26
Melissa deniyordu. Sonsuz bir çölde pusulasız yürümekten farksızdı yaptığı. Neden hala pes edip bu işkenceye bir son vermemişti, neden hala zafere inanıyordu, emin değildi. Tam yirmi bir gün olmuştu kendini ilk kez bu lanet boşluğun ortasında bulalı ve o andan itibaren bir gün olsun durmamıştı. Çektiği her acı anlaşmayı bozması için haklı bir sebepti. Bedenini baştan baştan parçalayıp yeniden bir araya getiren ışık onu yıldırmak için her defasında daha da üstüne geliyordu. Kabuk Melissa'yı kusmaya hazırdı. Rar ise On Üçler olmasa parlak dişleriyle onu tek lokmada yutuverirdi. Yine de buradaydı işte Melissa. Flüt cayır cayır yanan ellerinin arasında, profesör her zamanki gibi karşısındaydı.
"Tekrar," dedi o duygusuz sesiyle. Melissa'nın etrafında kayarak daireler çizerken her an yağmur olup yağacak bir bulutu andırıyordu. Dikkatle onları izleyen diğer On Üçler gibi o da öz formundaydı Kabuk'un içinde. Pırıl pırıl, buz dağı kadar görkemli ve bir çiğ tanesi gibi zarif... Işığın içindeki tek leke olmaya alışmıştı Melissa, ama bunun hayatını kolaylaştırdığı söylenemezdi. Bakışlarını ona komutlar veren ilahi varlığın parlak siluetinden elindeki sedefli flüte çevirdi bir kez daha. Melissa'nın siyah dumandan oluşan parmaklarının arasında tüm varlığıyla ona direnmeye hazır duruyordu alet.
"Tamam," dedi Melissa sesli bir nefes verirken. Başına gelecekleri o kadar iyi biliyordu ki, aleti dudaklarına götürürken bir toz bulutunu andıran bedeni titriyordu. Acı daha ilk notadan önce gelmişti. Belki de hiç gitmemişti zaten. İskeletinin bile olmadığı bu düzlemde kemiklerinin sancıyor olmasını bir türlü anlayamıyordu Melissa. Nasıl tüm bu çileye rağmen flütü çalmaya devam edebildiğini de... Öfkesi bu denli büyük olmasa, kaybedeceği şeyin koca bir dünya olduğunu bilmese yine de dayanabilir miydi emin değildi. Ama buradaydı işte. Müzik bir başkasının değil, onun olmayan dudaklarının arasından süzülüyordu. Kabuk onun şarkısıyla dalgalanıyor, Rar bu melodiyle dans ediyordu.
Her kreşendo yeniden ölmek demekti. Ve Melissa yaşamla ötesi arasındaki çizgide sekerek ilerlemeyi öğrenmişti. Asla zorlanmadan flüte hükmedemeyecekti, biliyordu. Bu doğasına aykırıydı. Profesör de acıyı yok etmeye çalışmıyordu zaten; Melissa'nın kendine rağmen, onu yok eden acıya rağmen, Şeytan'a rağmen gücü kullanmasını sağlamaktı amacı.
"Şimdi ışığı kullan," diye buyurdu.
Melissa defalarca kez yaptığı gibi flütü dudaklarından ayırdı ve Emre'nin kanıyla ona bahşedilmiş güce uzanıp yüzeye çekti. Işık bir an yine kararsız kalmıştı. Melissa'nın içinde verdiği savaşı biliyor, sanki karanlığa yanaşmaya tereddüt ediyordu. Fakat sonra, belki de ilk kez bu denli hızlı ona verilen komuta itaat etti ve Melissa'nın dumandan parmakları arasında ince uzun bir kılıç şeklini aldı. Neredeyse kahkaha atacaktı Melissa. O anda kalıp yarattığı mucizeyi hayran hayran izleyebilirdi sonsuza dek. Kabuk'ta zamanın hiç ilerlemediği düşünülürse bu hiç de zor olmazdı. Ama o an tepesine inen bir başka kılıç anında kendini toplayıp savunmaya geçmesine neden oldu.
"Profesör!" dedi Melissa dişleri arasından. En ufak bir takdir göstermeden saldırıya geçmişti adam. Onun da elinde bir kılıç vardı şimdi, ki bu da derslerinin en zor, ikinci kısmına geçtikleri anlamına geliyordu. Flütü kontrol etmek bir şeydi, onu bir silah olarak kullanabilmekse bambaşka bir şey. Kendini geliştirdiğini biliyordu Melissa. İlk gün her adımda yeri boylayan kızdan eser yoktu artık. Darbeleri ustalıkla savuşturuyor, kendini savunmakla yetinmeyip karşı saldırıya geçiyordu. Her hareketi bu kadar acı vermiyor olsa belki kusursuz bir savaşçı olabilirdi. Ama kendi silahıyla mücadele etmesi gereken yarım bir askerdi o ve profesör buna rağmen gözünü kırpmadan üzerine gelmeye devam ediyordu.
