20 ❦ suyu sevmeyen japon balığı
#christina perri - distance ft. Jason mraz.
#gracie abrams - she will miss you.
#jasmine thompson - not about angels.
❦
Ben her zaman insanların hayatımızda bir süresi olduğuna inanmışımdır.
Bazı insanlar sıcak çay içtiğimiz an hayatımıza girerdi ve sıcak çayı içmeden önce üflemeyi unuttuğumuzdan boğazımızı yakardı.
İçimizi yakardı bazı insanlar.
Bazılarıysa dondurmanın ardından içilen bir bardak soğuk suydu. Midemizi bulandırır, içimizdeki bütün duyguları kusmamızı sağlarlardı.
İçimizi boşaltırdı bazı insanlar.
Hayatımıza aniden girip, bir şeyleri değiştirdikten sonra çıktığına inanırdım insanların. Herkesin bir süresi vardı; kimisi on yıl kalırdı hayatımızda, kimisiyse on dakika.
Fakat ne kadar zaman kalırsa kalsınlar, bir gün mutlaka hepsi giderdi. Çünkü hayatımızdaki süreleri dolmuştur ve biz hiçbir şey yapamazdık.
Zamanı dolan saat rakamlarını kaybederdi. Yelkovanla akrep birbirlerini kovalamaktan bir gün yorulurlardı.
Zamam bile yorgundu.
Belki de bu yüzdendi uzun süre birisinin hayatında kalamadığımız. Bir an su içerken onunla karşılaşır suyu yüzüne püskürtür, bir an elimizdeki ağaç dallarıyla o kişiyle kavga eder, bir an yağmurun altında sıkıca sarılıp ağlar, bir an ise arkasından elini uzatarak gitmesini izlerdik. İnsanların ruhu gibi zamanı da yorgundu çünkü. Her şey sadece bir andı.
Anlar kaybolduğunda elimizde sadece anılar kalıyordu.
Hafızamız kaybolduğunda elimizde sadece hislerimiz kalıyordu. Hislerimiz kaybolduğunda ruhumuz kalıyordu, ruhumuz kaybolduğunda ise bedenimiz fes ediyordu. Fes eden bedenden sonra dünyada izimiz dahi kalmıyordu. Dünya tarafından unutulmamız için geri sayım başlatılıyordu.
Bu yüzden dünya biz nefes aldığımız sürece vardı; bedenimiz toprağa çürüyerek karıştıktan ve ruhumuz göğe doğru parçalandığında yaşadığımız dünyanın bir anlamı kalmıyordu.
Dünya hayatımıza bir süreliğine girmişti. Zamanı dolduğunda o da hayatımızdan çıkacaktı.
Dünya gidecekti.
"Ne ciddi misin?" Sınıfımızdaki tek demirli kızın yan sıradan duyduğum fısıltısıyla karaladığım deftere daha çok yoğunlaştım. Kaşında piercing olduğu için herkes ona demirli derdi ve açık sözlülüğüyle bilinirdi.
"Bu ay on dördüncü kişi." diye dehşetle onu yanıtladı turuncu saçlı olanı. İsmi Ferami olan bu kızın sadece ecnebi olduğunu biliyordum, ve güzel bir sese sahip olduğunu. "Sadece bu okulda da değil, bütün ülkede, hatta bütün dünyada."
Önümdeki defteri daha sertçe karalamaya başladım. Bakışlarım yanımda sıranın üzerinde uyuyan Alasan'a kaydığında iç geçirdim. Sınıfın ona tuhaf bakışlar atması yüzünden sürekli uyuyor numarası yapıyordu. Hiç kimseyle göz göze gelmemek, o tuhaf bakışlarla karşılaşmamak için. Aslında düşününce Alasan benden daha fazla acı çekiyordu.
Bir yerde yaşayan birileri benden, bizden daha fazla acı çekiyordu. Üstelik ona yardım eli bile uzatamıyorduk. Onu tanımıyorduk. Onu tanısaydık, acısını paylaşsaydık eğer, hâlâ ona çirkin olduğunu hissettiren insanlar yüzünden saçlarıyla yüzünü kapatır mıydı? Ondan nefret eden insanlar yüzünden isminin çağırılmasından rahatsız olur muydu? Var olduğu halde görünmez olmaya çalışır mıydı?
Her sabah banyoda bileklerini, her akşam yatağında umutlarını keser miydi?
"Anlamıyorum! Anlayamıyorum!" diye bağırdı Efken derste olduğumuzu umursamadan. Din dersindeydik ve Hoca bir şeyleri anlatıyordu, sınıfın dikkatinin tümüyle başka bir yerde olduğunun bilincindeyken. Sadece konusunu açmak istemiyordu.
"Siktiğimin dönemi her ne haltsa bütün herkesi elimden alıyor." Efken kendini kontrol edemeyerek bağırdığında bütün sınıf sessizleşti. Bakışlarımı hâlâ sessizce karaladığım defterden çekmeden karalamaya devam ettim.
"Efken Kurt." diye uyaran bir sesle konuştu Hoca. "Lütfen sözlerine dikkat et."
Bir süre daha sessizlik sınıfın üzerinde elini gezdirdi bazı insanlara tokat atarak daha da sessizleşmesini sağladı. Bu sessizlik bana tokat atmamış, boğazıma yapışmıştı.
"Neden?" diye sordum. Düşünceli sesim ölüm sessizliğinin kanat çırptığı sınıfa çığ gibi düştü. Var olan fısıldaşmalarda solarak yok oldu.
"Neden Tanrı böyle yapıyor?" Bakışlarımı karaladığım defterden bir an bile çekmeden konuşmaya devam ettim.
"Ben her zaman acının bizi büyüttüğünü düşünürdüm. Evet, acı bizi büyütüyor. Ama büyütmekle kalmayıp aynı zamanda yaşlandırıyor da. Ruhumuz o kadar yaşlanıyor ki, bu dünya bizi kabul etmiyor. Ölüyoruz. Her birimiz. Teker teker. Bazılarımızın bedeni, çoğunluğun ruhu intihar ediyor."
