•24•~Geçmişten Gelen Öfke~
~
~
"Red."
Arkamı döndüğümde ülkenin veliaht prensi Lukas İmperium'u gördüm. Hızlı adımlarla merdiveni geride bırakıp karşıma geldi. Gözlerimi dikmiş halde onu izliyordum. Adımı nereden biliyordu? Kimse bana Red demiyordu sarayda. Prensin adımı bilmesi tuhaftı. Prensin suratının sert hatları ve sürekli hafif çatık bir şekilde duran kaşları ona ürkütücü bir hava verse de ince dudakları bu sertliğe isyan edip yüzünü oldukça yumuşak bir ifadeyle gösteriyordu. Uzun boyuyla benden en az beş santim kadar yüksekteydi.
Yanıma geldiğinde,"Adın buydu değil mi?"diye sordu.
Konuşmasıyla hala gözlerimi ona dikmiş bir halde olduğumu idrak ettim. Hemen toparlanıp cevap verdim.
"Evet efendim."
İlk defa sesini duymuş ve ilk defa onu bu kadar yakından görmüştüm. Tesadüfe bakın ki iki prens ile de benzer şekilde tanışmıştım. Bununla birlikte iki kardeşin birbirleriyle en ufak bir benzerliği yoktu. Bu hemen belli ediyordu kendini. Prens Elliot aldığı eğitim ve disiplin gereği saklasa da sempatik ve sıcakkanlı biriydi. Onunla geçirdiğim kısa zamanda bu kanıya varmıştım. Prens Lukas ise tam bir soyluydu. Soğuk ve dik duruşu konuşurken bile karşısındakini etkiliyordu. Ses tonu da bu duruşunu destekler nitelikteydi.
"Kütüphaneye gidiyorsun sanırım."dedi tereddütle, sanki kullanacağı kelimeleri zorlukla seçmişti.
Başımı salladım. Arkasını dönerek merdivenlerin başında görünen dört askere baktı. Ellerinde kucak dolusu kitapla dikkatlice merdivenleri tırmanıyorlardı. Onlar bizim yanımıza varıncaya kadar konuşmadı. Askerler yanımıza geldiğinde tekrar bana baktı mavi gözleriyle.
"Bir safkanı gördüğüme sevindim. Kitaplar kütüphaneye yerleştirilmek üzere akademilerden toplandı. Bunu bir safkanın yapması, bir askerin yapmasından daha iyidir. Yardım edebilirsin herhalde."
Benden onay beklercesine baktı yüzüme. Ne cevap vereceğini bilemedim. Kabul etmekten başka bir çarem de yoktu gerçi. Kabul etmeyip de ne diyecektim ki? 'Prens Elliot ile konuşmak için gelmiştim, şimdi olmaz' mı diyecektim? Elbette ki hayır. Prens Elliot ile gizlice konuşmam gerekiyordu. En yakın zamanda, bulduğum ilk fırsatta.
"Elbette. Yaparım."diye cevap verdim.
Cevabım üzerine bizden birkaç adım geride bekleyen askerlere doğru döndü. Askerler, üniformalarının içinde sadece gözlerini gösteren maskeleriyle yine her zamanki disiplinle prenslerinin emrini bekliyordu. Maskelerine rağmen gözlerindeki ifade bile ellerindeki kitapların ne kadar ağır olduğunu anlatmaya yetiyordu. Bir an önce bu yükten kurtulmak istedikleri belliydi. Altıncı kata kadar bu kadar ağır bir yükü taşımak onları oldukça yormuş olmalıydı.
Prens Lukas onlara,"Kitapları kütüphanenin girişine bırakıp işimizin başına dönün."diye emir verdi.
Prensin sözüyle başlarını eğen askerler koridorda ilerlemeye başladı.
Prens Lukas'ın bakışlarını üzerimde hissedince askerleri izlemeyi bıraktım ve düşüncelerimden sıyrıldım. Hala burada ne diye dikiliyor diye düşünüyor olmalıydı.
O anda aklıma eğilmediğim geldi. Yaptığım saygısızlıktı. Bir an önce oradan ayrılmak için başımı eğdim ve hızlı adımlarla kütüphaneye doğru yürümeye başladım.
