•21•~İhanet Katliamı~
<><><><><><><><><><><>
Hikayenin ikinci kısmı bu bölümle birlikte başladı.
Düşüncelerinizi benimle paylaşın lütfen.
_sonsuzsiyah_
<><><><><><><><><><><>
Dışarısıyla tek bağlantısı gizli giriş kapısı olan merkezde, büyük koridor ağında yürüyordu. Merdivenlerle birbirine bağlanmış tüneller, her yeri dolaşıyor, açık griye boyanmış duvarlar soğuk ve rahatsız edici bir atmosfer oluşturuyordu. Sürekli yanan ışık küreleri tüm koridorların sürekli aydınlık kalmasını sağlarken, bu rahatsız edici soğuk atmosferi az da olsa parçalıyor, sıcaklık kazandırıyordu.
Bu orta büyüklükteki koridorlar, onlardan biraz daha büyük çeşitli boyutlardaki odalar buz gibiydi. Lena merkeze geldiği ilk zamanlarda bu soğuk yüzünden yerinden kımıldayamamıştı. Hâlâ tam olarak alışmış sayılmazdı. Üzerindeki kalın kıyafetlerin üzerine iki tane ceket giymişti. Elleri ceplerinde, kafası ceketin yakalarının arasındaydı. Sık nefesler alarak yüzünü sıcak nefesiyle ısıtıyordu. Hâlâ üşüyordu ama zamanla ve kıyafetleriyle bu soğuk havanın üstesinden gelmiş, biraz olsun alışmıştı bu soğuğa. Soğuk dolaşmasına engel değildi artık.
Burası o kadar büyüktü ki, Lena soğuğa alışıp odasından çıktıktan sonra keşfetmeye başlamasına rağmen daha tam olarak görmemişti merkezi. Burayı tanıdıkça içindeki merak ve heyecan alevleniyordu. Koridor ağı çok karışıktı, kolayca kaybolabiliyordu. Koridorlar onlara açılan lacivert kapıları ve yan yana koyulmuş ışık küreleriyle birbirlerine benziyordu.
Buraya geleli bir haftayı geçiyordu. Lena merkezde olan herkesi görmüştü. Sadece elli kişiydiler. Üçyüz kişiyi ve daha fazlasını alabilecek kadar büyük merkezde şu anda sadece elli kişi vardı. Guruptaki nigrumlarin tamamı melezdi. Lena ikinci ve sonraki gurupta birkaç safkanın olmasını umut ediyordu. İlk guruptakilerin tamamı onların da gelmesiyle tamamlanmıştı. Geriye kalan guruplar daha sonra gelecekti. Giriş kapısı kilitlenmişti. Dışarısıyla bir haftadır bağlantısı yoktu. Şikayet etmiyordu bu durumdan. Ailesine duyduğu özlemin üstesinden gelmişti. Artık onları daha az düşünüyordu. Dışarıda Heva kalkanının ardında hapisti, burada ise metrelerce toprağın altında.
Merkezin bir uçurumun içine yapılmış olmasına başta şaşırsa da sonrasında mantıklı gelmişti. Her ne kadar böyle büyük bir yerin nasıl ve ne zaman inşa edildiğini anlamasa da bundan daha güvenli bir yer olamazdı. Birlik için çok önemli olan merkez elbette öylesine bir yere yapılamazdı. Markus'a sormuş ve onun da bu merkezin nasıl yapıldığını bilmediğini öğrenmişti. Hâlâ öğrenmesi gereken pek çok sır vardı. Lena şu anda sadece merkezi tanımaya çalışıyordu. Sırlar biraz daha bekleyebilirdi. Çok az bir süre önce onlardan biri olmuştu, şimdiden sorgulamak ve onların dikkatini çekmek istemiyordu.
Merkezde herkesin bir görevi vardı. Buna Marcus da dahildi. Günün tamamını bu görevi için harcıyordu. Merkezdeki birinci gurubun görevi diğer guruplara gelmeden önce merkezi hazırlayıp işlemeye başlamasını sağlamaktı. Kendi kendine yetebilen bir yerdi merkez, sadece belirli bir düzenin kurulması gerekiyordu. Merkezde sadece Lena'nın bir görevi yoktu. Tüm gün, boş boş dolaşmaktan, merkezdeki melez Nigrumlarla konuşmaktan ve arada Markus ile konuşarak onu darlamaktan başka yapacak hiçbir şey yoktu.