"Niye ki?" diye sesimin titremesine son anda engel olarak tekrardan sordum Hoca'ya. Cevap gelmedi. Çünkü hiç kimsenin yanıt vermesine müsade etmeden konuşmaya devam ettim.
"Tanrı intiharı yasakladı mı?" Alayla güldüm. "O zaman intihar eden bütün bir dünya ne yapmalı? Hangimiz intihar etmedik ki? Etrafıma baktığımda bir sürü ölü çocuk görüyorum; kimisinin kalbi, kimisin ruhu, hayalleri, umutları, çocukluğu intihar etmiş. Fakat sadece beden intihar ettiğinde mi günah?"
"Ben hep, hepimizin çocuk olduğunu düşünmüştüm. Tanrı'nın çocukları sevdiğini, koruduğunu." Bakışlarımı sonunda karaladığım defterden çektim. "Peki öyleyse neden çocuklar ölecek kadar acı çekiyor? Bu kadar acı çekersek, çocuk ne zaman olacağız? Çocuk olmaya zamanımız yetecek mi ki?"
Çocuk olmaya zamanımız kalacak mıydı ki, zaman bu kadar yaşlıyken?
"Neden çocukların acısı ergenlik diye damgalanarak ciddiye alınmıyor? Depresyon neden dalga geçilesi bir etiket ve insanlar kolayca sorunlarıyla yüzleşip onları iyileştiremiyorlar? Neden insanların zevkleri farklı olduğu halde bir insanı herkes güzel, diğerini çirkin diye tanımlıyor. Ve bunu kendileri yaptıkları halde bunun için intihar ediyorlar? Aşk neden boya fırçası tutması gereken parmaklara jilet, çiçekten taç konulması gereken saçlara makas vurdurtuyor?
"Acılar bile klişe ve sahte. Buna rağmen niye durmadan, her kırk saniyeden bir insanlar intihar ediyorlar ki? Boşuna mı bütün bu kitaplar, bu müzikler, bu dostluklar, bu konuşmalar. Hepsi insanları hayatta tutmak için değil mi? O zaman neden hayatta kalmak için başladığımız şeyler aniden boğazımıza dayanan neşterden farksız?
"Olmamız gereken yer nehirde birbirimize fırlatmamız gereken suyken, ameliyat masasında elimizdeki neşterle insanların sırtlarını nasıl yırtacağımızın pratiğini yapmak değil."
Bugün bir kişinin daha intihar ettiğini, ve İrem'in koridordaki anma köşesini kaldırıp onunkini kurmakla ilgili konuşmalar dönüyordu. Herkes art arda intihar eden bu çocukların dehşetinden konuşuyordu. Herkes çocukların bu denli acı çekmesine dayanamıyordu.
"Lütfen," diye mırıldandım. "Tanrı'ya neden dualarımızı kabul etmediğini, bizi neden duymadığını sorar mısınız? Sadece merak ediyorum. Biz ona bu kadar inanırken o neden omuzlarımıza büyümemiz için tonla acı bırakıveriyor? Daha küçücük değil miyiz hepimiz."
"Erva," diye yumuşak sesiyle konuşmaya başladı Din Hoca'mız. Fakat diyecek bir şeyi yoktu. Tanrı'ya inanmadığımı sanmış olmalıydı fakat ben tam da Tanrı'ya kalpten inandığım için onu bana yardım etmesi için zorluyordum.
İnsan inanmadığı birisinden yardım isteyemezdi ki.
Dersimize devam ettik. Arada fısıldaşmalar ve sessizce ağlayan çocukların sesi ilişti kulağıma. Herkes birilerini kaybediyordu. Olağanüstü derecede hızla ve art arda bütün bunların yaşanması ise beni düşündürüyordu. Size düşünmeye takıntılı olduğumu söylemiştim, değil mi? Her detayı düşünür, düşünürken abartır, abartırken onun karadeliğine çekilerek oradan asla çıkamazdım.
Ya Meran'nın dedikleri doğruysa? Ya bütün bu aniden intihar eden insanlar kendi Youme'leri tarafından bulunmuşsa ve onlarla savaşmaya güçleri yetmediği için kaybetmişlerse? O zaman neden bu bir cinayet değilde intihardı?
Ne tuhaf.
Bugün nöbetçi olduğum için bütün sınıf çıkmıştı ve ben kalıp sıraları düzenlemiş, pencerenin önündeki saksı çiçekleri sulamış ve sınıfı toparlamıştım. İşimi bitirip Kristina'nın evine gitmeyi planlıyordum çünkü bugün okula gelmemişti. Kristina okula gelemediği zamanlar ya dünya bir sürü uzaylının saldırısına maruz kalır, ya da ağaçlar canlanıp insanları yiyerek fotosentez yapmaya kalkışırdı. Ya da kavga ettiğimiz için gelmemişti ki, bu ihtimal bile değildi. Annesi bu konuda fazla katıydı.
Büyük bir yavaşlıkla tahtanı siliyordum, o kadar fazla düşünmüştüm ki her şeyi artık boynumun arkasının ağrıdığını ve kafamı taşıyamadığını hissediyordum.
Burnuma dolan kokuyla duraksadım. Ardından sırtıma yaslanan sert göğüsü ve omuzumun hemen üzerinde durup, nefesiyle boynumu ısıtan tanıdıklık hissini. Vanilya kokusu.
Sakinliğimi koruyarak öylece beklemeyi sürdürdüğümde kolunu bedenimin yanından geçirdi, tebeşiri alıp sildiğim tahtaya bir şeyler yazdı. Koluma sürtünen kolu yüzünden heyecanlanmıştım. Eğer geçen yıl olsaydı bu an için sayfalarca ağıt döker, betimlemelerde boğulurdum. Üstüne üstlük kafamda tekrar tekrar oynatmaktan, kompulsif-obsesif bozukluğu bile yaratırdım kendi kendime. Fakat şu an sadece heyecanlanmıştım.
"Sana inanmak istiyorum," diye yazmıştı tahtaya.
Sana inanmak istiyorum.
