DOĞUŞ ÇEKİCİ'NİN FİNALİ

🌺

Beş yıl, bir ay, on gün, bir saat, beş dakika, bir saniye geçmişti gözleri kapandığından beri...

Söz yoktu. Ses yoktu. Ritim yoktu. Hiçbir şey yoktu. Çünkü o yokken bunların anlamı bile yoktu. Daha doğrusu yaşayan bir ölü için anlamı yoktu. Kalp durmuşken bir insan nasıl yaşardı? Bu bir ölünün dirilmesi gibi bir şey olabilir miydi?

Her gün daha da çürüyordu. Eriyordu. Hayat ona en büyük cezasını veriyordu. Kaderin asıl düşmanı geride bıraktığı Doğuş Çekici'ydi. Doktor Doğuş Çekici değil. Sadece Doğuş Çekici.

Bir insan için zaman durmuşken hayata devam etmek zordu. Geçen bir dakika bile bir yıl gibi gelirdi. O sürüne sürüne bunca zamanı yaşayabildi. Nasıl yaşayabildi kendisi bile bilmiyordu. Nefes almadan yaşamak gibi.

Onun bedeni toprak altındaydı fakat asıl çürüyen kendisiydi veya kendisini çürütmek isteyen. yok olmak isteyen, kalbi atmayan, nefes almayan, gözlerini açamayan, düşünemeyen. Öylece duran...

Sözler kifayetsizdi. Hiçbir söz onu anlatmazdı. Susarak izlemek bile yıpratır insanı. Düşünmek bile can acıtır. Çaresizliğin tanımını anlatır. Her gün aynı ismi duymanın, her gün ağlamanın ne demen olduğunu, nasıl bir şey olduğunu gösterir.

Sadece onun için yaşamak. Sadece onun adına yaşamak. Bu dünyada nasıl değer verilir onu göstermek. Nasıl sevilir onu göstermek. Nasıl yok olunur onu göstermek. Nasıl yalnız kalınır onu göstermek. Nasıl sabredilir, sabredilirken çürür onu göstermek.

Zirveyi, sınırı yaşamak. En beter, korkulu duyguların en sınırında olmak. En can acıtıcı olanını hissetmek. Gözdeki yaşlar tükenir, kalpteki hüzün kalbi yok etmeye başlar. Hayatı bitirir ki hayat zaten o an mahvoldu.

Kısaca çiçek soldu doktor kaybetti.

Yavaş adımlarıyla odadan çıktı. Boş bakışları evin içindeydi. Kapısı çalmaya başlayınca zeytin bakışları kapıya kaydı. Düşünmeden yavaş adımlarını bu sefer kapıya attı. Bugünü beşinci kez tekrar yaşıyordu. Canının ne kadar acıdığını hiç kimse düşünemezdi.

Kapıyı açtığında boş bakışları karşıdaki kişide dolandı. Tek katlı müstakil bir evde oturuyordu. Kadın da karşıda oturan komşusuydu. Ortalama bir aydır buraya taşınmış olan kadın gülümseyerek Doğuş'a keki uzattı. Zümrüt yeşili gözlü kumral saçlı, buğday tenli, 1.70 boylarında olan bir kadındı. En az haftada bir buraya geliyor, bir şeyler, yemekler getirip duruyordu.

O günden sonra evinden taşınmış yeni bir yere yerleşmişti. Oradaki her şey solan çiçeğini hatırlatıyordu. Orada onun kokusu vardı.

Doğuş'un boş bakışları keke indi. Sadece kekle uzun uzun bakıştı. "Kek yapmıştım da... Size de getirmek istedim." Keklerin hatırlattığı tek bir kişi vardı. Doğuş yutkunamadı bile. "İstemiyorum, teşekkürler." Kadın ısrarla tekrar uzattı. "Benim kekim meşhurdur! Alın ama! Eminim pişman olmayacaksınız."

Doğuş tekrar reddetti. "İstemiyorum hanımefendi, iyi günler." Kapıyı kapatır kapatmaz arkasını dönüp birkaç adımla ilerledi. Gözleri dolacak gibi hissediyordu. Ellerini saçlarına geçirerek derin bir nefes almaya çalıştı. "Yapma... Yapma..."

Hızlı adımlarla ilerleyip küçük banyosuna girdi. Bakışları aynadaki mahvolmuşluğun yüzüne kadar yansımış olan suratında gezindi. Sakalları uzamış, saçı darmadağınık, gözleri hafif kızarık. Üzerinde beyaz bir tişört. Belki de zamanında onun da giydiği tişörtlerinden.

Suyu açıp yavaşça yüzünü yıkamaya başladı. Soğuk su yüzüne temas ederken aklına yine o geldi. Her gün olduğu gibi her anında yine aklına o geldi. O her zaman delirtmek istercesine her anında aklına geldi. Onun bir günü değil, her günü böyleydi.

Titreyen elleriyle zar zor yüzüne suyu sürdü. Yavaşça suyu kapatıp dikleştiğinde bakışları vücudunda gezindi. Kilo kaybetmişti. Formunda düşüş çok fazlaydı. Ve bunlar umurunda olacak son şeylerdi. Boş gözleri tekrar yüzüne çıktı. Göz altlarındaki morluklar çıkmıştı. Gözleriyle göz göze geldi. Ondan bildiğine göre Zeytin tonu olan gözleriyle göz göze geldi. Gözleri kısıldı. Dudakları titredi. Ve gözleri bir kere daha doldu. Onun bir kere doldu mu kızaran gözleri her zaman kırmızıydı. Onu gören belki uyuşturucu bağımlısı sanırdı. Fakat değildi. O çiçeğinin bağımlısıydı.

Hemen lavabodan çıktı. Küçük salonuna girdi. Bir rutini yoktu fakat gün içinde yaptığı şeyler vardı. Yavaşça ilerleyip koltuğuna oturdu.

Kalp sancısı kötüydü. İnsanı yerden yere vururdu. Fiziksel olmayan bir sancı. İlacını bile bilinmez. Fakat o bunları bile geçmişti. Direkt kalbi yok olmuştu onun. Kalbi dediği varlık yok olmuştu. Onun kalbi yoktu. İşte bu en beteri ve en imkansızıydı. O zamanında da demişti. İmkansızdılar. Her türlü bir sebeple çiçek ve doktor imkansızdı.

Defterini açtı. Son sayfayı buldu ve kalemini alıp çizmeye başladı. En azından bunu yaparken acıları biraz olsun diniyordu. Onu, onun yüzünü, önceden bakışlarıyla ezberlediği o güzel suratını unutmamak istiyordu. Bu sebeple her gün onu çiziyordu. Her gün o sayfaların ardına bir İsveççe dörtlük daha ekliyordu.

En katlanabildiği anı yaşarken, onu çizerken oluşturduğu portreye doğru ses çıkarmadan zihninde fısıldadı. "Jag har gjort klart 14 anteckningsböcker, min blomma. Men jag har inte glömt dig." Ben 14 defter bitirdim çiçeğim. Yine de seni unutmadım.

Sadece en güzel şekilde onu çizmeye odaklandı. Bunca zamana kadar her çizdiğinde aklına gelen o an tekrar geldi. O huzurlu anları aklına geldi. Son geceleri aklına geldi. Ona yaslanışı, her zaman ki gibi film bitmeden kollarında uyuyuşu... O bu kadar yıl boyunca hep bu anlarını düşündü.

"Doğuş, ne hissediyorsun çizerken?"

"Bu, senin gerçek kimliğini yakalamaya çalışmak gibi bir şey. Her bir çizgiyle daha fazla seni bulmaya çalışıyorum."

"Ve sen bunu harika bir şekilde yapıyorsun."

Ona ilk, "Beni çizmek ister misin?" diye sorduğunda kalbi içeride bağırıyor gibi atmaya başlamıştı. Hayalini bile kuramadığı anı yaşamayı ona teklif etmişti. Ona onun gibi yaklaşmayı, onun dilinden yaklaşmayı, onu anlamayı teklif etmişti. Çok daha yakın olmayı, onun kaleminin altında olmayı istemişti. Manolya ondan bunu istedi, Doğuş ise ömrü boyunca onu çizdi.

Her detayına özen verdi çünkü o özeni hak ediyordu. Güzel sevgilisi her şeyin en özenlisini hak ediyordu. Mezar taşının da. Doğuş Çekici yine göz yaşlarını tutamadı. Her defterin, her sayfasında olduğu gibi bu sayfada da göz yaşı damlalarının izleri oluşmuştu.

Kimse Doğuş Çekici'yi böyle göremezdi. Tamamen yıkılmışlığın sembolüydü. Yavaş yavaş acele etmeden çizdi. Her detayı için özel zaman ayırdı. En kötüsü şuydu ki çok vakit vardı. Uyuyamıyordu. Sabahın köründe kalkıyor ve gecenin yarısına kadar yatamıyordu. Hele bugün hiç uyumamıştı. Evin içine kendini hapsetmiş gibiydi.

Doğuş ara vermeden sigara paketine uzandı. Bazı şeyler için de çok uğraşıyordu. Ama kader inatla ona pes ettirmiyordu. Parmakları yarısından fazlası bitmiş olan paketten bir dalı çıkardı. Ucunu yaktığı gibi dudakları arasına aldı. Zehirli dumandan derin bir şekilde içine çekip diğer eliyle de çizimine devam etti. O çizim yapmıyordu. O sadece solan çiçeğini kağıda döküyordu. O çiçeğini böyle ölümsüz kılıyordu. Bulduğu tek ölümsüzlük buydu.