Yine sıkılmış ve Marcus un yanına gitmek için odasından çıkmıştı. Metal levhalardan oluşan koridor zemininin bitiminde başlayan ve yine metal olan merdivenlerden indi. Ayakları merdivenlerin basamağına çarptıkça çıkan ses duvarlarda yankılanıyordu. Lena merdivenleri indiğinde, merkezin alttaki kalın, toprakla bir olan en alt katına da inmiş oldu. Ellerini ceplerine iyice sokup, Markus un olduğunu tahmin ettiği büyük odaya doğru yürüdü. İçeriye girdi. Uzun masaların yerleştirildiği odanın ortasında büyük oval bir masa yanındaki sandalyelerle birlikte duruyordu. Odada diğer yerlerde olduğu gibi gri renk hakimdi. Masanın yanındaki Marcus etrafındaki melezlerle birlikte elindeki camgöze bakıyordu. Kıtada haberleşme için kullanılan tek araç bu camgözlerdi. Markus holagram yansıtıcı camgözden izlediği görüntüdeki Nigrum'un sözlerini bitirmesiyle aleti kapattı. Muhtemelen bir casustu ve dışarıda olanlarla ilgili bilgi vermişti. Her gün buna benzer onlarca konuşma yapılıyordu.
Merkezdeki en yetkili melezlerden biri olan Markus da bu görüşmelerle ilgileniyordu zaman zaman. Yanındaki melezler masanın etrafından çekilip uzun masalardaki sandalyelerini döndüler. Masaların üzerinde dosya kitap ve haritalar vardı. Marcus onlar yanından ayrıldığında Lena'yı gördü. Yüzüne yerleşen geniş bir gülümseme ve rahatlamış bir ifadeyle konuştu.
"Nerede kaldığını merak etmeye başlamıştım?"
Lena'nın sürekli onun etrafında olmasından ve ona onlarca soru sormasından şikayetçi değildi fakat bu kıza laf söylemesine de engel olmuyordu.
Lena sinsice gülümseyerek,"Buradayım. Ne yapıyorsunuz?"diye sordu.
Lena Marcus'un lafını duymazdan gelmişti. Az önceki konuşmada neler olduğunu merak ediyordu. Markus'un hiç bir sorun olmadığını ifade eden sesi odayı doldurdu.
"İkinci gurubun buraya gelişi ertelendi."
Lena tek kaşını hafifçe kaldırarak,"Bu iyi bir şey mi?"diye sordu.
Markus un bunun bir sorun olmadığını ele veren ifadesi aklını karıştırmıştı. Markus Lena'nın tek kaşını kaldırdığını görünce gülümsedi, genç kız sürekli bunu yapıyordu.
"Kötü bir şey olduğu için değil Lena. Hem yanlızca bir gün."diye cevap verdi ona.
Lena başını salladı bu cevap üzerine. Merkeze gelecek ikinci gurup bir gün gecikmeyle burada olacaktı. Lena artık boş durmaktan sıkılmıştı. İkinci gurup buraya gelmeden önce bir şeyler yapmaya başlamayı istiyordu.
Umutla konuştu."Markus, daha önce de söyledim. Yineliyorum. Yardım edebilirim."
Markus onun cümlesini taklit ederek konuştu.
"Daha önce de söyledim. Yineliyorum. Her şey önceden planlandı. Herkes üstüne düşen görevi çok daha öncesinde üstlendi Lena."
Evet, bu konuşma birkaç kez tekrarlanmıştı. Ama Lena çok sıkılıyordu.
Kendi kendine,"Sıkıldım."diye mızmızlandı.
Markus Lena'ya baktı. Elbette biliyordu sıkıldığını. O bile belirsizlikle burada onlarca işin altına girmekten sıkılıyordu bazen. Ama amacı uğruna kolayca katlanıyordu burada olmaya. Merkeze gelecek diğer Nigrumlar da gelince üzerindeki bu yük kalkacaktı. O zamana kadar sabretmeliydi. Ama Lena da haklıydı. Onun için tüm gün onu oyalayacak bir şey bulmalıydı. Onun için bunu yapmayı gerçekten çok istiyordu. Onun mutlu olmasını istiyordu. Ailesine duyduğu, geçmişe duyduğu özlemi yok etmek istiyordu. Ona değer veriyordu. Onu mutsuz görmeye dayanamıyordu. Başlarda bu duruma vicdanının sebep olduğunu düşünmüştü. Ama sonra onunla zaman geçirdikçe ona daha çok bağlanmıştı.