"Eğer zaman makinem olsaydı," diye mırıldandı Alasan kısık sesiyle. "Zamanı geri sarardım. En fazla bir yıl öncesine."
Elimdeki silgiyi ters çevirip tahtaya yapıştırdıktan sonra ağır haraketle arkama döndüm. Alasan kollarını kafamın iki yanından geçirerek beni tahtayla arasına almıştı. Yüzünde tuhaf bir ifade vardı.
Yüzünde tuhaf bir hüzün vardı.
"Eğer bir şansım daha olsaydı," diye mırıldandı aynı kısık sesiyle. "Çektiğim acıya kafayı bu kadar takmak yerine, kitapları, hayvanları, renkleri ve bir sürü güzel şeyi zamanım yettiğince bolca severdim."
Yakınlığımızı kafaya takmamaya çalışarak konuşmak için dudaklarımı araladım; "Bütün bunların yerine bir insanı sevmeyi dene. Bir şansın her zaman var Alasan. Bir şansın hep var olacak."
"Neden bir insanı?" diye itiraz etti kaşlarını çatarak. "İnsanları sevmek acı verici."
"Bir insanı sevmeyi bilmeyen çiçekleri, ağaçları, şiirleri, kitapları, hayvanları, filmleri, okyanusu, gökyüzünü, renkleri sevmeyi nereden bilecek?"
Yutkundum.
"Bir insanı sevmeyi bilmeyen kendini nasıl sevebilir ki?"
"Birisine inanmak," diye fısıldadı. "Sevmekten daha zor."
Alasan yavaş yavaş bana yaklaştığında geriye giderek sırtımı tahtaya daha da yapıştırmıştım. Bu haraketim onu sadece güldürmüştü.
"Ben sana inanmak istiyorum, Ucube."
Bir şeyler söylemek için dudaklarımı yine araladım fakat dışarı verdiğim nefesimin önü kesildi ve nefessiz kaldım.
Alasan beni öptü.
Dudaktan.
Bulutların tadı nasıldır bilmem ama dudakları en az bir bulut kadar yumuşaktı. Ona karşılık vermedim. Ne dudaklarını alt dudağımın üzerinde melodiyle gezdirdiğinde ne de ki ısırdığında. Fakat ona karşı da koymadım, ne aklıma ilk gelen kişi Çağan olduğun da, ne de ki ona olan hislerim sadece yardım etmek için tutuştuğunu anladığım da.
Sadece duraksadım. Zaman durdu, hisler, kavramlar ve yanlışlar. Hepsi durdu.
Alasan dudaklarını dudaklarımdan ayırarak kısık bir nefesi ciğerlerine çekti. Kapattığı gözlerini açtı ve dudakları alayla yukarı doğru kıvrıldı. Yüzündeki ifade huzur, mutluluk gibi bir şey değildi, gülümserken bile gözlerinden akan hüzün onu ele veriyordu. Ona karşılık vermediğim için mi üzülmüştü?
"Keşke bir zaman makinesine sahip olsaydım," diye fısıldadı. "Geçmişe döner, sürekli yanımda yürümek için evini geçip sahile koştuğun ve tesadüfen karşılaşmış gibi rol yapıp bütün yolu benimle yürümeni sağlardım. Tekrar tekrar en başından. Seninle yürürken senden kurtulmak için hızlı hızlı attığım adımlar yerine daha yavaş atardım adımlarımı. Daha yavaş nefes alırdım, zamanın hızlı geçmemesi için."
Nefesimi tuttum.
Pişmanlık öyle bir histi ki, seni aşktan ve görünmez olmaktan daha da yakardı canını. Sadece yakmakla kalmaz bütün ruhunu kül ederdi. Okyanusun üzerinde savrulsan da, gökyüzüne yükselsen de geçmezdi pişmanlığın. Özellikle de yapamadıkların için boynuna yapışan pişmanlık hep bir keşke'ni peşinden sürüklerdi. Peşine takılan keşkeler ise sürekli sırtına çarpıp dururdu, seni en olmadık zamanlarda yaralardı ve yaralarını kapatmana asla müsade etmezdi.
Pişmanlık, insanlığın sonuydu.
Pişmanlık, bütün duyguların felaketiydi.
Alasan kafamın yanına dayadığı ellerini çekti. Yavaşça benden uzaklaştı ve gülümsedi. Bu acı dolu bir gülümsemeydi. İnsanlar neden acı çektiklerinde gülümserlerdi ki? Belki de dünyanın onları bulup daha da acı çektirmesinden korktuğu içindi. Çünkü acı çektiğini gördüğümüz birisine acırdık, ona yardım eli uzatırdık fakat uzattığımız elin bir mızraktan farksız olduğunun farkında değildik.
Çünkü çektiğin acını hiç kimse bilmiyorsa, sorun değildir.
"Hoşçakal Ucube." diyerek daha da kocaman gülümsedi Alasan. Benim Çağan'a gülümsediğim gibi gülümsüyordu, kocaman ama boştu. Çağan'a her gülümsediğimde o da sahteliğinin farkında mıydı acaba? O da karşısında gülümsemek zorunda bıraktığı kişinin zorlandığını bilicindeyken farkında değilmiş numarası yapıyor muydu? O da zorlanıyor muydu?
"Belki başka bir dünya da," Alasan tekrardan bana yaklaşarak kaküllerimin üzerinden, alnımdan öptü. "Başka bir beden de," Geri çekildiğinde hâlâ gülümsüyordu. "Başka bir kalpte." Yere bıraktığı çantasını alıp omuzuna geçirdiğinde benden tamamen uzaklaştı.
"Mutlaka bir sonraki hayatımızda görüşelim," Sesindeki neşe yoğun bir acının üzerine örtülen kalın bir yorgan gibiydi. "O zaman sana Ucube diye seslenmeyeceğim. Ama mutlaka tekrardan karşılaşalım, Ucube."
