•14•~Safir Gök~

<><><><><><><><>

İyi okumalar dilerim.

<><><><><><><><>

~

Bütün gün kütüphanede kaldıktan sonra aldığım kitapları yerine yerleştirip çıktım. Akşam yemeği vakti gelmek üzereydi. Sıkılmıştım, bu yüzden de biraz erken de olsa yemek salonuna gitmeye karar verdim.
Aşağıya indim ve salona girdim.

Salon yeni yeni dolmaya başlamıştı. Erken gelmeme rağmen işlerini erken bitiren Nigrumlar çoktan başlamıştı yemeklerini yemeye.

Onların arasından geçerek salonun başına doğru ilerledim. Biz safkan öğrenciler için ayrılmış masa köşeye, pencerenin altına yerleştirilmişti.
Büyük masaya oturdum. Çok geçmeden yanıma gelen iki görevli melez yemek servisine başlamıştı. Onları beklerken dışarıyı izliyordum. Heva kalkanı yavaş yavaş koyulaşıyordu. Çok geçmeden karanlığa gömülmüş olacaktı.

Melezler gittikten sonra yemeğimi yemeye başladım. Diğerlerini bekleyemeyecek kadar acıkmıştım.

Sarayda yediğim yemekler hayatımda yediklerimin en iyisiydi şüphesiz.
Yetişen bitkiler zaten sınırlıydı. Heva kalkanı güneşi engelliyordu yağmur da yağmıyordu. Yetişen bitkiler de tatsızdı. Ama sarayda yediğim yemekler daha farklı ve lezzetliydi. Bunu anlamamak mümkün değildi, geldiğimden beri iştahım açılmıştı.

Salon kalabalıktı. Saraydaki melezlerin tamamı burada sayılırdı. Heva kalkanının kararmaya başlamasıyla birlikte birkaç asker salondaki ışık kürelerini yakmaya başladı. Salonun sağ ve sol duvarına yerleştirilmiş çok sayıda ışık küresi vardı. Etkinleştirilen ışık küreleri yavaş yavaş salonu aydınlattı. Sandra ve Jason ben etrafa bakınırken içeriye girdiler. Sandra masanın yanına geldiklerinde gülümsedi ve karşıma oturdu. Jason ise masanın sol tarafına oturmuştu.


"Merhaba."

"Merhaba Cora"

İkisi de aynı anda konuştuğunda gülümsedim. Bu hallerine onlar da gülmüşlerdi.

"Merhaba."dedim kısa sürede yüzümdeki gülümseme silinirken.

Melezlerin masaya gelmesiyle sesizleştik. Melez görevliler Sandra ve Jason'a yemek servisi yapmaya başladı. Sandra ve Jason da benim yaptığım gibi etrafı izliyordu bu sırada.

Değişiyormuydum yoksa diye düşünürken buldum kendimi. Gitgide bir safkana dönüşüyordum sanki. Önceden onların ve diğer safkanların melezlere fazla konuşmamasını yadırgardım. Melezler önümde eğildiklerinde rahatsız olurdum. Sandra bile her ne kadar melezlerle de arkadaş olmaya çalışsa da arada diğer safkanlar gibi davranıyordu. Şimdi de yapmıştı. Dikkat etse de bir safkan olarak yetiştiriliyordu uzun zamandır. Ben bu kadar kısa sürede böyle davranmaya başladıysam onun için tam tersi bir tavır sergilemek de zor olmalıydı. Onu yargılayamazdım. Bu ayrımı yapmaya ben de başlamıştım.

Eskisi gibi olmayacaktı hiçbir şey. Kabulleniyordum...yavaş yavaş. Olması gerektiği gibi. Ne yazık ki olması gereken her zaman doğru olan anlamına gelmiyordu. Bu durum da bu sözün tam olarak karşılığı gibiydi.

Melezler gittikten sonra yemeklerini yemeğe başladılar. Ben de tabağımdakileri yemeye devam ettim.

Brian gelmemişti. Onunla konuşmalıydım. Yemekten sonra konuşmayı planlıyordum ama şimdi bu mümkün değildi. Odasını veya şu anda nerede olabileceğini bilmiyordum. Sandra veya Jason'a da sormak doğru gelmiyordu. Yine beklemekten başka yapacak hiçbir şey yoktu. Yarını bekleyecektim.

