29.BÖLÜM : YASALARA KARŞI

Yirmi7 - Muhtemel Aşk

🌺

Otuz bir gün beş saat, otuz altı dakika, beş saniye geçmişti gözleri kapandığından beri.

Beş dakika, sekiz saniye geçmişti gözleri açıldığında beri.

Verilen bilgiye göre şu anda uyanmıştı. Yeşim gözlerini açmıştı. Manolya Dinçer şu an geri dönmüştü. Manolya çiçeği uyanmıştı. Onunla beraber Doğuş doktorun da ruhu uyanmıştı. Kalbi uyanmıştı.

Doğuş bir saat, on dakikadır çatının tepesinde oturuyordu. Manolya'nın intihar ettiği çatının ucundaydı. İntihar için çıktığı yerde oturuyordu. Onun yüzünden de intihar ettiği zaman çıktığı yerde oturuyordu.

Bakışları yıldızlardaydı. O kadar farklı bir etkiydi ki uyandığını öğrendiği andan itibaren varlığını hissetmeye başlamıştı. Bu onun içine huzur doldururken o yıldızlarla bakışmaya devam etti. Aşağıya inememiş Manolya çiçeğini görmemişti. Durumunun iyi olduğunu kesinlikle biliyordu ama yanına gitmemişti.

İçinde büyük bir fırtına vardı ve bu fırtınayı dindirmeden onu göremezdi. Aklındaki ve kalbindeki kör düğümü çözmeliydim. Hiçbir şekilde olmuyordu. Etik olmadığı için kabul etmesem bile uzak duramıyordum, hislerimiz elbet biz birbirimize çekiyordu.

Böyle olunca sanki bize acı çektiriyor gibi hissediyordum. Bir ayın her bir dakikası bir ömür gibi geçiyorken özlemimi daha fazla bastıramazdım. Onsuzluğa asla dayanamıyorken ne olup biteceğini bilmeden devam ettiremezdim bunu. Bu duygu artık kontrol edilemez bir hale gelmişti. Her şeyi kabulümdü artık.

Doktoruydu ama ona hastası olacak kadar aşıktı. Ve o, etik değerlerinden çok daha önemliydi.

🌺

Gözüme vuran aydınlık ışıkla beraber yine bir sabaha uyandım. Gözlerimi aralamamla yanımda uzanarak beni izleyen Doğuş'u gördüm. Gülümsememle oda gülümsedi. Uzandı ve alnıma minik bir öpücük kondurdu. "Günaydın, min blomma..."

"Günaydın Doğuş tea." Gülmesiyle kaşlarımı çattım. "Valla benim yarım bildiğim tek dil bu! Ben anlamıyorum öyle farklı diller." diye sitem ettim. Eli umursamadan saçlarıma çıktı ve usulca saçlarımı okşadı. "Olsun." diye fısıldadı.

Konuşacağım sırada bir anda kaşlarının çatılmasıyla sustum. Sakince ve merakla konuşmasını bekledim. "Bundan sonra beni öyle acil diyerek arama lütfen, olur mu Manolya?" demesiyle kaşlarım çatıldı. "Nasıl yani?"

"Yani...ben çok panik oluyorum sen acil çağırınca. Hastalığı bahane etme ya da. Sen beni çağırırsan zaten ben her türlü gelirim. Ama bana acil falan deme." dedi anlayış bekleyen sesiyle. Düzelen kaşlarımla onu dinlerken başımı ağır ağır salladım. "Özür dilerim. Haklısın."

"Sen özür dileme çiçeğim. Sadece bazı davranışların biraz çocukça." diye fısıldadı. Yüzüne aynı ifademle bakmaya devam etmemle elini yanağıma yerleştirdi. "Olur mu bebeğim?" Başımı onay verir gibi salladım. "Tamam."

Tekrar alnıma öpücük bıraktı. "Teşekkür ederim çiçeğim. Kahvaltı getirtmiştim yemek ister misin?" Yüzümde oluşan gülümsemeyle başımı salladım. Hareketimle yataktan kalktı. Üzeri çıplak, altında sadece siyah yarım şortu vardı.

Onun kalkmasıyla bende sızlayan eklemlerimle beraber yavaşça yataktan kalkıp kapıya ilerledim.

Doğuş yemek masasının bir sandalyesini çekerek omzu üstünden çekmiş olduğu sandalyeyle beraber bana döndü. "Hadi çiçeğim." dedi başıyla masayı işaret ederken. Deli gibi ağrıyan başımı ovalamaya başlarken daha hızlı ilerlemeye çalıştım. Doğuş her bir acımı hissediyor gibi fark ediyordu ve bunun farkındaydım. Hem hastalığımın belirtisiyle hem de dün gece biraz fazla içmiş olmamla beraber başım zonkluyordu.

Göz ucuyla süslü komodinin üzerindeki takvimden tarihi kontrol ettim. 25 Ağustos'tu. 1 Eylül de, Doğuş Çekici'nin yenilikçi doktor ödülü alacağı tarihti.

Yavaş ilerlemenin sonuncu yetişmemle çektiği sandalyeye oturdum. Benim oturmamla beraber sandalyemi düzelterek hemen karşımdaki boş sandalyeye yerleşmişti kendisi de.

Hazırlanmış, bir tepside bulunan çeşit çeşit kahvaltılıklardan yemeye başladım. "Başın çok ağrıyor mu? Ağrı kesici de içemezsin şimdi. Malum gece fazlasıyla içtin, vücuduna zararlı etki edebilir." diye mırıldandı beni izlerken. Başımı ağır bir şekilde salladım. "Ağrıyor ama bir şey olmaz." dedim bu konuyu çok düşünmemesi için.

"Doktorunu kandırmaya çalışmamalısın. Tahmin edebiliyorum ne kadar ağrıdığını." dedi bakışlarını benden çekmeden. Bir şey demeden yemeye devam ettim. Yatağın üzerindeki telefonum çalarken bakışlarımı anında oraya çevirdim.

Kalkacaktım ki Doğuş bana eliyle, Sen dur işareti yaparak yavaşça yerinden kalkarak telefonumu almaya gidince çayımdan yudum aldım. Saniyeler sonra Doğuş telefonumla geldi. Masaya oturmadan telefonu bana uzatınca hemen alıp arayana baktım. Arayan kişi Bayar'dı.

Telefonu açarak kulağıma yerleştirdim. Anında kalın sesi geldi. "Alo Manolya? Kızım ben sizin binadayım sen yoksun? Dışarıda kalmayayım Doğuş'a gideyim dedim o da yok. En son Menekşe teyzeye geldim." dedi hemen.

Şimdi ona gerçeği söylersem aramızdaki şeyi anlayacaktı. "Ben Firdevslerdeyim ya. Eksik kaldığım konuları hallediyoruz." diye yalan uydurdum. Bakışlarım çatık kaşla beni izleyen Doğuş'a kaydı. "He tamam...Bana Firdevs'lerdeyim diye yalan söylemiyorsun değil mi? Çünkü o kızda Merveler tipi var." Dediğine sadece güldüm. Yalan söylemek istemiyordum.

"Doğuş'ta yıllık izin almış ne oldu lan bu adama? Arıyoruz meşgule atıyor. Ayrıca telefonunu kapat bari, ne diye meşgule atıyorsun, değersiz hissettiriyorsun!" diye söylendiğinde hafifçe güldüm. "Mantıken, telefonu kapatırsa endişelenmez misiniz?" diye sordum.

"O da doğru. Neyse Fatih bile ne olduğunu bilmiyor yani o derece. Hastanece telaşlanmaya başladık zaten. Adam ilk kez yıllık izin aldı resmen." diye mırıldandığını duydum. "Belki kafasını dinlemek istemiştir?" diye sordum çayımdan yudum alırken.

"Doğuş mu? Madem öyle daha önce niye kafasını dinlemedi bu! Adamın hayatında bir duygu mu var ki kafasını dinlesin..." diye mırıldandığını duydum sessizce. "Neden olmasın? Her insanın duygusu vardır." dedim Doğuş'un zeytin yeşili gözlerine bakarken.

"Neyse gülüm, ben kapatayım. Kısır yiyeceğiz şimdi Nebahat teyze ve Refika teyzeyle. Ayrıca ondan sonra da onların tansiyonlarını ölçüp, bir ortopedi uzmanı olacak ağrıdıklarını söylediği bacaklarını kontrol edecekmişim." deyince güldüm. "Doktor bulmuşlar ya bırakmazlar. Oradan sana kız da ayarlamaya çalışırlar şimdi."

Bayar'ın oflayışını duydum. "Onu denediler zaten. Ama 'kalsın' dedim." dedi ciddiyetle. Kaşlarım kalkarken gülüşümü dindirdim. "Öyle bir şık var mı?" diye sormamla hafifçe güldüğünü duydum. "Sözlüyüm, deyince o yönden faydalanmıyorlar, sadece bir yerlerine baktırtıyorlar."

"İyi, güzel güzel! Kolay gelsin uzman bey!" dememle tekrar iç çekişini duydum. "Sağ ol." Kaşlarım çatılırken dertli sesi dikkatimi çekmişti. "Sen iyi misin? Ne bu iç çekişler, dertli konuşmalar?" diye sordum merakla.

"Hiç..." diye mırıldanmasını duymamış gibi tekrar, "Ne oldu?" diye sordum. "Yanlış anlama hala eskilerde değilim ama Gümüş manita yapmış galiba." deyince yüzümde bir tebessüm oluştu. "Allah Allah! Bu muydu? Bende bir şey sandım ya sen neden moralini bozdun ki?" diye sordum yapmacık bir merakla.

"Ne moralimi bozacağım kızım? Sadece ayıptır yani! Bize özel olan bir şey bırakmadı!" diye bir anda hiddetlenince ifademi bozdum. Tekrar konuştu. "Yoruldum yemin ediyorum, yoruldum!" Bayar'ın sesi bayağı kötü gelmeye başlayınca hemen, "Bayar işin yoksa sana atacağım kafe konumuna gelir misin? Konuşuruz, dertleşiriz. Çünkü sen kimseyle dertleşmeyeceksin ve içine atacaksın." dedim ciddiyetle.

"Tamam..." dedi kısık sesle. Burnunu çekmesinden anlamıştım yine gözlerinin kontrolünü tutamadığını. Telefonu kapatırken daha da çatık kaşlarla bana bakan Doğuş'la göz göze geldim. "Seni tek bir yere göndermem. Korkuyorum artık." dedi ciddiyetle. "Uzaktan izle o zaman. Ya da arabada falan bekle. Ayrıca Bayar'da doktor merak etme."

Omuz silkti. "Olsun, senin doktorun benim, Manolya." dedi sakince. Yavaşça oturduğum yerden kalktım. "Hazırlanayım en iyisi." Doğuş bakışlarıyla kahvaltıyı işaret etti. "Kahvaltı yapsaydın önce." Başımı iki yana salladım. "Atıştırdım zaten biraz. Hazırlanayım, bırakırsın beni." İtiraz etmedi. "Yalnız onun yolu en az bir buçuk saat sürer, acele etmene gerek yok." deyişini duymuştum odaya giderken.

Odaya girip bavulu karıştırdım. Lila rengi, Kalın askılı, mini, alt kısmı fırfırlı bir elbiseyi uygun bulup yatağa fırlattım. Bir ipli sandalet ve sandaletime uygun çanta alarak da kombini tamamladım.

🌺

Kemerimi açarken bakışlarım beni izleyen Doğuş'a kaydı. "Sen burada dur. Ben konuşmamız bitince gelirim." dediğimde başını salladı. "Bekliyor olacağım." dedi sessizce. Tebessüm ederek yanağına uzandığımda yüzünü bana çevirmesiyle yanağını değil dudağını öpmüş olmuştum.

Ben geri çekilirken gülümsedi. "İşte şimdi gidebilirsin çiçeğim." Yavaşça geri çekilerek kapıyı açıp indim. Çantamı omzumda düzelterek kumların üzerine ilerledim. Bayar direkt gözüme çarpmıştı. Sırtı buraya dönük durmaksızın düşmanı gibi denize taşlar atıyordu. Etrafta az çok olan insanlardan bazı kızlar ona bakış atıyordu ve muhtemelen fazlasıyla öfkeli ya da duygulu görünmese yanına giderlerdi.

Yakışıklı doktorun yanına usul usul ilerledim. Beynim zonklarken bunu pek umursamamaya çalıştım. Ağrı çoğaldıkça çoğalıyordu ve kötüsü, ağrı kesici bile kullanamıyordum. Bayar yorgunlukla yere çökerken hızlandım ve bende yanına çöktüm.

Bakışları anında beni bulunca buruk bir şekilde gülümsedi. "N'aber güzelim?" diye sordu halsiz bir sesle. Omzumu indirip kaldırdım. "Derdini öğrenirsem iyi." dedim göz ucuyla ona bakarak. Başını bana çevirdi. "Senin burada ne işin var?" diye sordu boş bir sesle.

"Gezmeye gelmiştik kızlarla...ünlü kafeler, sahil falan." diye bir şeyler gevelememle başını ikna olmuş gibi salladı. "Yakın da değilmiş on saat buraya gelmeye çalıştım." diye söylendi. Güldüm. "Onu bunu boş ver de neyin var senin?" diye sordum. "Fenerbahçe şampiyon olamadı diye mi bu karaları bağlamak?" Göz ucuyla bana dertli bir bakış atma. "Hatırlatma lan onu. Ciğerim yanıyor zaten."