Hissettiği duygular ona yabancıydı. Mantıklarının ele geçirdiği bir ruhla yaşayan Nigrumlar kolay kolay aşık olmazdı. Ama olduklarında derin bir bağ ile bağlanırdı ruhları, sonsuza kadar.
Biraz düşündükten sonra,"Tamam. Gel benimle, sana da düşen bir iş varmı bakalım. Mutlaka bir şey vardır."dedi kıza.
Sözlerinin ardından Lena nın yüzünde oluşan gülümseme içini ısıtmıştı sanki. Marcus da istemsizce gülümsedi. Odadan çıkıp yürümeye başladılar. Lena sonunda istediği gibi, bir işe yarayacağı için mutluydu. Sonunda yardım etmeye başlayacaktı.
Marcus ise yanındaki kızı mutlu etmek için herşeyi yapmaya hazırdı. Hâlâ Lena'nın fark etmemesi için dikkatle gizliyordu duygularını. Ama kendi içinde ona karşı duyduğu duyguların ne kadar büyük olduğunun farkındaydı ve bu onu korkutuyordu.
Bir kaosa, bir savaşa doğru sürükleniyorlardı. Belirsizliğe doğru giderken o hayatını kurtardığı kıza aşık olmuştu. Birdenbire. Ama emindi ne hissettiğinden. Ona aşıktı...
~
Nigrumlar, siyah rengin temsil ettiği renk ırkıydı. Büyü gücünden geliyordu bu siyah renk. Renk ırklarının her biri farklı bir yeteneğe sahipti. Nigrumların yaptıkları büyülerle sahip oldukları sihir gücü onları renk ırklarının en güçlüsü yapmıştı. Safkan ve melez olarak ayrılmaları ve safkanların melezlerden çok daha fazla güçlü olması da sağlamıştı bunu. Safkanların kristallerle yaptıkları büyüler çok güçlüydü ve bu melezleri onlardan kesin bir şekilde ayırıyordu. Her şey bir yana Nigrumlar, safkanlar ve melezler olarak ayrılmaksızın hep birlikte bir bütün olarak diğer renk ırklarından güçlüydü.
Bir lanet onları esir alana kadar tüm dünya nigrumları en güçlü renk ırkı olarak bilirdi. Büyük renk savaşına kadar... Savaş başladığında Nigrumlar büyük bir üstünlük sağlamışlardı diğer renk ırklarına karşı. Ama bu savaşı sona erdirmeye yetmemişti. Diğer renkler de kolayca kaybetmeyecek kadar güçlüydü, hırslıydı. Diğer dört renk ırkı da onlar da hırsları sayesinde birbirlerine büyük zararlar veriyordu. Savaşın ne zaman ve nasıl biteceğini kimse bilmiyordu. Herkes yaşanan kaosun içinde boğulmuştu. Bu kaosun içinde Viride renk ırkının kralı Nigrum kralına bir anlaşma teklif etti. Sözde birlik olarak diğer renk ırklarının askerî güçlerini bastırıp bu savaşa son vereceklerdi. İki tarafın da kazanacağı, dolaylı yoldan tüm renk ırklarına barışı getirecek bir anlaşmaydı bu. Viride kralı başta kurulan plana sadık kaldı.
Yeşil ırk Viride toprağa ve bitkilere hükmeden güçleri ile, siyah ırk Nigrum ise büyüleriyle yeryüzünde bir kıyameti başlatmıştı. Her gün milyonlarca renk halkı ölüyordu. Viride ve Nigrum ittifakı tüm dünyanın üzerinde yaşanan yıkımı katlamış kaybı hızlandırmıştı. Viride kralı her şey sona ermek üzereyken Nigrum ırkının neredeyse sonunu getirecek bir şey yaptı. Böyle bir ihaneti sadece nigrumlar değil, diğer renkler de beklemiyordu. Nigrum halkına karşı diğer üç renk ırkının da gücünü arkasına alarak düşmanlığını ilan etti. Nigrum halkının yorulan ordusu ve halkı, yaptıkları yüzünden Nigrum halkının üzerine büyük bir öfkeyle gelmeye başlayan diğer renklerin karşısında tek başınaydı. Çok geçmeden renk ırkları istedikleri intikamı almaya ve Nigrum halkına büyük zararlar vermeye başladı. Nigrumlar her gün onlarca kayıp veriyordu.