Alasan arkasını dönerek adım adım benden uzaklaşmaya başladı. Elimi uzatsam dokunamayacağım kadar mesafe vardı onunla benim aramda. İşte o zaman anlamıştım; ben sadece onun duvarlarına dokunabilmiştim, onları yıkıp içeride sıkışıp kalmış ruhuna asla erişememiştim. Ona yardım edeceğimi söyleyip duruyordum fakat hiçbir şey yapmadan sadece konuşmakla kalmıştım.
Bazı insanların duvarları, tuğlaları vardı. Bir romanın ve bir filmin içinde olmadığımız için mucizevi bir şekilde 500 sayfalık bir ilişkiyle onları yıkamazdık. Yıllar gerekiyordu gerçek bir insanın etrafına ördüğü duvarlarını yıkmak için. Belki dokuz yüz serilik bir kitap gerekiyordu, bir karakteri tümüyle tanıyıp onu düştüğü kuyudan çıkarmak için.
Fakat kim dokuz yüz serilik bir kitabı okumak isterdi ki?
Kim birisini anlamak için yıllarını verirdi ki?
En küçük hatalarında silmiyor muyduk insanladı? Anlamadan. Dinlemeden. Sebepleri görmezden gelerek. O zaman hangi duvarı yıkmaktan ve ruhuna dokunmaktan bahs edebilirdik ki?
Düşüncelerimi elimin tersiyle kuytu bir köşeye itip, içinde olduğum durumu kavramaya çalıştım. Sonunda haraket edebildiğimde ise sıranın üzerindeki çantamı alarak Alasan'ın peşinden koştum. Koridorda sessizce ve ağır adımlarla yürüyordu. Koşarak onun yanına gittim, hiç düşünmeden daha önce de yaptığım gibi çantamı kafasına bir güzel geçirdim. Alasan acıyla kafasını tutarak inlemişti.
"Bir daha aklına estiği gibi beni öpme. Senin yüzünden evlenemeyeceğim!"
Ve ifadesine bile bakmadan tekrardan koşmaya başladım. Sanki koşarsam içinde olduğum hayattan kaçabilirdim. Sanki ben koşarsam, sırtıma saplanan bıçaklar birer birer sıyrılıp yere düşecek, acı bana yetişemeyecek ve varış noktasındaki o sıcak kollara daha çabuk varacaktım. Sanki ben durmadan koşarsam, bir gün mutlaka dünyadan kaçabilecektim.
Sahi, koşarsak kaçabilir miydik içimizdeki duygulardan da? Bütün bu acılardan, bütün bu güzelliklerden?
Durmadan koşarsak, bir gün kaçabilir miydik kendimizden? Paslanmış ruhumuzdan, buzların içine sıkışmış kalbimizden, çamura batmış vicdanımızdan?
Bir ihtimal eğer koşarsak, kaçabilir miydik ki her şeyden?
Durmadan koştum ben de; Okulu geçtim, okulun bahçesini geçtim, sahili geçtim, ıssız kaldırımları geçtim, işlek caddeni geçtim, kütüphaneni geçtim, otobüs durağını geçtim, nefret ettiğim o sokağı geçtim, yaşadığım apartmanı geçtim, ağaçları geçtim, bulutları geçtim, sonra da kendimden geçtim.
Bacaklarım daha fazla beni taşıyamadığı için kaldırımın orada yığılıp kaldım. Evden çok fazla uzaklaşmıştım. Her şeyden çok fazla uzaklaşmıştım. Bir bulantıydı artık tanıdığım her şey. Bulanık bir göldü, derinler de bir sürü duyguları taşıyan.
Yığıldığım yerde derin nefesler alarak soluklandım. Fakat ayağa kalkıp eve geri dönmek yerine düştüğüm yere uzandım. Çiseleyen yağmurun tenime çarpmasına izin verdim. Kaldırıma karışmayı, dünyadan kaçmayı her şeyden çok diledim. Bütün bu acıların bitmesini de.
"Belki başka bir dünya da," diye fısıldadım.
Belki de bu yüzden kaçmak istiyordum bu dünyadan. Çünkü bu dünya bizi içinde tutabilecek kadar dayanıklı değildi. Kırıktı bu dünya. İçinde yaşadığı insanlar tarafından binlerce parçaya bölünerek kırılmıştı.
Belki başka bir dünya da yaşayabilirdik. Nefes aldığımız için yaşamak yerine, yaşadığımız için nefes alırdık.
"Başka bir dünya da tekrardan karşılacağız." Aldığım nefeslerin arasından fısıldadım. "Mutlaka."
Ama durmadan koşsak bile kaçamıyorduk dünyadan.
❧
Bakışları iki katlı apartmanın üzerinde gezdirdim. Büyüktü. Havuzu bile vardı. Buraya çok sık gelmezdim, çünkü Kristina'nın annesi beni kovardı. Ama bugün gelmek zorundaydım. Yaptığı her şeye rağmen o benim arkadaşımdı. Arkadaşlıklar bu kadar kolay bozulamazdı ki. Bu kadar kolay bozulabiliyorsa buna arkadaşlık demek ne kadar doğruydu?
Zile bastım.
Birkaç saniye sonra Olga teyze kapıyı açtığında onu gördüğüme sevinmiş bir şekilde gülümsedim. Olga teyze kırklarının başında rus bir kadındı. Masmavi gözleri ve sarışın olmasıyla bu sokağın en güzel kadınıydı. Çarpık türkcesiyle beni selamladığında biraz havadan sudan konuştuk ve Olga teyzedeki tuhaflığı fark ettim. Eskiden hep gülümserdi ama şimdi yüzünde bir durgunluk vardı.
"Bir sorun mu var?" diye kaşlarımı çatarak sordum.
"Evet." Olga teyzenin gözleri dolduğunda omuzuna dokundum ve yavaşça okşamaya başladım.
"Her ne olursa olsun önemli değil," dedim ona güven vermek istercesine.
"Kristina," diye mırıldandı Olga teyze. Kristina'nı çok severdi ve ona hep evden kaçıp benimle zaman geçirmesi için zaman yaratırdı. Birlikte çok ajancılık oynadığımız zamanlar olmuştu. Hepsi Kristina'nın ders çalışma saatlerinin çoğalmasıyla bitmişti.