Akademiden getirilen kitapların türe göre ayrılıp gerekli yerlere konması gerekiyordu. Kitaplar muhtemelen melezlerin okumasının yasak olduğu kitaplardı. Başka türlü, prens bir safkandan böyle bir şeyi istemezdi.
Askerlerin çıkması için kapının önünde durup bir adım geri çekildim. Tam kapıya geldiğim zaman onlar da dışarıya çıkmaya başlamıştı. Tek tek eğilip yanımdan geçtiler. Birkaç adım sonrasında durakladıklarını ve tekrar eğildiklerini gördüğümde o tarafa baktım.
Prens Lukas hala koridordaydı. Askerler koridordan ayrıldıktan sonra benim olduğum tarafa doğru yürümeye başladığında içeriye girmeden bekledim. Yüzündeki gülümseme beni şaşırtırken önümden geçip kütüphaneye girdi. Benim için kapıyı tuttuğunu görünce içeriye girdim ve kitapların yanına ilerledim.
O da burada olacaktı. Askerlerin yapacağını söylemişti. Kitaplarla bu kadar ilgili olmasına şaşırmıştım. Beni umursamayarak kitapların yanına çöktü ve incelemeye başladı.
Birkaç saniye boyunca öylece kaldıktan sonra,"Yardım etmek için buradasın. Etmeyeceksen de orada dikilme. İzlenmekten hoşlanmam"demesiyle hemen yanına gittim.
İlk iki cümlesini sesli bir şekilde söylemişti, ardından fısıltıyla kurduğu cümleyi yanına gittiğim için duyabilmiştim. Kitaplardan birkaç tanesinin ismine baktım. Büyüler ve bitkiler, hayvanlar yani akademide bulunabilecek her türlü kitabın bir örneği var gibiydi. Benim aklıma takılan kitapların bir önem arz etmemesiydi. Prensin burada olması ve benden bu önemsiz kitaplar konumda yardım istemesi tuhafıma gitmişti.
Ben kitapların ismini okurken prens Lukas eline aldığı dört kitabı bana verdi.
"Büyü bölümü. Hangi rafta olacağını sen benden daha iyi bilirsin. Kütüphanenin düzenini bilmiyorum."
Sarayda kalmadığını ve sürekli ordunun yanında olduğunu biliyordum. Ara sıra geliyordu saraya. Kendine ait bir sarayı vardı doğu Zümrüt'te. Bu yüzden de saraya yabancı kalması şaşırtıcı değildi.
Kitapları alıp mor renkli bölüme ilerledim. Rafların arasında dolaşırken kitapların içeriğine bakıyordum. Zorlanmadan dördünü de yerleştirdiğimde prens Lukas da yanıma yeni kitaplarla gelmişti. Onları da yerleştirirken sürekli beni izledi. Konuşmuyordu sadece rafların köşesinde, gözleriyle beni takip ediyordu. Tekrar diğer kitapların yanına döndük dakikalarca kitapları sınıflandırdı. Ardından benim yerleştirmem için kitapları alıp bölümleri dolaşmaya başladık. Her seferinde benimle geliyor ve beni izliyordu.
En sonunda bir saat kadar sonra son kitapları da alıp kara büyü için kullanılan bitkilerin yazılı olduğu kitapların rafına doğru yürümeye başladık. Koyu lacivert renginin verildiği bölümdü burası. Kitapları yerleştirmeye başladım. Ben kitapların yerlerini ararken prensin gözleri yine üzerimdeydi. Artık görmezden gelmeye başlamıştım. Başlarda rahatsızlık veriyordu bu durum ama artık üstünde durmuyordum. Bir prense neden bana bakıyorsun diye soramazdım. Her ne kadar da rahatsızlık duysam da.
Sonuncu kitabı da koyduğunu düşünürken prens dibine kadar gelmişti. Zamanında onu fark edememiştim. Kaşlarımı çattım. Elindeki kitabı bana uzattı ve diğer eliyle tuttuğu bir kitabı koymak için karşı rafa yöneldi. Onun bu tuhaf hareketi iyice huzursuzlanmama neden olurken elimdeki kitaba baktım. Arka yüzü çevrili olan kitap çok eski görünüyordu. Kitabın ön yüzünü çevirdim. Yıpranmış koyu kahve ciltte hiçbir şey yazmıyordu. Sarıya dönmüş sayfalarda ne yazdığına bakmak için kitabı araladım. Huzursuzluk iyice sarmıştı bedenimi, sabahtan beri aynı duygu sürekli içimdeydi ancak şimdiki kadar çok değildi önceleri.
