üzerime yağmayı kesmişlerdi. Bakışlarımı sabitlediğim kaldırımdan yavaşça yukarı kaldırdım ve üzerime siyah şemsiyesini tutup, çocuk gibi bana kocaman gülümseyen o adamla karşılaştım.
Meran.
Yerde ıslak bir şekilde ona bakıyordum. Yanağıma usulca yaşlar damlıyordu ve çenem soğuktan titriyordu. Bileğimde kendi belli eden ifrit bir sızı dişlerimi sıkmama ve gelecek iki hafta boyunca topallayarak yürümemin haberini veriyordu. Berbat bir haldeydim.
Onun burada ne işi vardı? Onu ilk gördüğümdeki gibi giymişti ve şemsiyesini üzerime tuttuğu için sırılsıklam olmuştu.
Sanki o an, ona beni buradan götürmesini söylesem elimden tutup çok uzaklara götürecekmiş gibiydi. Bakışlarında dünyadan kaçmak isteyen bir oğlan çocuğunun hevesi vardı.
"Sadece tek bir şey soracağım," diye kalın ve oldukça ciddi bir sesle sordu uzun sessizliğin ardından. Cevap vermek yerine ona uzunca baktığımda anlamış gibi konuşmaya devam etti.
"Senin için sorun olmayacaksa gülebilir miyim?"
Kaşlarım zihnimde çakan şimşeklerle birlikte çatıldığında Meran karnını tutarak hayvan gibi gülmeye başladı. "Nasıl yere kapaklandın ama? İki seksen yayıldın resmen! O nasıl düşüştü öyle? Asla unutmayacağım!" Meran kasıla kasıla gülmeye devam ettiğinde sokaktaki en gür ses ona aitti. Gülmekten gözleri kısılmıştı.
Karşımda gördüğüm ve benimle dalga geçen kişi burada neden olduğunu anlamasam da tam karşımda duran, katil olma potansiyelimi sürekli tetikleyen kişi Meran'dı. Hani şu bana dokuz yüz on altı yaşındasın diyen dilenci.
Onun şu an nasıl olduğumu sorup bana kalkmam için yardım etmesi gerekmiyor muydu? Neden dünyadaki her psikopat beni buluyordu ki?
"Sen öldün." diye dişlerimin arasından tısladım.
"Harbi mi," Bakışlarını bedeninde gezdirdi. "Ama hâlâ yaşıyorum sanki."
Büyük bir hırçınla düştüğüm yerden kalkmak ve ona gelişigüzel darbeler indirerek kafasını ezmek istedim. Hatta bunun için kendimi hazırladım. Fakat içimdeki kuyu gittikçe ağırlaşıyordu ve ben güzel olan her şeyi onun içine fırlatıyordum sanki. Hiçbir şey söylemeden ve ya yapmadan bir süre daha sessizce düştüğüm yerde oturmaya devam ettim.
Meran çömelerek boylarımızı hizaladığında tekrardan yüzüne bakmak zorunda kalmıştım. Yine de ona bakmak için kafamı yukarı kaldırmam gerekmişti. Boyu uzundu.
"Düşüşünü kaydetmeliydim. Böylece seni tehdit ederek haraç kesebilirdim." Şemsiyeni tutmayan diğer elini şıklattı. "Tabii ya, bu nasıl aklıma gelmedi ki benim."
"Git başımdan," Homurdanarak ayağa kalkmaya çalıştığımda bileğime saplanan oklarla tekrardan yere düştüm. Avuç içlerim üst üste darbe aldıkları için yaralanmışlardı.
Meran hayvan gibi gülmeyi yavaş yavaş sonlandırarak sadece gülümsedi. Yüzündeki neşe benim yüzümdeki acıyla karşı karşıya gelemezdi bile. Dünyadaki en mutlu kişi gibi bakıyordu yüzüme. Mavileri parlıyordu.
Sanki küçük bir çocuk kaybettiği oyuncağını bulmuştu, sanki borca batan bir bankacı sokakta para dolu ağır bir çanta bulmuştu ve sanki babasının sert olduğundan şikayetlenen küçük bir kız çocuğu babasının geceleyin onun üzerini kontrol etmeye geldiğini ve alnına küçük bir öpücük kondurduğunu görmüştü. Yüzündeki mutluluk anlattıklarımdan daha fazlasıydı gerçi.
