25.BÖLÜM : KARANLIKTA PARLAYANLAR

Selamlar. Başlamadan önce bir önceki bölüme yine yazar ağzından kısa bir sahne ekledim. Dönüp onu okuyup öyle devam etmenizi tavsiye ediyorum. Keyifli okumalar

Duncan Laurence - Arcade

Billie Eilish - Everything I Wanted

Yaşlı Amca - Ve Ben

🌺

Üç gün, bir saat, on iki dakika, elli bir saniye geçmişti gözleri kapandığından beri.

Doğuş Çekici tam o zaman diliminde asla yanında ayrılmamıştı. Bazı hastalarını ona zaman ayırmak için farklı doktorlara yönlendirmiş, yine de ona zaman ayırmıştı. Üç gündür hastanede, yoğun bakımda, onun başındaydı.

Arada başında uyukluyordu ama bu uyuklamalarda sadece bir iki saat sürüyordu. O bir saatlik uykularını süsleyen de bir adet Manolya'ydı. Üç gündür nadir uykularında ki rüyalarından çıkmayan kadın.

Üç gün sonra ilk kez anahtarını kapısının deliğine sokmuştu. Her dairenin beyaz kapısına inat gibi siyah renk olan kapısını aralayarak yorgun adımını içeri attı. Kapının arkasından kapanmasının sesi yankılandı ıssız evin içinde.

Kendine gelerek ihtiyaçlarını gidermek için evine gelmişti. Duş alıp, düzgünce üzerini değiştirmesi lazımdı. Boğazından geçer miydi bilmiyordum ama sağlığı için de bir şeyler atıştırması, öğününü yemesi lazımdı.

Yorgun adımlarını salonuna doğru attı. Erik yoktu. Eğer olsaydı şuan kapı ucundan kimin geldiğine bakmış, bunun babası olduğunu görünce hemen ayak ucuna kadar gelmiş olurdu. O şuan teyzesindeydi, Kar'la beraber.

Teyzesi Manolya'ya olanı, köpekleri emanet etmek istediği an öğrenmişti ve gerçekten üzülmüştü. Gelmek istemişti ama Doğuş ona zaten bilinçsiz bir şekilde yoğun bakımda olduğu haberini vermişti.

Üç gündür yoğun bakımda ha bire onu görmeye gelenler oluyordu. Esma resmen saat başı, Bayar hastaneye geldiğinde ve gideceği zamanlar, Gümüş'ü üç gün içerisinde sadece iki kere görmüştü, Burak'ın yanında otururken saçlarına dokunmaya çalıştığını anladığı an ziyareti sonlandırmıştı. Volkan'ın onun yanındaki varlığı bile onu rahatsız ettiği için dakika tutmuştu.

Çiçeğini kimseyle paylaşamıyordu.

Salondaki L koltuğun köşesine yavaşça kendini bıraktı. Sahi L koltukta onunla ne kadarda güzel anıları vardı. Doğum gününü kutladıkları zaman onun uyuya kalması ve Doğuş'un onu, uykusu gelen kadar gözlerini ayırmadan, başka bir şeyle odaklanmadan izlemesi. Onun Doğuş'a kırgın olduğu zamanlar mecburiyetten gelmişken yine uyuyakalması ve bu sefer sırf onu bir daha öyle izleyemeyeceği korkusuyla sabaha kadar sıkılmadan izlemesi.

Doğuş'un aklına o anlar istemsizce dolaşırken ellerini yüzüne çıkardı ve usulca yüzünü ovuşturdu. Kendine gelmek ister gibi beş saniye boyunca yüzünü ovuşturdu. Farklı yerlerde, farklı bedenlerde olabilirlerdi ama Doğuş'un kalbi onunla beraber atıyordu.

Ellerini usulca yüzünden çekti. Ruhsuz bakışları kalktı ve kararan havayla beraber karanlıklaşmış ama etrafı görebildiği salonunun içinde dolandı. Neden her bir köşede onunla özel bir anısı vardı ki?

Gözlerini birkaç kere kırpıştırdıktan sonra bakışları direkt masayı buldu. Masanın üstündeki eskiz defteri çarptı gözlerine. Şuan içinde o kadar çizim isteği olmasa da yapacak başka bir şeyi yoktu. Kafasını onu bırakmadan bir şekilde dağıtma yöntemi olabilirdi.