Vermesi gereken sınav bu kadarla sınırlı da değildi üstelik. Az sonra teker teker diğer On Üçler de adama katılacak, kedinin fareyle oynadığı gibi Melissa'yla alay edeceklerdi. Üç kişi, dört, beş, altı, yedi... Üzerine gelen düşmanın sayısı arttıkça artıyor, Melissa dönüyor, zıplıyor, kayıyor, sağdan soldan gelen darbelerin üstünden atlıyor, altından geçiyor, yeri geldiğinde bir kuş misali havaya uçuyordu. Sırtına aldığı darbeyle yere yapıştığında bir ikincisinin başını ezmesinden son anda kenara yuvarlanarak kurtuldu. Düşerken beraberinde iki kişiyi de götürmeyi başarmıştı neyse ki.
Sekiz, dokuz, on kişi...
Daha önce en fazla kaç On Üçle birden dövüştüğünü merak etti Melissa. On muydu? Yo hayır, dokuz olmalıydı. Belki de sekiz. Aynı anda elindeki ışığa bir kemende dönmesini buyurmuş, iki avucunun içinde şekillenen ipi bir kırbaç gibi şaklatarak üç düşmanından aynı anda kurtulmuştu. Durmadı. Işık üzeri dikenli bir topa dönerken onu öne savurup rakibine fırlatmış, sonra da havada yakalayıp arkasından gelen saldırıyı ekarte etmişti.
On bir, On iki...
Melissa bir an yanlış saydığını düşündü. Sonra da yanılmadığını anlayıp afalladı. Tüm On Üçler halkanın ortasında onunla savaşıyorlardı şimdi. Bu bir ilkti işte. Neredeyse gülümseyecekti haline. Üstelik tam da ağlaması gereken anda. Öyle bir bütünlükle saldırıyordu ki rakipleri, neredeyse çalışılmış bir koreografiyi takip ettiklerine inanacaktı Melissa. Konuşmadan birbirlerini duyuyor, daha adım atmadan sonraki hareketlerini ön görüyorlardı. Bu kırılmaz zincirin ortasında bir başına hiç şansı olmadığının farkındaydı elbette Melissa. Onu diğerlerinden ayıracak bir avantaja ihtiyacı vardı. Sadece ona ait olan bir şeye. Hatta belki, bir talihsizlikmiş gibi duran, göz ardı edilmiş bir dezavantaja.
Son birkaç saldırıdan kıl payı kurtulduktan sonra geri kaçarak On Üçlerle arasına bilerek mesafe koydu. Ya aklındaki çılgın planı deneyecek ya da her zamanki gibi yenilecekti. Ve Melissa, o gün ilk kez deliliği seçti. Parmaklarının arası onlarca ışıktan bıçakla dolarken rakipleri yeni bir saldırıya hazırlandığını düşünüyor olmalıydı. Oysa Melissa aynı anda içindeki o eşsiz güce uzanmıştı. Kabuk'un koruduğu her şeyle tezat olan o koyu, zehirli gölgeye... Karanlık anında sahibine cevap vermiş, duvarı çökmüş bir baraj misali bulduğu çatlaklara hücum etmişti.
Ah... İşte bu gerçekten iyi hissettiriyordu Melissa'ya. O ana kadar neden, nasıl düşünememişti bilmiyordu. Kendisini bu ilahi varlıklardan ayıran karanlıktan ölesiye nefret etmiş, onu en derinlere gömmeyi denemişti. Oysa tüm acılarının kaynağı olduğu kadar büyük bir avantajdı da bu güç. Sadece ona özeldi ve ne kadar ilahi olurlarsa olsunlar karşısındaki bu varlıklar ona asla sahip olamayacaklardı. Bu düşünceyle öne atıldı Melissa. İçten içe onu parçalayan ateşe rağmen Şeytan'ın ona armağan ettiği diğer yarısını kullanıyor, bu sayede düşmanlarını sadece bir değil iki farklı silahla vuruyordu. Daha önceki seferlerde ısrarla ışığa odaklanmasını öğütleyen profesör bile bugün sessizdi. En az onun kadar şaşkındı muhtemelen. Diğerleri gibi Melissa'yla mücadele ederken kızı eşsiz kılan bu ikileme sonunda o da farklı bakıyordu belki de.
Güzel diye düşündü Melissa gölgelerin ışıkla buluşmasına izin verirken. En azından zayıflığını nasıl avantaja dönüştüreceğini biliyordu artık. Flüt elinde bir yay şeklini alırken diğer avucunu Kabuk'un zeminine bastırdı Melissa ve zapt etmeye çalıştığı zehri serbest bıraktı. Işıkla buluşan karanlık anında tepki vermiş, Melissa'nın dokunduğu yerden başlayan çatlak dört bir yana uzamıştı. Onlara saldıran gölgelerden kaçmak için kürenin etrafına dağıldı On Üçler, ama bu kez de Melissa'nın ışıktan oklarıyla karşılaşmışlardı. Birbiri ardına gönderdiği okları rakiplerinin üzerine değil, onların tam önüne saplamıştı Melissa. Işık onun kontrolünden kurtulmak için tepinirken onu sıkıca tuttu ve bir ağ gibi okların arasına yayılmasını sağladı.
Saf güç giderek büyür, tüm Kabuk'a yayılırken içine kısıldıkları bu kapandan kurtulmak için tepindi On Üçler. Ağa yakalanmış küçük balıklar gibi görünmeleri ne de komikti. Bu bir eğitim olmasa ve gerçekten isteseler onların kolaylıkla elinden kaçabileceğini biliyordu elbette Melissa. Ama o bir anlık zafer ona yetmişti. Kazandığını hissediyordu. İlk kez, onca zaman uğraştıktan sonra, bir defa olsun emeklerinin karşılığını almıştı işte.