Başını ağır ağır iki yana salladı. "Neler oldu bilsen..." Yönümü ona çevirdim, düz bir şekilde denizi izleyen onu izledim. "Anlat ki bileyim." dedim sakince. Denizden bakışlarını çekmeden sessizce konuşmaya başladı. "Gümüş sağ olsun, kadın beni gerçekten silmiş. Adımın baş harfini boynunda taşırdı! Altın kolye olurdu baş harfimle! Şimdi yeni manitasının baş harfini taşıyor! Ayıptır cidden! Kadın bize özel bir şey bırakmadı. Tamam sevmiyorsan bile özel kalsın!" dedi hiddetle.

Kaşlarım çatılırken anlamsızca, "Neden altın? Ya da neden gümüş değil?" diye sordum ilk takıldığım detayı. Sertçe yutkunarak başını ağır ağır sallarken mırıldandı. "Gümüş kalbime atılan altın harf, senin adının taşıyıcısıdır. Aşkımızın parlaklığını ve değerini boynumda taşıdığım bu altın kolyeyle anlatıyorum..."

Koyu bakışlarını bana çevirmişti. "Bende aynı öyle sormuştum ve o da aynen böyle demişti."

Dizlerimi kendime çekerek kollarımı dizilerime sararak onu izledim. "Şimdi boynunda başka bir harf taşıyor. A taşıyor! B'yi bıraktı, A'ya geçti!" dedi tekrar hiddetlenerek.

Kaşlarım çatıldı. "Gümüş'ün sevgilisini gördün mü?" Cümlem Bayar'ı sinirlendirmiş gibi sabır istercesine nefes aldı. "Birde görseydim nasıl olurdu bilmiyorum." Çenemi dizlerime bastırmamla oda bana döndü. "O beni unutmuş bile! Bana bak birde, aptal gibi hala bu haldeyim!" diye söylendi sinirle.

"Belki o da seni unutmamıştır." dedim sakince. Alayla güldü. "Unutmuş! Yerime A şerefsizini de koymuş!" dedi öfkeyle karışık ama hisli bir sesle. Hayal kırıklığına uğramıştı ve gerçekten kötü durumda görünüyordu.

"Kendimi aptal gibi hissediyorum." diye mırıldanınca kaşlarımı çattım. "Öyle de deme! Duygularını kontrol edemezsin." dedim ifadesizce. "Etmeliyim ama. Amerika'da her şeyin onu hatırlatması nasıl bir duyguydu haberin var mı? Dönerken bile aklımda hala o vardı. Bir yanım karşılaşmayız inşallah derken, bir yanım acaba bir değişlik var mı, nasıl bir halde diye onu görmek için çırpınıyordu..." dedi bakışlarını yerdeki kumlardan çekmeden.

Sakince onu dinlemeye devam ettim. "Herkes bana sıkı sıkı sarılırken koridorun ucundaydı. Göz göze gelmemizle dudakları aralanmıştı şaşkınlıkla. Ama sadece dudakları aralanmıştı. Başka hiçbir ifade vermemişti. Gözlerinde his yoktu. On saniye bakışmıştık sadece. Kimse fark bile etmemişti. Hemen koridoru terk etmişti." dedi düşünceli bir sesle.

"Benimde olduğum zamandı değil mi?" diye sordum. Başını ağır ağır salladı. "Evet. Seni yengem sandığım o an." dedi sessizce.

"Bende bir şey yaptım. Öfkeyle..." Anında çatılan kaşlarımla başımı geri kaldırdım. "Ne yaptın Bayar, Allah aşkına?" dedim korkuyla.

Elini cebine attı ve biraz büzülmenin ardından siyah kotunun cebinden çıkardığı gümüş, boncuklu, kelebek figürlü bileklik çıkardı. "Bu ne Bayar?" diye sordum bilekliğe çatık kaşlarla bakarken. "Ben kafamı dağıtırım diye takılmaya çıktığımda Gümüş'le sevgili olduğumuz sırada tanışıp bir kaç kere aynı ortamda bulunduğumuz kızla karşılaştım."

Gözlerim irileşirken Bayar'a tahmin ettiğimi yapmamış olmasını istiyor gibi bakış attım. "Sakin bende onla sevgili oldum falan deme seni şu denizde boğarım!" dememle değişen ifadesiyle hemen başını iki yana salladı. "Yok yok sadece öyle konuştuk falan. Birde bileklik falan verdi öylesine. O da sırf bilekliğini beğendiğim için verdi. Sosyal medyada fotoğraf paylaşmış birde galiba. Gümüş onu görmüş olabilir ama o A harfinden sonra bu umurumda bile değil!" dedi ciddiyetle.

Gümüş'ün sevgilisinin olduğuna pek ihtimal veremiyordum açıkçası. Tamam, o Bayar'dan sonra hayatına devam edebilecek kadın hatta başta her ne kadar zorlansa da bunu yapmış bir kadın. Ayrıca son zamanlarda hiç öyle bir hali de yoktu ya da eğer en ufak bir ayrıntı olsa zaten hastanede dedikodusu yayılırdı hemen.

"Emin misin sevgilisi olduğuna?" diye sordum ciddiyetle. Başını salladı. "Hayatında biri olduğu kesin. Bir gülüşmeler, havalar, ayrıca beni görmüyor bile artık. Demek ki hayatında kim varsa o kişi beni tamamen unutturmayı başarmış." Sakince onu izlemeye devam ettim.

Yüzüne, bakışlarına hüzün düştü. Bakışlarıyla yerdeki kumları incelerken mırıldandı. "Ne yapsın ki zaten beni? Benimle olursa ona bir çocuk bile veremem. Yeni sevgilisi onu anne yapabilir..." cümleleri içime batarken yutkunamadım. Hayır Bayar, onu da seni de, seni de kimse, anne-baba yapamaz.

"Bunu deme!" dedim sitemle. Omuzlarını indirip kaldırdı. "Yalan mı peki Manolya?" diye mırıldandı sesi içine kaçmış kadar kısık bir sesle. "Neden evlat edinemeyesin ki? Orada anne ve babası olsun isteyen bir sürü çocuk var." dedim hemen. Elini alnına koyarak başını sıvazladı. "Manolya tamam. Şu an bunu konuşmasak? Gerçekten, bunu konuşup daha kötü olmak için gelmedim." demesiyle sustum.

Bayar elini tişörtünün içine attı ve gümüş bir zinciri dışarı çıkardı. Ucunda, gümüşten iki alyans vardı. Kaşlarım çatılırken elimi yüzüklere doğru attım. "Bu ne?" diye mırıldandım alyansların içindeki, Gümüş, Bayar yazılarına bakarken. "Nişanlıyken, ayrıldığımız o gün elime tutuşturduğu alyans ve kendi alyansım. Muhtemelen madem unuttun niye çıkarmadın diyeceksin...bilmiyorum. Çıkarmak hiç içimden gelmedi. Öyle boynumda durdu hep."

"Bayar!" gelen ses ikimize de ait değildi.

Bakışlarımız aynı anda sesin geldiği noktaya çevirdiğimizde tanıdık sesin sahibini görmüş olduk. Gümüş sert ifadesiyle buraya doğru geliyordu. Bayar hemen alyanslı kolyesini içine soktu. Artık şu olaylarını halletmek için çağırdığım Gümüş yetişmişti.

Rüzgarla beraber savrulup yüzüne çarpan saçlarını eliyle geri attı. Üzerinde kolları katlı, üstten dekolteye kadar açılı, salaş bir beyaz gömlek vardı. Gömleğin altına sıkıştırıldığı siyah diz üstü yine salaş olan eteği vardı.

Bayar şaşkınlıkla oturduğu yerden kalkarken bakışlarım hemen Gümüş'ün boynuna indi. A harfi yerli yerindeydi. Bayar'ı çıldırtacak derecede yukarıda ve göz önündeydi.

"Gümüş?" diye şaşkınlıkla mırıldandığını duydum Bayar'ın. Saniyeler sonra Gümüş bana bir bakış atarak tam Bayar'ın karşısına geçti. Ben artık onların anlarında duruyorken birkaç adım geriledim.

Gümüş başını kaldırıp ondan fazlasıyla uzun olan Bayar'a baktı. "Konuşmamız lazım!" dedim ciddiyetle. Bayar şaşkınlığını yenerek ellerini beline yerleştirdi. "Ne işin var burada?" diye sordu kibar olmayan bir sesle. "Konuşacağız diyorum ya Bayar? Anlama kıtlığın mı var?"

Bayar öfkeyle kaşlarını çattı. "Düzgün konuş Gümüş!" dedi sinirle. Gümüş onu umursamadan kaşlarını kaldırdı. "Bakıyorum Gizem'le takılmaya başlamışsın?" dedi alay dolu ama aynı zamanda sesindeki gizli kıskançlıkla.

Bayar sessiz bir şekilde durarak oturduğum yerden kalkmadan onları izledim. Bayar alayla gülerek başını ağır ağır salladı. "Seni gerçekten anlayamıyorum...seni gerçekten anlamıyorum. Bir, onla sadece karşılaştık, sohbet ettik! İki, sen ne olarak bunları soruyorsun?" diye sordu yüzüne eğilerek.

Gümüş'ün bakışları Bayar'ın bileğindeki bileklikteydi. Yüzünde buruk ya da alaylı bir gülümseme oluştu. "Fotoğrafta da bileklikleriniz aynıydı. O mu verdi? Çok mu minnoş yeni sevgilin? Tipin değişmiş bakıyorum. Artık beyaz tenli, sarışın, ponçik kızlardan hoşlanıyorsun sanırım?"

Bayar derince çatılan kaşlarıyla beraber şaşkınlıkla Gümüş'e baktı. "Ne saçmalıyorsun Gümüş? Ne tipi, ne anlatıyorsun?" diye sordu. Gümüş kollarını bağlayarak koyu gözleriyle Bayar'a ciddiyetle bakmaya devam etti. "Ne diye susuyorsun? Sadece konuşmuştuk onla. Ben sen değilim."

Gümüş'ün kaşları anında çatıldı. "Ben sen değilim ne ya? Ne demek o? Neymişim ben? Söyle Bayar?" dedi hemen öfkelenen sesiyle. Bayar sakin kalmak istercesine derin bir nefesi soludu. Denizin, dalgaların sesi etraftayken onlar karşı karşıya durmaya devam etti.

"Hadi ben sadece sohbet ettim! Sen direkt manita yapmışsın üzerime! Bırak manitayı, kimle ne oluyorsan ol ama bize ait bir şey bıraksaydın!" Bayar'a ait kalın, yüksek ses bütün sahile yayıldı. Gümüş mümkünmüş gibi daha da çatılan kaşlarıyla Bayar'a doğru bir adım attı. "Ne manitası, ne bize ait bir şey bırakmaması? Neden bahsediyorsun yine?!" diye bağırdı suratına.

Bayar öfkesiyle beraber Gümüş'e yaklaştı ve elini uzatarak Gümüş'ün boynundaki A harfini sıkıca tutarak kaldırdı. Bakışlarını Gümüş'ün gözlerinden çekmeden, "Bundan bahsediyorum." deyişiyle Gümüş'ün bakışları Bayar'ın kalın parmaklarının arasındaki sıkıca tutulmuş olan A harfine kaydı.

Harfle birkaç saniye bakıştıktan sonra bakışlarını geri Bayar'a kaldırdı. "Senin adında en çok bulunan harf ne Bayar? Ya da senin soy adın baş harfi ne Bayar?" diye sormasıyla Bayar afalladı. Gümüş bu anı fırsat bilerek tekrar konuştu. "Senden kopamadım maalesef. Boynuma kolye takacağım her an aklıma sen geliyorsun. Senden kopamadığım için fark edilmesin diye farklı bir harf kullandığım kolye...pek beklediğin bir cevap değil sanırım ama." duyduğum sözlerle bende şoka uğramıştım.

"Nasıl yan-" Gümüş başını hızla sallayarak sözünü kesti. "Öyle işte!" dedi. Bayar bakışlarını fazla sıkmasından dolayı kopmuş olan A harfine çevirdi. Kolyeyi dışarı doğru çektiğinde zincirin ucunda daha da aşağıya kalbine doğru inen bir kolye daha olduğunu gördü. Kolye olarak boynuna akılı değildi, sadece zincire sabitlenmişti. Bir adet B harfinin bulunduğu başka bir kolye.

Bayar şaşkınlıkla kolyeye bakarken kopan A kolyesini, B kolyesinden ayırıp düşünmeden denize fırlattı. B kolyesi elinde duruyorken Gümüş onun yere doğru düşen elini anında kavrayıp bilekliğini almasıyla bakışları Gümüş'e çıktı. Gümüş bilekliği gözü önüne çıkarıp bastıra bastıra gösterdikten sonra bir anda denize fırlattı. Kolye ve Bileklik denizi boylarken Gümüş ellerinde sanki toz varmış gibi birbirine sürttü. Vay be ilişkiye bak! Yalnız öpüşürlerse kusarım.