Yemeğimi bitirdikten sonra kalktım. Sandra ve Jason hala yemek yiyordu.

Sandalyemi düzeltirken,"Yarın görüşürüz. "Dedim ikisine de.


Sandra hemen konuştu."Görüşürüz Cora. Biraz daha kalsaydın keşke bütün gün eğitmenimin yanındaydım. Oturup sohbet ederdik."dedi kalmamı istediğini gerek sözleri gerek beden dili ile belli ederek.

Sandra cevap vermemi bekliyordu. Aslında oturabilirdim ama tüm gün kitap okumuştum ve gözlerim sulanmaya ve ağrımaya başlamıştı. Daha kötü olmadan odama gidip yatmak istiyordum.

"Bu gün çok yoruldum Sandra. Üzgünüm."

Sandra başını sallamakla yetindi. Jason ise konuşmamıştı. Yemek yiyordu. Son günlerde değiştiğini düşünüyordum bazen. Ama belkide gerçek Jason buydu. Sandığımdan biraz daha umursamaz. İlk günlerdeki heyecanım yüzümden farketmemiş olabilirdim. Yine de hala sıcak biriydi. Artık arkadaştık ve zamanla birbirimizi tanımış olacaktık. Ben de soğuktum. Fazlasıyla. Onlar da bundan dolayı beni yadırgıyor olabilirdi.

Yemek salonundan çıktım. Heva kararmıştı, hava soğuktu dışarıda. Buna rağmen sarayın arka bahçesine çıkan kapıya doğru yürüdüm. Yorgun olsam da dışarıya çıkmak istiyordum.

Taht odasının tam solundaki iki kanatlı büyük kapı sarayın arka bahçesine açılıyordu. Her zaman açık tutulurdu bu kapı. Kapıdan çıkmadan hemen önce bile soğuk havayı hissetmeye başlamıştım. Dışarıya çıktım soğuk hava yüzünden biraz üşüdüm ama ilerledim. Bahçede ağaçlar ve çiçekler gibi bitkilerin yanında üzerinde ışık kürelerinin bulunduğu ince ve uzun demir direkler vardı. Bahçedeki ışık kürelerinin tamamı çoktan askerler tarafından etkinleştirilmişti.

Hava soğuktu ve gece boyunca yavaş yavaş soğumaya devam edecekti. Sabah Heva aydınlandığında ise hava biraz olsun ısınırdı. Heva kalkanı ışıkla birlikte ısı da yaydığı için bu soğuk en azından aydınlık olduğu zaman o kadar da fazla olmuyordu.

Kollarını beline doladım. Bahçede yürümeye devam ettim. Nöbetçi gözcü askerlerden başka kimse yoktu bahçede, herkes yemek yiyordu. Her zaman etrafımda olan kalabalıktan biraz uzaklaşmak için bu soğuk havaya katlanabilirdim.

Eskiden bu soğuk yüzünden Heva aydınlıkken bile dışarıya çıkmak istemezdim. Herşey değişiyordu zamanla... Zaman herşeyi değiştiriyordu.

Bu soğuk havada dışarıda olmak isteyecek kadar daralmıştım. Zihnimde birçok sorun beni yoruyordu. Çözmeye çalıştıkça daha çok batıyormuş gibi hissediyordum.
Lena'yı özlüyordum en başta. Kardeş gibiydik onunla. Kardeşimi özlüyordum. Her ne kadar birbirimize benzemesek de yıllardır ayrılmamıştık birbirimizden. Unutmanın kolay olacağını düşünmüştüm. Bu benim gibi biri için daha kolay olmalıydı. Ama değildi, en kısa zamanda onu görmek istiyordum. Onunla konuşmak ve herşeyi anlatıp rahatlamak istiyordum.

Ama önceliğim saraydaki sorunlarım olmalıydı. Erteledikçe daha kötü hissediyordum. Brian'la konuşmalydım her şeyden önce. Boş tehtitinin hesabını soracaktım. Ardından safkan Andrew'e herşeyi anlatacaktım. Safkan Andrew ne derse desin katlanacaktım. Kızacağını biliyordum. En başından yalan söylemek saçmaydı.