Heyecanı öyle büyüktü ki devam etmek, başladığı işi bitirmek istiyordu. Kabuk'u merkezinden sarsabilir, Rar'ı kuyruğundan kıstırıp karanlığın pençesiyle boğabilirdi. Gel gör ki, yanan bir ateş topunu avuçlamaya benziyordu Melissa'nın o an hissettiği acı. Dayanmak giderek zorlaşırken "Bu kadar yeter!" dediğini işitti profesörün neyse ki. Aynı anda Melissa çabalamayı bırakmış, onun elinden kurtulan ışıktan perde bir yağmur gibi üzerlerine çiselemişti.
Şimdi yeniden sükûnet içindeydi Kabuk. Her şey eski haline dönmüştü. Tek bir farkla... Nefes nefese elindeki flüte baktı Melissa. Eşsiz, esrarengiz, göz alıcı... Hala bir bıçak kadar keskindi ama ilk kez Melissa'yı parçalara bölmeye çalışmıyordu. Sanki... sanki sonunda o da Melissa'nın bir parçası olmayı, onun komutlarına itaat etmeyi kabullenmiş gibiydi. Dışarıdan her şey aynı görünse de içinde bir şeylerin değiştiğini hissediyordu Melissa. Birbirine düşman iki yarısı sonunda birlikte hareket etmeye karar vermişti bugün. Karanlık ışıkla birlikte çalışacak, ateşle su birbirlerinden beslenecekti. Ve bu akıl almaz birliktelik Melissa'yı diğer herkesten üstün kılan güç olacaktı.
Profesörün porselen suratında ilk kez farklı bir kavrayış vardı. Sanki Melissa'nın içinde nihayet yerlerine oturan taşları o da görebiliyordu. Melissa etrafında halka olan On Üçlere baktı tek tek. Az önce tüm güçleriyle ona saldıran yaratıklar gitmiş, yerlerine sakin heykeller gelmişti. Hiçbiri konuşmadığında yeniden profesöre döndü Melissa.
"Sanırım bugünkü dersimizin sonuna geldik."
Adam başını hafifçe aşağı yukarı oynattığında gökyüzüne uzanan boynuzları pırıldadı. Melissa hep yaptığı gibi Kabuk'u terk etmeden önce flütü ona uzatmıştı bugün de. Ama bir süre alete bakan profesör bu defa onu almaya yeltenmedi.
"Artık hazırsın," dedi sakince.
Melissa duyduklarına inanamıyordu. "Yani..." diye başladı.
"Müziği nasıl kullanacağını biliyorsun. Sonraki adıma geçmenin zamanı geldi."
Melissa kuşkuyla karşısındaki yaratığın kusursuz suratını inceledi. Duyduklarının bir sınav, yeni bir ders olması çok muhtemeldi. Elindeki flütün rahatsız edici sızısından daha güzel adamın sözlerini yalanlayacak bir kanıt yoktu şüphesiz. Evet Melissa sonunda aleti kullanmayı başarmış olabilirdi ama ilk aşamayı geçtiğini düşünmekten bir hayli uzaktı hala. Yine de karşısındaki varlık sanki konuşmaları sona ermiş gibi kendi flütünü dudaklarına götürdüğünde Melissa da çaresiz diğer On Üçler gibi onu taklit etti.
Şu ana kadar onu Kabuk'a sokan şarkıyı hep profesör çalmıştı onun için. Yaşayacağı, muhtemelen bir hayli acılı olacak deneyim için gözlerini kapadı ve o ana kadar öğrendiği tüm bilgilere tutunup flütü üfledi Melissa. Anında bedenini saran kıvılcımlar tam tahmin ettiği gibi yakıcı, bitirici ve katlanılmazdı. Ama... kendi dudaklarından dökülen her notayla etrafındaki dünyanın çözüldüğünü, renklerin hiçliğin içinde eriyip yeniden anlam bulduğunu görebiliyordu. Alev alev yanan ciğerlerinden çıkan nefesle hayat bulan son nota amfide dalgalandığında başardığını anladı. Dünyaya geri dönmüştü. Tek başına. Katlanmak zorunda kaldığı çileye rağmen. Yeniden okulda, tahtanın önündeydi.
Melissa flütü bir kenara fırlatma isteğine direnip parmakları arasındaki sızıyı görmezden geldi. Kesinlikle berbat hissettiği halde gülümsemesine engel olamamıştı. Yeniden insan formlarına kavuşmuş On Üçlerin dikkatle onu süzdüklerini fark ettiğinde dudaklarını birbirine bastırdı ve tüm ciddiyetiyle profesöre döndü. "Sırada ne var? Ne yapmam gerekiyor."
"Göreceksin," demekle yetindi profesör. Bu Melissa'nın bekleyebileceği en yetersiz açıklamaydı şüphesiz. Ama adam daha fazlasını paylaşmaya niyetli olmadığını arkasını dönerek açıkça gösterdi. Diğer On Üçler de onun peşinden kapıya yönelmişti.
"Bekleyin," dedi Melissa. "Böyle gidemezsiniz! Flütü gerçekten benimle mi bırakacaksınız? Onunla ne yapacağım ki ben? Bir şey söyle profesör!"