Bayar hala elinde olan B harfli kolyeyle beraber Gümüş'e baktı. Ve benim bile beklemediğim bir hamleyle bir anda Gümüş'e yaklaşarak dudaklarına yapıştı. Aile var Aile!

Bakışlarımı onlardan çekmemişken yüzümdeki şaşkın ifadeyi dindirerek güldüm. Bayar büyük bir özlemle Gümüş'ü öperken Gümüş'te elini Bayar'ın boynuna çıkararak ona karşılık vermeye başladı. Bayar, Gümüş'ü öperken bir yandan boynuna B harfli altın kolyeyi takıyordu.

Onların özlem dolu öpücüklerinin hissi buradan bile belli oluyordu. Yıllardır birbirlerini seviyorlardı ve şu an büyük ayrılıklarından sonra ilk kez kavuşuyorlardı.

Beni fark etmemeleri için geri geri adımlar atmaya başladım. Bir kere ayrıldılar ve Bayar ona, "Ben döndüm Gümüş'üm. Ben senin için döndüm Gümüş'üm. Seni özledim ve döndüm." diye fısıldamıştı dudaklarına doğru. Gümüş ona doğru, "Sonunda döndün Bayar. Çünkü ben senden sonra kimseye o gözle bakamadım. Ve sadece seni özledim." diye fısıldadı onun gibi. Dudakları tekrar birleşmişti.

İçimde sanki onlar değil de ben barışmışım gibi bir huzur doldurdu. Geri geri yavaşça ilerliyordum ki bir anda belimden kaldırılarak ilerletilmeye başlandığımda çatılan kaşlarla başım kolun sahibine çevrildi. Doğuş bana göz kırptı. Eli belimde beni kendine bastırarak havada tutarken ilerliyordu.

Arabaya kadar ilerledi ve ön yolcu koltuğunun kapısını açtı. Beni koltuğa oturtarak kapımı kapattı. Bakışlarım arabanın önünden dolanıp sürücü koltuğuna yerleşen ondaydı. Emniyet kemerini işaret etmesiyle emniyet kemerimi kaptım. "Gördün mü kavuştular." dedim gülümseyerek.

Arabayı çalıştırırken başını salladı. "Evet gördüm. Şimdi hastanenin boş odalarında baş başa takılmaya başlarlar eskisi gibi." diye mırıldandı boş bir sesle. Doğuş arabayı ilerletmeye başlamıştı bile. Çatık kaşlarımla Doğuş'a döndüm. "Umarım doğru anlamamışımdır. Hastane odası mı, fantezilere bak..." diye sadece kendim duyacağımı düşündüğüm bir sesle mırıldandım. Doğuş'un göz ucuyla bana olan bakışını hissetmemle sadece kendim duymadığımı anladım. "Benimkileri de öğrenmek ister misin? Fanteziye girer mi bilmem ama?"

Şaşkınlıkla Doğuş'a dönmemle çok ciddi bir yüz ifadesi içinde olduğunu gördüm. "İsterim." dedim şaşkın olmama rağmen şakayla karışık bir sesle. Doğuş'un önümden eğilerek torpidosunu açıp stetoskop çıkarmasıyla gözlerim büyüdü.

"Yok, benim kalp atışlarım normal şu an..." diye mırıldanıyordum ki pek tınlamamıştı. Bakışlarını bana çekmeden yolu izlerken stetoskopu kulaklarına taktı. Tam bir şey daha diyordum ki Doğuş bir anda arabayı heyecandan sağa mı sola mı çektiğini anlamadığım bir yöne çekti ve saniyeler içinde üzerime yaklaştı.

Tam dibimdeki yüzü ve burnuma gelen kokusuyla kalp atışlarım yükselmeye başladı. Diyaframı kalbime dayalıydı ve kalp atışlarımı dinleyebiliyordu. "Seni öpebilir miyim?" diye fısıldamasıyla yükselen kalp atışlarımla yavaşça başımı salladım.

Dudakları dudaklarımı bulduğunda kalp atışlarım daha da hızlanarak deli gibi atmaya başladı. Kalp atışlarımı dinlerken aynı zamanda onun ritmine uymaya çalışıyor gibiydi.

Dudakları dudaklarımı talan ederken kalp atışlarım hızlanmaya devam etti. Elini kalbimin üstünde hissettim. Bilerek duraksadığını, nefesini dudaklarımda hissettim. Elini baskısı kalbimde dolanırken o an neler yaptı bilmiyorum ama kalp atışlarım yavaşladı. Beraber kalp atışlarımı hissedebiliyorduk.

Geri çekildiğinde adete parlayan zeytin gözleriyle bana baktı. "Bu tam olarak ne oluyor bilmiyorum ama çok hoşuma gitti." diye fısıldadı. "Senin kalp atışlarını kontrol edebilmek, yapacağımız her şeyde kalp atışlarını dinlemek istiyorum."

Gülümsedim. "Sana ait olan bir şeyi istediğin kadar dinleyebilirsin." diye fısıldamamla o da gülümsedi. "Eğer ki o kalp benimse istediğim her an dinlerim. Ve o kalp atsın diye yeri geldiğinde kimseyi tanımam. Bencil bir insanım ben, o kalpsiz yaşayamam."

Cümleleri karşısında ne diyeceğimi bilemeyerek yutkundum. Benim yutkunmamla oda yutkundu. "Hastayım sana çiçeğim...her zerrene, her haline ayrı ayrı hastayım." dedi içli bir sesle. Saçımı geri atarak güldüm. "Doktoru da kendimize hasta ettiğimize göre görev tamam."

Ciddiyetiyle bana bakarak yüzümü incelemeye devam etti. "Bir tek sen hasta ettin zaten. Bir tek, hastası olan sana hasta oldu bu doktor. Ölümcül ve tedavisi olmayacak şekilde bir tek sana hasta oldu." diye fısıldadı.

Sıcak nefesimin yüzüne vurmasıyla tekrar yutkunarak gözlerini yumdu. Hafifçe güldüm. "Yalnız o ölümcül hasta rolü benim. Çok kıskandıysan sende ol diyeceğim de sadece bende var!" dedim havalanacak bir durummuş gibi.

Yumduğu gözlerini aralayarak bana daha fazla yaklaştı. Eli yanağıma çıktı ve baş parmağını alt dudağıma değdirmeye başladı. "Bulaştırsana hastalığını bana..." diye fısıldadı. Kaşlarımı kaldırdım. "Birde tıpçı olacaksın. Bu hastalık bulaşıcı değil ki." dedim eğlenerek. O bu benim aksime bu andan eğlenmiyor, daha çok yaklaşmaya çalışıyordu.

Bakışlarını gözlerime kaldırıp yüzünde oluşan imalı tebessümle göz kırptı. "Tıp'ın bilmediği bir bulaştırma yolu vardır belki?" diye fısıldadı yüzüme doğru.

Ona yaklaşarak elimi göğsünden aşağıya, üst vücudunda gezdirmeye başladım. Koyu yeşil zeytin gözleri belirgin bir şekilde bendeyken boğazındaki adem elmasının hareketlendiğini gördüm. Ona daha da yaklaşarak diyaframı alıp kalbine bastırdım. Gözleri gözlerimden ayrılmazken elim stetoskopun yukarısına çıktı ve yavaşça kavradım. "Bu sefer sadece sen değil...bende dinleyeceğim." fısıldayışımın ardından kulaklarındaki stetoskopu usulca çekip kendi kulaklarıma takıp zaten onun kalbine yaslı olan diyaframı daha da bastırarak fazlasıyla hızlı olan kalp atışlarını dinledim.

Yüzümde oluşan muzip gülümsemeyle başımı ağır ağır salladım. "Manolya diye atıyor sanki?" dudaklarını dişlerken başını benim gibi salladı. "Dinlemeye gerek yok. Bence de öyle atıyor." verdiği cevaba verecek cevap bulamamıştım çünkü Doğuş açık konuşmaya başlayacağını hesaba katmamıştım. Esprilerimi tüketiyorsun Doğuş Çay.

Stetoskopu kulaklarımdan çıkarıp geri torpidosuna koyduğumda yavaşça önüne döndü. Geri arabayı çalıştırarak ilerletmeye başladığında camları da yarım olacak şekilde açtı. Saçlarım içeri vuran esintiyle beraber savruluyorken sırtımı arabanın koltuğuna bastırdım.

"Sen mi barıştırdın?" diye sormasıyla başımı hafifçe ona çevirdim. Hoşnut bir gülümsemeyle hemen başımı salladım. "Yani, sayılır gibi. Nasıl barıştıklarını merak ediyor musun? Anlatayım mı?" diye sordum büyük bir heyecanla. Bakışlarını zerre yoldan çekmeden cevap verdi. "Beni ilgilendirmeyen şeyleri merak etmediğimi biliyorsun. Boşuna anlatma istersen çiçeğim."

Oflayarak ona döndüm. "Olsun ben yine anlatacağım! Bak şimdi Bayar'la biz biraz konuştuk ya, aslında Bayar sanmış, Gümüş'ün sevgilisi var ve onunla ilgili bir şeyi yeni sevgilisiyle de kullanıyor sanmış. Ben de önceden Gümüş'ü çağırmıştım ya, geldiler konuştular, bir baktım Bayar şap diye Gümüş'e yapıştı. Vakumladı resmen kadını." dedim gülerek.

"Ama ben nasıl şoke oldum. Asla beklemiyordum. Baya tepki vermiştim yani ama rahatsız etmeden de gitmeye çalışmıştım. Ee? Sende şaşırdın mı? Tepki veriyor musun?" diye gözlerimi kısarak onu inceledim. Asla değişmeyen bomboş ifadesiyle başını salladı. "Çok şaşırdım." dedi asla inandırmayan sesiyle.

Doğuş'a bakarken kaşlarım kalktı. "Gerçekten baya şaşkınsın ve baya bir tepkili görünüyorsun." diye söylendim alayla. Doğuş pek umursamadan yola bakmaya devam etti.

Benzinliğe yaklaştığımızı görmemle elimi Doğuş'un kolunun üzerine koydum. "Doğuş dursana su alayım." dememle Doğuş cevap vermeden benzinliğe ilerledi. Arabanın yavaşlamasıyla inip benzinliğin marketine ilerlemeye başladım.

Doğuş beni beklerken ben hızlı adımlarla markete ilerledim. Acele etsem iyi olurdu. Marketin otomatik kapılarından girip bakışlarımı etrafta gezdirerek dolap aradım. Gördüğüm dolaba ilerliyordum ki hissettim garip acıyla duraksadım. Nefes almaya çalışırken nefesimin daralmakta olduğunu fark ederek aceleyle marketin köşedeki kapısından girip tuvalete ulaştım.

Lavabonun önüne gelerek derin nefesler almaya çalıştım. Bir elim boynumu sararken, bir elimle lavaboya dayandım. Aynadaki görüntümle bakışırken suyu açarak boynumu ıslatmaya başladım. Ne kadar işe yarardı ya da böyle bir şey işe yarar mıydı bilmiyordum ama deniyordum.

Her nefes alışımda, göğsüm ağırlaşır ve içime çekmeye çalıştığım hava az gelir. Nefes darlığı adeta bir zincir gibi boynuma dolanır, solunumumun özgürlüğünü kısıtlar.

Kalbim hızla çarpar, göğüs kafesim dar gelir ve hava açlığım her geçen an artar. Bedenimdeki her hücre, daha fazla oksijen arzusuyla titrerken, nefes almak için her seferinde daha büyük bir çaba sarf etmeliydim. Bu his beni kontrol altına alan bir duvar gibi hissettiriyordu, hayat enerjimi söküp almaya çalışıyor gibiydi. İçimdeki gücü toplamak, her nefeste tekrar tekrar savaşmak zorunda kalıyordum.

Bakışlarım açılıp kapandığını hissettiğim kapıya kaydığında oraya döndüm. Asla, neden burada olduğuna anlam veremediğim okyanus gözlü kız buradaydı.

Şaşkınlık yüzüme düşerken nefes almaya çalışmayı bırakmadım. "Dışarı çık yeşim gözlü abla. Açık havada rahat nefes alırsın." Varlığını bile sorgulamadan hemen suyu kapatarak tuvaletten çıktım. Elim hala boğazımda duruyorken aceleyle ilerleyip otomatik kapıların önünde durdum. Kapılar açılmışken temiz havayı içime çekmeye çalıştım. Bedenimin özgürce nefes alabilmesini, rahatlayabilmesini diledim.

Elim göğsüme inmişken bakışlarım yönü buraya dönük olmayan araçtaki Doğuş'un olduğu yere kaydı. Buradan görünmüyordu ve muhtemelen o da beni oradan göremiyordu.

Nefesim düzelirken birinin koluma çekinerek dokunduğunu hissetmemle irkilerek dokunan kişiye döndüm. Genç bir çocuk kalkık kaşlarıyla bana bakıyordu. Kasada kimsenin olmaması ve üzerinde iş üniforması olması onun kasiyer olduğunu gösteriyordu.

Başımı salladım. "İyiyim teşekkürler...su alabilir miyim?" diye sormamla hemen başını salladı ve dolaptan bir su alıp kapağını açarak bana uzattı. Şişeyi alıp dudaklarıma bastırarak birkaç yudum içerken kalp atışlarımı ve modumu düzeltmeye çalıştım. Doğuş en ufak şeyde anlardı.