Dumanı dudakları arasından dışarı bırakırken gözündeki yaşı silmedi. Gözlerine geldi. Her zaman ki yaptığı gibi tek rengi gözlerine verdi. Gözlerinin yeşili için saatlerini harcamaya hazırdı. Onun yüzünü unutmak ayrıydı, onun gözlerinin yeşim rengini unutmak ayrıydı. O

Bir dumanı daha fazla bir şekilde içine çekti. Son paketi buydu. Akşama dayanmayacağı için çıkıp yenisini almalıydı. Bunu çok takmadan önceliğini her zaman ki gibi defterdeki çizimin verdi.

Gözlerini ezberinde gibi çiziyordu. Kendini bile affetmiyordu, her gün ondan özür diliyordu. Onu kurtaramadığı için geçen her günde daha çok kendini suçluyordu. Kendine bir ceza vermiyordu o zaten cezasını yaşıyordu.

Doğuş Çekici yıllardır o mezara ayak basmadı. Değil ayak basmak, görmedi bile. O onun doktoruydu. Mezarına gidip üzerine toprak atan olmamalıydı. Mezarına çiçek diken olmamalıydı. Mezar taşında yazan ismiyle bakışmamalıydı. En son hatırladığı şey onun umut dolu, güvenen bakışlarıyken bu asla olmamalıydı. Bu ona ihanet olurdu. Bu en büyük kötülüğü olurdu. Bu çiçeğe katil olmak olurdu.

O günden beri ne evine dönmüştü. Ne mezarına gitmişti. Kendini bir türlü affedemiyordu. Arkadaşları ne derse desin onlarla bile sohbete girmiyordu. Hayata, aşka, kendisine, kadere, her şeye küsmüştü.

Saatlerce aklında canlanan onunla beraber resmi çizdi. En son sayfayı çevirip yazısını yazdı. Bu sefer dörtlük değildi. Yarım kalmış bir dörtlüktü. Sadece iki cümlesi olan yarım kalacak bir dörtlüktü. O gün bu gündü. Bu gün Doğuş Çekici'nin günüydü. Hayır, bugün doktorun ve Manolya çiçeğinin günüydü.

🌺

Bir paket sigarasını aldıktan sonra kasaya geçti. Kasadaki kasiyer ona bir bakış attıktan sonra hızlıca ürünleri geçirdi. Bakışı, kendisi, her şeyi yıkılmış görünüyordu ve bunu örtme ihtiyacı hissetmiyordu. Sadece görünüşüyle bile kasiyer ona acımıştı.

Doğuş parasını bıraktıktan sonra çıktı. Dışarıda ilerlemeye başladığında bakışları bir kitap kafeye kaydı. Hemen camın önündeki reyonlarda görünen kitaplar gözüne çarptı. Ayakları bedeninden ayrı bir şekilde oraya girip o reyonlara yürüdü. Son zamanların en satış alan popüler kitabı, Manolya Dinçer 'in kaleme aldığı, "Yıldızlarla Aramızda"

"Aramda" değil, "Aramızda" Kitabı böyle yayımladı. Ufak bir değişiklik yaparak yayımlamıştı. Çünkü bu aşk yıldızlar ve onların arasındaydı. Her zaman öyle kalacaktı. Madem "Manolya Kokusu" olmayacaktı, o halde "Yıldızlarla Aramızda" Onların izlerini taşıyacaktı.

Doğuş belki aylar, belki yıllar sonra yüzünde oluşan o gülümsemeyle bir sürü kitap arasından birini yavaşça eline aldı. Şu an uğraştığı tek şey buydu. Tek şu kitabı yükseltmekti. Hemen kapağında iki kişi vardı. Pek belli olmasa da birinin üzerinde doktor önlüğü vardı. Kimse onun doktor önlüğü olduğunu bilmezdi. Hemen karşısında hasta kıyafeti olan bir kadın. Çatıdalardı. Yukarlarında gözle görülebilecek milyonlarca yıldız. Onun çizimiydi bu.

Titreyen elleriyle kitabı kendine yaklaştırıp kalbine bastırdı. Onun oluşturduğu kelimeler vardı içinde. Onun isteği, onun hayali vardı orada.

Gelen şaşkın nidalarla başını yavaşça pek de merak etmediği sese çevirdi. Yan tarafındaki bir grup genç aralarında Doğuş'u işaret ediyor ve ellerindeki Yıldızlarla Aramızda'ya bakıyordu. Kitap aynı zamanda yazarının hikayesiyle de ünlenişti. Herkes hasta ve doktorun imkansız aşkını konuşmuştu. Şimdi onu burada görmek gençleri şaşırtmıştı.

Doğuş masumca kalbine bastırdığı kitabı bırakmadan reyonun önünden çıktı. Arkasından seslenilmesi onu durdurmuştu. "Bakar mısınız? Siz Doğuş Doktor musunuz?" Başka bir kızın sessiz gülüşü ve espri yapar gibi "Doğuş Çay." deyişi. Yanlarındaki bir erkeğin kızın kolundan tutarak, "Bırak zavallının yarasını deşme." deyişi. Belki de fazla özellerinin bilinmesine gerek yoktu.

Doğuş yarasına basılmış gibi hissetse de tepki vermeden onlara döndü. "Çok mu acınası geldi? Sadece kitabı okuyun ve konuşacağınız tek şey yazarın hayatı değil, başarısı olsun." Aralarındaki erkek olan alay eder gibi hafifçe güldü. "Ona değil zaten sana acıdık."

Kız hemen erkeğin kolunu tuttu. "Sen onun kim olduğunu biliyor musun? Doğuş Doktor o!" Doğuş'un bakışları onu tanıtan kıza döndü. "Doktor değilim." dedi net bir sesle. Doğuş Çekici o günden sonra istifasını vermiş ve mesleğini bırakmıştı.

Hem kaybettiği ilk hastası, hem kaybettiği en değerli hastasıydı. O günden sonra her şey bitmişti. Onu kurtaramadıktan sonra hiçbir şeyin anlamı yoktu. Tıbbın da, doktorluğun da.

Başka bir erkek Doğuş Çekici'yi görmenin şaşkınlığında olsa bile eğlenir gibi kısık sesle gülerek çaktırmadan arkadaşlarına döndü. "O değil de böyle biri nasıl bu kitabı yazmış acaba? Aşırı karamsar bir kitap." Ardından hemen ifadesizce bakan Doğuş'a bir bakış attı.

"Peki kitabımı imzalar mısınız?" diye heyecanla sordu kız. Bir yandan kitap ve kalemi uzatıyordu. Doğuş ağır ağır başını iki yana salladı. "Onu imzalaması gereken kişi ben değilim. O kitap hiçbir zaman imzalanmayacak." Kızın bakışlarında anlamsızlık oluşurken dönüp yanlarından uzaklaştı.

Canı yanıyordu. Onun varlığından bahsedilen, hissedilen her yerde canı yanıyordu. Ve kötü yanı artık buna alışıktı.

Kafede bir koltuğa oturup başını kitaba eğdi. Ezbere başlardan bir sayfa açtı. Kitabı o kadar çok okuyup bitirmişti ki her sayfasını ezbere biliyordu resmen. Sürekli tekrar tekrar okuyor ve onun kitabına eklediği her cümleye bir duygu, bir anlam, bir anı ekliyordu.

Bakışları ilk karşılaştığı sözünde gezindi.

"Her şeyin bir anlamı varmış gibi davranma, bazen hayat sadece anlamsız acıların birikimi olabilir."

Doğuş ezbere bir şekilde sayfaları çevirdi.

"Hayat, içinde kaybolduğumuz karanlık bir labirent gibi; umutsuzca dolaşıyoruz, ama çıkışı bir türlü bulamıyoruz."

Onunla tanışmamış olduğunu düşündüğü zamanlardan olmalı. Doğuş tekrar sayfaları çevirdi.

"Hayat her zaman gri, yalnızlık ise sonsuz bir karanlık gibi. Ne zaman umut ışığını arasam, gökyüzündeki yıldızlar bile beni terk ediyor gibi hissediyorum. Sonuçta gündüz yoklar, gece ortaya çıkıyorlar. Belki tek dostlarım, belki hiçbir şeyim."

Bu Hayal'in, Uzay'a söylediği bir sözdü. Uzay yine bir cevap vermiyordu kitapta. Uzay'a bir cevap ekleyen yine Doğuş oldu. Bu zihninden verilen bir cevaptı. "Aslında yaşadığım şeyin yalnızlık olduğunu onun acısını yaşayan birini görünce anladım. Yıldızlar senin dostundu ki yalnız olan bana da arkadaş oldu. Belki de hiçbir şeyimizdi. Sadece bizi bizim aramızda oldu. Sadece bize ortak oldu. Sonsuza kadar..."

Doğuş yine sayfaları çevirdi. Ve her bulduğu "Yıldızlarla Aramızda" kitabında çizdiği sözün altını yine bir kalem bulup çizdi. Kimin olduğu umurunda bile olmadan çizerdi sözü. Sonuçta o en nihayetinde Manolya Dinçer'e aitti. Kim üzerine para vermiş olur olsun bu eserin sahibi değildi. Kim parasını vermiş olursa olsun her kitapta o söz onunu için çizili olacaktı. Onu hayata bağlayan söz çizili olacaktı.