Neden bu kadar mutlu görünüyordu ki?
"Hadi sana yardım edeyim ufaklık," Şemsiyesini elime tutuşturup ben daha ne olduğunu anlamadan dizlerimin altından kolunu geçirdi ve tek hamlede küçük bedenimi kucağına alarak ayağa kalktı. Kilisenin içine tekrardan girdiğimizde kahverenginin koyu olduğu oda dikkatimi dağıttı.
"Demek sen de arada insan olabiliyormuşsun." diye tek kaşımı kaldırıp onun yüzüne alayla baktım.
"Oluyor arada öyle." diyerek beni aynı alaycılıkla onayladı. "Fakat çok kısa sürüyor, yani seni az sonra kucağımdan fırlatabilirim."
Gözlerimi iri iri açıp kollarımı hemen sıkıca boynuna doladım. Ondan bunu yapmasını pekala bekliyordum. Çünkü o normal değildi. Çünkü buradaki hiçbir şey normal değildi.
Meran yaptığım çocukça harakete sesli bir şekilde gülerek beni heykelin önündeki merdivenlerin oraya dikkatli bir şekilde bıraktı.
Onun kokusu, karışıktı. Okyanus kadar tuzlu kokuyordu ve toprak kadar ferahtı.
"Hafiftin," diye konuştu aniden. "Sonuçta sen de bir kızsın ve küçüksün."
Ben sessizce yüzünü izlemeye devam ederken kollarımı boynundan çözüp kucağıma düşürdüm ve Meran'da eşzamanlı olarak bir alt basamakta oturup pembe atkı bağlanmış bacağımı süzdü. Dizimdeki atkıyı fark ettiğinde yüzündeki gülümseme soldu ve kaşlarını çattı. "Demek onu tanıyorsun."
"Kimi?" diye lafa atladım. Meran pembe atkının sahibini tanıyor muydu? Ama umutlandığım gibi gitmedi. Sorumu yanıtsız bırakarak bakışlarını Kilisenin içinde gezdirmeye başladı. Bu basitçe cevabını alamayacaksın avucunu yalarsın, demekti.
İşaret parmağıyla İsa'nı gösterdiğinde yeni fark etmiş gibi çattığı kaşlarını çözüp onu dikkatlice incelemeye başladı. "Hey, o çiçekleri sen mi astın?"
Kafamı sallamakla yetindim.
"Neden?"
"Çünkü hiçbir ceset acı içinde asılmayı hak etmez. Günahkar bile olsa o bir insan. Hiç mi gömülmeyi hak edecek kadar iyi bir şey yapmadı?"
Meran heykele doğrulttuğu işaret parmağını indirdi ve bacak bacak üstüne atarak yüzümü incelemeye başladı. İnsanlar yüzüme bu kadar dikkatlice baktığında rahatsız oluyordum; acaba yüzümde bir şey mi var diye düşünmeden edemiyordum. Meran yüzüme beni rahatsız edecek kadar dikkatli bakıyordu.
"Üzgünüm seninle bu konunu tartışmayacağım." Oturduğu için hafifçe öne doğru saygıyla eğildi. "Yaşlılara her zaman saygım sonsuz nineciğim."
Dokuz yüz on altı.
Rahatsız edici bakışlarla yüzü deşme sırası bendeydi.
"Sen burada ne arıyordun?"
"Asıl sen ne arıyorsun? Bir de dalga geçer gibi pijamalarla gelmişsin. Koyun mu o?"
Üzerimdeki pijamalara göz ucu bakıp tekrardan ona döndüm. Üzerinde siyah bir kazak, mavi bir mont ve mavi ayakkabıları vardı. Geçen günkü gibi giyinmişti. Anlaşılan maviyi seviyordu. Gözleri bile koyu maviydi.
"Bir şey soracağım." dedim aniden onu sorusunu es geçerek. Bileğim sızlıyordu ama merak ettiğim bir şey olduğunda paralel evrenden bile iletişime geçebilirdim ben. "Bana ilk tanışmamızda dokuz yüz on altı yaşında olduğumu söylemiştin."