Başka bir sorun ise safkan Andrew'in kendisiydi. Bağzen o da Brian gibi davranıyordu. Bu yüzden onunla konuşmayı erteliyordum. Birdenbire bilmediğim bir konuda, herşeye dahil ediliyordum. Brian sadece bir kere yapmıştı ancak safkan Andrew bunu defalarca yapmıştı. En başında kalkan kristaline büyü yapmamı istemişti. Hiçbir şey sormamamı istemişti sonrasında. Sürekli değişen ruh hali de bu sıkıntılı durumu daha kötü hale getiriyordu. Onun amacını çözmeye çalıştıkça iyice çıkmaza düşüyordum.

Anlatmaları için onlara soru sorduğumda ise sonuç koca bir hiçti.
Sorma, sadece istediğimi yap ve kimseye bir şey söyleme. Bir tek bunları söylüyorlardı.

Derin bir nefes aldım. Hayatım bir türlü yoluna girmiyordu.

Havanın soğukluğu git gide kendisini daha fazla hissettirmeye başlamıştı. Hala içeriye girmeyi istemiyordum ancak üzerimdeki kıyafetler yeterince kalın değildi. Geriye döndüm ve saraya girdim. Merdivenleri çıkmaya başladım. Odama kadar birçok melez görmüştüm. Hepsi biten akşam yemeğinin ardından ya işlerine devam ediyor ya da odalarına gidiyorlardı.

Odama girip kapıyı kapattım. Odamdaki iki ışık küresini etkinleştirip odayı aydınlattım. Yatağıma yattım ve gözlerimi kapattım. Yorgundum.

Ancak kapıya vurulmaya başlanmasıyla birlikte dinlenemeyeceğimi anladım. Kapıdaki her kimse durmak bilmeden kapıya vuruyordu. Kalktım ve kapıyı açtım. Karşımda Brian vardı. Şaşırsam da tepkisizce yüzüne bakmaya devam ettim.

Bakışlarını suratımda gezdirirken "Buradasın. Yemek salonunda seni görmedim." Dedi sorgulayan bir ses tonuyla.

Bir süre yüzüne bakıp kaldım. Burada olması tuhaftı, fazlasıyla tuhaf.

Şaşkınlığımı sesime yansıtmaktan çekinerek,"Erken yedim. Ne istiyorsun?"dedim soğukça.

Eliyle siyah saçlarını geriye doğru düzeltti. Sonra sanki çok normal bir şey söylüyormuş edasıyla konuştu.

"Hiç. Merak ettim ve iyi misin diye bakmak istedim."

Brian belkide beni en son merak edecek kişiydi. Zaten yorgundum, neden sürekli en beklenmedik anlarda ortaya çıkıyordu sanki.

Derin bir nefes alarak,"Bunu yapan sen olunca yadırgamam gayet normal. "Dedim.

Her zamanki gibi umursamayacağını düşündüm ama o beni yanılttı ve sözlerime sinirlendi.

Bakışlarını koridorun iki yanına çevirerek bininnoluo olmadığını kontrol etti. Ardından sinirle,"Ben kötü biri değilim veya senin gözünde nasıl biriysem...değilim işte. İyi olduğuna göre gidebilirim."dedi sertçe.

Arkasına döndü, yürümeye başlamadan önce onu durdurdum. Neden iyi olmayacaktım ki? Davranışları hiç normal değildi. Neyin endişesiydi bu? Neyin korkusuydu?

Söylediği sözlere hitaben,"Senin nasıl biri olduğun beni ilgilendirmiyor. Ama yaptığın. İşte bu ilgilendiriyor. Bana zorla yalan söylettirdin ve benim için hiç rahat değil. Bana ne olduğunu anlatmak zorundasın."

Derin bir nefes aldığını duydum. Arkasına döndü.

Yüzüme kibirle bakarken,"Bu konuyu kapattığımızı sanıyordum."dedi.

Peşini braktığımı düşünmesi sinirle gülümsememe neden oldu.