Sudan birkaç yudum içtikten sonra kapağını kapattım. Adam, "İyi misiniz?" diye sordu hemen. Tekrar başımı sallayarak suyu işaret ettim. "Suyu da beleşe getirttim ya, daha iyiyim." dememle kaşları çatıldı. "Parayı vermeyecek miydiniz?" diye sormasıyla benim de kaşlarım çatıldı. "Verecek miydim?"

Başını sallamasıyla uzatmadan parayı çantamdan çıkararak ona uzattım. Başını iki yana sallayarak parayı reddetti. "Bizden olsun." Yan gözle adama bakış attım. "Onu baştan diyecektin yavrum, al şu parayı harçlık yaparsın." diyerek paraya kasaya bırakıp açılan kapılardan çıktım.

Çıktığım an bana bakma için arabadan inmiş olan Doğuş'la karşılaştım. "Doğuş?" Doğuş'un bakışları hemen kontrol etmek ister gibi üzerimde gezindi. Saniyeler sonra geri gözlerime çıkınca, "Ne oldu? Şu an iyi misin?" diye sordu ciddiyetle. Bir belirtiyi yaşadığımı direkt anlamıştı.

Başımı salladım. "Nefesim daraldı bir anlığına. Şu an iyiyim. Sanırım öğreniyorum düzeltmeyi." dedim gülümseyerek. Tebessüm etti. "Bu güzel." dedi sessizce.

Bakışlarımla arabasını işaret ettim. "Sen geç. Ben tanıdığım bir çocuğunu gördüm de ona bakacağım." Doğuş tam itiraz edecekti ki sözünü kestim. "Rica ediyorum Doğuş..." Doğuş nefesini verdikten sonra isteksiz bir şekilde başını sallayarak arkasını dönüp arabasına ilerlemeye başladı.

O arabaya ilerlemek adına döner dönmez arkamı döndüğüm an okyanus gözlü kızla karşılaştım. Başını kaldırmış, ana saf saf bakıyordu. Boyuna eğilerek ürkmemesi için gülümsedim. "Senin burada ne işin var okyanus?" diye sordum şefkatli bir tonlamayla.

Aynı ifadesiyle bana bakarken omuz silkti. "Yetimhaneden kaçtım. Annemi arıyorum hala." dedi sadece. Çoktan yerine geçmiş olan kasiyerin garip bakışlarını üzerimde hissetsem de bunu pek umursamadım. "Annenin burada ne işi olur ki?" diye sordum yumuşattığım sesimle.

Kız gözlerime bakarken gülümsedi. "Bilmem Yeşim...olmaz mı?" diye sordu sakince. Tam bu sırada araya giren sesi duydum. "Manolya ne yapıyorsun orda? Kimle konuşuyorsun?" demesiyle düşüncelerden uzaklaşarak omzum üzerinden bana yaklaşan Doğuş'a döndüm. Yavaşça ayağa kalktım.

Doğuş'a bakarken okyanusun sesini duydum. "İyi günler, lütfen." Bakışlarımı olaya anlam veremeyen Doğuş'tan çekmezken, "Ne bakıyorsun öyle?" diye söylendim. Doğuş kısılan gözleriyle, "Biriyle mi konuşuyordun?" diye sordu. Okyanus gözlü kızı görmemiş gibi söylediği söze karşılık başımı salladım. "Okyanus gözlü kız işte."

Tam kızı işaret ederek ona döndüm ki onun demin bana veda ettiğini ve muhtemelen gittiğini anladım. Geri Doğuş'a döndüm. Bakışları demin işaret ettiğim yerde gezindikten sonra bana döndü. "Tamam çiçeğim. Gel arabamıza gidelim." dedi başıyla arabayı işaret ederek.

O kızın bu benzincide ne işi olduğunu anlayamasam da bakışlarımı etrafta gezdirdim. Tamamen yoktu etrafta. Doğuş bana yaklaşarak elimi elinin içine alıp sıkıca kavrayarak beni de kendini de siyah aracına ilerletti. "Bundan sonra ben yanındayken tek başına halletme ama. Ben yanındaysam beni bul. Bu hem benim işim, hem de işim olmasa bile senin için yapacağım bir şey." dedi yumuşak bir sesle.

İtiraz etmeden başımı salladım. "Tamam Doğuş. Önemli olmadığını düşündüm sadece." Doğuş elimi daha sıkı kavradı. "Sakın öyle düşünme. Doktor olan benim, sen değil, bırak ona da ben karar vereyim. Ayrıca küçükte olsa senin acılarına dindirmek için elimden geleni yaparım."

Buruk bir şekilde gülümsedim. "O zaman senin, her anımda yanımda olman lazım. Çünkü ben dillendirmesem de sürekli acı çekiyorum. Ya başım ağrıyor, ya eklemlerim, bazen ikisi birden oluyor, bazen başım dönüyor, bazen nefesim daralıyor. Sende buna alış çünkü ben alıştım. Hasta bir kadınım sende biliyorsun. Buna alışmalısın Doğuş. Ben hasta bir kadın olduğumun farkındayım artık."

Arabanın kapısını benim için açarken, "Ve bende bir doktorum. Sana iyi gelmesi gereken insanım. Seni kurtarması, sağlığına kavuşturması gereken insanım." Koltuğa otururken bakışlarımı ondan çekmeden başımı salladım. "Evet..."

Bana bir bakış attıktan sonra bir şey demeden kapımı kapatıp arabanın önünden dolaşarak sürücü kapısına yetişti. Emniyet kemerimi takarak sakince onu bekledim. Saniyeler sonra Doğuş'ta geldi. Arabasını çalıştırdı ve bizi ilerletmeye başladı.

Bakışlarım kucağımdaki telefona kaydı. Telefonumu çevirmemle ekranın ışığı yandı. Kameradan anında beni tanıyarak kilidi açtı. Bakışlarım asla durmayan Ufuk'un tekrar gönderdiği mesajların bildirimine kaydı. İfadesizce telefona bakarken mesaj bildirimine bastım. Sakince tek tek attığı mesajları okudum.

"Bu kadar kolay değil. Ben Doğuş'u yıllardır tanırım. Onu içten, duygusal olarak tanımasam da karakter olarak tanırım. Onu nasıl yıkacağımı senden daha iyi biliyorum."

"Blöf yaptığımı sanabilirsin istersen. Amacım blöf olamadığı için bunu sanman umurumda bile değil. Aksine işime gelir. O şaşkın suratını görmek eğlenceli olur."

Mesajları karşısında kaşlarımı çattım. Oldukça ciddiydi ve mesajları düşündürüyordu. Bir yandan haklıydı Doğuş'u Türkiye'ye geldiği günden beri tanıyordu. Askere bile beraber gitmişlerdi. Yıllardır ölümüne kavgalı, küs, nefretlik abi-kardeş gibi yaşamışlardı. Şu benzetme onlara asla uymasa da yıllardır çok yakın yaşadıkları için böyle tanımlandırabilirdik.

Hayatları Ufuk'un onunla uğraşmasıyla ve Doğuş'un da ona olan nefreti ve yaptıklarına verdiği kendince karşılıklarla geçmişti. Muhtemelen onu gerçekten çok iyi tanırdı. Ama blöf yapıp yapmadığından da emin değildim.

Şu mesajlarına her ne kadar inanmak istemesem de kalbimi hissediyordum mesajlarımı okurken. İçten bir şekilde anlamsızca canımın yandığını hissediyordum. Doğuş'un ödül gününe az kalmıştı ve onun bir şeyler yapmasından korkuyordum.

Doğuş'un ne kadar üzülebileceğini tahmin edebiliyordum. Her ne kadar tepki vermeyecek olsa da onun içten ne kadar üzüleceğimi az çok tahmin ediyordum. Bu hayatta işine, yıllarını, gençliğini verdiği emeğine leke sürülmesi onu yıkardı. Canı yanardı. Canı fazlasıyla yanardı.

Elim kalbime doğru çıktığında zorlukla yutkundum. Adamın hayatta bunca zaman en çok önem verdiği şeydi. Hayatını yaşayıp tadını çıkaran bir insan da değildi. Kendini tamamen kariyerine, işine adamış bir insandı.

Bakışlarım usulca attığı diğer mesajlara indi.

"İstediklerimi yapacağında bana dön. Dönmezsen Doğuş'u mahvederim. O dediğim belgelerle değil. Her şeyle. Onu tamamen bitiririm."

"Böyle yapmazdım ama fark ettim ki küçük hastamızın gözü fena halde açıkmış. Yoksa acıyıp sadece etiklik konusuna değinmiştim."

Kalbimi bir his kaplıyordu. Karaydı ve fiziksel acısı olmasa bile bir acı hissettiriyordu. Ve ben hiçbir hissi hiçbir şeyi kontrol edemiyordum. Yutkunamazken ağır ağır mesaja cevap yazdım.

"Doğuş'u mahvedersen bende seni mahvederim."

"Doğuş'a kayık sever mi diye sor. Yüzü düşmezse bana yaz. Eminim duyduğu an yüzü düşecek."

Kayık ne alaka ya? Doğuş'un hissetmemesi için başımı cama çevirerek esintiye çevirdim yüzümü. Bedenim titrerken derin bir nefes almaya çalıştım. Beynimdeki senaryoları, düşünceleri silmeye çalıştım.

Saniyeler sonra bildirim sesiyle bakışlarımı telefonumun ekranına çevirdim.

"Umurumda mı? Sen beni fazla sinir ettin, çiçeğim..."

Elimi alnıma yaklaştırarak yavaşça ovaladım. Baş ağrım git gide yükselirken saniyeler boyunca mesaj baloncuğuyla bakıştım. Bir cevap vermeden telefonu kilitleyerek kapattığımda üzerimde bir derin bakışın yoğunluğunu hissettim. Zeytin bakışların yoğunluğuydu bu.

Bakışlarımı yavaşça ona çekerek sahte bir şekilde tebessüm ettim. "Ne oldu?" diye sordum sakince. Bakışları tebessümümde gezindikten sonra yola döndü. "Asıl sana ne oldu? İyi misin çiçeğim?"

Daha fazla gülümsemeye çalışarak hemen başımı salladım. "Tabi ki. Çok iyiyim! Aç da bir müzik dinleyelim." Doğuş bana bir bakış atarak radyoya uzandı. Ve saniyeler sonra hareketli müzik arabanın içini doldurmaya başladı.

Göz ucuyla Doğuş'a baktım. "Kayık sever misin?" diye sordum boş çıkarmaya çalıştığım sesimle. Olmayan yüz ifadesi bile yavaşça solarken bakışlarını bana çevirdi. "Şu an ne alaka?" diye sordu sakince. Cevabımı almış bir şekilde omuzlarımı indirip kaldırdım. "Neyse boş ver. Öylesine sormuştum."

Kaşlarını kaldırdı. "Gitmek mi isterdin?" diye sordu hemen. Başımı iki yana salladım. "Hayır ya. Korkarım ben. İstemem." dememle bir şey demeden yola döndü. Ufuk doğru demişti. Gerçekten yüzü düşmüştü. Kaşlarım çatılırken başımı cama taraf çevirerek düşünmeye başladım.

🌺

Koltukta otururken bir yandan dizlerimin üzerimdeki Doğuş'un bilgisayardan romanıma devam ediyordum. Kafamı dağıtmak, düşüncelerimden uzaklaşıp farklı, kendi oluşturduğum dünyama ışınlanmaya ihtiyacım vardı.

Hızlı hızlı durmaksızın olacakları karşımdaki ekrana aktarıyorken bu yazma işinin tam bana göre olduğunu düşündüm. Zamanım olsa her zaman Doğuş'a yaslanarak romanımı yazmak isterdim. Bu hayat fazlasıyla yorucuydu. Onların hayatı da yorucuydu ama en azından onlara yazdığım şeyleri tam anlamıyla yükü bende olmuyordu.

Artık Hayal'in hastalığının acılarını kendimden yazıyordum. Acılarımı betimliyor, Hayal'e ekliyordum. Belki Hayal'e acımasızlık olacaktı ama ona kendi kaderimi yaşatıyor gibi duruyordum.

Ben ne acısı çekiyorsam betimleyerek ona da ekliyordum. İçimden bir his kendi kaderimi yazacağımı söylüyordu. Ben bu romanı yazacağımı düşündüğüm günler iki sondan birini yapmaya karar vermiştim. Ya ölecekti, ya da Uzay'ın büyük desteğiyle beraber iyileşecekti.

Onu öldürmek beni üzebilirdi. Ben ölmek istemiyordum ve bence Hayal'de ölmek istemiyordu. Eğer bu benim elimdeyse o yaşayacaktı. Ve romanımın sonuna şu an karar vermiştim. Ben kendi kaderimi belirleyemiyordum ama Hayal'in kaderini belirleyebiliyordum. O yaşasın.

Uzay, son zamanlarda fazlasıyla kibarlaşmış ve kuralcı olmaya başlamıştı. Uzay son zamanlarda argo bile kullanmamaya başlamıştı.