"Evet," diyerek beni onayladı. Dirseğini oturduğum basamağa yaslayarak yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Aniden ciddileşmesi beni şaşırtmıştı. "Neden öyle dediğimi mi merak ediyorsun?"
Yine sadece kafamı salladım.
"Şöyle düşün," Tek gözünü kapatıp düşünür gibi yaptı. Daha sonra diğer eliyle tavanı gösterdi, sanki hayali bir şeyleri işaret ediyor gibi bir hali vardı. "Bir sürü hayat yaşamışsın gibi çok yorgunsun. Ama yaşadığın hayatlardaki amacını anlamayacak kadar kısa sürmüş ömrün."
Gözlerindeki koyu maviyi daha yakından görebiliyordum. Gözlerinde bir gölge vardı. Siyahın gölgesi mavinin aydınlığına devrilmiş gibiydi. Sol gözünü kapatmak için çırpınan ıslak, uzun kaküllerini eliyle arkaya savurdu ve yüzümün tam önünde durdu. Bu kadar yakınımda olmasından rahatsız olmuştum. Ama ses etmedim.
"Bu yüzden sana 916 yaşındasın diyorum. Ruhun 25 farklı ve zor hayat yaşamış gibi çok yorgun ama kalbin ısınamayacak kadar çok kısa kalmış o hayatların içinde. Sadece otuz altı yıl." Derin bir nefes aldı. Sıkıntılı bir nefesti bu. Dünyanın bütün derdini omuzlarında taşıyormuş gibi.
"Yaşlanamamış. Ama sıradan bir yaşlıdan kat kat uzun yaşamış. Hiç yaşlanamamış bir yaşlı gibisin sen." Gülümsedi. "Yüzünde hiç kırış yok ama dikkatli bakıldığında yüzünde kırıştan başka hiçbir şey yok."
Tavana kaldırdığı elini indirdi ve ilgili bir sesle, "Anladın mı?" diye sordu.
Sessizce kafamı sallamayı tercih ettim. Kafamı aşağı yukarı sallamaktan bir gün yerinden fırlayıp kopacağını düşünüyordum. Omurgam ağrımıştı.
Meran aniden gözlerimi kapatacak kadar uzanan kaküllerimi elleriyle arkaya doğru savurup diliyle alt dudağını ıslattı. "Bir şey diyeceğim, böyle daha güzelsin."
Bu adamın lafı asla tamamlanmıyordu, bir konunu bırakıp diğerine neredeyse uçuyordu.
Arkaya giderek kaküllerimi bırakmasını sağladım ve uzun kaküller tekrardan gözlerimi kapattı. "Sevmiyorum."
Bileğimdeki yoğun ağrı kendini tekrardan belli ettiğinde yüzümü buruşturdum. Meran bunu anlamış gibi doğruldu ve sol ayağımın bileğine dokundu. "Ağrıyan bileğin bu mu? Kızarmış."
Onu bu kezde kafamla onaylayacağım sırada benden önce davrandı. "Tamam konuşmayı sevmiyorsun anladık. Ama çok şanslı bir kızsın. Çünkü benim gibi kırık çıkıktan anlayan bir mucizeyle karşılaştın. Tanrı bilir benimle karşılaşmasaydın başına daha ne felaketler gelecekti."
Bileğimi tutup havaya kaldırdığında oturduğum yerde kaykılmak zorunda kalmıştım. "Ne yapıyorsun sen?!" diye öfkeyle soludum. Ama Meran beni susturarak işine devam etti. Bileğime dokunarak bir şeyler yapıyordu.
"Merak etme ben bilirkişiyim. Sen sadece sessizce otur ve az sonra iyileşecek olan bacağının hayallerini kur."
Neden bacağımın artık bir hayal olarak kalacağını hissediyordum o zaman?
"Bence dokunma sen, hem zaten fazla acımıyor.."
Bir şeyler oldu. Bileğimden bütün bedenime yayılan bir ağrını hissettim ve zihnimi patlatacak bu sızının dürtüsüyle bağırdım. Aslında çığlık attım. Acı sesime bulaşan bir mürekkep gibiydi.
"İşte oldu," diye rahat bir sesle konuştu Meran. "Kaçan kemiği yerine saldım."