Adamın onun sorularını umursamayacağına emindi Melissa. Derken profesör son anda kapının önünde durdu ve omzunun üstünden baktı. "Melez evine döndü," dedi sanki Melissa'nın sorusunu hiç duymamış gibi. "Büyüyü kırdığını sanıyor. Ama hala Şeytan'a bağlı. Bıçak var olduğu sürece o büyüyü kimse kıramaz."
Melissa görünmez bir el tarafından tokatlanmış gibi geriledi. Asla beklemediği bu haberin şoku dudaklarından başka bir kelime çıkmasına engel olmuş, bu boşlukta profesör kapıdan çıkıp gitmişti. On Üçlerin sonuncusu da amfiyi terk edip Melissa'yı bir başına bıraktığında bir eli flütün etrafında, diğeri destek için kürsüde öylece durdu Melissa. Profesörün bahsettiği melezin kim olduğunu biliyordu elbette.
Aslan'ın ona haber verme gereği bile duymadan Sınır'a gidişinin üzerinden üç hafta geçmişti ve üç haftanın hiçbir günü yoktu ki Melissa onu düşünmemiş olsun. Tam yirmi bir gündür Yosef'le İsimsizlerin yanındaydı Aslan. Ama gününün çoğunu zamanın durduğu Kabuk'ta hırpalanarak geçirdiğinden Melissa'ya aradan yıllar geçmiş gibi geliyordu. Şeytan'ın yaptığı büyüyü kırmanın bir yolunu bulmuşlar mıydı? Aslan kendi aklının kontrolünü kazanmış mıydı? Hiçbir şey bilmiyordu Melissa. Gloria'dan bilgi almayı denediyse de meleğin de kocasından haber almadığını kabullenmişti bir yerden sonra.
Aslan Sınır'dan döneli çok olmuş olamazdı. O sabah malikanede Gloria'yı görmüştü Melissa. Melek kadın bir şey biliyor olsa elbette onunla paylaşırdı. Paylaşırdı değil mi? Gerçi... kimse Aslan'ın Sınır'a geçeceğini söylememişti ona. Gloria bunun Yosef'in planı olduğunu, her şeyin bir anda gerçekleştiğini açıklamıştı ama... Melissa bir şansı olsa da Aslan'ın ona haber vereceğine pek emin değildi. Aslına bakılırsa, son konuşmalarından sonra Aslan'ın onu bir daha görmek isteyip istemediğini bile bilmiyordu. Her şeyi yanlış anlamıştı Aslan. Ve birbirlerine asla geri alamayacakları sözler söylemişlerdi.
Belki de apayrı kaderleri olduğunu kabullenip farklı yollardan yürümenin zamanı gelmişti. Profesörün iddia ettiğinin aksine Aslan iyileşmiş bile olsa Melissa artık onun planlarının bir parçası olamayacağını biliyordu. Melezlerin yanında savaşamaz, meleklerden biriymiş gibi davranmaya devam edemezdi. On Üçlerle anlaşmayı seçerek kendi kaderini de mühürlemişti. Şeytan artık onun, yalnızca onun sorunuydu ve sonunun nasıl biteceğini bildiği bu macerada Aslan'ın Melissa'nın yanında yeri yoktu.
Yine de...
Melissa olduğu yere çöküp sırtını kürsüye yasladı ve boş gözlerle elindeki flütü inceledi. Aslan'ı merak eden yanını kesip atabilir miydi bu silah acaba? Hala oğlanı düşünen, söylediği tüm sözlere rağmen onu görmek için can atan zayıf kalbini yakıp etinden koparabilir miydi? Lanet olası duygular... Bir kez olsun Melissa'nın hayrına çalışamazdı değil mi? Ne yapması gerektiğini biliyordu Melissa. Dışarıda onu bekleyen Tobias'ın yanına gitmeli, malikaneye dönmeli ve son zamanlarda hep yaptığı gibi uslu bir kız olup On Üçlerden gelecek bir sonraki komutu beklemeliydi.
Bunun yerine yavaşça yerden kalktı, flütü kotunun arka cebine soktu ve On Üçler gibi amfinin alt kapısından dışarı çıktı. Tobias onun varlığının kaybolduğunu elbet fark edecek ve bu durum Melissa'nın Gloria'nın güvenini tamamen kaybetmesine neden olacaktı. O güven sayesinde son üç haftadır her gün okula gelmeye deva etmişti Melissa. Meleklerin lideri sırf delirmesin diye onun malikaneden çıkmasına izin veriyordu her sabah. Oysa bu ihanetinden sonra öne sürdüğü hiçbir bahane Melissa'yı o delikten çıkartamayacaktı.
Buna rağmen hızlandı Melissa. Her adımıyla Tobias'tan uzaklaşıyor, asla gitmemesi gereken bir hedefe sürükleniyordu. Loş koridorlardan geçip alt kata ulaştığında oyalanmadan fakültenin ikinci kapısından dışarı çıktı. Tamamen doğaçlamaydı hareketleri, sanki ruhundaki şeytan kontrol ediyordu onu artık. Otoparka ulaştığında tüm plan kafasında şekillenmişti bile. Herhangi bir araba işini çözerdi. O yüzden en öne park etmiş mavi Fiat'ın kapısını zorlanmadan açtı ve aldığı derin nefesle yola koyuldu.