Onların mükemmel aşkını ve Hayal'in hastalığını anlatmak bana artık eskisi kadar keyif vermiyordu. Daha doğrusu aşklarını anlatmak iyi hissettiriyordu ama konu Hayal'in hastalığına gelince tıkanıp kalıyordum. Garip bir şekilde o kısımları çok iyi ve hızlı bir şekilde yazıyordum ama duygu olarak tıkanıp kalıyor, garip hissediyordum.

Bölümün yarısına kadar yetişmiştim. Bugün fazlasıyla yazmıştım ve Doğuş aşağıya bir yerlere indiğinden beri ara vermeden yazıyordum. Yavaşça kaydedip laptopu kapattığımda bakışlarım odada dolandı.

Garip bir şekilde hala o mesajların etkisindeydim. İçimde bir çöküntü vardı ve bu çöküntüyü yok etmek için yaklaşık iki saattir romanı yazıyordum. Elimi sallayarak kendime doğru, esinti hava verdim. Bakışlarım saate gitti. Saat altı buçuğa geliyordu ve hava kararmaya başlamıştı bile. Yavaşça ayağa kalktım. Ayağa kalkmamla eklemimde bir acı hissederek bacağımı yavaşça tuttum. Bacağımı tutarken yavaşça ilerleyip kararmış odada ışığı açtım. Etraf bir anda aydınlanırken başımı kaldırıp etrafa kısa bir bakış attım.

Kapının çalışmasıyla bakışlarımı kapıya çevirdim. Aceleyle tekrar çalınmasıyla yavaşça ilerleyip kapıyı açtığımda ciddi bakışlı Doğuş'la karşılaştım. Kaşlarım çatılırken, "Ne oldu? Ne yaptığını da söylemedin?" diye sordum direkt.

Elini bana doğru uzattı. "Rica etsem benimle gelir misin, min blomma?" demesiyle afalladım. "Nasıl yani? Nereye?" diye sordum hemen. Cevap vermedi ama uzattığı elini hareketlendirdi. Bir şey demeden öne çıkarak elini tuttum. Diğer elimle odanın kapısını kapatmamla elimi tutarken asansöre ilerledi. "Nereye Doğuş?" diye sordum hemen.

Doğuş bizi asansöre bindirip zemin kata indirdi. Çıkışa değil tersine doğru ilerletirken merakla onu izliyordum. Bir kapıdan çıktık. Ardından bir yere yönelip tekrar bir kapıdan çıktık. Bahçe gibi bir yere inmişken kısa merdivenler aşağıya iniyordu. Doğuş önce indi ve elimi tutara beni de birkaç basamaklık merdivenden indirdi.

Ne çok geniş, ne çok küçük olan bir alandı. Bahçenin sınırlarındaki demirler çeşitli çiçeklerle süslenmişti. Doğuş tekrar bizi bir yere yönlendirince ağzım aralandı. Çünkü bir sürü saksısında çiçek açmış henüz tam ağaç olmamış Manolya çiçekleri diziliydi.

Elimi bıraktığını hissettim. Manolya saksılarına doğru ilerledim. Cinsleri farklı olan bir sürü manolya çiçekleri vardı ama burası sadece tam anlamıyla düz manolyaydı ve hepsi beyazdı. Sesini işittim. "Gördüğüm o yorum bunlarla ilgiliydi. Manolyaya alerjisi olan adamın tam burada alerjisinin tutmasıydı. Buradaki Manolya'ların hepsi artık bizim, çiçeğim. Sana bir buket Manolya veremezdim çünkü zamanla solardı. Ben solmalarına izin vermem. Yetişsinler, yaşasınlar diye elimden geleni yaparım."

Manolyalara yaklaşarak uzanıp kokladım. Manolya'ların kokusunu hissederken onun sesini duymak ayrı huzur veriyordu. "Ben senden önce bol bol kokladım. Tıpkı sen gibi kokuyor. Parfümü buradaki bitkiler sayesinde yaptım."

Elimi Manolyaya doğru uzatarak yavaşça dokundum. "Ben hiç bu kadar güzel Manolya çiçekleri görmedim." diye mırıldandım Manolya çiçeklerini incelerken. Çok güzellerdi. Benim görmüş olduğum görüntülerden çok daha güzel, asil çiçeklerdi. Kokuları ayrı, görüntüleri ayrı asildi.

"Manolya aşkı, sevgiyi, aradaki aşkın ne kadar asil oluğunu temsil eder. Anlamı budur. Ve ayrıca sağlık açısından kalp atışları düzenlerler denir, ama ben buna inanmıyorum. Çünkü bir Manolya çiçeği benim kalp atışlarımı düzenlemek yerine sürekli olarak hızlandırıyor." Sözleri banaydı ve o bahsettiği Manolya çiçeği de bendim.

Omzum üstünden ona döndüm. Heyecanlıydım ve git gide daha çok heyecanlanıyordum. Manolya çiçeklerinin kokusu resmen burayı sarıp sarmalamıştı. Etrafta ilk kez gördüğüm Manolya çiçekleri doluydu. Ve en önemlisi Doğuş yanımdaydı.

Ona yaklaşarak kollarımı beline sardığımda, onun kolları da bedenimi sanki küçük bir çocukmuşum gibi sarmaladı. Başımı vücuduna bastırarak tamamen ona yaklaştım. "Ölürüm senin için, bu ne ki."

Sözleri içimdeki kutuplara ateş gibi düşerken o tepkime yüzümde sıcak bir gülümseme oluşturdu. "Onlar bizim ama burada mı kalacaklar?" diye sordum sessizce. "İstiyorsan evime kadar alırım. Ama kabul edersen apartmanın arkasındaki küçük bahçede de durabilir." dedi bir eliyle yanağımı okşarken.

Kollarımı yavaşça ondan ayırdım. "O zaman bahçemizde olsun..." dedim heyecanla. Kalp atışlarım heyecanla yükseldikçe yükseliyordu. Yüzüne bir tebessüm kondurdu. "Beni öpmeyecek misin?" diye sordu.

Ona yaklaşarak tam parmak uçlarına kadar yaklaştıktan sonra, parmak uçlarıma yükselerek boyuna yetişmeye çalıştım. Elim boynuna ulaşınca bastırıp hafifçe aşağıya çektim. Yumuşak dudaklarına minik bir öpücük bırakıp anında geri çekildim. Beyefendi, biraz eğilmek gibi bir yardımda bulunmadığı için on saat uğraşıyordum maalesef ki...

"Teşekkürler." dedi sessizce. Cilveli bir şekilde sırıttım. "Ben teşekkürler." Anlamsız bir şekilde gülümsedi. "Sen teşekkür etmesen de olur." Sırıtmamı sürdürerek omuz silktim. "Sende etme o zaman."

Bir anda karşıma gelip yüzüme eğildi. Yüzünde öyle bir tebessüm oluştu ki belki ilk kez gördüğüm, belki de nadir gördüğüm gülümsemelerindendi. İki elini, iki yanağıma koyarak yanaklarımı sevdi. "Çiçek kızım benim."

"Bakar mısınız?" Arkadan gelen sesle ikimizde ses döndük. Ellili yaşlarında, saçlarına akların düştüğü kısa boylu adam bize bakıyordu. Doğuş adamı tanımış gibi karşımdan çekilerek adamın yanına ilerledi.

Adamla sakince bir şeyler konuşmaya başladı. Konuşurlarken bir yandan yavaş adımlarla bahçede ilerlediler. Sadece konuşmak için adam ilerletiyordu daha doğrusu. Onu beklerken telefonuma tekrar gelen bildirimlerle irkildim. Gelen mesaj bildirimlerini görerek kilidi açıp bildirime ulaştım. Ondan tekrar bildirim görmek bile aynı hissi geri içime doldururken kaşlarım derince çatıldı.

"Ne kadar güzel yazışıyoruz. Sen pek cevap vermiyorsun ama. Normalde dilin pabuç gibidir hayret."

Sabır istercesine derin bir nefesi soludum. Diğer mesaja bakışlarımı indirerek onu da okudum. Yine bir düzine mesaj yazmıştı. Cidden işi gücü yoktu ve bana yazıyordu sanki.

"Doğuş yanında mı? Ne yapıyorsunuz bilmiyorum ama bol keyifler ;) Çünkü bu keyfiniz kısa sürebilir..."

"Şimdi kesin konuşalım o zaman. Birazda hayatınıza yenilikler kapatacağım. Doğuş sana her baktığında aklına mahvolan işi gelecek. Hatırlatırım ki sende onun işi sayılırsın. Muhtemelen senin de hastalığını bulamayacak."

"İster inan ister inanma, bu pek umurumda değil ama tetikte olmanı beklerim. Yanıldın. Sizin için fazla zayıf bir düşman değilim."

Beni ürküten şey onun cümleleri değil içimi gittikçe kaplayan histi. Kalbimin sıkışmaya başladığını hissedecek kadar güçlü bir his. Beni korkutan buydu. Bu his onun doğru söylediğini mi açıklıyor olmasıydı. Beni korkutan bu düşünceydi.

Günlerdir attığı mesajlarından, konuşmalarından, tehditlerinden bıkmıştım. İster istemez içimde bir gerilim ve garip bir hissin içimi kaplıyordu. İçimde ister istemez bir şüphe, tedirginlik oluşuyordu. Doğru dürüst rahat bile edemiyordum.

Kalbimdeki sıkışma artarken kaşlarım bir anda üzerime yüklenen halsizlikle beraber derince çatıldı. Bakışlarım Manolya çiçeklerinde gezinirken gözlerime yüklenen ağırlığa anlam veremedim. Bedenimden bir yük daha üstüme yüklenmiş gibi ve bende bütün gücümü kaybediyor gibi hissediyordum.

Bakışlarım son atmış olduğu mesajda gezindi.

"O zaman kaybetmeye hazır mısın?"

Mesajı algılayamadım. Başım hafifçe aşağıya indi gözlerime karartılar düşüp durdu. Görüntüm bulanıklaşıp netleşirken hiçbir şeyi kavrayamamaya başladım. Üzerimdeki yükle savaş içerisindeyken, bir yandan da gücümü benden almaya çalışan o şeyle de savaşıyordum.

Gücümü kaybedersem üzerimdeki yükü kaldıramaz yığılırdım. Yığılamazdım. Kalbim sıkışırken elim göğsüme çıktı. Derin nefesler almaya çalışıyordum çünkü nefesim daralıp duruyordu. Tek algılayabildiğim Manolya kokuları ve bahçenin yarımından görünen yukarıdaki yıldızlardı. Bunlar sadece bilgi gibi beynimdeydi. Bunların dışındaki her şey durmuştu.

Titreyen ellerimle Manolya dallarını kavradım. Aldığım derin nefes öksürükle kesilir. Nefes almak zorlaşırken, göğsüm ağır bir yük altında çekilir. Hışırtılı soluklarım, acının ve korkunun izini taşırken, gözlerimde gözyaşları birikmek üzereydi. "Hastalığım canımı daha fazla yakmasın..." diye zorlukla fısıldadım. Sesim yok gibi çıkmıştı.

Bedenim dayanıklılığını yitirmek üzereydi. Zayıf bedenim hastalığın hükümdarlığı altında paramparça olurken, sessiz bir şekilde acıyla inledim. Vücudumun içinde büyük sızılar, ağrılar vardı. "Kimsesizliğim de canımı yakmasın. Yakmasına da izin vermeyeyim..." diye bir kere daha fısıldadım. Fiziksel acıları hissederken, ruhsal, gelmiş geçmiş acılarım da zihnime doluşuyordu.

Manolya çiçekleri, hemen karşımda güzellik ve umut sunmaya devam ederken, bunu asla hissedemiyordum. Kötü hislerle dolu zihnim, bir kez daha hastalığımın acı gerçeğiyle yüzleşirken çırpınıyordu. Acının kollarında, bedenim birer zincirle bağlı haldeydi adeta. Tıpkı korkulu bir rüyanın içinde sıkışıp kalmış gibi hissettirirdi. "Beni sevmeyen babam umurumda değil. Olmasında..." yoktan daha yok gibi çıkan sesim bana hiçbir acıyla dönüş yapmadı.

Yıldızlar gökyüzünde ışıldarken, bu acılı anı çaresizce izliyorlardı ve yine bir anım yıldızlarla aramda olacaktı. Hastalığın acısıyla yüzleşirken, içimdeki son kırıntılarıyla savaşmaya devam ettim.

Gözyaşlarım tuttuğum daldaki manolya çiçeklerine düşerken, hayatımın ve hastalığımın gerçekleri yüzüme değil, bedenime acıyla vuruluyordu. Kalp atışlarımı hissetmekte zorlanırken, göğsüm sıkışırken, nefesim daralırken, her yerim ayrı ayrı sızlarken daha fazla dayanamadım.

Bedenim yere düşerken yine benimle beraber yere inen birini fark ettim. Sadece bir karartı gibiydi. Kolumu tutan eli hissettim. "Manolya?" diyen endişeli sesi beynimde yankılandı. Son kez, "Beni kimse tehdit etmesin..." diye fısıldadım, yine çok kısık çıkan sesimle.

Sonrası tamamen yoktu çünkü bilincim bir kere daha beni terk etmişti.

YAZARDAN

Gözleri kapandığından beri iki gün, iki saat, yirmi sekiz dakika, bir saniye geçmişti.