Nigrum kralı çaresizlik içinde tüm nigrumları litore kıtasına, Hyalin topraklarına çekti. Ellerinde kalan son sığınakları, evleri için mücadele ediyorlardı artık. Tüm renk ırklarına karşı ne kadar güçlü olsalar da, ordu yorgundu. Tüm kaynaklar Viride kralının kusursuz işleyen ihanet planıyla ellerinden alınmıştı. Umut tükenmişti. Büyüleri yeterli gelmiyordu. Tüm renk ırklarına karşı zamanla tükenmiş ve savunmasız kalmışlardı.
Her şey bitti derken bir safkanın fikri sayesinde milyonlarca nigrumu hayatı kurtuldu. Bir kalkan oluşturmaktı bu fikir. Ellerinde kalan son çareyi değerlendirmek adına kabul edilen bir fikirdi. Büyük bir gizlilikle kalkan oluşturmak için hazırlıklar yapılmıştı. Diğer renk ırklarının fark etmemesi için büyük bir gizlilikle yürütülmüştü herşey. Litore kıtasının etrafına otuz kristal yerleştirilmişti çok kısa bir sürede.
En sonunda bir gece yarısı, tek bir bulutu dahi üzerinde barındırmayan, milyonlarca yıldızın parladığı gökyüzüne veda edildi. Diğer renk ırklarının, nigrumları rahat braktığı birkaç saatlik zamanda adı okkolitoris olan, yeryüzündeki en yaşlı kristal de yerleştirildi kıtanın okyanusla buluşan kuzey kıyısına.
Daha sonra ise altı güçlü safkan tarafından, Heva adını verdikleri kalkan salınmıştı gökyüzüne. Heva kalkanı yıldızların parladığı o sakin gökyüzünü örtmüştü bir anda. İşe yaramıştı, kalkan oluşmuştu.
Heva kalkanı oluşmuş, kalkanı oluşturan safkanlar yok olmuştu bu büyük enerjiyle.
Sonrası ise uzun bir bekleyişten ibaretti. Nigrum halkı sokaklarda kalkanın hemen ardındaki orman sınırlarında beklemeye başlamıştı. Umut edildiği gibi beklenen gerçekleşmedi. Diğer renk ırkarını bir daha göremediler. Heva kalkanı bir mucize olmuştu, onları yok olmaktan kurtarmıştı.
Başta zorlansalar da kalkanın ardında yaşamayı öğrenmişti Nigrum halkı. Kötü günler bitmişti.
Ancak bir yere kadar...
Yıllar sonra kalkanı kaldırmak için harekete geçti safkanlar. Kalkanı oluşturan altı safkan da kalkan oluştuğu anda yok olmuştu. Onların yerine seçilen safkanlar kalkanı kaldırmak için bir büyü yaptı. İşte o andan itibaren bir lanet olduğu anlaşıldı hevanın.
Nigrumların lanetiydi artık o...
Onları sonsuza kadar kendi topraklarında hapseden Heva kalkanı o günden beri bir lanetti tüm Nigrumlar için. Beşyüz yıldır Heva gökyüzündeydi. Tam dörtyüz yıldır her gün aydınlanıp, karartılıyordu.
Mucizelere her gün yenisinin eklendiği, imkansızın neredeyse yok sayıldığı bu dünya mahfolmuştu. Renk ırkları arasında en büyük payı olanlardan biri de nigrumlardı. Bu yüzden de Heva benim için bir lanet olduğu kadar büyük bir mucizeydi de. Yeni bir başlangıçtı,sonun başlangıcıydı.
Savaşın ardından Heva kalkanının oluşturulma hikayesini her nigrumun bildiği gibi ben de böyle biliyordum. Tüm hikaye, geçmişten bu yana her Nigrum tarafından böyle anlatılırdı. Fazlası yoktu, ne kalkanı oluşturan safkanların isimleri, ne kalanın gökyüzünü nasıl kapladığı, ne de başka bir konuda herhangi bir bilgi yoktu. Çocukken de şimdi de başkalarından dinlediğim bu hikaye başkalarının umudunu söndürürken bana daha çok umut veriyordu. Heva kalkanı bizim eserimizdi. Bu ırkımızın ne kadar güçlü olduğunu hatırlatıyordu bana.Heva kalkanının ardında sonsuza kadar kalsam da bundan şikayetçi olmazdım. Ama kalkanın bir gün yok olacağına da tüm kalbimle inanıyordum.