"Sen beni tehtit ettin ve konu kapandı, öyle mi? Sırf benden kurulmak için yalan söylediğini biliyorum."

Birden yüzündeki ifade daha da sertleşti.

"Yalan söylemiyorum. Dediğim gibi unut gitsin."

Kaşlarını çattım. Başımı iki yana salladım ve sert bir bakışla konuşmaya devam ettim.

"Hayır. Sen anlatana kadar sormaya devam edeceğim. Anlat ve bitsin. Neye bulaştığımı öğreneyim."

Sağ ayağının ön tarafını birkaç defa yere vurdu sabırsızca ardından kafasını koridorun sağ tarafına doğru çevirdi. Sakinleşmek çalışıyordu, bu kadar sinirlenmesine gerek yoktu. Tekrar bana çevirdi başını.

İnatla sözünün ardında durarak,"Bir şeye bulaştığın yok Cora."dedi. Hala konuyu kapatmaya çalışıyordu.

Adımı sinirle söylediğinde korkacağımı mı sanıyordu? Beni korkutmak için bundan fazlası gerekliydi. Beni tanımıyordu. Sözlerini bir kez daha tekrarladım.

"Eğer anlatırsan bir daha bahsini dahi açmam. Başımı belaya sokmamak için ilk önce belanın yerini bilmeliyim. Bunu sen söyledin."

Kütüphanede heva kalkanıyla ilgili anlattıklarından sonra başımı belaya sokmamam için anlattığını söylemişti. Benim sözlerinin ardından yüzüme baktı.

Pes etmiş bir halde,"Tamam. Burada olmaz. İçeriye girebilir miyim?"dedi.

Sonunda istediğimi almanın mutluluğuyla gülümsedim.

"Tabiki giremezsin."dedim alayla.

Gözlerini devirdi. Koridoru işaret ederek konuştu.

"Burada anlatamam. Yarın...eğitmenin yanından ayrıldıktan sonra kütüphaneye gel. Anlatacağım. "

Başımı salladım. Arkasını döndü ve koridorda ilerleyip merdivenlerden aşağıya inmeye başladı.

O gittikten sonra kapıyı kapattım. Üzerimi değiştirip kalın ve daha rahat kıyafetler giydim. Kızıl saçlarımı toparladım ve bir toka yardımıyla tutturdum. Aynanın karşısında saçımın açılmayacağına emin olduktan sonra yatağıma yattım. Yarını sabırsızlıkla bekliyordum.

-

Safkan Andrew ile birlikte sarayın bahçesine doğru yürümeye başladık. Elimde, içinde koyu mavi bir kristalin olduğu bir kutu vardı. Pelerinim omuzumdan kaymıştı ve sol ayağım sürekli pelerine takılıyordu. Dikkat ederek yürümekten başka bir şansım yoktu. Elimdeki kutu ağırdı tek elimle tutamazdım.

Başıma herhangi bir talihsizlik gelmeden birinci kata ulaştık
Safkan Andrew koridorun sonundaki büyük kapıdan geçerek bahçeye çıktı.
Bahçede ilerlemeye devam etti.

Bahçenin iki yanında ağaçlar vardı. Saraydan çıktığımız kapı sol taraftaki ağaçlara yakındı. Safkan Andrew ağaçlara doğru ilerledi. Ağaçların dalları toprağın birkaç santim üzerinde kalın dallara ayrılıyor birkaç metre sonrasında ise yukarıya kıvrılıyordu. Bir çiçeğin yapraklarını andırıyordu. Dün akşam geldiğimde üşüdüğüm için buraya kadar gelmemiştim. Safkan Andrew yere değecek kadar olan kalın dallardan birine oturdu.

"Kutuyu yere bırakıp kristali çıkar Cora."

Kutuyu yere bırakıp eğildim. Kutunun kapağını açtım ve kristali çıkardım. Kristal iki elimle tutmama rağmen çok ağırdı. Kristali yere bırakıp kutunun kapağını kapattım. Kristali tekrar alıp bu kez kutunun üzerine koydum ve ayağa kalktım.

"Bu kristalin ismi nedir?"diye sordu, ben hala kristale bakarken.