"Ne oldu Kristina'ya?"
"Dün," Konuşmakta zorlanıyordu. "Bir kaza geçirdi."
Olga teyzenin omuzundaki elim sıyrılarak düştü.
"Şimdi odasında ama artık eskisi gibi değil. Çok şey oldu, keşke yanında olsaydın ama.." Olga teyzenin cümlesini tamamlamasına izin vermeden koşarak merdivenleri çıkmaya başladım. Kalbimin üzerindeki boğayı umursamadan nefes nefese kalacak bir şekilde merdivenleri ikişer ikişer çıkıyordum.
Eğer dün yanında olsaydım, diye geçirdim içimden. Eğer dün her şeye rağmen gidip ona sarılsaydım.
Kristina'nın odasının kapısı aralıktı. Annesi karşısındaki masaya oturmuş onunla bir şeyler konuşuyordu. Kristina yatağına oturmuştu. Haraketsizce koluna takılan serumun direğine tutunmuş annesinin söylediklerini dinliyordu.
Gözlerinde sargılar vardı.
"Anlamıyorum," diye onu azarlamakla meşguldü annesi. "Ne demeye oraya gidiyorsun ki? İki gün sonra deneme sınavın var sen ciddi ciddi zamanını boşa harcıyorsun? Sen o insanlardan farklısın anlamıyor musun? Onlar küçük bebeler gibi eğlenirken sen ders çalıştığın için gelecekte onlardan daha iyi bir yerde olacaksın. Daha rahat bir hayat süreceksin. Şimdi daha iyi mi oldu? Eğlenebildin mi? Bir daha göremeyeceğin için mutlu musun? Beni dinleseydin ve oturup derslerine çalışsaydın bu duruma düşmeyecektin."
Kapı kulpundan tuttum ama içeriye adım atamadım. Çünkü ilk defa Kristina bu kadar sessizdi. İlk defa annesiyle laf dalaşına girmek yerine sessizce onu dinliyordu. Bir daha göremeyecek miydi yani? Bir daha renkleri göremeyecek miydi?
"Ama sorun değil. Görme engelliler için özel dersler veren hocaları tanıyorum. Böyle üniversite bile okuyabilirsin. Amaçladığımız kadar yüksek bir iş olmasa da karnını doyuracak bir işte çalışacaksın. Bu yüzden eskisinden daha çok çalışmalısın. Bütün kitaplarını görme engelli insanların parmaklarıyla okuduğu o kitaplarla değiştireceğim. Öğrenmen bir haftanı almaz zaten."
"Yorulmadın mı?" diye aniden fısıldadı Kristina. Sesindeki tükenmişlik, sesindeki acı kalbimi yaralamıştı.
"Ne? Tabii ki hayır. Eğer sen beni dinleyip aptal eğlencenin peşinde koşmak yerine oturup derslerine çalışsaydın—"
"Ben yoruldum." diyerek annesinin sözünü aynı tükenmişlikle kesti.
"Doğduğumdan beri rahat hayat yaşamam için çalıştığını söyleyip duruyorsun ama hayatımı mahv ediyorsun görmüyor musun? Ben zorlanmıyor muyum sanıyorsun? Yaşına göre davranan çocukları gördüğümde bir tekme indirmek istiyorum yüzlerine. O kadar çok kıskanıyorum ki onları nefes dahi alamıyorum. Büyünce rahat hayat mı yaşayacağım? Büyümek kimin umurunda ki? Büyüyebileceğimi sanmıyorum. Çünkü hiç çocuk olmamış birisi asla büyüyemez. Sen benden çocukluğumu aldın anne. Hayatın boyunca vicdan azabı çekmeni istiyorum."
"Ne?" Annesi sinirlenerek ayağa fırladı. Sesi odada yankı yapmıştı. "Şimdi benden nefret ettiğini mi söylüyorsun? Hem de senin için gece gündüz çalışmışken? Bütün bunlar senin yüzünden eğer oraya gitmeseydin.."
"Yeter gerçekten yeter!" Kristina az önceki sakinliğini bozarak bağırdı. "Görmüyor musun? Hiç umurunda değil mi benim hayallerim?"
"Sen daha hayaline karar verecek yaşta değilsin."
"Hayalin yaşı mı olurmuş? Hayal bu, bakkaldan mı almalıyım para kazanınca? Her yıl daha da küçültüyorsun hayallerimi? İnsan büyüdükçe hayalleri küçülür mü? Senin yüzünde elimde olan kalan tek hayalimi de kaybettim ben."
Kristina kolundaki serumu tek hamlede çıkartıp ayağa fırladı. Etrafını göremediği için tam düşecekken yatağından tutundu. Annesi onu tutmaya çalıştı fakat annesinin elini iterek buna izin vermedi.
"Biliyor musun? Hiç pişman değilim. Dün oraya gittiğim için gram pişman değilim. Neden böyle yaşamama müsade ettin ki? Neden aşık olduğum ilk kişi aptal bir oyuncu değil de, bir fizikçiydi? Neden gece yatmadan önce hayal kurmak yerine gün boyunca öğrendiklerimi tekrar yapıyordum?" Kristina etrafını delirmişçesine dağıtmaya başladı. Serum direğini devirdi, yatağın üzerindeki yastıkları etrafa fırlattı. Ama sakinleşmedi.
"Böyle olacağını bilseydim, okyanusa giderdim. Gökyüzünü daha fazla izlerdim. Sürekli ders çalışmak yerine bulutları hayvanlara benzetirdim. Renkleri daha çok incelerdim. Sokakta dans ederdim, müzik ezberlerdim. Alış verişe giderdim, film izlerdim. Eğer böyle olacağını bilseydim arkamda bıraktığım için pişman olduğum her şeyi aynı şeyi kırk defa ezberlemek yerine durmadan yapardım. Çok pişmanım. Yapamadıklarım için o kadar pişmanım ki ölmek istiyorum!"