Kitabın kapağını kaldırdım. Kaldırdığım anda önceden gördüğüm ve hala ne anlama geldiğini bilmediğim kelimelerle karşılaştım. Korkuyla kitabın birkaç sayfasını karıştırdım. Kitaba dokunan ellerim buz kesilmişti ve titriyordu. Sık nefesler almaya başladığımı fark edip kendimi sakinleştirdim.
İçindeki yazıları görünceye kadar kitabı hatırlayamamıştım. Bu kitap prens Elliot'a aitti. Daha doğrusu safkan Deragas'a. Prense gönderdiği sandıkta bulunan bir kitaptı. Zihnimde beliren anılarım ile geçmişe, o sandığı ilk açtığımız ana geri döndüm.
Prens benden sandığın çevresinde bulunan kalkanı kaldırmamı istemişti. Zayıf bilgim ile şansımın yaver gitmesi sayesinde kalkanı kaldırabilmiştim. Sandığın içine baktığımızda bir sürü kitap karşılamıştı bizi. Kitapları incelerken, Prens Elliot bulduğu bir günlüğü incelemeye başlamış ve yanımdan ayrılmıştı. Ben sandığın içindekilere bakmaya devam etmiştim. Sandığın en altında bulunan kumaş parçası da tam da o anda ilişmişti gözüme.
Kumaşa dokunduğunda elime gelen sertlik ile kumaşın bir şeye sarılı olduğunu anlamıştım. Kumaşı çıkartıp içini açtığımda karşıma çıkan kitabı incelemeye koyulmuştum hemen. Çok eski bir cildi olan kitapta bilmediğim bir dilde el yazısıyla yazılmış sayfalar dolusu yazı vardı.
Kitabın içinde bir liste bulmuştum ve bu kitapta anlayabildiğim tek şeydi.
Fark edilme korkusuyla prens Elliot ile o odadan çıkmamız gerektiği için kitaba daha fazla bakamadan kaldırmıştım sandığın içine.
O eski, anlamsız kitap şimdi yeniden elimdeydi.
Elimdeydi... Prens Lukas vermişti.
Yeniden bir anı düştü zihnime. Bir süre önce Prens Elliot yine yanıma gelmişti. Safkan Jamie Deragas'ın ölümüyle ilgili nihai bir sonuca ulaştığını, aradığı cevabı bulduğunu düşünmüştüm. Benimle paylaşacağı düşüncesiyle heyecanlanmıştım. Kısa süren heyecanım çok geçmeden yerini endişeye bırakmıştı. Safkan Deragas'ın prense gönderdiği o sandıkta tek bir cevap dahi yoktu. Prens Elliot hiçbir şey bulamamıştı. Benim yanıma ise şu andaki endişemin kaynağı olan o haberi getirmişti. Sandıktan bir kitap alınmıştı.
Farklı bir dilde... Böyle söylemişti. Kitabın içinde ne yazdığını çözemeden kitap ortadan kaybolmuştu. Prens bir umutla benim aldığımı düşünmüştü. Almadığımı söylediğimde, artık ikimiz de o sandıktan başka birinin de haberi olduğunu biliyorduk.
Elimde tuttuğum kitaba bakarken hem üşüyor, hem de terlediğimi hissediyordum. Kendimi kontrol etmek için harcadığım çabanın bana bir hediyesiydi bu. Heva karardıktan sonra ince kıyafetlerle dışarıya çıksam daha az üşürdüm. Abartıyor muydum? Kesinlikle hayır, şu anki durumunu ancak böyle anlatabilirdim.
Hislerim harekete geçip beni uyardığında bir nefes çektim ciğerlerime. Sabit bir yüz ifadesiyle kitaba bakmaya devam ettim. Bir yandan da hafifçe dönüp arkama bir bakış attım. Hislerim beni yanıltmıyordu.
Prens Lukas gözlerini yine üzerime kilitlemişti.
Başından beri beni izliyordu. Hareketlerimi takip ediyordu. Zamanı geldiğinde kendince bir cevaba ulaşmak için. Nasıl da köşeye sıkıştırmıştı beni. Tek bir hatam beni bitirecekti. Prens Lukas'ın tuzağına düşmüştüm.