"Gökyüzü zeytin yeşili, boş ver nedenini. Yüzümde gülümseme, kalbim ise sessiz çığlıklarla konuşur onun için."

Televizyon kanalından gelen sesle dikkati dağıldı. Kitabı kapatıp başını başlamasını beklediği programı izlemek için kaldırdı. Herkes merakla televizyona bakarken Doğuş amacına ulaştığından emin olmak için biraz daha sabretmek istedi. Beş yıl beklemesine değsin istedi.

Program açıldı. Bütün parasını, bütün servetini bunun üstüne harcadı. Manolya Dinçer'in kitabı her dilde en iyi yayınevlerinde çevrilecek insanlara sunulacaktı. Ulusal programda kitaptan, yazardan bahsedilecekti. Kitabı dünyaya yayılmıştı.

Bakışları televizyonda gezinirken bunca zaman sonra onu tek hoşnut eden şey hedefine ulaşmak oldu. Manolya Dinçer'in kitabı birçok ülkede en çok okunan listesine girmişti. Herkes konuşuyordu. Herkes onu, hayatını, kitabını, biricik aşkını konuşuyordu.

Konuşan kişiler onun hayatını anlatmaya başladılar. Herkes cümlelerin merakla Türkçe dublajını dinliyordu. "Manolya Dinçer, 2000 yılında dünyaya gelmiş, annesini doğumda kaybetmiş ve yetimhanede büyümüştür. Yaşadığı zorlu dönemleri bir şekilde atlatmış ve İstanbul Üniversitesinde Edebiyat bölümünü okurken, zamanında bilinmeyen birinden aldığı ilhamla yazmaya başlamıştır. Aynı zamanda yalnızlığıyla bilinen Manolya Dinçer, kötü bir ölümcül hastalığa yakalanmıştır. Hastalığı sürecinde komşusu olan doktoruna aşık olmuştur. Bu kötü hastalıktan son anda sağ kurtulamayan Manolya Dinçer hayatını, 2022 yılının, 7 Eylül tarihinde, saat 13.05'de kaybetmiştir. Kitabın son sahnesi doktor sevgilisi tarafından yazılmıştır. Doktor sevgilisi onun için kitabı her dilde bastırmıştır."

Islak bakışları hala ekrandaydı. Konuşmadığı halde sesi titriyor ve durmadan dizini titretiyordu. Televizyon ekranına onun fotoğrafları çıktı. Hepsi de kendisinin çektiği fotoğraflardı. Gözlerini dolduran şey o fotoğraflar olmuştu. Güzel çiçeğinin o mutlu, umutlu gülüşü olmuştu. Umutla kameraya değil aslında kendisine bakışı olmuştu. Dudaklarını oynatarak sessizce fısıldadı. "Özür dilerim, min blomma. Çok özür dilerim..."

Manolya Dinçer artık hep dediği gibi dünyalarca ünlü bir yazardı. Hayallerindeki gibiydi. Doğuş Çekici her şeyini verme pahasına onun için bunu yapmıştı.

Reklamlar araya girince oturduğu yerden kalktı. Kalktığı an fark etmişti. Etrafta büyük bir sessizlik oluşmuştu. Herkes ona bakıyordu. Doğuş dolu gözleriyle demin konuştuğu gençlere ve ona bakan diğer insanlara baktı.

Boş bakışlarının ardından hızlıca adımlarla elindeki kitabı bırakmadan dışarı çıktı. Paketinden bir dal çıkarıp hızlıca yaktı. Dalı dudaklarının arasında yerleştirip zehirli bir dumanı bile bile içine çekti. Bakışları bir yandan kitaptaydı.

Attığı her yerde onun hatıralarıyla boğuşuyordu. Elleri titriyordu, adeta sevdiği kadının yokluğunu hissetmekten kaynaklanan bir çaresizlikle doluydu.

Dışarı adım attığında soğuk rüzgar, yüzündeki hüzün izlerini daha da belirginleştiriyordu. Gökyüzü, bulutlarla kaplı ve griydi, sanki doğanın da onun içsel fırtınasına eşlik etmeye hazırlandığı bir an gibiydi.

Elindeki dal, hızla yanarak etrafına yayılan dumanın içinde bir huzur aracı gibiydi. Alevler, gözlerindeki boşluğu, sevgilisinin ardında bıraktığı acıyı bir nebze olsun unutturmaya çalışıyordu. Fakat içine çektiği duman, zehirli bir hüzünle dolu, kasvetli bir içsel yolculuğa dönüşüyordu.

Kitap, hala elindeydi. Gözleri sayfaların arasında dolaşıyor gibi görünse de, aslında sevdiği kadının hatıralarıyla dolu bir geçmişe dalıyordu. Kitap, onun için bir tür zaman makinesiydi, geçmişte kaybolup gitmiş anıları canlandırıyordu.

Her zaman böyleydi. Yıllarca anıları arasında boğulup giderdi. Yıllardır onu anıları sarmalardı. Anıları göz önüne gelip dururdu. Her gün gözlerini doldururdu o anılar. Koskoca Doğuş Çekici'yi bile sulu göze çevirmişti bu kader.

Bu gün o gündü. Bu gün 7 Eylül'dü. Yıllardır beklediği andı. Hedef tamamlanmıştı. Sevgilisi bu dünyadan gitse bile hala adı bu dünyada yankılanıyordu. Ve bunun tek sebebi oydu. Bunu yapan kendisiydi.

Şimdi kurtulma zamanı geliyordu. Bu beş yıldan fazla geçen süre ona bir asır gibiydi. Nasıl zaman akar bilmezdi. Nasıl yaşayacağını, nasıl sabredeceğini bilmezdi. Gün geçtikçe hep çöktü. Yaşayan fakat bir ölü gibi çürüyen varlığa dönüştü.

Şimdi başarmıştı. Onun adına ilk kez bir şeyi tamamıyla başarmıştı. Artık sıra kendisine gelecekti. Sabretme zamanı bitmişti.

🌺

Gün daha bitmemişti. Daha yapacak şeyler vardı. Doğuş için bu çok zor olsa da artık sonundaydı her şeyin. Bu yüzden daha kolay geliyordu. Kendini bir şekilde yatıştırmaya çalışıyordu. O günden sonra yıllarca Yaşam Hastanesinin önünden bile geçmemişti. Şimdi tam anlamıyla Yaşam hastanesinin önünde duruyordu.

Gözleri hüzünle dolu, yorgun bir ifadeye bürünmüştü. Soğuk rüzgar, yüzüne çarpan yaşları savuruyordu. Yaşam Hastanesi'nin soğuk beton duvarları, onun içsel çalkantılarına tercüman oluyormuş gibi duruyordu.

Elleri titreyerek cebinden bir sigara çıkardı. Titreyen elleriyle sigarayı yakarken, dudakları arasından yükselen duman, hayatın acı gerçeklerini anımsatıyordu. Gözleriyle binanın girişine odaklandı, içeri adım atmak istemese de adım atmak zorundaydı.

Sigaradan büyük bir dumanı daha ciğerlerine doldurdu. Kapıya varmadan kendini zehirlemek ister gibi durmaksızın çektiği dumanı dışarı verip, tekrar içine çekti. Otomatik kapılar ona açılınca içeri girdiği gibi söndürüp çöp kutusuna attı.

Bakışları tanıdığı güvenliklere kaydı. Güvenlikler ona şaşkınlıkla bakıyordu. Yıllardır burada çalışıyorlardı demek ki. Onu gören danışman Sultan ve Süleyman da hala ayrılmamıştı görünüşe göre. İrileşen gözleriyle eski hocalarına bakıyorlardı.

İlk adımını attığında, o günleri hatırlamak istememesine rağmen, her adımı geçmişin derinliklerine götürüyordu. Koridorun sonunda, yaşam ve ölüm arasındaki ince çizgide duran yere geldi. Acil girişi.

İlk karşılaştıkları, yıllar sonra tekrar karşılaştıkları ve son anlarını yaşadıkları yer. Bakışları hep orada olan her anlarına eşlik eden yatakta gezindi. O hep o yataktaydı. Sanki ruhu daha o yatakta uzanıyordu.

Hayatını kaybettiği yatak, hüzün ve boşlukla dolu bir izlenim bırakıyordu. Etrafta duran tıbbi cihazların sessizliği, bir zamanlar dolu dolu yaşanan anıları çağrıştırıyordu.

Yatağın yanına kadar yavaşça ilerledi. Yatağın kenarına oturduğunda, elleriyle yüzünü kapattı. O an, geçmişin acı hatıralarıyla yüzleşme vaktiydi. Sevgilisinin kaybı, onun için bir yıkım olmuştu. Bu inkar edilemezdi.

Ellerini yüzünden çekip yavaşça yatağa eğildi. Sanki orada bir koku kalmış gibi yatağın boş yastığını kokladı. Koku yoktu fakat zihin gücü sanki ona kokuyu duydurmuş gibiydi. Gözünden akan bir damla yaş yavaşça süzüldü.