Flütün her an tenine batan gücü bir süre sonra Melissa'nın alıştığı bir uyuşukluğa dönmüştü. Onu bu kadar zorlayan bir silahı taşıyor olmanın kendini bu denli iyi hissettirmesi garipti, ama o yanındayken bir şekilde çok daha kendinden emindi Melissa. Tamamlanmış gibi. Yenilmez gibi. Gerçekten yenilip yenilmeyeceğini ise Şeytan'ın karşısına dikildiğinde görecekti. Şimdi ise çok daha dünyevi bir soruna odaklanması gerekiyordu. Kalbini paramparça ettiği adamın karşısına çıkmak Şeytan'la yüzleşmekten daha zor olamazdı. Olmamalıydı. Gel gör ki nihayet Aslan'ın evinin önünde durduğunda avuçları sırılsıklamdı Melissa'nın.
Arabadan inmeden birkaç dakika oyalandı. Evi dış dünyadan koruyan ağır, demir kapı ve yanındaki kulübede bekleyen korumalar yeterince göz korkutucuydu. Çok daha fazla melezin bahçenin ve evin çeşitli yerlerinde nöbet tuttuğuna emindi Melissa. Çember'in en önemli ailelerinden birinin kalesiydi bu sonuçta. Ama Melissa'yı korkutan ne demir parmaklıklar, ne bahçeyi saran büyülü teller, ne de onu durdurmak isteyecek adamlardı. Ancak Aslan'ın öfkeden yanan gözlerini aklından uzaklaştırabildiğinde dışarı adım atabildi Melissa. Onunla yüzleşmek zorundaydı, öyle ya da böyle. Bu son görüşmeleri olacaktıysa bile oğlanın iyi olduğunu bilmeden bugünü, yarını ve sonrasını geçirebileceğini sanmıyordu.
Girişe doğru ağır ağır ilerledi. Attığı her adımda cebindeki silah kalçasına acı sinyalleri yolluyordu. Flütü oluşturan saf ışık evi saran melez büyüsüyle savaşa girmişti bile. Sol bacağını ele geçiren sancıyı görmezden gelip metal demirlere odaklandı Melissa. Gözünü bile kırpmadığı halde kapı kayarak yana açılmaya başlamıştı. Anında üzerine meyleden iki meleze çevirdi Melissa gücünü. Adamlar güçlüydü, ama asla Melissa'nın dengi olamazlardı. Onları yığıldıkları yerde bırakıp aralarından ilerledi Melissa. Daha fazla melez karşısına çıkmış, her karşılaştığı öncekilerle aynı kaderi paylaşmıştı. Ta ki Melissa sonunda basamakları çıkıp ana kapının önünde durana dek.
Melissa'nın o gün Tanrı'nın yarattığı eşsiz bir silahı bile kullanmayı başarmış parmakları şimdi basit bir zile uzanmaktan acizdi. Dudaklarını ısırdı Melissa. Başını kaşıdı, saçlarını düzeltti, gözlerini ovdu. Sonunda kapı aniden açıldığında hala harekete geçememişti. Önce şok içinde ona bakan kıza aynı şekilde karşılık verdi. Sonraysa kendini toparlayıp yutkundu ve olabilecek en çatallı sesle "Merhaba," dedi. Hizmetçi kıyafetleri içindeki melezin onun kim olduğunu bilip bilmediğini bilmiyordu, yine de işini şansa bırakmamak için gücünü kendine saklamıştı. Tüm nezaketini takınıp hiç de başarılı olmayan bir şekilde gülümsedi. "Ben... Aslan Bey... Onun için gelmiştim. Eve döndüğünü..." Neden doğru dürüst cümleler kuramıyordu. Nefes aldı. Dudaklarını ıslattı. Bir kez daha denedi. "Aslan'ın eve döndüğünü duydum. Onu görmek..."
Melissa'nın sözleri yine yarıda kaldı. Ama bu kez hizmetçi kızın arkasında gördüğü gölge yüzünden... Bu bir hayalet olmalıydı. Bir karabasan, karanlık hayal aleminin ürünü... Ama Melissa bu sanrının giderek ona yaklaşmasına ve sonunda karşısına dikilmesine engel olamamıştı. Adelina... Her fırsatta, onun her boşluğunda Aslan'ın yanında biten sinsi sürtük... Yine, yeniden onun evindeydi işte. Melissa kimsenin ona verme gereği duymadığı haberi şans eseri öğrenip buraya gelmişken, o en baş köşedeki yerini çoktan almıştı. Her şeyin sahibiymiş de Melissa istenmeyen bir artıkmış gibi bakıyordu suratına.
"Sen burada ne arıyorsun?" dedi hoşnutsuzluğunu saklama gereği duymadan.
Melissa ona doğru bir adım attığında hala gücünü kontrol altında tutuyor olmasa belki korkup kaçardı. Oysa iyice dikelmiş, ona meydan okuyarak bakmıştı.
"Aslan'ı görmeye geldim," dedi Melissa gözlerini onunkilerden ayırmadan.
Adelina'nın dudakları insanın midesini kaldıran bir tebessüme kıvrıldı. "Aslan seni görmek istemiyor," dedi tüm ukalalığıyla. "Aslına bakarsan... kimse seni görmek istemiyor. Çember, melezler... Sonunda herkes gerçekte ne olduğunu anladı."