Elimdeki kitabı sıkıca tutuyor ve ellerimin titremesini engelliyordum. Ellerinin titreyeceğinden emindim bu yüzden tutuşumu şimdiye kadar hafifletmemiştim. Bir anda belki bir deli cesareti, belki uçurumun kıyısında olmanın verdiği atlama isteği gibi bir hisle sağ elimi kitaptan ayırdım. Kitabın sayfalarını çevirdim. Elimin titremesini engel olabilmiştim. Titremeye başladığı sırada tekrar kitabın kenarını kavradım. Parmaklarım yeniden gizlenmişti.
Kitabın kahverengi, yer yer soyulmuş deri cildinin altında sararıp, yıpranmanın etkisiyle hafifçe yırtılmış sayfalar karşımdaydı. Açtığım sayfada baştan sona anlamını bilmediğim kelimeler sıralanmıştı. Üzerime kenetlenmiş gözlerin sahibi hala aynı yerinde duruyor ve beni izliyordu. Buradan çıkabilirdim. Tek yapman gereken prens Lukas'a kitap hakkında bir şey bilmediğini göstermekti. Kesik bir nefesle konuşmaya başladım.
"Bu kitap farklı bir dille yazılmış efendim. Nereye koymam gerektiğini bilmiyorum."
Hafifçe öksürerek boğazını temizledi. Ardından otoriter sesiyle konuşmaya başladı. Her kelimesi ima doluydu.
"Öyle mi?"dedi sanki bilmiyormuş gibi.
Öyle!
Bunu yüzüne bağırarak söylemek vardı şimdi. İyi bir oyuncuydu. Neden bendim? Merak ettiğim tek şey buydu. Neden benden şüphe etmişti? Onu bana yönlendiren neydi?
Bende bunların cevabı yoktu. Hiçbir düşünce mantıklı gelmiyordu. Kardeşine oynaması gereken oyunu bana oynuyordu. Korkutucu olan, şüphesinin doğru olmasıydı.
Yavaş adımlarla yanıma geldi. Bir adım geriye çekildim. Bu belli belirsiz hareketim dikkatini çekmemişti neyseki.
Elimden kitabı aldı ve sayfaları karıştırdı. Başkası olsa kitabı incelediğini düşünürdü. Hızlıca yaptığı bu hareketten sonra soğuk bakışlarını yüzüme çevirdi.
"Hangi dil olduğunu bilmiyorsun demek. Bir safkanın bilmesi gerekmez mi?"dedi yine aynı ses tonu ile.
İlk kez bir çaylak olduğum için mutlu oldum. Eğitimim yeni başlamıştı ve şimdi beni rahatsız eden bu durum beni kurtarabilirdi.
Başımı iki yana salladım.
"Daha yeni eğitim almaya başladım. Birçok konuda bilgim yetersiz henüz."
Bunu bu kadar açık ifade etmek zordu benim için. Güçsüz hissetmek ve öyle olduğumu duymak istemezdim. Gururum asla bunu yedirmezdi kendine. Prensin önünde bu kadar başarılı bir şekilde kendimi ezdiğim için irademi tebrik ettim.
Kitabı kapatarak,"İyi. İşimiz bitti safkan gidebilirsin."dedi.
Ağızından dökülen kelimeler kurtuluşun tatlı melodisi misali gibi geldi kulağıma. Rahatlarken, başımı eğdim ve onun yanından geçip rafların arasından çıktım. Ben giderken gözleri hala elinde tuttuğu kitabın üzerindeydi.
Kitabın içinde ne vardı böyle? O kitabın içinde her ne varsa önemli olmalıydı. Prens Elliot:un onu kaybettiğinde yaşadığı endişenin boyutu çok büyüktü. Prens Lukas neden kitabı almıştı? Neden kitap hakkında araştırma yapıyordu? Prens Elliot'un bu işle bir bağı olduğunu zaten öğrenmişti, başkalarının olduğunu nasıl biliyordu?
Prens Elliot'un konuşması ihtimalini şimdilik görmezden gelecek ve ihtimal vermeyecektim. Konuşmuş olamazdı. Hem belki prens Lukas herkesi böyle küçük oyunlarla sorguya çekecekti. Umarım benimle olan işi bitmiştir diye düşündüm. Onu inandırmış olmak istiyordum.