Yaptığım araştırmada birçok kristalin özelliklerini okuyup ezberlemeye çalışmıştım. Biraz düşünüp hatırlamaya çalıştım. Evet bu kristali de okumuştum kitapta. Özellikleri de az çok kalmıştı aklımda. Önemli kristallerden biriydi.

"Star olarak da bilinir ancak asıl ismi Stella'dır. Ülkedeki üç nehirdeki suların içilebilecek hale getirilmesine kullanılır. Safkanlar bu kristalden bol miktarda erimiş ve özel bir gölde biriktirmiştir uzun zaman önce. Melezler de nehirlerden getirdikleri suyu bu gölde bekletip içilebilir hale getirir. Nigrumlar için en değerli kristallerden biridir."

Hayatta kalmamızı sağlayan en büyük kaynaklardan biri. Hava kalkanının ardında hayatta kalmak böyle çözümler sayesindeydi. Gücümüzün büyü olması büyük şanstı doğrusu.

"Güzel. Bu kez düzgünce araştırmışsın. Evet safkanların erittiği kristallere melezler de büyü yapabilir. Bu tam olarak kontrol etmek sayılmaz. Sadece gücünü etkinleştirirler. Şimdi bu kristali kontrol etmeyi öğrenmenin vakti geldi."dedi safkan Andrew. Kristali tereddüt etmeden doğru bir şekilde anlatmış olmam onu mutlu etmişti.

Ayağa kalktı ve kutunun yanına geldi. Kısa çimlerle kaplı toprağa oturdu. Ve benim de oturmamı işaret etti. Kutunun diğer tarafına oturdum.

"Tek bir cümle.
'Sideribus sol ut umor aquae.'
Tekrar et ardından kristale dokun."

"Sideribus sol ut umor aquae."

Kristale dokundum. Birkaç saniye sonra kristal dokunduğum yerden çatladı. Isınıyordu. Sıcaklığı gittikçe arttı ancak elimi yakacak kadar sıcak değildi. Kristalin dokunduğum kısmı içeriye bir oyuk oluşturacak kadar eridi. Akışkan koyu mavi kristal parçası elimi sarmaya başladı. Yavaşça elimi kaplıyordu. Elimin tamamı bu sıvıyla kaplanmıştı. Ardından parlamaya başladı elimi saran sıvı. Bu parlaklık yanlızca birkaç saniye sürmüştü.

Parlama durduğunda elimi saran sıvının yoğunluğu değişmişti. Artık sıvı değildi. Ama elimi hareket ettirebiliyordum. Garip bir histi bu.

"İlk aşama tamam. Şimdi elinle kristale dokunup gerekli büyülü sözleri söylersen kristalin tamamı erir. Elini saran kristalden kurtulmak için ise aynı kelimeleri tersten okumalısın. "

Elimi yavaşça oynatırken bir yandan da eğitmeni dinliyordum.

"Anladım." Diye mırıldandım." Suyla nasıl karışmıyor diye merak etmiştim. Ama o kadar akışkan değil. Kristalin bu kadarı ne kadar suyu dönüştürebilir." Diye düşüncelerimi de ekledim ardından.

Tüm kıtaya yetecek suyu sağlamak için kim bilir kaç kristal eritilmişti.

"Sadece elini saran kriatal tüm kıtanın üç yıllık ihtiyacını karşılayacak kadar suyu dönüştürebilir."dedi safkan Andrew. Şaşkınlıkla ona baktım.

Bu kadarını beklemiyordum açıkçası.

"Bu gerçekten çok fazla." Dedeim gülümseyerek.

Safkan Andrew benim gibi düşünmüyordu.

Başını iki yana salladı."Değil. Asırlardır Heva kalkanının ardındayız. Uzun süreli çözümlere ihtiyaç var. Yakın gelecekte bunun yeterli olacağı kesin değil. Kaynaklar kısıtlı. Her yönden."

Sözlerinin ardından yüzü asıldı, kristale bakıyordu mavi gözleriyle. Asık suratına yerleşen donuk bakışları ona ürkütücü bir hava katıyordu.

"Büyüyü tersten oku ve elindeki kristali çıkart."diye devam etti sözlerine.