Anında uzanarak defteri kaptı. Sırtını koltuğuna yaslamadan kalemini alarak hızlıca defterini açtı. Dolu olan sayfaları hızlıca geçerek boş sayfaya geldi. Yorgun nefesini verdi ve kaleminin ucunu kağıda yasladı.

Akışına bıraktı. Bütün çizimi akışına bırakarak, düşüncelerini anlatırcasına çizdi. Her bir dokunuşu içten yaptı. Her bir dokunuşu hisleriyle beraber yaptı. Bu çizme bakabilecek, bu dokunuşları görebilecek herhangi duygusuz gibi duran insan bile duygularını hissederdi. Çünkü bu çizimi duygusuz görünen Doğuş Çekici yapıyordu.

Ve bu çizimin adı duygulardı.

Hafif koyu gibi duran yeşil gözlerini kağıda dikmiş sadece çiziyordu. Eşsiz dokunuşlar yapıyor, yeteneklerini değil, hislerini ve duygularını yansıtıyordu. O duygularını dille yansıtmazdı çünkü. Herkesin istediği, umduğu gibi dille anlatmazdı.

Elindeki kalem değildi kağıdın güzel bir çizimle şenlenmesini sağlayan, asıl onu şenlendiren onun iç dünyasıydı. İçindeki tarafıydı. Dudakları sessizce mırıldandı. "Längtan mitt hjärta döljs bakom dina slutna ögon..."

"Kalbimdeki özlem, kapalı gözlerinin ardında saklı."

Bakışları kağıttaki çizdiği görüntüden ayrılmazken, aklı da çiçeğinden hiçbir zaman ayrılmıyordu. Onsuzluğa asla alışamıyordu. Çizimlerini oldukça hızlı yapıyordu. On yirmi dakika sürebiliyordu bir çizimi, ama bazen bir saati buluyordu aslında. Sanırım bu yine ona göre değişebiliyordu.

Çizgiler, dokunuşlar, çizikler birbirini takip etti. Birleşti, birbirlerine karıştı ve kağıtta ki eserini oluşturdu. Sadece bakış atanın bile bir kere bakış atarak geçemeyeceği çizim oluştu. Hislerin vurgusu, özlemin simgesini çizme döktü.

Bakışları çizimdeyken mırıldandı bu sefer. "Mitt hjärta, som vill vara med dig även när du sover, är med dig med min längtan, Lady Manolya." Defterin kapağı kapandı ve eseriyle beraber yok oldu.

"Sen uyurken bile seninle olmak isteyen kalbim, özlemimle sizinle, Leydi Manolya."

Defteri masaya bıraktı. Koltuktan yavaşça kalktı. Ruhsuz adımları sadece odada dolaşırken sessizlik ilk kez dikkatini çekti. En sevdiği şey bu değil miydi zaten? Sessizlik. Neden şimdi berbat hissettirdi ona sessizlik?

Bakışları tavana çıkarken başı da hafifçe yukarı kalktı. Hiçbir ses yoktu. Panduflu ayakkabısıyla bilerek sert sert bastığı adımları, Doktor şarkısı hatta, şarkıdan çok onun şarkının nakaratını bağıra bağıra söyleyen sesi, herhangi yaptığı bir eylemin sesi, onun için açtığı göndermeli şarkıları...

Hiçbiri yoktu. Hiçbir ses yoktu.

Yukarıdan ses gelmedikçe onun için bütün apartman ıssızdır. Ve şuan ondan ses yoktu. Apartmanı geç onun için bütün dünya şuan ıssızdı. Sessizdi. Yukarıdan nasıl hiçbir ses gelmezdi?

Doğuş yavaşça yere doğru çöktü. Bakışları hala tavandaydı. Ses yoktu. Manolya yoktu. Kar yoktu. Erik yoktu. Anılar ve özlem vardı. O yoktu ama sadece anıları ve izleri vardı.

Doğuş'un sırtı L koltuğuna yaslandı. L koltuğunda değil yerde oturuyordu. Sadece sırtı koltuğun dış kısmını buluyordu. Dizlerini yavaşça kendine doğru çekerken bakışlarını tavandan ayırmadı. Gözlerine onun görüntüsü geliyordu. Her anı geliyordu. Onunla beraber geçirdiği her anı gözünün önüne geliyordu.