Kütüphaneden çıkıp aşağıya inmeye başladım. Prens Elliot ile ilk fırsatta konuşacaktım ama bunu başka bir gün yapacaktım. Burası benim için tehlikeliydi. Safkan Andrew ile konuşup sinirlenmiş ardından prens Lukas'ın karşısında korkudan ölüp daha sonra tekrar dirilmiştim adeta. Bu gün yeterince kötü geçmişti. Odama gidip kapıyı kilitleyecek ve bu kötü dünyadan kendimi bir süreliğine soyutlayacaktım.
~
Sabahları güne güneşin yumuşak ışığı, göğün turkuaza çalan maviliği, ve güzel günün etkisiyle ısınmış toprağın ve havanın bize mirası olan sıcaklıkla başlamış olmayı isterdim. Ne yazık ki yaşamım boyunca asla böyle bir güne uyanamamıştım. Sabahlarım aydınlıktı, gök maviydi. Ancak ne aydınlığı güneştendi ne de gök turkuazdı.
Heva kalkanı karşılıyordu her sabah bizi. Onun sahte aydınlığı ardında, sahte maviliğine açılıyordu gözlerimiz. Heva'nın bize bir diğer mirası ise kemiklerimize kadar üşümemize neden olan soğukluktu. Asla sıcak bir güne uyanamamıştım. Geceleri soğukluk iyice artarken, gündüzleri de serindi her zaman.
Her ne kadar alışmış olduğumu düşünsem de her gün yeniden yadırgıyordum. Yataktan çıktığım anda bedenini ele geçiren soğukluğa asla alışamayacaktım. Uyanalı neredeyse bir saat oluyordu. Kalın siyah pantalonumun üzerine giydiğim mavi kalın kazağım ve omuzumun üzerinde yere kadar uzanan koyu mor renkli kalın pelerinime rağmen hala üşüyordum.
Yemek salonunda oturduğum rahat sandalyenin üzerinde pelerine iyice sarınmış haldeydim. Önümdeki kahvaltıdan birkaç lokma dışında fazla bir şey yiyememiştim. Yiyebileceğimi de zannetmiyordum. İştahımın kesilmesi kesinlikle artık bana fazla gelen olaylar yüzündendi. Her bir nefeste daha çok huzursuzlanıyordum.
Salonda yemek için toplanan melezlerin sayesinde etrafta boğucu bir ses oluşmuştu yine. Etrafı izleyerek birbiriyle sohbet eden melezleri inceledim bir süre.
Melezlerle birlikte geçirdiğim bu sayılı dakikalar biraz olsun rahatlatıyordu ruhumu. Burada olmayı seviyordum. Yemek yerken melezleri izlemeyi seviyordum. Geçmişime duyduğum özlemdendi belkide. Ben geçmişi geride bırakıp buraya gelmiştim ama şimdi geçmişim her an zihnimdeydi. Özlem duyuyor ve hala geçmişteki anılarında mutlu oluyordum.
Sandra,"Cora! Cora iyi misin?dedi bir elini gözlerimin üzerinde sallayarak.
Sandra'nın endişeli ve meraklı bakışları üzerimdeydi. Konuşmasıyla Jason'da kahvaltısına ara verip bize baktı. İkisine de kısa bir bakış atıp önüme döndüm.
"İyiyim."dedim kısaca.
Sandra,"Sabahtan beri dalgınsın da. Bir sorunun var gibi."dedi. Cevabım onu tatmin etmemişti.
Evet. Hem de büyük bir tane sorunum var.
Başımı iki yana salladım verdiğim cevap onu ikna etmemişti ama ona açıklama yapmak istemiyordum. Şüpheli bakışlarını umursamadım. O da konuşmayacağıma kanaat getirip yemek yemeğe devam etti. Aradan geçen zamanda benim nasıl biri olduğunu anlamıştı. Üstelese de konuşmayacağımı biliyordu. Saygı duyup beni rahat bıraktığı için ona minnettardım. Beni anlamıştı. Bu aramızdaki arkadaşlığı güzel bir şekilde devam ettirmemizi sağlıyordu.