Gelen ayak sesleriyle omzu üstünden arkasına döndü. Perde anında açıldı. Arkadaşları koşarcasına yanına gelmişti. Geldiğini öğrenir öğrenmez toplanmışlardı. Bayar'ın ve Esma'nın onu gördüğü an gözleri dolmuştu. "Hocam!"

Doğuş yavaşça yataktan kalkıp onlara döndü. Fatih dolmakta olan gözleriyle anında Doğuş'a sarıldı. "Kardeşim!" Diğerleri de dayanamayıp sarıldılar. Gümüş bile sarılmaktan hoşlanmadığı halde sarılmıştı. Gümüş, Fatih, Bayar, Esma, Arat ve Eylül. Arkada duran, Atakan, Evren, Fersah, Ağan, Döndü, Ufuk, Kenan hoca da vardı.

Onlar geri çekilince bakışlar Doğuş'ta gezindi. Onların aksine yıkılmış bir görüntüsü vardı. Bu fark edilmeyecek bir şey değildi. Doğuş'un bakışları tek tek onlarda gezindi. Esma ve Fatih'in ellerinde alyanslar vardı. Esma'nın karnı belirgindi. Hamile olmalıydı. Bu durumdan dolayı da aşırı duygusaldı ve şu anda da gözlerinden yaşlar dökülüyordu.

Arat ve Eylül yan yanaydı. Arat'ın kulağına kadar uzunluğu olan saçları kısalmıştı. Daha ciddi bir görüntüsü vardı. Önceden kulağından eksik olmayan küpeleri de artık yoktu. Mavi gözleriyle özlemle Doğuş'a bakıyordu. Eylül de pek değişiklik yoktu. Parmağındaki tektaş dışında. Artı olarak Arat onu belinden tutuyordu. Evlilik yoluna girmişlerdi. Arat en sonunda aşkı, boşta kalınca kendi asistanı yaptığı Eylül de bulmuştu.

Bayar ve Gümüş'ün hemen yanlarında üzerinde Fenerbahçe forması olan bir erkek çocuğu vardı. Onun kanından olmasa da Bayar'a benziyordu. Formanın arkasında yazan isme göre adı Alex'di. Hayır, tam olarak, Demir Alex Akbaş'dı.

Hepsi için mutlu bir son vardı. Doğuş ve Manolya sadece hayatlarındaki kötü bir detaydı.

Belki de aylar arasından yaşadıkları en kötü anı onun hastaneye bu halde gelişi olacaktı. Bakışları git gide hüzne boğuldu. Arkadaşları gözle görülür bir şekilde çökmüştü. Bir zamanlar bütün havasıyla hastanenin koridorlarında, hastanenin en iyi doktoru olarak dolanan Doğuş Çekici şimdi acınacak biri olarak dolanıyordu.

Fatih elini ağzına yerleştirerek zar zor derin bir nefes aldı. "Neden bizimle hiç konuşmadın?" diye sordu dolu gözleriyle. Doğuş bir cevap vermeden elindeki kitaba bakmaya devam etti. Yavaşça uzanıp kitabı yatağın tam ortasına, zamanında onun uzandığı yere bıraktı. Herkesin bakışları kitaba kaydı.

"Doğuş Çekici... Yine hırslı Doğuş Çekici. Takip ediyorum. Gerçekten onun hatırına çok hoş bir şey yaptın." dedi Kenan Başhekim sessizliğini bozarak. O da üzülüyordu. Onu bu halde görmek hepsini üzüyordu.

"Çok kalmayacağım." diye mırıldandı Doğuş. Bayar gözlerini silip ona doğru bir adım attı. "Seni ne kadar özledik biz." Doğuş'un bakışları sadece Bayar'la Gümüş'ün sahiplendiği çocukta gezindi. Çocuk kara gözlerini dikmiş merakla Doğuş'a bakıyordu.

Bakışlarını tekrar başkasına çevirdi. Bu bakışların sahibi Arat'tı. Arat sertçe yutkunurken acıyla gülümsedi. "Böyle mi olacaktı be Doğuş? Çık gel tekrar. Hala senin için yerimiz var." Doğuş sadece boş boş baktı. Araya bir öksürük girdi. Doğuş'un bakışları bu sefer öksürüğün sahibi olan Ufuk'a çevrildi. "Sensiz hastanenin en iyi doktoru olmanın anlamı yok. Bence de çıkıp gelmelisin. Odan da senin gibi çok sıkıcıymış." diye mırıldandı.

Doğuş başını iki yana salladı. "Bu mümkün değil." Fatih ısrarla kolunu tuttu. "Lütfen Doğuş... Bak bugün bizim için de önemli gün. 7 Eylül. Hepimiz mezarlığa gideceğiz birazdan. Sende gel bizle? Sen hiç onun mezarına gitmedin. Her şeyi yaptın ama bunu yapmadın."

Bunu düşünmek bile ona acı gelmişti. Fakat o zaten bunun için de buraya gelmişti. Başını yavaş yavaş salladığı sırada Bayar sessizce konuştu. "Ayak ucuna geçince ölü olan kişi görürmüş derler." Bakışları anında ona kaydı. "Gerçekten mi?" diye sordu. Bayar başını salladı. "Öyle derler genelde."

Başımı hızlıca salladım. "Tamam, gelirim." Her ne kadar zor olsa da, yapacaktı. Zaten yolun sonundaydı. Bir kere olsun yapacaktı. Fatih heyecanla başını salladı. "Tamam. Mezarlığa gidelim o zaman!"

Doğuş'un bakışları diğerlerine kaydı. Döndü'yle göz göze geldiği an Döndü ona yaklaşıp sarıldı. Tek tek Fersah'la, Atakan'la, Ağan'la, Evren'le sarıldı. En son Kenan Başhekimle sarılmışlardı. Kenan Başhekim iki kere sırtına vurdu. "Sen dayanırsın Doğuş. Güçlü adamsın."

Yana adım attığında ona bakan Ufuk'la karşı karşıya gelmiş oldular. Doğuş hiçbir harekette bulunmadan ona bakarken Ufuk bir anda sıkıca ona sarıldı. Doğuş buna şaşırmadı bile. Hayatında bu tepkilere yer bile kalmamıştı. Ufuk kulağına doğru fısıldamaya başladı. "Senden nefret ediyorum. Hala ediyorum..."

Doğuş bir şey demedi. Ufuk tekrar fısıldadı. "Hayatımı mahvettin. Çocukluğumdan beri seninle bir savaşta oldum. Şu anda yokluğundan dolayı hayattan keyif alamıyorum. Beni bu hale getiren sensin. Bu acıyı çekmene üzülmemin tek sebebi kendimim. Keşke acı çekemeseydin de bende hayattan zevk alsaydım." Doğuş geri çekilince aralarında anlamsız bir bakışma geçti. Doğuş sözlerini umursamamıştı bile. Bu hayatta umursadığı şeyler çok azdı.

Arkadaşları tekrar ona sarıldılar. Bunca yıl içinde hep onu özlemiş görünüyorlardı. Bir anda geldiğinin haberini alınca heyecanla acile koşmuşlardı. Şimdi de onu hep yanlarında istiyorlardı. Ta ki arkadaşları eskisi gibi değildi. Hiçbir şey eskisi gibi değildi.

Doğuş sadece onlarla beraber gitmeyi bekledi. İçindeki acıyı çekerek veya aşarak oraya gitmeyi, mezarında ayak ucunda durup onu görmesini istedi. Hangi yüzle gideceğini bilmese de bugün bunları yapmak zorundaydı.

🌺

Fatih arabada hiç susmuyordu. "Bak Doğuş dönmelisin. Senden sonra, aynı hastalıktan bir kişi 'Manolya' tedavisiyle iyileşti." Doğuş'un bakışları Fatih'e kaydı. "İyileşti mi?" diye mırıldandı kısıkça. Fatih onaylarcasına başını salladı. "İyileşti."

O tedaviyi çiçeği için bulmuştu, fakat onun dışında ki herkese yaramıştı tedavi. O tedaviyle iyileşen kişinin sevdiği mutluydu. "Fakat üzülen bendim. Üzülmemesi gereken ben olmalıydım. Ölmemesi gereken sevgilim olmalıydı." diye düşündü.

"Bunları yarın konuşalım Fatih." dedi bile bile. Fatih anında ışıldayan gözleriyle Doğuş'a döndü. "Gerçekten mi? Yani kalacaksın ve bir şans vereceksin? Tamam Doğuş! Yarın konuşalım o halde!" dedi heyecanla. Doğuş sadece başını salladı. "Yarın evime gelirsin."

"Eski evine mi?" diye sordu Arat kaşlarını kaldırarak. Doğuş tekrar boş ifadesiyle başını salladı. "Kim geliyorsa gelsin." dedi umursamaz bir sesle. Yüzlerindeki ifade usulca solsa da tek kelime etmediler. Zamanında onları hep kovardı. Şimdi umursamıyordu bile.

Yetişince tek tek arabadan indiler. Doğuş'un korkulu bakışları mezarlıklarda gezindi. Hangisinin çiçeğine ait olduğunu bilmiyordu. Kalbine bir ağırlık çökmüştü. Kendini büyük bir acıya hazırladı. Bunca mezarlıkların, toprakların birinin altında yatıyordu bedeni. Belki çoktan çürümüş olan bedeni.