Doğuş doktor yine yoğun bakım odasında bekliyordu.

Dizini sallarken bakışlarını yer odaklamış, düşünüyordu. Hastasının bütün tetkiklerini yapmış, durumunun stabil olduğunu biliyordu. Üçüncü evreye geçmişti ve her şey artık onun için daha zor olacaktı. Ölüme adım adım yaklaşıyordu. Ama aynı zamanda Doğuş'ta tedaviye adım adım yaklaşıyordu. 

"Jag skulle dö utan dig, blunda inte dina vackra ögon min blomma..." diye mırıldandı onu izlerken. İçi yanıyor, onsuz duyguları kayboluyordu. Kalbinin varlığını hissedemiyordu. Onun bilinçsiz haline dair tek huzur veren şey kalp atışlarını dinlemekti.

Doğuş iki gündür düşünüyordu. Ona bir söz söylemişti ve bu söz tehdit edildiğiyle ilgiliydi. Manolya tehdit ediliyordu ve sırf bu baskı yüzünden üçüncü evreye geçiyordu. Bunu düşünmek onu delirtiyordu. Artık hastalığı tamamen anlamıştı; hastalık tamamen beyinde başlıyordu, tüm vücuda etki ediyordu. Beyin hiçbir duygu, hiçbir his istemiyordu. Yoğun bir duyguda aniden tetiklenebiliyordu. Bu yüzden artık nöroloji uzmanı olan Fersah ile beraber çalışmaya başlamışlardı. Hastalık artık Doğuş'u aşmıştı tek başına halledemezdi. Derin bir nefes alıp aklındaki düşünceleri kovdu.

Hemen yanında çiçeği yatıyor ve yine bilinçsiz bir şekilde yatıyordu. Eli elinde, kalbi kalbindeydi. Yine kim bilir ne zaman uyanacağını bilmiyordu ama hep bekleyeceğini de biliyordu. Sadece bu özleminin kısa sürmesi için yanıp tutuşuyordu.

Hayat onun için ne kadar zorlaşıyorsa, Doğuş için daha çok zorlaşıyordu. Üzerinde bir yük vardı. Bir kadının hayatı ona bağlıydı adeta. Çok ağır bir yük üstündeydi hem de.

Kaşları bir anda çatılırken bakışları sıkıca tuttuğu kadının eline kaydı. Bir anda aklına gelen düşünceyle olayı çözmesi saniyelerini almıştı sadece. Ufuk'tu tabi ki.

Durmaksızın oynattığı dizi durdu. Kaşları derince çatılırken düşündü. Yine düşündü ve kaşları mümkünmüş gibi daha da çatıldı. Bağırıyordu birde. Firdevs ona aşık değildi. Manolya'yı tehdit ediyor ve ona bağırıyordu. Kim bilir ona daha neler söylüyordu.

Doğuş elini elinden çekerek kalktı. Üzerindeki doktor kıyafetini düzeltmeden acele adımlarla yoğun bakımı terk etti. Hızlı hızlı koridorda ilerlerken etrafa saçtığı ateş, yanından geçip giden insanların bile dikkatini çekecek kadar fazlaydı.

Bugün onun görevli olarak çalışacağı acile girdi. Acilde ilerlerken gözüne direkt onu kestirdi. Yüzündeki memnun ifadesiyle bir hastanın sargısını sardıktan sonra geri çekiliyordu.

Doğuş'la göz göze geldikleri an suratına bir yumruk yemişti. Herkes şokla oraya dönerken Doğuş durmadan birkaç kere daha suratına vurarak onun sendelemesine sebep oldu. "Doğu-" Sırt üstü yere düşen Ufuk'un üzerine çıktı. Kimsenin bakışları umurunda değildi.

Yakalarından tutup öfkeyle suratına bağırdı. "Sen ne biçim bir doktorsun! Sen nasıl bir kötüsün! Allah senin belanı versin! Hayatıma girdiğin güne lanet olsun!" bağırışı acilde yankılanıyordu. Herkes susmuş burayı izliyordu. Doğuş'un hiçbir şey umurunda değildi.

Ufuk kanayan burnuyla beraber ciddiyetle Doğuş'a bakmaya devam etti. Şaşkındı ama tepkisi yoktu. Çünkü Doğuş ona ilk kez saldırıyordu. İlk kez ona vuruyordu. Bu zamana kadar çocukluğundan beri Doğuş hiçbir zaman ona vurmamıştı. Akla gelinmeyecek kadar kötülükler, iğrençlikler yapmıştı ama şiddete karşı olduğu için hiçbir zaman ona vurmamıştı. Şimdi Doğuş ona ilk kez vuruyordu ve yumruklarının ucunda keskin bir nefret taşıyordu. Durmaksızın bilenen keskinlikte bir nefretti.

"Doktor olmayı hak etmiyorsun! Kıskançlığın yüzünden insanlara gelen zarar umurunda bile değil! Vicdansızın tekisin!" Bağırışı bir kayadan daha sert ve yıkıcıydı. Doğuş vurmaya devam etti. Ufuk'a karşılık vermesi için fırsat bile vermiyordu. Arat, Döndü, Ağan, üçü de onu çekmekte başarısızdı. Doğuş doktor acilin ortasında ceza alıp almamayı umursamadan, Manolyası için kontrolden çıkmışçasına Ufuk'a vuruyordu.

Doğuş'u durduracak hiçbir şey yoktu. Onu durduracak tek şey bilinçsizdi şu an. "Sen kimsin onu tehdit ediyorsun? Sen nasıl onu tehdit edersin!" diye bağırıyordu. Kimse gözlerine inanamıyordu. Bu kişinin her zaman gördükleri Doğuş doktor olduğuna inanmıyorlardı. Sesler vardı etrafta.

Doğuş altındaki Ufuk'a vurmayı asla bırakmazken onu geri çekmeye çalışan insanlar yokmuş gibi davranıyordu. Dağılan saçından yüzüne gelen tutamı başını sert bir şekilde yana atarak çekti. Vurmaya yine ve yine devam etti.

Sert yumrukları kanların akmasına sebep olurken ona zarar gelmesi umurunda bile değildi, zaten istediği buydu. Tek bir ses onu durdurdu.

"Doğuş Hocam, yoğun bakımdaki hastanızın kalbi yavaşlıyor!"

Doğuş durdu. Ufuk'la sadece bir saniye bakıştıktan sonra aceleyle üzerinden kalkarak yoğun bakıma doğru koştu. Koşarken "Yapma Manolyam. Bırakma beni, bırakma bizi." diye mırıldanıyordu. Yoğun bakıma girerken peşinden gelen adım seslerini duyuyordu. Biri de aynı zamanda peşinden geliyordu.

Doğuş, yatakta bilinçsizce yatan kadının aksine hızlanan kalbiyle beraber yatağının yanına geldi. Monitörden gelen ses odada yankılanıyordu. Hemen defibrilatörü çalıştırdı.

Ardından aceleyle hasta kıyafetinin birkaç düğmesini açıp göğsünün bir kısmını açıkta bıraktı. Yanına yanaşan kimin uzattığıyla ilgilenmediği yapışkan elektrot pedleri göğsüne yapıştırdı. Adından hemen defibrilatöre yöneldi. Kalp ritmini değerlendirten sonra cihazı hızlı bir şekilde iki aleti alarak hemşireler geri çekilirken Doğuş'ta hafif geri çekildi.

Monitörün yanındaki ona yardım eden kişiye döndü. Ufuk olması şaşırtsa da bu şaşkınlığını takmadan, "200 J." dedi aceleyle. Ufuk dediğini yaptıktan sonra göğsüne şoku verir. Göğsü hafifçe kalkarken kalp ritmini tekrar kontrol etti. Aletleri tekrar uzattı ve aceleyle, "300 J!" dedi.

Ufuk yine dediğini yaptıktan sonra aletleri göğsüne yaklaştırarak şoku verdi. Göğsü yine hafifçe kalkarken kalp ritminin normale döndüğünü görmesiyle elindeki aletlerle beraber derin bir nefes aldı. Odada rahatlıkla verilen başka nefesler daha duyulurken Doğuş aletleri yerine bırakıp çiçeğine döndü.

Kalp atışları delicesine yüksekken onu ve atan kalbinin, odanın içerisine yankılanan ninnisini dinledi. Gözlerinin çiçeğinden ayırmadan ona bakmaya devam etti. "Korkuttun yine min blomma." diye fısıldadı sadece kendi duyabileceği şekilde.

Bakışlarını her ne kadar çekmek istemese de hemşirelerinin gönderildiğini fark etmesiyle bakışlarını kaldırıp hemen yatağın ucunda duran bununda ve dudağında kan olan, elmacık kemiği kızarmış ve muhtemelen moraracak olan Ufuk'a baktı.

Aralarında geçen bakışmayla beraber Doğuş'un bakışlarına iğrenir gibi bir ifade düştü. Başıyla yataktaki bilinçsiz bedeni işaret etti. "Gördün mü? Bu hale düşmeden önce son söylediği söz tehdit edildiğiydi." dedi nefretle.

Ufuk ifadesizce Doğuş'a bakmaya devam etti. "Bu bir doktorun yapacağı bir davranış mı sence? Hiç utanmıyor musun? Zaten hastalığı var." Doğuş, Ufuk'a doğru bir adım attı. "Ufuk yaklaşık bir dakika içinde burayı terk et. Yoksa sana tekrar saldıracağım." dedi sertleşen sesiyle.

Ufuk duygusuz bakmaya devam etti. Doğuş elini uzatarak onu göğsünden itti. "Ne istedin?! Hayatım boyunca bana karıştın, zerre umursamadım ama bu ne şimdi? Ufuk benim damarıma basacağın bir yer bulduğunu düşünüyorsan onu kafandan at! Çünkü inan damarıma basmak istemezsin...hoş, bastın da." öfkeli sözleri Ufuk'ta bir ifade değişimi yaratmadı. Sadece boğazındaki adem elması hareketlendi ve yutkunduğunu fark etti.

"Hiçbir zaman beni anlamaya çalışmadın." diye fısıldadı Ufuk. Ardından garip bir şekilde güldü ve ellerini iki yana açtı. "Şu hale bak, bana vurdun resmen. Doğuş Çekici, çocukluk düşmanım, nefret ettiğim adam, bana ilk kez vurdu." Gülüşü Doğuş'u daha da sinirlendirirken Doğuş ona yaklaştı. "Çünkü bakıyorum ki artık şımarık ve kıskanç bir çocuk değil, kötü insansın. Kalpsizsin. Gözünü kıskançlığın bürümüş olduğu bir insansın. Ölsen cenazene gelmeyeceğim bir insansın."

Ufuk cümleler karşısında tekrar gülmeye başladı. Gülmesiyle Doğuş suratına sert bir yumruk attı. Ufuk gülmesini kesmeden dudağından fışkıran kanı silerek dikleşti. "Sen beni hiç anlamaya çalışmadın..." diye tekrarladı gülerek. Doğuş onu tekrar göğsünden itti. "Ben seni anlamaya çalıştığım için hiçbir zaman vurmadım...çocukken annesi, babası olmayan bir çocuğu kıskanırken de seni anlamaya çalıştım, o annesi babası ölmüş çocuğun acısı tazeyken okulun ortasında dalga geçtiğinde de seni anlamaya çalıştım, Lisede sakatlanıp basketbol takımına katılmayayım diye merdivenlerden ittiğinde de seni anlamaya çalıştım, gezideyken beni koca ormanda bırakıp herkesi göndermeye çalıştığında da seni anlamaya çalıştım, sürekli kıskançlığın yüzünden annene bana acıdığını söylerken de seni anlamaya çalıştım, babamın annemin peşinden intihar ettiğini bildiğin için bana "Baban seni sevmemiş demek ki" derken de seni anlamaya çalıştım, beni zorla gezelim diye kandırıp sırf annemlerin ölümünü hatırlayıp üzüleyim diye uçurumun tepesinde bıraktığında, üstüne birde belki intihar ederim diye beklediğinde de seni anlamaya çalıştım, insan toplayıp beni tuvalette dövdürmeye çalışırken de seni anlamaya çalıştım, sınav tercih yerlerimi en kötü yerlere yazacakken seni yakaladığımda da seni anlamaya çalıştım, İsveçli diye okuldaki çocukları manipüle edip o çocuk aklınızla bana ırkçılık yaparken de seni anlamaya çalıştım..."

Ufuk bana duygusuzca bakmaya devam ederken dişlerimin arasından, "Ben, şu ana kadar hayatım boyunca seni anlamaya çalıştım Ufuk. Seni anlamaya çalıştığım zamanları yazsam, ortaya kalın bir roman çıkan. Bunlar hiç bile."

Ufuk tekrar gülünce Doğuş onu kapıya doğru itti. "Bundan sonra karşıma bile çıkma mümkünse. Manolya'nın hayatından da, benim hayatımdan da uzak dur. Yoksa andım olsun ki bu sefer durmam..."

"Benden iğrendin mi?" diye sordu gülüşünü dindirerek. Doğuş nefret dolu ifadesi ile Ufuk'a bakarken başını ağır ağır iki yana salladı. "Senden iğreniyorum Ufuk."