Kristina sarsılırcasına ağlamaya başladığında dayanamayarak içeri daldım. Ne annesinin irkilerek bana bakması ve duyamadığım bir şeyleri sorması umurumda oldu ne de ki Kristina'nın etrafa fırlattığı şeylerin bana gelmesi. Hiçbiri umurumda değildi.
Onun bir hayali vardı.
O bir çocuktu ve bir hayali vardı. Hiçbir zaman gerçekleştiremediği bir hayali.
Kristina'nı kendime çekip sıkıca sarıldım. Bana karşı koymak istedi ama onu o kadar sıkıca sarmıştım ki bunu başaramadı.
"Önemli değil," diye fısıldadım. Kristina sesimi duyduğunda kollarımda çırpınmayı kesti ve haraketsizce durdu. "Hiçbir şey önemli değil. Ben yanındayım."
"Gerçekten yanımda mısın?" Kırık bir sesle sordu. "Beni unutmayacak mısın?
"Seni asla unutmam," dedim güçlü tutmaya çalıştığım sesimle. "Seni de hayalini de unutmam. Senin hayalini ben gerçekleştireceğim. Seni o hayale ben götüreceğim."
Kristina kollarını bana doladığında başını omuzuma yaslayarak ağlamaya başladı. "Üzgünüm."
"Önemli değil." Yavaşça saçlarını okşamaya başladım. "Hiçbir şey senin hatan değil."
Eğer korkaklık yapıp adımlarımı geri atmak yerine, yanında dursaydım şimdi her şey farklı olur muydu?
Bir süre daha öyle kaldık. Sonra Krisina'nın sakinleştiğine emin olduğumda onu yatırdım ve uyuyana kadar yanında bekledim. Daha sonra annesinin odada olmamasına fırsat bilerek, gerçi şu an içinde olduğum duyguyla annesi odada olsa da bunu yapardım. Kristina'nın bütün ders kitaplarını ve testlerini Olga teyzeyle beraber büyük siyah bir poşete yığdık. Kristina'nın annesine görünmeden evden çıktım ve arkamdan sürüklediğim poşetle birlikte bahçelerinde ağır adımlarla ilerlemeye başladım.
Her şey bu yüzdendi; bu aptal kitaplar yüzünden. Ders çalışmak kötü bir şey değildi ama bir bilgiyi istediğimiz için öğrenmek yerine öğrenmek için öğreniyorduk. O zaman bu bilgi ne kadar gerçek olabilirdi ki? Ona sahte duygularla yanaştığımız bilgi sahte bir zihinde ne kadar kalmak isterdi?
Ders çalışmak hayalleri öldürmemeliydi. Hayalleri daha da canlı tutmalıydı. Umutların nefes almasını sağlamalı ve geleceği aydınlatmalıydı.
Bir çocuğun hayallerinin ölmesi bu kadar basit miydi?
Hayal kurmak bu kadar zorken onları yıkmak bu kadar kolay mıydı gerçekten?
Hiç düşünmeden elimdeki koliyi yanı başında durduğum havuza boca ettim. Kitaplar suyun yüzeyinde yüzerek ıslandılar ve ağırlaşan sayfaları yüzünden dibe batmaya başladılar.
İnsanlar da böyle miydiler? Suya düşdüklerinde ilk birkaç saniye yüzeyde kalıp, yılları ıslandıkça ağırlaşarak dibe mi batıyorlardı?
"Başka bir dünyaya ihtiyacımız var," diye fısıldadım. "Hayallerin ön planda olduğu bir dünya. Çocukların mutlu olduğu, hayvanların öldürülmediği, çiçeklerin dallarından koparılmadığı bir dünya."
Arkamı havuza dönerek kafamı yukarı kaldırdım. Bir yıldız kaysaydı ve herkes mutlu olmayı dileseydi, Tanrı sesimizi duyar mıydı acaba?
Kollarımı iki yana açtım.
Kollarımı iki yana açıp dünyayı kucaklamak isteseydim, Tanrı bana kırılan kanatlarımı geri verir miydi? Çünkü kafamın üzerinde uçuşan çocukları görebiliyordum.
Kendimi yavaşça arkaya bıraktığımda önce okul kıyafetimin altında sızan rüzgar tenime dokundu sonra su kirli ruhumu yıkamak istermiş gibi tokat attı bedenime. Birkaç saniye suyun yüzeyinde kaldım. Sadece birkaç saniye. Sonra yavaş yavaş suyun dibine doğru çekilmeye başladım. Ama korkmuyordum.
Eğer nefesimi tutarsam başka bir dünyada birisi benim yerime derin derin nefes alır mıydı?
Havuzun fayansına oturduğumda sırtımı duvarına yaslayarak dizlerimi kendime doğru çektim. Nefesimi tutmuştum. Nefesimi tutmaya alışkındım. Gözledimi açtığımda gördüğüm tek şey bulanıklıktı. Suyun en dibindeyken boğulmakla karşı karşıyaydım. Ama insan nefes alırken bile boğulmuyor muydu?
Dizlerimi saran ellerimi kulaklarıma götürdüm ve sıkıca kapattım kulaklarımı. Etrafta süzülen kitapları bir bulantı da olsa görüyordum. Bir kitap bir insanın hayatını mahv edebilir miydi ki görevi onu kurtarmak olmasına rağmen?
İçimdeki bütün havanı boşaltmak istermiş gibi suyun altında bağırmaya başladım. Ağzımdan sadece baloncuklar çıkıyordu fakat sesimi duyan yoktu.
Hertz 52 de böyle bağırmış mıdır?
Ne kadar bağırırsa bağırsın sesinin duyulmadığını fark ettiğinde ne yapmıştır?
Hiç intihara kalkışmış mıdır?
Hiç acı çekmiş midir?
Bağırmaya devam ettim. Hiç durmadım. Ciğerlerimdeki nefes tükenene kadar asla durmadım.
Bu dünya da yaşayan herkes acı içindeydi. Belki bu dünyanı yaratan Tanrı bile acı içindeydi. Belki de bizi kendi yalnızlığını kapatmak için yaratmıştın. Ama daha da yalnız hissetmene neden oluyoruz.