Fatih onun kolundan tutup yönlendirdiğinde diğerleri de arkasından geldi. Doğuş Çekici sevgilisinin mezarının nerede olduğunu bile bilmiyordu. Bilemezdi. Çok güvendiği doktoru şimdi mezarına geliyordu. Bu en acı veren şeydi. Kaldırmaya gücü bile kalmamıştı artık.

Yabancı mezarları geçerken bakışları utançla mezar taşlarındaki isimleri okuyordu. Mezarların arasından uzaklaştılar. Doğuş'un kalbi deli gibi çarpıyordu. Buna hazır değildi ama hazır olmak zorundaydı. Kalbini kontrol etmek zorundaydı. Çaresizce bunu yapmak zorundaydı. Tam şu anda canının alınmasını istedi. Hep istediği gibi.

Bir süre ilerledikten sonra ayrı bir tarafa özel yapılmış mezarın önüne geldiler. Etrafı Manolya çiçekleriyle kaplıydı. Bunlar Doğuş'un apartmanın arkasına diktirdiği küçük ağaçlardı. Mezarı çiçek doluydu. Hemen taşında, "Manolya Dinçer" yazıyordu. Altında ise ölüm tarihi vardı. Kalbinin durduğunu hissetti. Onunla beraber yok olan kalbinin uzun bir süre durduğunu hissetti.

Burada sadece onlar yoktu. 7 Eylül'ün sebebiyle gelen bir adet Volkan da vardı. Volkan başlarda çok ağlasa, çok üzülse de zamanla alışmıştı. Ve düzenli olarak 7 Eylül'lerdi arkadaşını görmeye gelirdi. Ayrıca Volkan okulunu bitirmiş emekli olan babasının şirketini yönetmeye başlamıştı.

Ve yanında Fuzuli Burak Saydam vardı. Bakışları şaşkınca yıllardır görmediği Doğuş'taydı. O da her ne kadar Manolya'ya ölümünün ona bir şey hissettirmeyeceğini söylese de öldüğünü öğrendiğinde odasına kapanıp saatlerce kendisinde bulunan resimlerine bakarak ağlamıştı. Cenazesine katılmayı da ihmal etmemişti. Bu yıllar arasında en sık geldiği yer olmuştu. İki üç günde bir mezarına gelir, kitap okur, kitap yazardı. Bazen saatlerce mezar taşıyla bakışırdı.

Fakat son bir yıl onu asla yalnız bırakmayan ve onu anlamak için her şeyini veren Firdevs'i fark etmişti. Tamamen evlenmek için evlenmişti onunla. Firdevs'le normal bir ilişkileri vardı. Firdevs eskisi gibi değildi. Her ne kadar aralarında ne geçerse geçsin öldüğünü öğrendiğinde ağlamış ve üzülmüştü. Burak, Firdevs'le evlenince bu ziyaretlerini fazlasıyla azaltmıştı. Kendine bir hayat kurmaya çalışmıştı. Fakat yine de hayatının bir kısmını yoğun bir şekilde kaplayan Manolya'yı tamamen unutması zordu. Burak, okulu bitince Edebiyat öğretmeni olmayı tercih etmişti. Okulun sessiz ve sadece ders anlatıp sınıfı terk eden gizemli öğretmeniydi. Firdevs de onun için aynı okulda edebiyat öğretmenliği yapıyordu.

Doğuş ayak ucuna geçip orada çöküp toprakla oynamaya başladı. Gözleri doluyordu. "Özür dilerim..." diye fısıldadı bir kere. "Çok özür dilerim sevgilim... Kurtaramadım seni... Yaşatamadım çiçeğimi..."

Doğuş gözlerinden dökülen yaşları görenleri umursamadan hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Yine sessizdi hıçkırıkları. İçine kaçmış gibi çıkan hıçkırıklarıyla sessizce titredi. Toprağını sıktı ve mahvolan ifadesiyle sanki Manolya onu görüyormuş gibi toprağa baktı. Onu gördüğünü umuyordu. "Jag fyllde till och med 36 men du är fortfarande 22 år gammal..." Ben 36 yaşına bile girdim ama sen hala 22 yaşındasın.

Başını eğdi ve toprağını okşamaya devam etti. Kumral, ipek gibi olan saçlarını okşar gibi toprağını okşadı. "Jag är ledsen mitt hjärta. Förlåt mig inte. För inte ens jag förlåtit mig själv." Üzgünüm kalbim. Beni affetme. Çünkü ben bile kendimi affetmedim.

İsveççe konuşuyordu. Çünkü Manolya'ya dediği gibi aralarındaki bağı güçlendiriyordu. Ona özeldi. O onu bu dile yönlendiriyordu. Onu İsveççeye yönlendiren tek şey Manolya'sıydı. Ona özeldi. Sadece o hissetsin, sadece onunla aralarında olsun. Bir şey olsun ve sadece onlara özel olsun. Bu bir dil olsa bile. Doğuş için İsveççenin yeri ayrıydı. Tıpkı Manolya gibi.

Başını toprağa yaslayarak metrelerce alttaki sevdiği kadını hissetmeye çalıştı. Belki de kemiklerine kadar çürümüş olan kadını hissetmeye çalıştı. Gözlerini kapattı ve akan yaşları serbest bıraktı. Umarım gerçekten onu görüyordur diye umdu. "Sana yaşattığım kırgınlıklar varsa özür dilerim. Kalbimsin sen benim. Yokum ben sensiz. Hastam olarak, komşum olarak hayatıma girdin. Sadece hayatıma girmedin, geldin ve hayatım oldun. Fethettin Doğuş Çekici'yi."

Herkes susmuş ve sadece Doğuş Çekici'yi sessizce izliyordu. Ağlayanlar yine vardı tabi ki. Mesela Esma. Eli karnında bir şekilde başını kocası Fatih'in koluna yaslayarak ağlıyordu. Arat, yeni evlenme teklifi ettiği sözlüsü Eylül'ü kolu altına almış dolu gözleriyle mezara bakıyordu. Eylül de ondan eksik değil, fazlaydı.

Doğuş'un hıçkıra hıçkıra ağlaması mezarlık atmosferini daha da yüklü hale getiriyordu. Toprakla oynamak, sanki sevgilisinin bedenine dokunuyormuş gibi bir bağ kurmaya çalışıyordu. Parmakları arasında kayan toprak, ona acısını hissettiriyordu, ancak aynı zamanda Manolya'ya olan sevgisinin bir ifadesi gibiydi.

Doğuş Çekici hayatı boyunca en çok bu gün utanmıştı. Manolya Dinçer yine ve her zaman ki gibi Doğuş Çekici'yi utandıran tek kişiydi. Bu sefer tatlı değildi. Bu sefer utancı onu kurtaramadığı içindi. Bu sefer ki utancı onca verdiği sözden sonra bu mezarda yatıyor oluşuydu. Her ne kadar erken bir ölüm olsa da, elinden geleni yapsa da düşüncesi daha erken bulabileceği yönündeydi.

Doğuş, Manolya'ya yönelik duygusal itiraflarına devam etti. Sevgilisine yaşattığı kırgınlıklar için özür dilerken, onun hayatındaki önemini ve nasıl fethedildiğini dile getiriyordu. Her kelime, içsel bir çöküntüyle ve sevgi dolu bir hüzünle yankılanıyordu.

Mezarlık, bu trajik sahnede adeta donmuş gibiydi. Herkes, Doğuş'un duygusal patlamasını izlerken, kendi iç dünyalarında da geçmişlerine dair hatıralarıyla yüzleşiyorlardı. Sessizlik, bu duygusal anın ağırlığını artırıyor, her birinin kendi hayatının kırık parçalarına dokunuyordu.

Doğuş, mezarlığın sessizliğinde uzun bir an durdu. Gözyaşlarından arınmış bir şekilde, yavaşça ayağa kalktı. Yüzünde bir hüzün, bir kabullenme vardı. Duygusal anlarını paylaşmanın ardından, çevresindeki insanlara bir bakış attı. Herkes, onun içsel yolculuğunu saygıyla karşılıyordu.

Fatih, karısının yanına giderek onu sarstı ve birlikte sessizce arabalarına doğru uzaklaştılar. Arat ve Eylül, birbirlerine destek olup, Doğuş'un yanından geçerken ona minnettar ve özlemli bir bakışla baktılar.

Doğuş, Manolya'nın mezarına bir kez daha baktı. "Seni seviyorum. Bende seni ömrüm boyunca sevmiş olacağım. Söz..." dedi sessizce, rüzgarın uğultusuyla kaybolan sözleriyle. Mezarlık, onun ardından sessizliğe gömüldü.

O an, herkes için unutulmaz bir anı olarak kalacaktı. Doğuş, sevgilisinin kaybını kabullenmiş ve ona olan sevgisini mezarlık toprağına bırakmıştı. Ancak bu aynı zamanda, yaşamın ve sevginin karmaşıklığını anlama ve kabul etme sürecinin bir parçasıydı.

Mezarlık, sessizliği içine çekti. Rüzgar, ağaçların dallarını sallayarak, yaprakları hafifçe savurarak, bu duygusal anın ardında kalan izleri taşıdı. Herkes, kendi yollarında, yaşamın getirdiği zorluklarla başa çıkmaya çalışacak ve sevdikleri kaybettiklerinde onları hatırlayacaklardı. Ancak o an, Doğuş'un ve Manolya'nın hikayesinin bir dönüm noktasıydı.