Melissa duyduklarının sadece karşısındaki kızın düşünceleri olduğunu hatırlattı kendine. Kıskanç, şımarık bir çocuktu Adelina. Yine de parmaklarının yumruk olmasına engel olamamıştı. Kıza doğru bir adım daha attığında artık onunla burun burunaydı. "Bırak da bana bunu Aslan söylesin," dedi sabrının son zerresiyle.
Adelina onun öfkesinin taşıp her şeyi yutmak üzere olduğunu anlamamış gibiydi. Dudakları tiksintiyle aşağı sarkarken "Sen bir yaratıksın," dedi. "Ada'yı öldürmeye kalktın. Masum insanları yaraladın. Şeytan'ın bir oyuncağısın ve onunla birlikte sen de yok olup gideceksin!"
İşte bu o ana kadar muhteşem bir rol model olmuş Melissa için kırılma noktasıydı. Eli Adelina'nın uzun ince boynunu bir pençe gibi sardığında artık kim olduğunu, ne olduğunu saklamıyordu. Parmakları giderek kararırken ondan kızın tenine akan gölgelerle gözleri kocaman açıldı Adelina'nın. Şimdi aynı sözleri bir daha söyle bakalım! diye fısıldadı Melissa kızın zihnine. Elbette hata yaptığını, neden en başta bu eve geldiğini unuttuğunu biliyordu. Keşke bunu kalbindeki canavara ve şiddetle ona karşı çıkan cebindeki flüte anlatabilseydi. Tüm bacağına yayılan acıya rağmen Adelina'nın boğazını sıkmaya devam etti. Ta ki...
"Adel!"
Ah, işte şimdi gerçek parti başlıyordu. Melissa merdiveni koşarak inen Maria'ya göz ucuyla bakıp sevimsiz kızını istemeyerek de olsa serbest bıraktı. Neyse ki Adelina bunu korkunç bir şova çevirmekten geri kalmayıp göz yaşları ve çığlıklar eşliğinde mermerin üstüne yuvarlanmıştı.
"Beni öldürmek istedi!" diye haykırıyordu bir yandan. "Bu canavar... bu... bu yaratık... beni..."
Adelina devam edemedi, çünkü sesleri duyup hole koşan Aslan'ın annesi ve hemen arkasındaki Ada onun başladığı kaosu devralmaya gelmişti. Ada gördüğü görüntü karşısında elleriyle ağzını kapatırken Aslan'ın annesi ateş saçan gözleriyle bir duvar gibi Melissa'nın karşısına dikildi.
"Sen..." dedi bildiği en mide bulandırıcı yaratıkla yüzleşmiş gibi.
Melissa birazcık sınırı aşmış olabileceğini kabul ediyordu, ama yattığı yerde acıyla inleyen Adelina'nın her şeyi bilerek abarttığına da emindi. "Sadece Aslan'ı görmek istiyorum," dedi sakin kalmaya çabalayarak. "Onun iyi olduğunu..."
Aslan'ın annesi dişleri arasından tısladı. "Oğlum sen yanında olmadığın sürece iyi! Hemen defolup gideceksin buradan, bir daha da asla onun karşısına çıkmayacaksın!"
"Onu görmem lazım!" diye üsteledi Melissa. "Konuşmak istiyorum, hepsi bu!"
Ama bu düşüncesinde yalnız olduğu aşikardı. Sonunda kızını kıvrandığı mermerin üstünde bırakıp Maria da Melissa'nın karşısına geçmişti.
"O iyi Melissa," dedi diğerlerine nazaran çok daha sakin bir sesle. Belki de en kötü pislikleri zaten gördüğü için Melissa'nın varlığından en az etkilenen oydu. "Burada olman doğru değil," diye devam etti. "Aslan şu an dinleniyor zaten. Toparlanması biraz zaman alacak. Sonra o isterse..."
Maria devam etmedi. Melissa gibi o da Aslan'ın bir daha kızı görmek isteyip istemediğini sorguluyor olmalıydı içinde. Dikkatle ona ve sonra da diğerlerine baktı Melissa. O an bu eve gelmenin son zamanlarda verdiği en berbat karar olduğunu fark etti. Ne zannetmişti ki? Aslan'ın annesinin ona kollarını açacağını, Ada'nın her şeyi unutup onu bir kardeş gibi kucaklayacağını mı? Çevresindeki herkes Melissa'dan bu denli nefret ederken Aslan'ın onunla ilgili düşüncelerini değiştirmiş olabileceğine mi inanmıştı sahiden?
"Duydun işte!" dedi Adelina zorla yerden kalkıp. "Şimdi lanetini üzerimizden çek ve defol git!"
Maria kızına bir şey diyecek oldu, ama Melissa onun ya da Aslan'ın annesinin sonraki sözlerini duyamadan arkasını dönüp ağaçların arasına dalmıştı bile. Evin arkasından ona doğru koşturan melez korumaları umursamadan sokağa çıktı ve onun olmayan arabaya bindiği gibi gazı kökledi. Minik Fiat bir yarış arabası sayılmazdı, ama Melissa'nın gücü onu bir füzeye çevirmişti kısa süre sonra. Trafik canavarının yollarda vücut bulmuş haliydi artık. Karşısına çıkan hiçbir şeyi görmüyor, önünden kaçan insanları da arabaları da umursamıyor, sadece daha çok ve daha çok gaza basıyordu.