Bizi yaratmana rağmen seni yalnız bıraktığımız için üzgünüm Tanrı.
❧
Kapının kilidini açtığımda sessizce içeri girdim ve aynı sessizlikle kapıyı kapattım. Yarın Aralık ayına gireceğimiz için havalar çok fazla soğumuştu. Bu yüzden havuzdan çıktığım anda üzerimden damlayan su bütün yol boyu bedenimi üşütmüştü. Hastalanmayı severdim çoğu zaman, birisinin sana bakmasının en sıcak zamanıydı. Ama bana bakacak annem bile kilometrelerce uzaktaydı.
Ayakkabılarımı çıkartıp üzerimden hâlâ damlayan su damlalarını yok saymaya çalışarak merdivenleri tırmandım. Ruhumun zamanla yarıştığını ve ikisininde çok yorgun olduğunu hissediyordum.
Ev karanlıktı. Çağan uyumuş muydu? Çünkü saat çoktan geç olmuştu ve eve bu kadar geç gelmemeliydim. Bana saat altıdan geç gelme demişti. Fakat saat altını geçeli asırlar oluyordu.
Keşke tek derdim bu olsaydı da bunun için dolu dolu endişelenebilseydim.
Kaldığım odanın kapısını açarak içeri girdiğimde hiçbir şey hissetmiyordum, odanın kapısını kapattığımda da boştu zihnim. Yatağa ilerlediğimde, ıslak kıyafetlerime rağmen yorganın altına girip öylece uzandığımda ve pencereden sızan ayı izlediğimde bile bedenimi terk eden bir ruhun yasını tutuyordum.
Üşüyordum.
Üşüyen tek şey bedenim değildi. Üşüyen tek şey neden bedenim değildi?
Sabah banyodaki kirli aynanın karşısında dişlerimi fırçalarken, saçlarımı tarayıp taramamak arasında gidip gelirken, kaldırımda ilerlerken çözülen ayakkabı bağcıklarımı bağlarken, pek kalabalık olmayan fakat ilk boş derslerde diğer paralel sınıflarla birleştiğimiz için koca bir kaosa dönüşen sınıfa girip herkesi selamladığımda, arkadaş gruplarına katıldığımda, onlarla boş muhabbetler döndürüp kahkahalar attığımda, ya da sadece oyunlar oynayıp eğlendiğimizde, teneffüste merdivenleri inip amaçsızca tekrardan çıkarken, okul pencerelerinde kendi yansımamla göz göze gelirken, ya da bir anlık gözlerim camdan dışarı kaydığında ve inşaa edilen yeni binaları izlerken aslında onları izlemediğimde, ders anlatırken, gülerken, arkadaşlarla şakalaşırken, su içerken, ya da benimle konuşan birisini dinlerken, koridorda yürüyen insanları incelerken ve sonunda eve dönen yolu uzatıp sonunda eve dönerken, sessizce akşam yemeği yiyip, dua ederken, yatma vaktine kadar zamanın geçmesi için anlamsız şeylerle uğraşırken ve tekrardan gece yatmadan önce kirli aynanın karşısında dişlerimi fırçalarken tek bir şey hissediyordum.
Sanki bir sorun vardı.
Dışarıdan bakıldığında sıradan bir gün yaşamıştım, belki de kimilerine göre harika bile olabilir. Ama bir sorun olduğunu hissediyordum.
Bir sorun mutlaka vardı.
Yemeğimi yerken, okuldan eve dönerken, dönüş yolunu uzatıp müzik dinlerken, odak alanıma takılan tozlu ayakkabılarımı izlerken, ya da otobüs durağında hangi otobüse bineceğimi anlık unutarak öylece beklerken geçmeyen bir şeydi bu.
Öylece saçlarımı tarayarak, yüzümü yıkayarak üzerimden atabileceğim bir şey değildi bu.
Herkesin görmesini istediğim ama kendimin bile göremediği bir sorun vardı. Yaşamam engel olan bir şeyler. Herkes gibi sıradan olmamı engelleyen bir şeyler.
Bir sorun, bir problem, bir takıntı, belki de sadece bir kuruntu.
Ama bir şeyler mutlaka vardı.
Yastığın saçlarımdaki ıslaklıkla yavaş yavaş ıslandığını ve beni daha da üşüttüğünü fark ettim. Kıpırdayamıyordum. Öylece pencereden içerideki karanlığa izinsiz sızan ay ışığını izliyordum. Yorganın altındaki bedenim o kadar uyuşmuştu ki titreyemiyordu bile.
Bu öyle bir sorundu ki, sebepsizce sürekli sebep arayışına giriyordu ama hiçbir sebep onun için yeterli değildi. Çünkü zamanla büyüyor bütün sebepleri yutuyordu.
Hissiz gibiydim.
Yatağın üzerindeki ellerime baktım. Soğuktan morarmışlardı ve bir ceset misali yatağın üzerinde duruyorlardı. Haraketsizce. Sanki bana ait değillermiş gibi.
Bana ait olan neydi öyleyse? Benim olan neydi?
"Saat altını geçeli birkaç yüzyıl oldu ve sen şimdi mi geliyorsun eve? Seni uyarmıştım. İyi bir cezayı hakediyorsun. Ve o ayakkabıların hali ne? Sana onları düzelt dememiş miydim ben?" Kapının açılma sesinin ardından gürültüyle içeri girmiş, durmadan beni azarlamıştı. Fakat yanıma gelmemişti.
Annem gibi.
Sana sadece dört saniye vereceğim. Eğer gitmezsen bir daha gitmene izin vermeyeceğim.
Ona cevap vermedim. Ona bakmadım. Ona taraf dönmedim. Yapamadım.
Sanki ruhum çürüyordu, bedenimin bundan haberi bile yoktu.
"Kız çocuğu?"
4,
Ve işte yine o sesleniş. En dipteyken, ruhumun çürüdüğü o kuyuya eğilerek yine bana seslenmişti. Su kuyusu gibi sesi bütün hücrelerimde yankı yapmış, ruhumun üzerine yığılan bütün leş yiyen böcekleri kovalamıştı.