Bizim kısa konuşmamızın ardından salonun tamamında bir hareketlenme oldu. Tüm melezler ayağa kalktı. Kalabalık yüzünden az önce açılan kapıdan kimin girdiğini görememiştim ama salondaki herkesin ayağa kalkmasının nedeni de içeriye giren kişiydi. Biz de ayağa kalktık. Merakla kalabalığın arasında gezdirdim gözlerimi. Melezler geriye çekildiğinde nihayet neler olduğunu anlamıştım. Safkan Joshep salondaydı. Melezler neredeyse aynı anda başını eğdi ve tekrar oturup yemek yemeğe devam ettiler. Tek fark artık konuşma sesi duyulmuyordu. Herkes sessizlik içerisinde yiyordu yemeklerini.
Safkan Joshep önündeki kalabalığın dağılıp yerine oturmasıyla bize doğru yürümeye başladı. Hâlâ ayaktaydık. Yanımıza geldiğinde başımızı eğdik. Masadaki tek boş sandalyeye oturdu. Brian'ın yerine.
Safkan Joshep,"Oturun."dedi her birimize tek tek bakarak.
Birbirimize bakıp yeniden yerlerimizde geçtik. Buraya neden geldiğini hiçbirimiz bilmiyorduk. Benimkinden farklı olmayan yüz ifadelerindeki merak bunu çok iyi anlatmıştı bana.
Safkan Joshep,"Öncelikle günaydın safkanlar."diye başladı söze.
Mesafeli ve özenle seçilmiş kelimelerindeki tını şu anda sessizce yemeğini yiyip bizi dinleyen meraklı melezler yüzündendi.
Her birimizin ağızından çıkan günaydın mırıldanmalarının ardından konuşmaya devam etti.
"Size bir bilgi vermek için buradayım. Brian hakkında, onun arkadaşı olarak bilmeye hakkınız var."dedi alçak bir sesle.
Brian'ın gidişinin haberini vermek için buradaydı muhtemelen. Bir tek ben biliyordum şu anda. Onun gittiğini diğerleri hala bilmiyordu.
Sandra,"Dünden beri ortada yok."dedi düşünceli bir şekilde.
Sandra'nın sözü üzerine safkan Joseph açıklamasının en merak ettiğim yerine de gelmiş oldu.
"Evet çünkü dün saraydan ayrıldı. Artık doğu kıyı akademisinde görevli. Arkadaşınızın gidişi ani oldu ve sizinle görüşemedi. Bunu bildiğimden size açıklama yapma gereği duydum."
Sessiz kalıp onu dinledim. Brian'ın nereye gönderildiğini biliyordum artık. Merak ettiğim hiçbir şey yoktu. Onunla ilgili daha fazla şey duymak istemiyordum. Sandra ise aklındaki şüphelere soru sormaya başladı.
"Eğitimi. Eğitimini tamamlamadı daha. Neden böyle acele bir şekilde gitti ki?"
Safkan Joshep,"Öyle olması gerekti çünkü. Neyse...Siz yemeğinizi yemeye devam edin, eğitmenlerin yanına geç kalmadan gitmiş olun."dedi ve ayağa kalktı.
Salondan çıkarken melezler yeniden ayaklanıp onun önünde eğilmişti. Biz ise yeniden sessizce masaya oturduk. Salondaki gürültü yeniden yerli yerine yerleşmişti. Masadaki sessizliği bir bıçak gibi kesen ses bizim içimizdeki düşüncelerin sesini bastıramıyordu.
Herkesin yemekle olan ilişkisi kesilmişti şimdi. Jason'a baktım ve onun da bana baktığını gördüm. Başını iki yana sallayarak Sandra ya döndü. Kız, şaşkınlıkla boğuşuyordu.
Sandra Jason'a,"Neden böyle bir şey yaptılar ki?"diye sordu.
Sorduğu sorunun cevabını alamayacağını biliyordu.
Jason,"Kendi isteğiyle gitmiştir belki."diye fikir yürüttü.
Sandra alayla güldü onun bu sözüne.
"Bu söylediğine kendin de inanıyor musun acaba? Bir şeyler dönüyor."dedi şüphesini dile getirerek.
Ayağa kalkıp yürümeye başladığında ben de arkasından gitmek için hareketlendim. Ne olduğunu öğrenmeye çalışacaktı. Onu durdurmalıydım. Bu konu ne kadar hızlı kapanırsa herkes için o kadar iyi olacaktı.