Bacağı neredeyse kopacaktı flütten yayılan enerjiyle. Damarlarındaki karanlık kuvvetlendikçe ışığın verdiği tepki artıyordu sanki. Umursamadı Melissa, aslında içten içe ışığın onu kavrayıp zerrelerine parçalamasını istiyordu. Belki o zaman Adelina'nın zehirli sözlerini haksız çıkarabilirdi. Bir yaratık değildi o, insanlara zarar vermemişti, Aslan yanındaydı, hep yanında olacaktı. Hayır! dedi içindeki ses kahkahalar atarak. Bunların hiçbiri doğru değildi, asla da olmamıştı. Melissa gölgeden oluşan bir kartal misali önüne çıkan her şeyi yok ederek sokaklarda uçarken aksine inanmak da imkansızdı zaten.
Bir kez daha kendi lanetiyle yüz yüze, acı gerçeklerle karşı karşıyaydı. İstese de basit bir araba kazasında ölemeyeceğini bildiği halde o mutlak sona ulaşabilirmiş gibi hınçla sürüyordu Fiat'ı. Bu dünyada bedeninin iyileştiremeyeceği hiçbir yara yoktu. Keşke ruhu için de aynı şeyi söyleyebilseydi. O zaman aldığı her darbede tekrar tekrar kanamazdı belki. O zaman mantığının sesini dinleyip başladığı işi bitirmek için güç bulabilirdi. O zaman...
Melissa aklına gelen herkesi ve her şeyi aynı anda lanetledi. On Üçleri, altına imza attığı kaderini, sahip olduğu her şeyi ondan alan Şeytan'ı, onun kokuşmuş iblislerini, Çember'in küstah melezlerini, güvenli malikanelerinde saklanan melekleri, hiçbir günahı olmayan insanları, bu dünyayı, ötesini ve en sonunda da... Dişlerini sıktı Melissa. Onu bu kadere en başında Tanrı mahkûm etmemiş miydi? Göz yaşlarının simsiyah aktığını ancak eli yanağına gittiğinde fark etti. İşte yine aynısı oluyordu. Melissa'nın derisi içindeki kötülüğü saklamak konusunda bir kez daha yetersizdi.
Hayır, hayır, hayır! Lanet olsun, hayır!
Yeniden aynı şeyleri yaşayamazdı Melissa. Kendini kaybedemezdi, kaybetmeyecekti. On Üçlerle geçirdiği onca zaman ona öğretilen bilgilere tutunmaya çalıştı. Belden aşağısını felç etmiş flütün şarkısını duymayı denedi. Işığın onun gibi çürümüş bir varlığa yardım edeceğini düşünecek kadar saf olamazdı ama işte burada, bu korkunç anın ortasında Tanrı'nın elinin değdiği o kutsal silahtan medet umuyordu. Acınası haldeydi.
İhanetini anlamış gibi o direndikçe daha da kuvvetleniyordu karanlık. Az sonra Melissa'nın gözleri siyah yaşlarla neredeyse tamamen kör olmuştu. Bedeni bir meteor gibi kat ettiği her santimle daha da yanıyordu. Yeniden o çatıdaydı şimdi. Herkesin onu benzettiği, kendini kontrol etmekten aciz o sefil yaratıktı bir kez daha. Aslan'ı haklı çıkartacak kadar açtı Şeytan'la gelen huzura. Sanki hiç tek başına var olmamış, Şeytan'ın kolları onu sarmadan hiç nefes almamıştı.
Hayır! Bin kez hayır!
Melissa mantığının tutunabildiği son zerresiyle kopmak üzere olan depremi engellemeyi denedi. Etrafını saran bulanık dünyanın arasında Boğaz köprüsü belirdiğinde yolun sonunda bir kurtuluş olabilirmiş gibi daha da hızlanmıştı. Belki de aradığı ebedi huzur Boğaz'ın sularının dibinde onu bekliyordu. Mevcudiyetini yakan ateşi söndürmeye yeter miydi denizin uçsuz bucaksız suları? İşte onu da az sonra öğrenecekti, çünkü dayanma gücü kalmamıştı Melissa'nın.
Tam o an önünde duran arabaya son hızla çarptığında bedeninin bir bomba misali patladığını ve sonunda kurtulduğunu düşündü Melissa. Dakikalar geçip derisindeki onlarca kesik ağır ağır kapandığında ve ateş kaldığı yerden onu yakmaya devam ettiğinde ise beklediği sonun onu bulmadığını anladı. Sadece kaza yapmıştı. Ölmeyeceği, ölemeyeceği, basit, öylesine bir kaza... Altında kaldığı metal parçayı üzerinden atmaya çalışmamıştı bile. Gücü ona yaklaşan her şeyi yakmak için yeterliydi.
Sürünerek ayağa kalktı Melissa. Hayır, çarpışmadan aldığı yaralar değildi onu iki büklüm kıvrandıran. O katlanılmaz, durdurulamaz, yok edici zehirdi. Kendi zehri. Şeytan'ın ona armağan ettiği zehir. Madem bu güç onundu, madem damarları bu lavlarla kaynıyordu, neden Şeytan gibi kontrol edemiyordu Melissa kendini? Çığlık attığında genzinden yükselen ses ona değil de bir canavara aitti. Azıcık kendinde olsa etrafındaki insanların arabalarından çıkmış onun gittiği yönün aksine koştuklarını fark edebilirdi. Oysa duran araçların arasından, her adımda ardında koyu, zift gibi bir leke bırakarak ilerlemeyi sürdürüyordu. O çatıda kendini uçurumdan atmasına engel olmuştu belki Şeytan. Oysa burada tamamen yalnızdı Melissa ve köprünün kenarından başka gidebileceği hiçbir yer kalmamıştı.