"Tamam.
'Apuae umor ut sol sideribus'"

Sözleri tersten söylediğimde elimi saran kristal tekrar çatladı. Çatlayan kristal parçaları yere döküldü. Parmaklarımı hareket ettirerek parçaların hızlı bir şekilde dökülmesini sağladım.

Safkan Andrew ise bu sırada kristalin geriye kalan kısmını kutuya koymuştu.

"Safkan Carla'nın yanına gitmeliyim. Kristali benim odama bırak. "

Başımı salladım ardından kutuyu alıp saraya doğru yürümeye başladım.
Safkan Andrew in odasına gittim.

Elimdeki kutuyu Safkan Andrew'in masasına bıraktım ve dışarıya çıktım. Koridorda nöbetçi veya başka bir Nigrum yoktu. Sarayın bu bölümünde zaten sadece ana koridorlarda nöbet tutan askerler olurdu hep. Safkanların odaları ve çalışma odaları buradaydı. Safkanlar dışında bu koridorlarda pek fazla dolaşan olmazdı. Yan koridordan çıkıp odamın olduğu koridora girdim. Odama girdim ve üzerimdeki pelerini
çıkardım. Sarayda pelerinle dolaşmak istemiyordum. Bu kez kütüphaneye gitmek için çıktım odadan.
Kütüphanenin olduğu en üst kata geldim ve kütüphaneye girdim.

Brian'ın burada olmadığını görünce pencerenin kenarındaki masalardan birine oturdum ve beklemeye başladım.

İçeride birkaç melez vardı. Yerleri siliyilorlardı. Beni farketmemişlerdi neyseki. Onları rahatsız etmek istemiyordum ayrıca bu yüzden rahatsızlık duymak ta istemiyordum.

Brian ın geleceğinden emin değildim. Dün gece anlatacaktı şimdi kararını değiştirmiş olmasından korkuyordum.

İki kanatlı kapı açıldı ve Brian içeriye girdi. Melezler onu farketmişti. Eğildiler, sonrasında tekrardan işlerine döndüler. Brian beni görmüştü bile. Asık suratıyla bana bakarak masaya geldi ve oturdu.

Oturduğunda konuşmaya başladım.

"Dinliyorum."

Ellerini masanın üzerinde birleştirdi.

"Sandığın gibi bir şey yok."dedi dün gece olduğu gibi konuyu kapatmaya olan isteğini hemen belli ederek.

Gözlerimi devirdim. Ardından ona bakarak alayla konuştum. O beni sinir ediyordu, buna uzun zamandır izin veriyordum. Şimdi sıra bana gelmişti.

"Ne sanıyormuşum."

Aklıma gelen düşünceyi sanki duymuş gibi dile getirdi.

"Ben o hainlerden değilim. Sen onlardan biri olduğumu düşünüyorsun ve bu yüzden de öğrenmek istiyorsun. Hain olmaktan korkuyorsun. Kraldan korkuyorsun. Herkes gibi."

Evet uzak durmak istiyordum. Ama bunun nedeni korku değildi. En azından tamamen.

"Bunlar senin düşüncen. Benim değil. Öğrenmek istememin nedeni kraldan korkmam veya senin hain olduğuna inanmam değil."

Yüzüme baktı. Sıkıntıyla derin bir nefes aldı.

"Ne o zaman?"

Kaşlarımı çattım ve cevap verdim.

"Burada açıklama yapacak olan sensin."

Birkaç saniye durakladı ardından derin bir nefes aldı,"İyi. Sıkıldım artık. Yalan söyledim çünkü gerçeği söyleseydim saraydan atılırdım."dedi sakin ve bıkkın bir şekilde.

Bu konunun nereye varacağını kestiremiyordum artık.

"Niye saraydan atılasın ki. Kim vardı o ormanda?"

Ellerini masanın üzerinde birleştirdi ve parmaklarıyla oynamaya başladı.

"Sorun da orada zaten. Hiç kimse...hiç kimse yoktu. Gücümü ağacı devirmek için kullandım daha sonra kontrolümden çıktı. Birdenbire olmuştu. Kendi kendimi yaraladım. Bir askerden önce yanıma sen gelince de olay böyle gelişti."