"Sen o kadar karaktersizsin ki ölüme yaklaşan bir kadına böyle tehditlerle baskı yapıyorsun. İşte sen bu yüzden doktor olmayı hak etmiyorsun." sakince beni dinlerken yüzünde hala o gülüşlerinin izleri vardı. "Sen bana ilk kez vurdun..." diye fısıldadı sessizce. Sesi anlam yüklüydü ama Doğuş o anlamı çözmek için uğraşmadı.

"Senin yüzünden şu an tekrar bu yoğun bakımda ve tekrar bu yatakta yatıyor!" Doğuş cümlelerini içinde tekrarlarken dayanamadı ve Ufuk'u yakasından tutarak sırtını duvara yapıştırdı. "İstediğin bu muydu yoksa? Gerçekten bu kader çirkinleştin mi?" diye bağırdı suratına.

Ufuk, Doğuş'u çekmeye çalışırken, "Hayır tabi ki!" diye söyleniyordu. Doğuş, Ufuk'u bırakarak kapıya doğru itti. "Git buradan yoksa kendimi daha fazla tutmayacağım." Ufuk bir şey demeden Doğuş'a da bakmadan, yoğun bakımdan çıktı.

Doğuş derin nefesler alarak yatakta yatan Manolya'ya döndü. Yavaşça yanına yaklaşıp yanındaki sandalyeye oturdu. "Lütfen bu özlemim uzun sürmesin. Lütfen hemen uyan çiçeğim..."

Doğuş yine yoğun bakımda, yine çiçeğinin aynı yatağının yanı başında, yine aynı koltukta oturarak bekledi. Tek fark şu an onu hem doktoru, hem de sevgilisi olarak bekliyordu. Ve Doğuş orada oturup sonsuza kadar onu bekleyebilirdi.

MANOLYA DİNÇER

Her şeyden sıyırıp üzerime bir anda bir yük yüklenmişti. Bu ya bir yüktü, ya da ağırlığımdı. Sesleri kısıkça işitmeye başlamamla gözlerime bir ışığın vurduğunu da hissettim. Boğazım kurumuş gibi, göz kapaklarım birbirine yapışmış gibiydi.

Bilincimin varlığını her geçen saniyede daha çok hissediyorken gözlerimi açmaya çalıştım. Gözüme gittikçe daha çok ışık vuruyorken hastane kokusunu, sesini, hatta yoğun bakım sesini bile çözmeye başladım yavaş yavaş.

Görüntüm bulanıktan netleşirken olanı çözmeye çalıştım. Başımı hafifçe çevirmemle yanımdaki sandalyede gördüğüm kişiyi hemen çözebildim. İfadesiz bakışları direkt karşıyı bulan Doğuş Çekici beni fark etmemişti. Yorgundu ve halsizdi bu bakışlarından bile anlaşılıyordu. Kim bilir yine kaç gün geçmişti.

Gözlerimi birkaç kere sıkıca kırptıktan sonra tamamen kendime gelmeyi beklemeden hemen başımı yavaşça yana çevirip ağzımı çevreleyen oksijen maskesini aşağı indirdim. Başımın yanına duran eline döndüm. Yumruk kısmında kızarıklıklar ve kurumuş yaralar vardı. Anlam veremediğim yaraların üstünde kurumuş dudaklarımla minik bir öpücük bıraktım. Bir anda başı bana döndü. Gözleri anında gözlerimi bulmuşken yutkundu. "Çiçeğim..."

Gülümsedim. "Ben yine ne kadar uyudum ya?" diye sordum sessiz çıkan sesimle. Eklemlerim sızlıyor bedenim ağrıyordu. Kablolar, serum yine bağlıydı. Bana yaklaştı. Gözleri özlemle ışıldarken uzanıp alnıma güçlü bir öpücük bıraktı. "Çiçeğim benim..." diye tekrar fısıldadı özlemle.

Doğuş geri çekildi ama yüzlerimiz hala yakındı. Tam üzerime uzanmış gözlerimi inceliyordu. "Kaç gündür uyuyorum?" diye sordum kısık çıkan sesimle. "Sadece beş gün." diye fısıldadı yüzüme doğru. "Neden? Ne oldu yine bana?" diye sormamla ifadesi solarken yavaşça uzaklaştı.

Başımı Doğuş'a çevirdim. Onun cevap vermemesi cevap olmuştu bana. "Üçüncü evreye mi geçtim?" diye sormamla yutkunarak ağır ağır başını salladı. Yüzümde hiçbir ifade oluşmadı, gözlerim bedenimin çektiği acıyla sızlarken bende yutkundum. "Vay be...dördüncü evrede ise ölüm."

Doğuş hemen bana döndü. "Hastalığı bulmaya yaklaşıyorum. Ondan daha hızlı olup seni kurtaracağım." Gülümsemeye çalıştım. "Sana inanıyorum. Sadece bu gerçek, bu hastalık biraz yoruyor ve düşündürtüyor."

Elini saçıma uzatacakken tutup, demin fark ettiğim yaralarına kaşlarımı çatarak baktım. "Bunlar nasıl oldu? Duvarı falan mı yumrukladın?" diye sordum anlamsızca. Elini çekmeden, "Ufuk'u yumrukladım." dedi açık bir şekilde.

Kaşlarım daha da çatılırken, "Ne? Nasıl?" diye sordum kısık sesimle. Birkaç kere öksürdükten sonra tekrar ona döndüm. Bakışlarını zerre benden çekmeden, derin gözleriyle bana bakmaya devam etti. "Her şeyi öğrendim ve onu dövdüm." dedi ciddiyetle.

Bakışlarım eline kayıp geri yüzüne çıktı. "Doğuş ben sana söyleyecekti-" Sözümü kesti hemen, "Sözünü kestiğim için özür dilerim ama senin hiçbir şey açıklamana gerek yok. Sana kızmıyorum. Açıklamasan da olur çiçeğim." dedi ciddiyet akan sesiyle.

"Doğuş çok kötü olmuş ama." diye mırıldandım tedirgince. Kaşlarını çatarak bana bakmaya devam etti. "Ne kötü olmuş?" diye ordu sorgulayan bir sesle. Bakışlarımla elini işaret ettim. "Tabi ki elin." Açıkçası Ufuk ne halde şu an pek umurumda değildi. Hastanenin içindeydik illa bakılmıştır ona.

Doğuş gülümsedi. Ardından kalktı ve odasındaki küçük ayaklı uzun dolaba ilerledi. Dolaptan bir kremle dönüp sandalyesine oturdu. Kapağını yavaşça açıp elinin üzerine yeterli miktarda sıktıktan sonra diğer eliyle kremi yaydı. Bunu yaparken bakışlarını benden çekmedi.

"Şimdi herkes konuşur ama bunu." diye mırıldandım sessizce. Gülümsemeye devam ederek omuz silkti. "İnsanların sözleri ne zaman umurumda oldu ki?" diye fısıldadı.

Halsizlik, yorgunluk hala bedenimdeydi ve ağrılar fazlasıyla bedenimi sarıyordu yine. Üçüncü evreye geçmiştim ve bu korkutucuydu. Hastalık çok hızlı ilerliyordu ve beni korkutuyordu.

"Üçüncü evrede neler oluyor? Ölüme çok mu yaklaşmış oluyorum?" diye sordum fısıldayarak çıkan sesimle beraber. Bakışlarını bana çevirdi. Aynı ifadesiz bakışı yüzündeyken cevap vermesi üç saniye sürdü. "Çok yaklaşmış olmuyorsun. Belirtilerin artıyor sadece ama o kadar acılı olmaz diye düşünüyorum. Üzmene gerek yok kendini. Üzmemelisin."

"Bugün ayın kaçı?" diye sordum zar zor. Başını çevirip arasındaki takvime baktıktan sonra bana döndü. "1 Eylül." demesiyle kaşlarım kalktı. "Senin ödül günün. Kaçta ödül alıyorsun? Neden hazır değilsin?" dedim hemen kısık sesimle. Derin bir nefes aldı. "Çünkü gitmeyeceğim. Sen buradayken hiçbir yere gitmem. Hele ödül, asla almam."

Kaşlarım derince çatıldı. "Hayır Doğuş, uyandım ben artık gidebilirsin!" dedim hemen. Kalkmaya çalışacaktım ki Doğuş beni tuttu. "Olmaz diyorum Manolya. Sen yataktayken olmaz." dedi yumuşattığı sesiyle.

Kaşlarımı çatarak Doğuş'a baktım. "Doğuş gidip o ödülü al lütfen. Bak sana lütfen diyorum. Kazanmışsın, etmişsin git al ödülü. Ödül konuşmanı video olarak izlemek istiyorum." dedim bastıra bastıra. Doğuş başını iki yana salladı. "Olmaz diyorum çiçeğim. Seni bırakıp hiçbir yere gitmem." dedi inatla.

Yoğun bakımın kapısı açıldı ve Eylül kapıda durdu. "Doğuş hocam, takımınızı odanıza bıraktım, teyzeniz getirmiş." dedi narin sesiyle. Ardından benim uyanmış olduğu fark etmesiyle dudakları aralandı. Doğuş'un sesini işittim. "Tamam Eylül, giymeyeceğim zaten."

Hemen Doğuş'a döndüm. "Gideceksin Doğuş." dedim bastırarak. Doğuş bana ciddiyetle bakmaya devam etti ve beni bakışlarıyla bir kere daha reddetti. "İyi!" Eylül çıkarken Doğuş'a sinirli bir bakış atıp zorlanarak diğer tarafa döndüm. Acıyla saniyeliğine yüzümü buruşturdum.

Çarşafı üzerime çekip onu görmemeye çalıştım. "Manolya? Ne bu şimdi?" diye sordu ciddiyetle. Başımı ona bakmadan hafifçe ona çevirdi. "Küstüm sana! Git buradan!" Elinin bedenime değişini hissettim. Kolu belime sarılırken olduğum yerde kıpırdandım. "Git diyorum!"

Üzerime doğru yaklaştığını fark etmemle çarşafı başıma çektim. "Uyuyorum. Muhtemelen bir yıl daha uyumayı düşünüyorum." Çarşafı üzerimden çekerken, "Deme öyle çiçeğim." diyordu. Ona direnerek çarşafı çekmesini engellemeye çalıştım. "Yapma bak elim acıyor." asla inandırıcı olmayan sesine kanarak çarşafı çekip yüzümü çıkarıp eline baktım. "Canın mı yandı?"

Eli yanağıma çıkarken sıkıntılı bir nefes verip yanağımı okşadı. "Benden zor şeyler isteme. Benden seni burada bırakmamı isteme. Bunu benden sen isteme." diye fısıldadı. Kaşlarımı çattım. "Ölmeyeceğim ya! Git işte!" dedim başımla kapıyı işaret ederek.

Doğuş yutkundu. "Giderim ama sürekli seni ararım. Telefonun yanında dursun. Bir şey olursa hemen hemşireleri çağır." demesiyle gülümseyerek başımı salladım. "Tamam hadi git giyin!" dedim kısık bir sesle. Uzandı ve kurumuş dudaklarıma güçlü bir öpücük bıraktı.

Ardından kapıya ilerledi. Dönüp omzu üzerinde bana bakmasıyla serum takılı elimi kaldırıp ona elimi salladım. Bir şey demeden ciddiyetiyle dönüp açılan otomatik kapılardan çıktı.

Onun çıkmasıyla yavaşça zar zor önüme döndüm. Bakışlarım tavandaydı. Aynı odada birkaç kişiyle beraber yoğun bakımdaydık. Bakışlarım onlara kaydı. Uyuyan insanlar...

Bakışlarımı geri tavana çektim. Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını düşük enerjim bağıra bağıra anlatıyordu zaten.

🌺

Asla uyuyamamıştım bakışlarım da tavandan ayrılmamıştı. Durmaksızın hayatı düşünüyordum. O kadar insan arasından neden benim bu hastalığa sahip olduğumu sorguluyordum. Doğuş için şükretmiyordum çünkü o benim her türlü komşum olacaktı ve sağlıklı olsam bile bir ilişkimiz olurdu. Hem de etik olurdu. Belki öyle olsaydı canım doktorum değil de, duvar komşum olurdu. Sürekli rahatsız ettiğim, şarkılarımla ima yaptığım komşum olurdu. Yakışıklı, doktor komşum olurdu.

Yutkunduğumda kapının açıldığını hissettim. Bakışlarımı kapıya çevirmemle genç bir erkeğin elinde dosyayla yanıma yaklaştığını gördüm. Gülümsedi. "Manolya Dinçer siz misiniz?" Başımı salladım. "Ben stajer doktorum, Doğuş hoca sabah bir hastasına durumunu anlatmamı söylemişti ama onu bulmadığım için ben size şimdi durumunu açıklayacağım..."