Gitmek için harekete geçtiğim sırada Jason kolumdan tuttu ve yeniden oturmamı sağladı. Kendi yerine geçip oturduğunda konuştum.
"Nedenini öğrenmek için gitti. Onu durdurmamız gerek."
"Neden?"diye sordu.
Az önce kapanan salon kapısına baktım. Sandra gitmişti.
"Brianın bir hayin olduğunu öğrenmesini istemiyorum."dedim fısıltıyla.
Safkan Joshep onun eğitmeniydi. Sandra'ya gerçeği söyleyebilirdi.
Jason,"Brian'ın gerçekte neden gittiğini biliyor musun yoksa? Hayin olduğu ortaya çıktığı için mi gönderildi?"dediğinde aptallık ederek yanlış bir söz söylediğimi fark ettim.
Ben onun yüzüne bakarken o konuşmaya devam etti.
Kaşlarını çatarak,"Biliyorsun. Nereden öğrendin?"dedi heyecanla.
Durumu kurtarmaya çalışarak,"Sadece tahmin. En sonunda yaptıkları ortaya çıkmış olmalı."dedim.
Başını iki yana salladı masanın üzerinden bana doğru eğildi.
"Yerine oturmaya şeyler var. Bu konuyla bir ilgin var mı Cora? Brian kendi kendini yakalatmadı ya."dedi ima ile.
Sinirle soludum.
Israrla,"Hayır. Tek başıma denesem de hiçbir şey yapamadım ben."dedim inkar ederek.
Bir yalan daha. Benim yüzümden gönderilmişti Brian. Ben safkan Andrew'e onu şikayet etmiştim. Ama bunu Jason'a söylemeyecektim. Bana karşı cephe almasını istemiyordum. Onun planı bunu ortaya çıkarıp kendini kanıtlamaktı ve ben bu planını bozmuştum. Bilmesine gerek yoktu. Bir zafer kazanmamıştım.
Geri adım atarak,"Sana güveniyorum."dedi ve gülümsedi. Artık bir önemi kalmadı zaten."
Onu onaylayarak,"Evet kalmadı."diye mırıldandım.
Bir daha konuşmadı. Artık tamamen kurtulmuştuk ondan. Brian'ın gidişi bizi sevindirmemişti. Öyle olması gerekirken, Jason'da benim gibi sevinmek yerine düşüncelere dalmıştı.
"Orada da devam edecek. Artık özgür. Eskisi kadar güçlü olmasa da hala devam edebilir hainlere yardım etmeye."dedim zihnimin derinlerinde kalan bir düşünceyi gün yüzüne çıkartarak.
Bir safkan asla hapsedilmezdi. Bu bile yasakken öldürülmesi de imkansızdı.
Jason ise,"Orada uzun süre kalmayacaktır."dedi .
Anlamayarak baktım ona.
Jason,"Eğer onun krala ihanet ettiğini biliyorlarsa Brian'ın fazla zamanı yok demektir."diye açıkladı.
Az önceki düşüncemi dile getirdim.Bir anda nefesim daralmıştı sanki.
"Bir safkan öldürülemez. Gereken cezayı aldı Jason."
Jason ise ısrarla,"Halk arasında bilinen gerçekler bunlar Cora. Krala ihanet ettiyse bir safkan olsa bile bu o kişinin sonu olur."diyerek sözünün ardında durdu.
Boğazım düğümlendi. Vicdanım bana düşmanlığını tekrar ilan edip ruhumu parçalayarak bana ihanet etti. Ben birinin ölümüne sebep olmuştum. Ben Brian'ın ölümüne sebep olmuştum.
<><><><><><><><><><>
Not_Prens Lukas bu bölümle hikayeye dahil oldu. Hikayeye geç girmesine rağmen yeri önemli. Prens Lukas hikayenin pek çok kısmında bizimle olacak.
Bölüm hakkındaki düşüncelerinizi benimle paylaşın lütfen.
Sizce Cora gerçekten kurtuldu mu?
Prens Lukas'ın ona oyun oynamasının sebebi neydi?
Brian'ın hikayeden ayrılması hakkındaki düşünceniz nedir?
Cevapları bekliyorum.
<><><><><><><><><><><>
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
23/12/17
30/06/18
_DÜZENLENDİ_
_sonsuzsiyah_
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top