Yalan söylemeye devam ediyordu.

Kaşlarımı çatarak,"Doğruyu söyleyeceğine inanmıştım. Neredeyse bir yıldır eğitim alıyorsun Brian. Bu mümkün değil."dedim

Yüzüme baktı. Yüzünde yalan söylediğine dair bir işaret olmamasına rağmen ona bir türlü inanamıyordum.

"İnan ben de ne olduğunu bilmiyorum."

Elinde tuttuğu bez barçasını masanın üzerine koydu ve açtı. Bir kaya parçasıydı. Bilenmiş bir demir kadar sivri kenarlıydı ve üçgeni andıran bir şekli vardı.

"Bu da kanıtı. Safkan Lehela omuzumdan bunu çıkardı. Neyseki şüphelenmedi. Herşey bundan ibaret. Artık inandın mı?"

Bu kaynın onun gücüyle şekillendiği belliydi. Taşa ve üzerindeki kan izlerine baktım ve başımı tekrar Brian'a çevirdim. Yanılıyordum belkide.

Pişmanlık duygusunun hakim olduğu suretimiasaya indirerek,"Evet, üzgünüm." Diye mırıldandım.

Basimi yeniden yüzüne çevirdiğimde gülümsediğini gördüm. Oturduğu sandalyede arkasına yaslandı.

"Önemli değil. Aramızda değil mi?" Diye soraraken, biraz rahatlamış gibi görünüyordu.

Uzun zaman önce söylemesi gerekirdi. Hala sözlerinin doğruluğundan şüphe ediyordum. Belki de gereğinden fazla şüpheciydim. Bildiğim tek hir şey vardi, Brian hayin değildi, olamazdı.

Başımı salladım."Aramızda. En başından anlatsaydın her şey daha kolay olurdu."

Bu kadar uzatması anlamsız ve saçmaydı. Ben ona yardım etmiştim. Kim olsa yardım ederdim gerçi ama yinede bana ne olduğunu anlatması gerekirdi.

"Bu bir safkan için kötü bir durumdur eğer biri bunu öğrenirse..."

Sözünü keserek,"Saraydan atılısın. Bir akademide alırsın eğitimini ve bu bir safkan çok kötü bir durumdur."dedim.

Safkan Andrew anlatmıştı birkaç hafta önce. Kütüphanede kitaplara gömülmemin ve safkan Andrew'i can kulağıyla dinlemenin nedeni de buydu. Saraydan ayrılmamak için güçlerimi kontrol altına almaya çalışmış ve nihayetinde de başarmıştım.

"Biliyorsun."

"Biliyorum."

Sessizlik oldu. Brian konuşana kadar.

Ondan beklemediğim bir samimiyetle,"Sağol Cora." Dedi.

Mırıldanarak söylese de bu bir teşekkürdü. Sanırım bunu hak etmiştim.

"En başında söyleseydin de yardım ederdim. Sadece öncesinde kütüphanede söylediklerin ve ardından başına bunun gelmesi ve tavırların. Parçalar çok yanlış yerlerle birleşiyor."

Tavırların...en çok da tavırların Brian...

"Ne yazık ki. Ben sadece inandığım doğruları anlattım sana. Düşüncelerim bu olsa bile inan birşey yapmak için uğraşmam. Ne olursa olsun hiçbir şeyin değişmeyeceğini biliyorum."

Başımı salladım ve kalktım. Yürümeye başladığımda birşey demedi. Her zaman umursamaz tavırlı olacaktı. Kütüphaneden çıktım. Öğrenmem gerekeni öğrenmiştim. Unutmak bu kez yapılması gerekendi. Doğru olanı boş verdim.

Artık Brian umrumda değildi. Ondan ne kadar uzak durursam benim için o kadar iyi olacaktı. Onun zararı kendisineydi. Ve ben de uzak durup bu zarardan etkilenmeyecektim. İnandığı gerçekler onun gerçekleriydi ve bu beni hiç ilgilendirmiyodu.

~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~

16/08/17

_sonsuzsiyah_

07/06/18

_DÜZENLENDİ_

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top