Bir şey demeden başımı salladım. "Öncelikle hastalığınız ölümcül riskli bir hastalık ve tedavisi bulunmamakta. Şu geçirdiğiniz durumla beraber üçüncü evreye geçmiş ve ne yazık ki bunu söylemek zor ama, ölüme gittikçe yaklaşmış bulunuyorsunuz. Bu evrede belirtiler çoğalacak, acılarınız yükselecek, ama doktorunuz sizin için acılarınızı dindirmek için elinden geleni yapacak. Ataklarınız arta bilir, sık sık hastanede bulunma durumu olabilir. Çünkü sona yaklaşmış oluyorsunuz. Ayrıca hastalığın en zorlu evresi bence bu. Bazen anlık hareket edememe kısa süreli felçlik gibi durumlarınız oluşabilir korkmayın sakince nefesinizi düzene sokun kısa süreli bir şey olacağı için. Ve de lütfen fazla duygudan uzak durun. Hastalığınızı tetikliyor." diye kağıda bakarak konuştu.

Duraksarken kalp atışımı hissederek kaşlarımı çattım. "Ama... Doğuş bana yaklaşmadığımı söyledi. Yalan mı söyledi?" Çocuk bana ne diyeceğini bilemez gibi baktı. Doğuş bana ilk kez böylesine bir yalan söylemişti. İlk kez bana yalan söylemişti. Öleceksem söylemeliydi. Bunu bilmek, buna göre yaşamak hakkım!

Yutkunamadım. "Ölüme mi yaklaştım?" Gözlerim bir anda dolmaya başlarken nefes almakta bile zorlandım. Çocuk ne diyeceğini bilemeden bakmaya devam etti. Düşmekte olan göz yaşımı hemen silerek yutkundum. Hayatımda olan şeylere bir anda ağlamamayı öğrenmiştim ama hayatıma sonradan giren bu hastalık için öğrenmemiştim.

Hemen kolumdaki serumu çıkarmamla beni engellemeye çalıştı. "DUR!" diye bağırmamla afallayarak geri çekildi. Oksijen maskesini boynumdan çıkarıp, parmağımdaki kalp atılı aletini de çıkarmamla kalbim durmuş gibi ses yükselmeye başladı.

Üzerimdeki bütün kablolardan kurtulduktan sonra önüme engel olarak çıkmaya çalışan stajer doktoru iterek hastane terliklerini giydim. Zorlanmam gerekirken şu an bunu umursamadığım için hızlı hızlı yürümeye çalışarak yoğun bakımdan aceleyle çıktım.

Koridorda ilerlerken çıkışı aradım. Ben yürürken bana, üzerimdeki hasta kıyafetinden ve dağılmış halimden dolayı garip bakışlar atan insanları umursamadım. Çıkışı zar zor bulup güvenlikleri umursamadan koşar gibi çıkmıştım hastaneden. Güvenliklerin dikkatini çeksem de onlar bana yaklaşmadan hastaneden çıkmıştım bile.

Bulduğum ilk taksiye atladım. Herkes gibi taksici de üzerimdeki kıyafetlerden dolayı garip bakışlar attı. İnternetten ödül akşamının konumuna bakıp oraya sürmesini istedim. Hem doktor beyin ödül konuşmasını canlı canlı izleyecek, hem de çıkışında bana söylediği yalanı soracaktım. Taksideyken biraz olsun üzerime düzen getirip, dağınıklığımı düzeltmeye çalıştım.

Öfkeliydim, yorgundum, halsizdim, ağrılıydım, kırgındım ama bunların hiçbiri bana engel olmamıştı. Yetişmek otuz dakikamı almıştı. Şehvetli, lüks mekanın merdivenlerini hızlı hızlı çıktım. Ağrılarım yüzümden yüzüm buruşuyordu. İçeriden sesler, konuşmalar, sunucu konuşması duyulabiliyordu.

Kapıya yetişmemle güvenlikler beni süzerek tuttular. "Davetli misiniz?" diye sordular mekanik sesleri ve ciddi ifadeleriyle. Bakışlarım tek tek onlarda gezdi. "Beni içeriye alır mısınız?" diye sordum yalvaran bir sesle. Başlarını iki yana salladılar. "Davetli değilseniz, hayır."

Kaşları kalkan bir güvenlik üzerimi işaret etti. "İsterseniz sizi taksiye bindirelim, hastaneye gidin?" demesiyle başımı iki yana salladım.. "Hadi içeri alın ne olacak kel mahmutlar!" dedim içeri girmeye çalışırken. Hepsi kel olan güvenliklerin bir anda kaşları çatıldı. "Gidin buradan." dediler sert bir sesle.

Orada durup iki kapısı ardına kadar açık yerden içeri baktım. Hemen karşıdaki sahne net bir şekilde görünüyordu. Mekanın için çok lükstü ve sahneleri yukarıda, ödül alanlar ve sunum için bir kürsü bulunuyordu. yuvarlak, beyaz örtülü dörtlü beşli sandalyeleri olan masalar vardı sahnenin önünde.

Güvenlikler beni geri çekmeye çalışırken olduğum yerden bakışlarımı sahneden çekmedim. Sunucu bağırdı. "O zaman sırada ki ödül sahibi doktorumuzu çağırıyorum. Uzman Dr. Doğuş Çekici Yenilikçi ödülü sahibi!" Kalbim teklerken dudaklarım aralandı. Kürsü arkasında Doğuş hakkında, geliştirdiği yenilik hakkında bilgiler verilirken sahneye çıkışını izledim. Lacivert takımıyla yine mükemmeldi. Ona karşı öfkem bir an olsun dinmişti.

Doğuş kürsüdeyken kapı tarafındaki güvenliklerde başını çevirip Doğuş'u izlemeye başladı. İçeride bir sürü tıpçı vardı. Doktor tayfası da bir tarafta durarak gururla sahnedeki arkadaşını izliyorlardı.

Doğuş kürsüdeyken etrafa kısa bir bakış attı. Ardından ciddi ve o duygusuz gibi duran ifadesiyle konuşmaya başladı. " Saygıdeğer konuklar, öncelikle bugün burada olmaktan dolayı büyük bir onur duyuyorum..." diye başladı sözüne. "Yenilikçilik, her zaman risk almayı gerektirir. Ancak, risk almadan ödül elde etmek mümkün değildir. Yeni fikirleri denemek, sınırları zorlamak ve bazen başarısızlıklarla karşılaşmak cesaret ister. Ancak, bu başarısızlıkların bizi durdurmasına izin vermemeliyiz. Her başarısızlık, bize yeni bir ders ve fırsat sunar."

Durdu ve nefesini verip devam etti sözlerine.

"Bu ödül, bana daha büyük bir sorumluluk ve taşıdığım misyonu daha da ileri taşımak için cesaret veriyor. Yenilikçiliği sürekli olarak teşvik etmek ve tıp alanında daha fazla ilerlemeler sağlamak için çabalarımı sürdüreceğim. Bir doktor olarak, mesleğimin değerini korumak ve hastalarımızın sağlığını en üst düzeyde tutmak için elimden geleni yapacağım."

Bakışları konuklarda dolanırken başını hafifçe eğdi ve mekanik sesiyle tekrar konuştu.

"Çok uzatmayacağım, son olarak, bu ödülü bana layık görenlere teşekkür etmek istiyorum..." Ödülünü işaret etmek ister gibi hafifçe kaldırdı. "Yenilikçilik yolculuğumuzda birlikte ilerlemeye devam edelim. Sağlık sektöründe daha fazla yenilik yapmak için çalışalım ve gelecekte daha da büyük başarılara imza atalım."

Ve tam şu susuş anında göz göze geldik. Önce şaşırdı sonra kaşlarını çattı ama ifadesini hemen toparladı. Tekrar ama daha sessizce konuştu. "Hepinize tekrar teşekkür ediyor, saygılarımı sunuyorum...." Alkışlar yükseldi. Bir sürü el bir anda Doğuş için alkışlamaya başladı. Doktor tayfasından böylesine ciddi bir ortamda ıslık bile yükselmişti. Bu ıslıkların sahibi kesinlikle Arat ve Bayar'dı. Ufuk bir tarafta kollarını bağlayarak onu izliyordu. Yüzü fena haldeydi.

Doğuş bakışlarını zerre benden çekmedi. Güvenlikler beni tekrar geri çekmeye çalışınca Doğuş konuştu. "Bir şey daha demek istiyorum. Canımı çok sıkan durumlar oldu o yüzden bu açıklamayı yapıyorum. Şu ki her zaman profesyonelliğini koruyan ben komşum olan hastam Manolya Dinçer'e aşık oldum ve onla bir gönül ilişkisi yaşıyorum."

Güvenlikler de dahil herkes afalladı. Kalp atışlarım delicesine çıkarken dudaklarım aralandı. O Manolya Dinçer mi demişti?!

Kalabalıktan, en az kendileri kadar kalabalık ve şaşkın sesler yükseliyorken Doğuş kürsüde geriledi. "Manolya'yı bırakın. Gelir misin çiçeğim?" dedi tebessüm ederek. Ve belki insanlar ilk kez onun bu sıcak tebessümünü görmüştü.

Şaşkınca kala kalmayı bırakarak güvenliklere bakış attım. "Valla bende şokum. Giriyorum o zaman." Güvenlikler bir şey yapmadı. Ben içeri adım atarken güvenliğe bakış attım. "Çatla keltoş. Koş koş babana koş."

Adam kaşlarını çatarken önüme dönmek beni tekrar şaşkınlığa düşürdü çünkü içeri girdiğim an resmen salondaki yüzlerce kişi bana dönmüş bakıyordu. Emin olun anksiyetesi olmayan birine bile anksiyete tetikletecek kadardı.

Derin bir nefes alarak üzerimdeki hasta kıyafetlerine bir bakış attım. "Ne?! Kardeşim ve... Doğuş?" kalabalığa çok farklı gelen ses Bayar'ındı. "Şaka?" Arat'ındı. "Belliydi zaten." Fatih'indi. Yutkunarak başımı kaldırıp kürsüden bana bakan Doğuş'un yanına ilerlemeye devam ettim.

Yeşim yeşili ve zeytin yeşili gözlerimiz yine buluşuyordu.

Zorlanarak sahnenin merdivenlerini çıkarken ortamda tamamen sessizlik vardı. Doğuş bunu sırf Ufuk beni tehdit etti diye yapmıştı. Benim hastalığım tetiklendi diye yapmıştı. Kimse beni tehdit etmesin içim rahat olsun diye. Belki de kendini batırmıştı ama bunu bile bile yapmıştı.

Elini bana uzattığında kalabalıktan tekrar sesler gelmeye başladı. Doğuş'a nasıl bakacağımı bile bilmiyorken karşılık olarak bende elimi uzattım. Ellerimizin birleşmesiyle kalabalığın sesleri yükseldi.

Diğer eliyle kürsüdeki mikrofonu aldı ve "Yargılarınız umurumda bile değil." dedi ciddiyetle. Mikrofonu geri bırakıp bana döndü ve yanağıma öpücük bıraktı. Sesler tekrar yükseldi. Kaşlarımı çatarak, "Bana yalan söyledin." diye fısıldadım. Bana buruk bir şekilde baktı. "Özür dilerim. Bunu sonra konuşalım mı? Daha özenle kendimi affettirmeye çalışayım? Kendimi anlatayım? Nedenini anlatayım..." demesiyle nefesimi vererek başımı salladım.

Doğuş bana daha çok yaklaştığında sesleri duymamak imkansızlaşmıştı artık.

"Bu mu ödül alan doktor?"

"Saklamıyor da gelmiş kürsüye çıkıp söylüyor!"

"Bu profesyonelliğiyle tanınan doktordu sözde?"

"Doğuş eğer hastasıyla aşk yaşıyorsa aşkları gerçektir ve karşı çıkmam."

"Aşka inanırım ama bu aşk olamaz."

"Etik yasalarına hakaret etti resmen!"

"Ceza alması gerekiyordu kurumu içinde!"

"Bu kişi Doğuş'sa aralarında gerçekten duygusal bir şeyler vardır."

Doktor tayfası bu tür konuşmalara karşı hiç çekinmeden cevap veriyorlardı. Hiç yorulmadan, tek tek hepsine inat bağıra bağıra cevap vermeye çalışıyorlardı. Kenan başhekim bile olayı toparlamaya çalışıyordu.

Doğuş hiçbir söylemleri umursamadan gözlerime bakmaya devam etti. Belki şu an profesyonelliğine leke sürmüştü ama bu umurunda bile değildi. "Seni sevdim çiçeğim ve ömrüm boyunca seni seveceğim...."

Bölüm sonu!

Bölümü beğendiniz mi? Bölüm hakkında ne düşünüyorsunuz?

En sevdiğiniz kısım neresiydi?

Şunu da söylemek isterim ki, hasta-doktor ilişkisini normal karşılayıp sahneleri garipsememeli ya da normalleştirmemelisiniz. Hasta-doktor ilişkisi normal değildir. Doktor hastalarına karşı hiçbir şekilde öyle hissedemez. Ne olursa olsun o gözle bakmamalı. Bu sebeple diğer hastaları da doktoruna güvenemez. Ben bunun farkında olarak yazıyorum, hasta-doktor aşkını duysam bende garipserim. Sizde garipseyin, ben şu an size o dışardan baktığınızda normal karşılamayacağınız bir çifti, bir yasak aşkı anlatıyorum sadece. 🌺

Rica etsem bana destek olmak için bölümü oylayıp yorumlar yapar mısınız? Şimdiden teşekkürler💖

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere🤍

Ig: dilek.wt

Kitap ıg: Sonmanolyakokusuofficial

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top