Duyduğu çığlıkların nedeni de kendisi miydi? Bu kaçışan insanların, öylece geride bıraktıkları arabaların, havadaki dehşetin... Hayır, hayır, hayır! O kendinden başka kimseye zarar vermemişti ki. En azından şimdilik. Melissa yere kapaklanmaktan son anda açık kalmış bir kapıya tutunarak kurtuldu. Bedeni siyah balçıktan bir dondurma gibi ağır ağır eriyor, dokunduğu her yeri siyah katrana buluyordu. Öksürdüğünde ağzından çıkan çamurumsu kanla dizlerinin üstüne düştü Melissa. Belki de suya ulaşmayı bile başaramayacaktı.
Son bir çabayla cebindeki flüte uzanmak istedi. On Üçlere haber vermeyi başarabilse... İçine saplandığı bu karanlığı göstermenin bir yolunu bulabilse... O zaman belki bir şansı olurdu Melissa'nın. Profesörün bir şekilde kontrolü geri kazanacağına emindi. Oysa değil flütü kullanmak kolunu kaldırmaktan bile acizdi o an Melissa. Bitmişti. Her şey bitmişti
Kendini tamamen kaybetmek üzereyken akıllıca diye düşündü. Tüm bu insanların ondan kaçıp uzaklaşması en doğrusuydu. Sonu gelmişti Melissa'nın ve Çember'de gördüğü kıyametin gerçekleşmesi an meleseydi. Melissa yok olacak, giderken dünyayı da beraberinde götürecekti. Onca melez, onca melek Şeytan'ı durdurmaya çabalarken, On Üçler savaş için onu hazırladıklarını sanarken yıkımın onun elinden gelmesi ne kadar acınası ne kadar komikti.
Gözlerini yumup olacakları kabullendi Melissa. Bedeni zangır zangır titrerken her an biraz daha eriyip asfalta karışıyordu sanki. Yol onu yutacak, zaman üzerinden geçecek, geriye bir toz zerreciği bile kalmayacaktı. Fakat bu hayattan silinip gitmeyi beklerken kolunda bir yumuşaklık hissetti. Sonra omuzunda, sırtında, bacaklarında... Bedenini yalayıp geçiyor, uzaklaşıyor, yakınlaşıyor, sanki tatlı tatlı onu okşuyordu ağırlık. Her dokunuşla biraz daha azalıyordu onu patlamaya sürükleyen baskı. Her sürtünme canını yakan acıdan bir parça alıp götürüyordu.
Melissa onu kucaklayan bu beklenmedik mucizeyle yüzleşmek için başını yerden kaldırmayı denedi. Başta gördüğü şeyin halüsinasyon olduğuna emindi, ama görüntü kaybolmak yerine acısı azaldıkça daha da netleşiyordu. İmkânsız! oldu ilk düşüncesi. Delice, akıl almaz, saçma... Ama bir anne gibi onu okşayan, acısını emen, yaralarına derman olan dokunuş gerçekti. Yaratığın sürüngenimsi bedenini kuşatan yeşil pullar gerçekti. Çirkin yüzü, sivri dişleri, ağzından akan sarı mukus... Hepsi iğrenç, hepsi gerçek ve hepsi Melissa'yı iyileştirecek kadar güçlüydü.
"İblis..."
Melissa'nın ikinci düşüncesi zihninin sınırlarını aşıp dudaklarından dökülmüştü. Burada, insanların dünyasında bir iblis vardı. Ona yardım ediyor, garip bir şekilde her temasında Melissa'nın deliliğine derman oluyordu. İçindeki zehri söken daha kuvvetli bir zehir gibiydi yaratığın teninden damlayan irin. Ve daha önemlisi, bu iblis tek başına değildi.
Melissa geri gelen görüşüyle birlikte etrafını saran dünyayı yeniden keşfetti. Köprü bazıları birbirine çarpmış, bazıları yan yatmış, tamamı terk edilmiş onlarca arabayla doluydu. Aralarından kaçışan insanlar gözlerinin görmediği pençelerin, dişlerin, kuyrukların avı oluyordu. Belki de böylesi onlar için çok daha iyiydi. Çünkü Melissa'nın gözleri her şeyi en ince ayrıntısıyla yakalayacak kadar lanetlenmişti bir kere. Kan gölüne karışmış hastalıklı mukus, ete aç iblisler, onların parçaladığı kollar, bacaklar... Her iğrençliği görüyordu Melissa.
Onlarca iblis diye düşündü karşısındaki manzarayı izlerken. Belki de yüzlerce... Bir yolunu bulup dünyaya geçmeyi başarmışlardı. Dehşete kapılmalı, aklını kaçırmalı, onları durdurmanın bir yolunu bulmalıydı. Oysa gözleri tüm bu kaosun ortasında siyah bir elmas gibi parlayan gölgeye takılı kalmıştı. Onu iyileştiren iblis kayarak bedeninden uzaklaşırken gerçek kurtarıcısına baktı Melissa. Tüm yolların ona çıktığına artık emindi.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top