Ama ben hiç öyle zannetmiyordum. Nefes nefese kalmış bir şekilde çocuk gibi ağlamaya başlamıştım çünkü. Acı fazlaydı. Fiziksel acı o kadar çoktu ki nefesimi kesiyordu.
"Hey sen iyi misin?" Meran endişeyle sorduğunda gelişigüzel koluna bir tane geçirdim. Ağladığım için yüzünü net göremiyordum. Kesin sakat kalacaktım.
"Bacağımı kırdın." diye acıyla bağırdım ve ağlamaya devam ettim.
"Abartma, kırık olsaydı dayanamazdın." Saçlarını karıştırarak rahat bir şekilde beni yanıtladığında zihnimde öfkeden kuduran tilkilerimi serbest bıraktım. Elimin altında ne bulursam ona fırlatmaya başladım; mum, haç, çiçek, kadeh ve ne olduğunu anlamadığım bir sürü şey daha.
"Dayanamıyorum zaten!"
Meran'a durmadan fırlattığım şeyleri tuhaf ninja haraketleriyle önlemeye çalışıyordu ama bu sadece sinirlerimi bozmaya yetiyordu. Gümüş bir tabağın kafasına denk gelmesiyle acıyla bağırıp yere düştü.
Sıradan bir an olsa bu haline gülebilirdim ama ne tesadüfse sıradan bir an değildi ve ben acıdan kıvranıyordum. Onu umursamayıp ellerimle yüzümü kapattım ve dayanamadığım acı yüzünden daha şiddetli ağlamaya başladım.
Bu acıya dayanamıyordum. İçimde bir şeyler çok derinden kırılmıştı.
Bileğime sarılan soğuk teması hissettiğimde onu umursamayarak ağlamaya devam ettim ama temasla birlikte azalan acı tereddüte düşmemi sağlamıştı. Yüzümü kapattığım ellerimi indirerek karşımdaki adama baktım. Meran oldukça ciddi bir şekilde bileğimi tutmuştu ve avuçlarından tenime çarpan soğuk içimdeki yangını yavaş yavaş söndürüyordu.
Zaman kavramı durdu.
Mekan algısını yavaş yavaş yitirdim.
Sesler yoktu, yüzler, duygular, kavramlar ve gerçekler.
"Üzgünüm," diye fısıldadı Meran. Soğuk elini bileğimden çekti ve sakince yanımda oturarak ileriyi izlemeye başladı. Ben de onun gibi ilerideki boşluğu izledim. Oldukça şaşkındım.
Sessiz bir şekilde boşluğu izlerken Kilisenin içinde yankılanan tek ses nefes alışlarımızdı. Aklım soru bankasını anımsatacak kadar çok ve zor sorularla doluydu. En az bir matematik problemi kadar çözülmesi imkansızdı içinde olduğum karışık durum.
Konuşmak istiyordum, bir şeyler söylemek ya da sormak. Mesela, bileğimdeki sızının bir anda nasıl azaldığını sorabilirdim. Bu çok basit bir soruydu. Sadece ben cevabı duymaktan korkuyordum. Ya hiç duymak istemediğim bir yanıtı avuçlarıma bırakıp giderse? Belki de bileğim o kadarda ağrımıyordu ve o basit bir masajla bunu düzeltmişti. Ama sabahtan beri niye delicesine ağlıyordum öyleyse?
"Sen normal değilsin," diye fısıldadım aniden. Sesim titremişti ve içimde filizlenen bu duygunun adı korku olmalıydı. "Burası normal değil," Ondan korkmuyordum fakat bir şeylerin içine çekildiğimi ve daha da dibe battığımı hissediyordum. "Sürekli karşılaşmamız normal değil, konuşmalarımız normal değil, içinde olduğumuz durum normal değil."
Ne komikti. İçimde var olan kuyu sadece böyle anlarda ortaya çıkıyordu, en olmadık yerlerde. Oysa sabah göz kapaklarımı açtığımda geri kapatma sebebim, bir yerlerde bayılıp kalmamak için yemek yeme sebebim, zamanın hızlı geçmesi içim onca gereksiz şeyle uğraşmamın sebebi bu kuyuyken o en olmadık anlarda duygularımı ele geçiriyordu.