Dışarıda ne var bilmiyorduk. Diğer renk ırkları Heva kalkanından sonra ne yapmıştı bilmiyorduk. Tüm bu belirsizlik beni korkutuyordu. Dışarıda hiçbir şey bulamamaktan ve daha da kötüsü dışarıda hala bizi öldürmek isteyen düşmanların olduğundan endişe ediyordum. Biz safkanların en önemli görevi Heva kalkanını araştırıp onu kaldırmanın bir yolunu bulmaktı.
Aklımda Heva kalkanıyla ilgili şüpheler vardı. Brian bana, kralın Heva kalkanını kaldırmamak için uğraştığını ve kalkanın asla yok olmayacağını söylemişti. Aklım bana hem ona inanmamam gerektiğini söylüyor hem de şüphe duyuyordu. Neye inanacaktım, bir haine mi? Yoksa gözümle gördüğüm gerçeklere mi?
İkisine de aklım yatmıyordu. Brian bana bir kanıt göstermemişti ki. Sözleri onun gerçekleriydi, inandıklarıydı. Diğer yandan da krala zerre kadar güvenmiyordum. Prens Elliot yardım istemek için gelmeseydi şu anda hala gözümün önündeki herkesin bildiği gerçeklere inanabilirdim. Kralın bir katil olma ihtimalini düşündükçe, Brian ın sözleri geliyordu aklıma. Boşlukta kalmış gibi hissediyordum.
Nefret ettiğim bu duygunun içinde boğulmuştum. Yaşadığım güvensizlik duygusu beni mahfediyordu. Bunlar bir yana safkan Andrew bana oldukça sinirliydi. Kolay kolay da beni affedeceğini hiç sanmıyordum. Suçsuz olduğum halde bunu kanıtlayamıyordum. Brian nasıl olduysa bir yolunu bulmuş ve o odaya girdiğini gizlemeyi başarmıştı. Safkan Andrew'in gücü sayesinde her şeyi görmesi gerekirdi. Bunu ne bir büyü ne de başka bir şey engelleyebilirdi. Kendi gözlerimle görmüştüm Brian'ı. Ama safkan Andrew gücüyle onun oraya geldiğini görmemişti. Hâlâ düşünüyordum. Bir yolunu bulup onun bir hain olduğunu göstermeliydim herkese. Bu saraydan gitmeliydi. Bunu benim sağlamam gerekiyordu. Ne olursa olsun kaybedecek bir şeyim yoktu. Tehlikeliydi belki ama artık öylece onun yaptıklarına şahit olmayacak ve göz yummayacaktım. Dünden beri Brian ı hiç görmemiştim. Gerçi odamdan dışarıya da çıkmamıştım. Uyuyana kadar bir çözüm aramıştım.
Yanlızlık ilk defa benim için bir sorundu. Tek başıma tüm bunlarla baş etmek benim için kolay değildi. Ben bir safkandım. Onlardan farkım yoktu. Güçlüydüm, tek eksiğim olmayan hırsımdı, güce sahip olmaktan kaçınmamdı. Bir süre öncesine kadar...
Artık gerekirse onlar kadar hırslı, güç için savaşan biri olmaya hazırım. Ama farklı bir yolla, kendi yolumla. Kendi doğrularımla. Dün, akşama kadar herşeyi düşünmüştüm. Şimdi de Aeris'in karşısında tekrar aklıma hücum eden anılarım da doğru bir karar verdiğimi söylüyordu bana. Öfkeliydim, ama artık nasıl hareket etmem gerektiğini anlamıştım.
Aeris'in kanatlarının sesi kulaklarımı doldurduğunda gözlerimi açtım. Bununla birlikte düşüncelerinin de dağılmıştı. Kızıl urima bana Heva kalkanını hatırlatıyordu. İster istemez kalkanı düşünüyordum. Öyle dalmıştım ki düşüncelerim dönüp dolaşıp nerelere gelmişti. Son yaşadıklarım bir türlü çıkmıyordu aklımdan.
Aeris ile geçirdiğim birkaç saat boyunca yine onunla bağ kurmaya çalışmıştım. Yine başarısız olduğunu onlarca denemenin ardından pes edip durdum. Aeris yine öylece bana bakıyordu. Safkan Carla kulede kalmış ve bizi bahçede yanlız bırakmıştı. Safkan Padala ile birlikte urima kuşlarıyla ilgileniyordu. Bize şimdilik yardım edemezdi. Urima kuşlarıyla bağ kurmayı tek başımıza başarmamız gerekiyordu. Aeris ile birlikte bahçenin sol köşesinde geniş gövdeli bir ağacın altındaydım. Sandra ve Jason'da bahçenin diğer köşelerinde urimalarıyla birlikteydi.