Adım seslerinin yaklaştığını duydum. Birisi buraya geliyordu. Gelen kişi beni kurtarabilecek miydi?
"Kız çocuğu,"
3,
Yine o ses ve yine aynı sesleniş.
Yatağa çöken ağırlığı fark ettim. Kıpırdamadım. Aslında haraket dahi edemiyordum. Bedenim fes etmiş, ruhumla yaptığı anlaşmayı bozmuştu.
Çağan'ın kokusunu soludum. Bu kokuyu nasıl unutacaktım ben? Yüzüme değen parmak uçlarının hissi kadar canımı yakmamıştı bütün bu acılar. Omuzlarımdan tutarak beni kaldırdı ve yatakta oturur pozisyona gelmemi sağladı. Kaşlarını çatmış, anlamak istermiş gibi yüzümü süzüyordu. Sadece boş bakışlarla ona bakmayı sürdürdüm.
Zamanımdan çalıyorsun, eğer gideceksen zamanımı alma. Çünkü kolay sahip olduğum bir şey değil zaman.
"Neden bu haldesin?" Islak saçlarıma dokundu. Pencereden sızan ay ışığıyla kendi saçlarının parladığının farkında değildi. "Ne yaşadın sen?"
"Birçok şey," diye tırtıklı sesimle fısıldadım. Boğazım ağrıyordu.
"Neden beni çağırmadın ki?"
"Seni çağırmam neyi değiştirecekti?"
"Birçok şeyi." diye yanıtladı beni.
"Neyi?"
"Yalnızlığını." dedi hiç düşünmeden. "Eğer bu kadar yalnızsan beni çağırmalıydın. Ben gelirdim. Böyle yaşamana izin vermezdim. Böyle acı çekmene asla izin vermezdim."
2,
"Bana acıdığın için mi gelirdin?" diye tükenmiş bir sesle sordum.
"Her şeyi sana acıdığım için yaptığımı sanıyorsun. Fakat bunları sana acıdığım için yapmıyorum. Sana değer verdiğim için yapıyorum." Duraksadı. "İnsanlar herkese acır ama sadece değer verdiklerine acımaktan daha fazlasını yaparlar."
1.
Seni uyarmıştım. Kaçmak için sana verdiğim zamanın doldu.
Çağan'ın lafı biter bitmez yatakta doğruldum. Kalbimin sesini, onun peşine takılan düşünceleri elimin tersiyle itip çürüyen ruhumu o kuyudan çıkarmak için ona yardım eli uzatan bu adama baktım. Bana acımadığın için teşekkür ederim.
Kollarımı boynuna sararak kucağına oturdum ve ıslaklığımı umursamadan ona sıkıca sarıldım.
Bunu beklemediği için birkaç saniye haraketsizce kalmıştı. Kokusunu bu kadar yakından ciğerlerime çekmenin huzuruyla daha da sıkıca sarıldım ona. Birkaç saniye sonra Çağan kollarını belime sarıp bana sarılmıştı. Yine parmakları saçlarıma gitti ve dikkatlice ıslak saçlarımı okşamaya başladı.
"Hiçbir şeyin önemli olmadığını söyle," diye fısıldadım.
"Hiçbir şey önemli değil."
"Hiçbir şey senin hatan değil,"
"Hiçbir şey senin hatan değil."
"Ben yanındayım,"
"Ben yanındayım."
Hiçbir şey önemli değil, hiçbir şey senin hatan değil. Ben yanındayım. İşte birisinin bana söylemesini en çok istediğim sözlerdi. Ve o saçımı okşayarak bana bunları söylemişti. Hiç tereddüt etmeden.
"Şimdi de benimle evleneceğini söyle."
"Seninle," Duraksadı ve omuzlarımdan tutarak beni kendinden ayırdı. Kafasını iki yana sallayarak, "Bu durumda bile fırsatçılık yaptığına inanamıyorum." dedi.
Omuz silktim; "Huyum kurusun."
Çağan beni kucağından indirmek için haraketlendiğinde ona tekrardan sıkıca sarıldım. "Birazcık daha böyle kalalım. Sonra söz bir daha seni zorlamayacağım."
Çağan derin bir nefes aldı. Fakat beni kucağından indirmedi ve yine saçlarımı okşamaya başladı.
"Ben seninle ne yapacağım, kız çocuğu?"
"Sevebilirsin."
Belki şimdi değil, belki bugün değil, belki de yarın da olmayacak ama bir gün beni sevebilirsin.
Bu dünyada olmasa da, bu beden de, bu kalpte olmasada..
Beni kız çocuğu olarak bile sevebilirsin. Ama beni bir gün mutlaka sev.
Sonra giderim pişman olursun. Oysa ben senin kiraz büyüklüğünde bile pişman olmanı istemiyorum. İleride çok ileride ben gittiğimde beni sevmek gibi niyetin olursa eğer vazgeç, çünkü ben artık gitmiş olacağım ve sen benim için beni hiç sevmemiş olacaksın. Bu yüzden elini çabuk tut ve ben daha buradayken beni sev. Çünkü gidebilirim.
"Artık duş al ve üzerini değiştir. Üşüteceksin."
Kollarımı sardığım boynundan çekerek kucağından indiğimde Çağan'da yataktan kalkmıştı. Üzerini ıslattığımı fark ettim. Üzerini ıslatmama rağmen dakikalarca ona sarılmama izin vermişti.
Çağan son kez bana gülümseyip odadan çıktığında kapanan kapıya uzun süre baktım.
"Beni sevebilirsin," diye mırıldandım. "Hatta sadece beni sevebilirsin."
Bunu ona söyleyemezdim. Bu yüzden hislerimi hep dalgaya vurarak içimden atıyordum. Onunla evlenmek istememi bir şaka sanıyordu belki ama ben hayatımda hiç bu kadar ciddi olduğumu sanmıyordum. Yine de duygularımı saklamalıydım.
Bazen bazı şeylerle dalga geçerdik, daha fazla acıtmaması için.
❦
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top