🌺

Bir zorluk daha vardı fakat bu sefer gerçekten yolun sonuydu. Doğuş'un bakışları yedi katlı, Solmaz apartmanındaydı. Beşinci katında daire sahibi olduğu apartmandı. Altıncı katında sevdiği kadının olduğu apartmandı. Yedinci katında onun hep yanında olan teyzesinin olduğu apartmandı.

Doğuş bunca zamanın yorgunluğunu taşıyan adımlarını apartmana attı. Apartmanda oluşan birçok anı gözünün önünde canlanırken dudaklarını birbirine bastırdı. Merdivenlerden çıkabilirdi ama o bu sefer asansörü tercih etti. Asansördeki onunla beraber onca oluşan anılarının hatırına son kez asansöre binecekti.

Tuşa basarken onun gözleri gözlerimin önüne geldi. İlk kez burada sormuştu. Tamı tamına burada iki kere dibime kadar girerek hangimizin gözlerinin daha güzel olduğunu sormuştu.

Asansörün kapıları kapanırken gözlerimi yumarak derin bir nefes aldı. Ona bir ara burada fazlasıyla yaklaşmıştı. Öpmek istiyordu. Dudaklarına yapışmak, kendisini ve onu vuslata erdirmek istiyordu, ama kendisine karşı aldığı kararları, kuralları buna izin vermemişti. Manolya onun bu inadına her zaman ki gibi kızıp, gözleri tam tersini söylediği halde onu öpmek istemediğini söyleyip gitmişti. Keşke o zaman doya doya öpseymişim diye düşündü. Kader onları ayırana dek dudaklarını onun dudaklarından ayırmamak istediğini hissetti. Özlemişti. Son yıllarında hep onu özlemişti.

Apartmanın önünde, araba park halindeyken de yakınlaşmışlardı. Yine öpecek kadar yaklaşıp öpmemişti. Öpememişti. O zaman da keşke öpseymişim diye düşündü. Onunla yakınlaştığı her an keşke diye düşündü. Ona iyice doymak istediğini düşündü.

Doğuş, asansörden çıkarken Solmaz apartmanının koridorlarında geçmişin hayaletlerini hissetti. Her adım, yılların yorgunluğunu taşıyan bir hikayenin parçasıydı.

Onun geldiğini bir şekil öğrenen teyzesi sabredemeyip merdivenlerden inmiş ve hemen onu karşılamıştı. Doğru dürüst bakmadan bile sıkıca boynuna sarılmış, kokusunu içine çekmişti. "Oğlum benim! Teyzesinin bir tanesi!" dedi onu sıkıca sarmalarken.

Geri çekildiğinde teyzesi onu inceledi. İnceledikçe ifadesi soldu. Çünkü yeğeni çok da harika görünmüyordu. Zaten böyle de bir beklentisi yoktu. Fakat bu kadarını da beklemiyordu. Yılların arından bir düzelme olmuştur diye düşünmüştü. "İyi misin oğlum?" diye fısıldadı yeğenin kızarık gözlerine bakarken. Bu kırmızı gözleri en son annesi öldüğü gün görmüştü. Bir daha da görmemişti. Ta ki şu ana kadar.

"Teyze, yalnız kalmak istiyorum." Teyzesi solan ifadesiyle başını salladı. "Sıkmayacağım ben, fakat acıkınca gel olur mu? Sen yemek yapmazsın şimdi orada. Dolap falan da boş..." diye mırıldandı yeğenini düşünerek. "İhtiyacım yok. Ama acıkırsam gelirim." diye mırıldandı bitkin bir sesle.

Teyzesi, uzanıp Doğuş'un yanağını sevdi. "Tamam oğlum. Ben hep yanındayım tamam mı? Seni sıkmak istemiyorum diye çok şey yapmıyorum..." Doğuş sadece başını salladığında arkasını dönmeden asansöre doğru isteksiz adımlar atmaya başladı. "Eğer ki bir şeye ihtiyacın olursa hemen iki üstteyim." Doğuş tekrar başını salladı. "Hiç olmadı bana sarılırsın. Sen annen öldüğün de de bana sarılırdın." Doğuş yine sadece başını salladı. Menekşe teyze açılan asansörün kapılarından içeri girdi. Ama gönlü ve aklı hala Doğuş'taydı.

Adımlarını daireye doğru atarken kalp atışının yükseldiğini hissetti. Artık beklediği zaman geliyordu. Dairenin kapısına geldiğinde, anahtarını çıkardı. Ev o günden sonra üst kat da Manolya Dinçer'den başka kimseye kiraya verilmemişti. Ev hala sahibini bekliyordu. Doğuş gibi gelmesi imkansız olan kadını bekliyordu.

Tam bu anda o heyecanını hatırladı. Çok mutluydu. Protokol vardı. Sonsuza kadar mutlu olacaklardı. Daha doğrusu o buna inanmıştı. Ve o günden sonra bir daha bu eve anahtar sokup girmemişti.

İçeri girdiğinde, geçmişin hatıraları hemen karşıladı onu. Daire, onun ve Manolya'sının birlikte yaşadığı, aşkın ve hüznün iç içe geçtiği bir mekan haline gelmişti. Her eşya, her köşe, onlara dair anıları hatırlatıyordu.

Elindeki köpek çantasını yere bıraktığında yıllarca onunla beraber olan ve git gide büyüyen, aralarındaki bağ iyice kuvvetlenmiş olan Erik dışarı çıktı. O da sanki bir anlam ifade ediyormuş gibi, bu evi hatırlamış gibi yavaş adımlarla gezerek etrafta bakışlarını etrafta gezdirdi.

Bakışları eşyalı evin içinde gezindikçe aklına o gün geldi. İstemsizce hemen yatak odasının kapısına döndü. Orada baygın bir halde bulmuştu onu. Ayakkabıların çıkarınca kapıyı arkadan kapatmadı. Küçük bir aralık bırakıp evin içine girdi.

Salona adım attığında, bir zamanlar birlikte izledikleri filmleri düşündü. Koltukta yan yana oturup, birbirlerine sarılıp güldükleri, orada otururken yaşadıklarını hatırladı. Sevgilisinin favori kitapları raflarda duruyordu, sanki o hala oradaymış gibi.

Doğuş, masada birlikte yemek yedikleri anları düşündü. Manolya'nın hazırladığı yemeklerin o yanık lezzeti hala damaklarında taze gibiydi. Bu ev, onların paylaştığı birçok anının, gülüşün, huzurun yankılandığı yerdi.

Yatak odasına geçerken, yatağın üzerinde bir zamanlar birlikte uyudukları anılar canlandı gözlerinde. Odayı dolduran sessizlik, onun içsel dünyasında yankılanan sevgi ve kayıp duygularını daha da derinleştirdi.

Bakışları yere kaydı. Oda topluydu. O günden sonra teyzesi burada kırılan parfüm şişesini kaldırıp evi tertemiz olacak şekilde temizlemişti. Bakışları yerdeyken sanki o hala yerde yatıyormuş gibi hissetti. O an aklında canlandı. Bir anda bütün mutluluğunun yok oluş anı.

O odaya girince Erik de içeri girdi. Doğuş kapıyı kapattı. Erik'in misafir geldiği an girdiği odaydı burası. O sakince bir köşede oturup Doğuş'u izledi. Yavaş ve hayatı boyunca üzerine yüklenen bütün yüklerin halsizliğiyle birkaç adım atıp zamanında, onun için odasına almış olduğu makyaj masasının üzerinde duran torbaya baktı. En köşede onun adı yazıyordu.

Torbayı korkarak eline aldı. Titreyen elleriyle dışını kısaca inceledi. Nefesi bile titrerken yavaşça torbanın ağzını açtı. İçindekileri yavaşça makyaj masasına döktüğünde o masaya çarpan şeylerin sesi kulağında yankılandı. Bakışları telefonda gezindi. Telefonu ve eskimiş fakat çok da eski durmayan bir kağıt vardı.

Doğuş titreyen eliyle telefonu aldı. Korkak bakışları telefonun kararmış ekranındaydı. Kilit tuşuna bastığında ekranda Kar'ın ve kendisinin olduğu, onun çektiği bir fotoğraf belirdi. Kocaman gülümsemesiyle kucağındaki Kar'la beraber ekrana bakıyordu. Doğuş'un anında gözleri dolmaya başladı. Özlemle yıllar önce bu evde dolaşan, ekrandaki kadına baktı.

Parmağını ekranda oynatmasıyla kilit kısmı açıldı. Doğuş'un boğazından hüzün dolu bir hırıltı çıkarken titreyen parmağıyla bildiği şifresini girdi. "2231" Şifresini değiştirirken ne yapacağını bilmeyince ikisinin yaşını yapmıştı. Ekran kilidi açılınca bu sefer arka ekranda Doğuş'un fotoğrafı çıkmıştı. Onun için kek yaptığı gün üstü çıplakken zorla ona giydirdiği önlük üzerindeyken çektiği fotoğrafı vardı.

Doğuş gözünden dökülen yaşlarla bir kere hıçkırdı. Son girilen uygulamaya baktığında mesaj uygulamasını gördü. Merakla hemen ona girdi. Yarım kalmış gönderilmemiş bir mesaj vardı.

"Boş ver sevgilim, hiç sorun değil. Senin canın sağ ols..."