İnsan, neden var olurdu ki?
Ne anlamı vardı? Biz daha anneminizin rahmine düşmeden yürüyeceğimiz yola bir sürü engel ve kural koyulmuş, yıldızların içine kameralar çoktan yerleştirilmişti. Düşüncelerini, duygularını ve ruhunu umursamazlardı. Kurallara uyarsan iyi birisi eğer onları çiğnersen günahkar birisi ve eğer onları yaratırsan deli birisi olurdun. Seni damgalarlardı.
İnsan bütün hayatı boyunca tek bir şarkının nakaratında nefes alamaz mıydı yani? Hiçbir duyguyu yaşamadan ölemez ve düşmeden ayağa kalkamaz mıydı?
Bütün bu kavramlar, bütün bu kurallar niyeydi? Hiç kimse onlara uymak istemiyordu üstelik.
Yani birisini sevdiğimizde neden sürekli yanında olmak isterdik ve birisinden nefret ettiğimizde neden onun dünyanın en kötü kişisi olduğu kanaatine gelirdik? Neden cenazelerde sadece siyah giyerlerdi ve neden dişlerimizi sabah kalktığımızda ve gece yatmadan önce fırçalamak zorundaydık? Neden alışılmışın dışında bir şeylerle karşılaştığımızda aklımızı kaçırdığımızı düşünür, neden üzgün olduğumuzda birileriyle konuşmak isterdik?
Neden etrafımızda bir sürü insan vardı ve neden etrafımızda bu kadar insan olmasına rağmen bu kadar yalnızdık.
Ne anlamı vardı? İki yıl sonra dünyanın unutacağı bir isime dönüşecekken neden ismimize bu kadar anlam yüklüyorduk ki?
Niye yaşıyorduk? Bir şeyleri başarmak için mi? Tut ki; başardık. Ya sonra? Bununla kime neyi ispatlamaya çalışıyorduk? Metrekarelik toprağın içinde soğuk bedenimizi çürümeye terk edilirken bunun bir anlamı kalacak mıydı?
Yaptıklarımızın, yapmadıklarımızın, söylediklerimizin, içimizde tuttuklarımızın, sebeplerimizin, nedenlerimizin, hissettiklerimizin, geride bıraktıklarımızın, yarım kalmış kitabımızın, bir anlamı kalacak mıydı? Sahi, elimizde avucumuzda ne kalacaktı ki zaten?
Yaşadık, öldük ve tekrardan rekreasyonu bekleyeceğiz. Sonra yine yaşayıp, yine öleceğiz. Ve sonra yine aynı kısır döngü. Yine, yine, yine. Yine.
Dünya her an patlayacak saatli bomba gibi geri sayım başlatmıştı.
Dört..
Dünya patladığında bizim yaktığımız yangınların hiçbir önemi kalmayacaktı.
Üç..
Acıyla kıvranan ruhumuz derin okyanuslara koşarken bir volkana atılacak ve kül olacaktı.
İki..
Dünyaya gelmemizin ve ilk ateşi bulmamızın hiçbir önemi olmayacaktı. Hiçbir şeyin hiçbir önemi kalmayacaktı.
Bir.
"Kız çocuğu?"
Kulaklarımı tanıdık ses doldurduğunda zihnimde yankılanan sessiz melodiden sıyrılıp kafamı yukarı kaldırdım ve onu gördüm.
Ve bum!
Dünya yanıyordu ve beni senden başka hiç kimse kurtaramazdı sanki.
Doğru, dünya patladığında hiçbir şeyin hiçbir anlamı kalmayacaktı. Fakat, yüzünü biraz daha görmek için her an patlayacak bu dünyanın içinde, kendi ufak tefek yangınlarımın tam ortasında biraz daha nefes almayı göze alabilirdim. Bütün bunlara rağmen hâlâ bir anlamı vardı. Dünya geri sayımı tamamlayıp patlayana kadar, hiçbir şeyin önemi kalamayana kadar hâlâ bir şeylerin önemi vardı. Çünkü henüz dünya yanmıyordu. Henüz hiçbir şey önemsiz değildi.
Henüz değil.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top