Brian gelmemişti. Sandra nedenini sormuştu ama safkan Carla hiçbir açıklama yapmamıştı. Bilmediğini söylemişti. Bu tuhaftı, onlar konuşurken sadece dinlemiş ve susmuştum. Merak etsemde bir daha konuyla ilgili hiçbir şey sormamıştım.
"Cora"
Safkan Carla nın endişeli sesi kulaklarıma doldu. Başımı kaldırıp sabırsız ve endişeli gözlerini üzerime dikmiş safkana baktım.
Safkan Carla,"Gidiyoruz safkan. Beni duymayacak kadar derin düşünecek bir sorunun var sanırım. Aklına takılan veya zorlandığın bir şey varsa bana anlatabilirsin."dedi samimiyetle.
Başımı iki yana sallayıp gülümsedim.
"Hayır efendim, bir sorun yok. Afedersiniz. Bu gün dalgınım."diye birkaç cümle gecelerime ve ayağa kalktım.
Safkan Carla yanımıza gelen Sandra ve Jason'a kısa bir bakış attı. O esnada ben de Aeris'i koluma almıştım.
Safkan Carla bana bakarak,"İyi öyleyse. Gidiyoruz."dedi.
Urima kuşlarını kuledeki kafeslerde bırakıp safkan Padala'ya veda ettik. Arabaya doğru yürümeye başladığımızda ne ara yanıma geldiğini anlamadığım Sandra'nın konuşmasıyla irkildim.
"Safkan Carla bu gün oldukça sinirli."dedi fısıldayarak.
Ona doğru eğilip kısık sesle,"Evet. Nedense son zamanlarda herkes her zaman olduğundan daha gergin."dedim.
Jason'da bu esnada yanımıza geldi. Bu sabahtan beri beni şaşırtıyordu. Eskisi gibiydi...tam anlamıyla. Onu uzun süredir tanımıyordum, sadece onunla ilk tanıştığım gibiydi. Son zamanki halinden eser yoktu.
"Saraya döndükten sonra kat salonunda birşeyler yapalım...yani sohbet falan. Eski günlerdeki gibi."dedi beklenti ile ikimize bakarak.
Sandra bana bakarak güldü. Ardından Jason'a dönerek konuştu.
"Sen de kabul ediyorsun yani son zamanlarda değiştiğini."
Jason gözlerini devirdi. Yüzündeki küçük gülümseme silinirken Sandra ya cevap verdi.
"Her neyse."
Sandra sesli bir şekilde güldükten sonra,"Yapacak başka bir şey yok zaten. Kraliyet ormanından döndükten sonra her zaman yaptığımız gibi o salonda oturabiliriz."dedi.
Sözlerine devam edeceği sırada araya girip Sandra'nın konuşmasına fırsat vermedim.
"Evet. Her zamanki gibi."dedim ima ile. Jason ters ters baktı ama bir şey demedi. Biliyordu hatalı olduğunu...
Jason arabanın yanına vardığımızda yanımızdan ayrılıp arabanın ön koltuğuna kuruldu. İster istemez onun bu çocukça hareketine gözlerimi devirdim. Sandra'da onun bu yaptığına tepkisiz kalmadı ve derin bir nefes aldı.
İkimiz de arka koltuğa oturmak için yürümeye başladık. Arabaya Jason'dan sonra ilk ben bindim. Birkaç saniyelik sürede, Sandra ve safkan Carla arabaya binmeden önce arkasına döndü ve fısıldadı.
"Konuşmalıyız Cora. Önemli."
Sert ve soğuk bir sesle konuşmuştu. Sandra ve safkan Carla arabaya binmeden önce önüne dönmüş ve az önceki durumundan sıyrılıp yüzüne bir gülümseme yerleştirmişti.
Benimle ne hakkında konuşacaktı bilmiyordum ama iyi bir nedeni olmadığını az önce çok iyi anlamıştım. Jason'un değiştiğine dair olan düşüncem eskisi gibi kesin bir düşünce değildi şimdi. Eski Jason gibiydi ama yeni ve Brian'ın başka bir yönden ikizi olan diğer Jason da...Hala oradaydı.
~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~
03/12/17
25/05/18
_DÜZENLENDİ_
_sonsuzsiyah_
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top