Bu mesaj Doğuş'a gönderiliyordu. Anlaşılan çiçeği çoktan doktorunu affetmişti.

Diğer elinde torbadan çıkan kağıtla beraber onu yerde ölü bir şekilde bulduğu yere doğru güçsüzlükle oturdu. Sırtı yatağına yaslanırken tam otuz sekiz dakika boyunca sessiz hıçkırıklarıyla bu mesaja ağladı.

Doğuş Çekici'nin gözleri yine kan çanağına dönmüşken telefon elinden kendiliğinden düştü. Bakışları diğer elindeki kağıttaydı. Dolu ve hala yaşlar akan gözleriyle kağıda bakarak onu kendine yaklaştırdı. Şimdi daha çok korkuyordu. Onu yıkacak bir şey daha görmek istemiyordu ama bir tarafı da ondan olan başka şeyleri de özlemle okumak istiyordu.

Titreyen elleriyle kağıdı açtı. Bakışları ürkekçe yazanda gezindi.

"Selam sevgilim doktorum! Bunu ne diye yazıyorum bilmiyorum. Ama son zamanlarda içime kurt düştü gibi hissediyorum. Ama sadece bir his. Bugün seni uyurken izledim. Sen uyumazdın. Yani daha doğrusu ben her gözümü açtığımda o zeytin yeşili gözlerinle dimdik beni izliyor olurdun. (Sana aşık olmasaymışım kesinlikle çok ürkünç gelirmiş.) Seni çok iyi anlıyorum sanırım. Sen uyurken de ben seni izlemeye doyamıyordum. Sen bunca zamanı o duygularla beni doyumsuz bir şekilde izlediğin için, seni çok kıskandım şu an. Bundan sonra bende hep seni izleyeceğim. Hodri meydan! Yeşim gözlerimi açıp üzerine dikeceğim. Olmadı alarm kuracağım senden önce kalkmak için. Gerçi alarm kursam benden önce sen uyanırsın. Sen alarmsız uyanan bir robotsun, işim zorlaştı şimdi. Neyse... Günlüğüm evimle beraber yandığı için yazacak böyle bir kağıt buldum. Çünkü o his, beni bir şeyler yazmaya sürükledi. Ne kadar da güzel uyuyorsun öyle. Kitap bile yazardım kirpiklerinin örttüğü kapalı gözlerine. Gerçi yazacağım da ;) "Yıldızlarla Aramda" bitsin bizim hikayemizi, "Manolya Kokusu" olarak yazacağım. En yakın bir zamanda defter alacağım. Görünüşe göre senin, bunu gibi farklı hallerini daha çok keşfedeceğim... Daha çok yazmam gerekecek. Ben senin gibi değilim, öyle duygularımı net bir şekilde aktaramam. Anca yazarak. Neyse. Son olarak seni seviyorum sevgilim. Bu hayatta en çok seni seviyorum. Ägare av min själ, jag är glad över att ha dig!"

Son cümle anında Doğuş'un zihninde çevrilmişti. "Ruhumun sahibi, iyi ki varsın." Göz yaşlarını silmeden duygusuz ifadesiyle kağıda bakıyordu. Doğuş dudaklarının arasından sessizce fısıldadı. "Om du finns så finns jag, mitt hjärtas hjärta..." Sen varsan ben varım kalbimin kalbi.

Doğuş, başını yavaşça yatağa yasladı. Halsiz gözleri çantasında gezinirken çantasını açtı. İçinden bir kalem ve sonuncu olan 14.defterini çıkardı. Kağıda , onun yazılarının üstüne göz yaşıyla ıslanmış bir öpücük bıraktı.

Ardından yavaşça tersine çevirip deftere bastırdı. Kağıdın arkasında kendisi bir şeyler yazmaya başladı. Gözünden akan yaşlar artık durmuştu. Hızlı hızlı yazacaklarını yazdı. Titreyen eli aceleci hareket ediyordu.

Doğuş'un gözünden zerre yaş dökülmüyordu artık. O duygusuz görünen bakışlarıyla kağıda bakarak hızlı hızlı yazıyordu. Yazması dakikalar süren yazısını zihninden okumaya başladı.

"Doğuş Çekici. İmkansız denilen bir aşktan doğan çocuk. Annesi Adanalı Müslüman, babası İsveçli Hristiyan olan bir çiftin çocuğu. Babası bencil, annesi yorgun. Onlarla belli bir yaşıma kadar yaşadım sadece. Bildim bileli dedemle sorunlar olurdu hep. Annem sürekli ağlardı. Ama buna rağmen eğlenceli ve mutlu görünüyordu bize karşı. Fakat ben onun içini hissedebiliyordum. Aynı zamanda babamın da. Babam anneme aşık fakat biraz sorunlu biri. Annemle İsveç'e kaçıp evlendiler. Babam bana karşı normal bir baba gibiydi. Ama hani içten hissedilir ya, ben onun içini hissediyordum. Anneme olan düşüncelerini, olaylardaki düşüncelerini, hislerini, hepsini... Annemde şizofreni görünmeye başlandı. Dedemin onda yarattığı baskıyı nasıl beyninde büyüttüyse, onda nasıl bir sorun yarattıysa artık halüsinasyon görüp duruyordu. Sürekli olmayan şeyleri duyuyordu. Bir gün uçurumun kenarından ayağı kayıverdi. Ama ben o anın böyle olmadığını biliyordum. Annem ta o uca düşebilme düşüncesiyle geçmişti. Her ne kadar ayağı kaymış olsa da annem bunu istemişti. Babam ise beni zerre düşünmeden peşinden atlamıştı. Ben öylece durmuş onları izliyordum. Babam atlar atlamaz köşede kayalıklardan indim. Annemin bedeni savrulmuştu kumlara doğru. Babam yoktu. Kalp masajı yaparak kurtarmaya çalışsam olmadı. O olay orada kaldı öyle. O gün ilk başarısızlığım yüzünden doktor olmak istedim. Şimdi başarısızlığım yüzünden ne yapacağım bilmiyorum. O gün, o gündür hedefim değişmedi. İç hastalıklar (Dahiliye) Uzmanı olmaya karar vermiştim. Taziye günü dedemin benim hakkımda olan sözlerini duydum. O adamdan hep nefret ettim. Ailemin katili sayılırdı. Yarı yabancı olduğum için beni sevmiyordu çocukken. Ben büyüdükçe, bir şeyler başardıkça kendince bu benim torunum diyerek böbürlenmeye başladı. Bense hep onu reddettim. Çocukluğum diğer çocuklarının aksi geçti. Oyunlar oynamaz köşede, bana bilgi verecek kitaplar okurdum. Hep kendimi geliştirmeye çalışırdım. On beş yaşıma kadar üç dil bilir oldum. İsveççe zaten ilk ana dilimdi, Türkçeyi tamamen öğrendim, İngilizce, İspanyolca öğrendim. Fransızca ve Almancayı da zaman ilerledikçe öğrendim. Türkiye de en iyi liselerden birini kazandıktan sonra okul birinciliklerimle beraber mezun oldum. Hedeflediğim Harvard üniversitesini kazandım. Şu aceleci satırlarım arasında Ufuk'tan bahsetmek istemiyordum ama şunu da demek istiyorum Türkiye'ye geldiğimden beri öyle biriyle de uğraşıyordum. Daha çok o benimle uğraşıyordu. Bana sırf annesi ilgi gösteriyor diye gıcık oluyor ve öfke, nefret kusuyordu. Bu öfke git gide onu büyüttü. Belki annesi çocuğuna ilgi gösterseydi şu anda hayattan kendince zevk alabilen narsist bozukluğu olmayan mutlu bir birey olabilirdi. Kendi hayatıma dönmek istiyorum. Hayatım boyunca sadece çalıştım. Hayatımdaki tek anlam başarı ve çalışmaydı. Hep çalıştım. Başımı kaldırıp etrafıma bakıp insanlar gibi davranmadım, eğlenip, mekanlarda gezip, kadınlarla takılmadım. Bunların hepsi bana uzak kavramlardı. Eğitim hayatım boyunca hep o inek diye dalga geçilen kişiydim. Gözlerim bozuktur bu arada. Fazla okumaktan göz numaram biraz yükselmişti. Çalışırken bazen gözlük kullanıyorum bu sebeple. Üniversite biter bitmez Uzman olmak için yüksek lisansa hazırlandım. Düzenli olarak bulunduğum yerde dalga konusu olan o insandım. Fakat bunlar hiçbir zaman umurumda olmamıştı. Hayatım anlamsızdı. Tek anlam buydu. Daima kendimi geliştirmekti. Ne arkadaşlık, ne aşk, kadınlar ilgimi çekiyordu. Yan gözle bile bakmıyordum kimseye. Yalnızdım fakat bunu hissedemeyecek kadar meşgul ediyordum kendimi. Hayatım boyunca kaç kitap okudum haddi hesabı yok. Yirmi yedi yaşımda fakat yirmi yedime ay olarak basmadığım sıralarda onunla ilk kez karşılaştım. 18 yaşına basan doğum günü olan hastam. Aslında tam benim hastam sayılmazdı. Benim için hastamdı. Hastanemizin hastası olan, durumunu bildirdiğim o kişi kesinlikle hastamdı. Biraz değişik biriydi. İlgi çekiciydi. Fakat ondan etkilenmedim. Diğer günlerde beni unutur oldu. Beni etkileyen buydu. Beni unutmasının sebebi olmuştu. Tahminlerim, hislerim içime doldu. O genç kızla bir gün yollarımızın bir amaç uğruna kesişeceğini hissediyordum, yine hastanede, yine acilde, yine hastam olarak. Öyle de oldu. Beni tanımadı yine. Hatırlaması da gerekmezdi. Normal bir unutma bile olabilirdi. Onun bıraktığı parfümü kullanıyordum. Nedenini bile bilmiyordum. Tamamen dikkatimi çektiği için çikolata kokulu parfüm kullanıyordum. Ne de saçma. Yemek miydim ben? Neden kullanıyordun o kokuyu Doğuş? İlk kabus gibi geçen 7 Eylül'üm de bu kokuyu kullanmayı bırakmıştım. Tıpkı şişeden yayılan son manolya kokusu gibi kırılarak etrafa dağılmıştı son çikolata kokusu olarak. İkinci tanışmamızdan beri değişikliği kendimde hissettim, kapımda komşum olarak belirdiği o günden beri hissettim farkı. Git gide hislerimi kaplayan o duyguları hissettim. Bambaşka hissediyordum. Hayatım boyunca hissetmediğim şeyleri hissediyordum. Başını işinden kaldırmayan adam bir kadını görmek, onu izlemek istiyordu. Kendime kızıyordum. Bu ne diye soruyordum. Bu duygu ne demek? Neyin nesi? diye kendime çaresiz sorular yöneltiyordum. Hayatımda hissetmediğim ne varsa onun gözlerine bakarken hissediyordum, kokusunu duyarken hissediyordum. İçerdeki o çalışkan Doğuş Çekici'nin merakı duygularına dönmüştü. Yoksa bakışlarıma duygu mu yansıyordu? Gamzem mi vardı? Gülüşüm mü güzeldi? Zeytin yeşili gözlerim mi vardı? Saçlarım sarı mıydı? Tebessüm mü ediyordum? Anlamlı mı bakıyordum? Utanınca kızarıyor muydum? Ağlıyor muydum? Çizim mi yapıyordum? İsveççe mi konuşuyordum? Merak mı ediyordum? Aşık mı oluyordum?"

"Sen bu doktora hiç hissetmediği şeyleri hissettirdin. Sen benim eksik, kaybolmuş hislerimin doktoru oldun. Bense seni kurtaramadım. Sana onca söz verdim ama seni yaşatamadım. Sen benim gözlerime güvenle bakarken ben seni kurtaramadım. Ama sana yemin ederim seni yalnız bırakmam. Gittiğin günden beri sigara içiyorum. Kendimi her şekilde yok etmeye çalışıyorum. Ama önceliğim hep hayallerin olduğu için sabretmek zorundaydım. Şimdi herkes seni konuşuyor, min blomma. İnsanlar kitabını çok beğeniyor, kalemine aşık oluyor. Sen mükemmelsin. Seni çok seviyorum. Sana aşığım ve ömrümün sonuna kadar, tıpkı senin gibi aşık kalacağım. Yemin ederim..."

Doğuş bu sefer çantasından güvenlikli kumaşa sarılı olan parçayı çıkardı. Üzerindeki tişörtü kurtulmak istercesine çıkarıp arkasındaki yatağa attı. Üzeri tamamen çıplakken yavaşça uzanıp defterin son sayfasını açtı. Bu defteri bitiren son sayfayı da sabah tamamlamıştı. Çiçeğiyle saatler önce buluşmuştu. İlk kez onun mezarına gitmişti. Bu onun için çok farklıydı.

Boş gözleriyle yavaşça çizimi inceledi. Çizimde yüzünde bir gülümseme vardı. Yeşim gözleriyle dikkatle ona bakıyordu. Çok güzeldi. O her zaman güzeldi. Dudakları sessizce mırıldandı. "Bu adamın sol yanağında bir gamzesi varmış. Bu adamın bir zamanlar yanakları kızarırmış. Bu adam sadece ona utangaçmış. Bu adam sadece onun için doktor olmuş. Bu adam hayatı boyunca 31 yaşında kalmış."

Doğuş'un gözleri dolmaya başladı. Bir hıçkırık dudakları arasından kaçarken zar zor tekrar konuştu. "Özür dilerim, sesini unuttum. Sesin artık aklımda değil, artık kulağa nasıl geldiğini bilemiyorum..."

Gözlerinden yaşlar dökülmeye devam etti. Elinde onun sesinin olduğu hiçbir video yoktu. Tek bir yayma videosu vardı o da tamamen ortadan kaldırılmıştı. Diğer şeylerini unutmamak için yapacağı şeyler vardı ama sesini unutmamak için engel olamamıştı.

Doğuş zamanın geldiğini hissetti. Saat 13.02'dı. Keskin çakıyı kumaştan kurtararak serbest bıraktı. Karşısında duran Erik dikkatle onu izliyordu. Bakışları kara gözleriyle ona pür dikkat bakan Erik'e kaydı. "Senden de özür dilerim... Ona gösterebilmek için adını Erik koydum, fakat ben babamın oğluyum..." Elindeki çakının ucunu anında kalbinin üstündeki semboldeki manolya çiçeğine sapladı. Gözlerinden iki damla taşarak aşağı indiğinde Erik havlamaya başladı.

Beş yıldır bu an için sabrediyordu. Sırf onun için, onun hayalleri için dayanıyordu. Onsuzluğa dayanmak zordu. Ömrünü böyle geçiremezdi. Onsuz yapamazdı. Gözleri dolmaya başlarken yutkundu. Sanki burnunda bir manolya kokusu var gibiydi. Yıllardır tövbe ettiği, o günden sonra asla koklamadığı o koku var gibiydi. Veya bu gerçek ölümün kokusuydu. O gün ruhunun öldüğü anda etrafı saran ölüm kokusuydu. Şimdi tekrar duyuyordu. Bu, son manolya kokusuydu.

Arkadaşlarına yarın gelmelerini söylemişti. Geldiklerinde görecekleri manzara pek hoş olmayacaktı. Doğuş neşteri daha derine iterken yüzünde zerre bir ifade değişimi olmadı. Kalbinin bulunduğu bölgeden kanlar akmaya başlamıştı bile.

Doğuş halsizce fısıldadı. "7 Eylül bizim günümüz olsun. Bizim seninle ortak günümüz hiç olmadı. 7 Eylül bizim olsun, çiçeğim..."

Doğuş yine Manolya'sının yanında olacaktı. Yine onu yalnız bırakmayacaktı. Bu sefer orada yan yana iki mezar taşı olacaktı. Doğuş Çekici onlara bunu yaşatan kaderin oyununu ölüm pahasına bir kere olsun bozacaktı. Kader Manolya'sının ölümünü belirledi, Doğuş Çekici her şey pahasına kendi ölümünü getirecekti. Yine de çiçeğini yalnız bırakmayacaktı. "5 yıldan fazla... Elbet bir gün ama hep aynı gün."

Saat 13.05'e yaklaşırken, sakince saatin gelmesini beklemeye koyuldu. Bir elinde ikisinin da yazısının bulunduğu kağıt vardı. Bir yandan bakışları yerdeki defterin, son sayfasının arkasında yazan yarım kalan dörtlükte gezindi.

Den sista magnoliadoften inom mig. Vår ofullbordade dikt.

Tro inte att jag kommer att glömma, min älskling.

-

İçimde son manolya kokusu. Yarım kalan şiirimiz.

Unuturum sanma, sevgilim.


Özel bölümün sonuna geldik.

21.11.2023

Bölümü beğendiniz mi? Bölüm hakkındaki düşünceleriniz neler?

Bu bölümü yazarken ikinci bir final yazıyor gibi hissettim. Aslında bu da Doğuş Çekici'nin finaliydi. Her sahneyi yazarken ağlamış olabilirim... Daha doğrusu Doğuş her ağladığında bende ağlıyordum. Ayrıca yazarken Dedublüman, Sezen Aksu dinleye dinleye kafayı yedim, psikoloğuma yazdığım finali anlatacağım sanırım.

Finalden sonrasını da merak edeceğinizi düşünerek böyle bir özel bölümle yazmak istedim ki bunu zaten final bölümünde, yine böyle bölüm altında açıklamıştım. Bundan sonra özel bölüm gelir gibi. Sonrasını anlatan bir bölüm olmayacak daha. Son bir özel bölüm yazmayı planlıyorum belki mutlu mesut olurlar orada :)

Doğuş zaten Manolya olmadan yapamazdı, üstelik onu kurtarma sözü verip kurtaramamışken yapamazdı. Aralarında Doğuş'un da zamanında dediği gibi bağlanma vardı. Onlar birbirlerine bağlanmışlardı. Doğuş ölse de Manolya yapamazdı aynı şekilde. İki birbirinden son derece farklı insan birbirine ölümüne bağlıydı.

Umarım Manolya ve Doğuş'un hikayesini okuduğunuza pişman değilsinizdir. Neden bende bilmiyorum ama bir şekilde umarım pişman değilsinizdir.

O halde başka bir kurgum da veya bir şekilde başka bir yerde görüşmek üzere🤍

Kitap ıg: Sonmanolyakokusuofficial

Ig: Dilek.wt

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top