Aklına son anı gelmişti. Gözlerine baygınca bakarken yere düşüş anı. Kalp masajı yapış anı. Gözlerinin kapalı olduğu o an geliyordu. Doğuş bu sefer gözlerinin dolduğunu hissediyordu. Şuan ağlayabilirdi. Şuan onu kurtarması gerekmiyordu.

Doğuş ise sadece Gözlerinden yaşlar dökülmeye başlarken buna şaşırdı çünkü dünyanın en nadir ağlayan insanlarından olabilirdi.

Doğuş doktor umut yokken ağlardı ve onun için hiçbir zaman umutsuzluk bir durum olmamıştı, annesinin ölümü dışında.

Şuan orada, yere çökmüş bir şekilde içli içli ağlayan Doğuş doktor değil, Doğuş'tu.

Elleri gözlerine giderken yaşların gerçekliğini sorgular gibi göz altına dokundu. Gerçek Doğuş Çekici göz yaşıydı. Bunu umursamadan aklına o geldikçe bastırdığı duygularını hissettikçe, yukarıdan sesler gelmedikçe ağlayışı sessiz hıçkırıklara döndü.

Elleri gözlerine gitti. Zeytin yeşili dediği gözlerini kapatarak sessiz hıçkırıklarıyla titreyerek ağladı. Hıçkırıkları o kadar sessizdi ki sanki içine kaçmış gibiydi. Tıpkı duyguları gibi.

Ne zaman uyanacağı bile belli değildi. Belki onu bir ay, belki de bir yıl boyunca bekleyecekti. Belki de daha fazla.

Gözlerini kapatırken sadece aklına onu getiriyordu. Ona nasıl bu kadar bağlanmış olabileceğini düşünmek istemedi. Sonuçta bir kere bağlanmıştı.

Doğuş'un sessiz hıçkırıkları o evine, o tavanına kazınmıştı. Yalnızlığına, herkesi olan insana ağlayışları kazındı duvarlara, kanepesine, tavanına...

Doğuş ellerini gözlerinden çekmese de gözlerinin hemen kıpkırmızı bir hale geldiğini biliyordu. Çocukken ağladığı o günler de öyle olurdu hep. Çok az ağlasa bile fazlasıyla kızarırdı o güzel gözleri.

Hayatı boyunca yalnızlığı tatmış bir insan bunu sorun olarak görmez, umursamaz ama eğer biri gelir ve ona yalnız olmaktan çekerek onu tanırsa o kişi daha farklı bir bakışa sahip olur. Yalnızlığa alışkın o insanı tekrar yalnızlığa sürüklemek ise hayatı boyunca yalnızlığı tatmamış bir insanı yalnızlığa mahkum etmekten daha acı olur.

Son olarak Doğuş Çekici'den,

Jag vill ha dig, blomma...

Seni istiyorum, çiçek...

🌺

Kaya kadar sert bakışlarım Ufuk'un memnun tebessümlü yüzünde gezindi. Dudaklarımdan çıkan söz sadece, "Amacın ne?" olmuştu. Eli asansörün bir tuşuna gitti ve asansör durdu.

Bakışlarımı ondan çekmezken derin bir nefes alarak ellerini beline, kemerinin üstüne yerleştirdi. "Sen şimdi bir aydır uyuyordun bilmezsin..." Kaşlarım daha da çatılırken başımı kaldırdım. Devam etti. "Doğuş yakında ödül alacak. Yeni bir şey değil aylar önce kazandığı bir şey. Ödül töreni çok yakında olacak."

Anlamsızca, "Ne ödülü?" diye sordum. "Yenilikçi doktor gibi biri şey ödülü işte ha! Kısaca anlayacağın bir şekilde, zamanında bir hastalığın tedavisinde daha kısa ve pratik bir yöntem bulduğu için." Kaşlarım düzleşirken yutkundum.

Ona karşı içimde bir gurur hissederken o düşüncelerimi sözleriyle kesti. "Eğer isteğime ulaşmazsam Doğuş Çekici'nin hastasıyla yaşadığı yasak aşk ortaya çıkar." dedi tehditkarca.

Dudaklarım aralandı. Bakışlarım yere indi. Düşünmeye çalıştım. "Nasıl yani..." Kısık sesle güldüğünü duydum. "Duydun işte. Herkes bu ilişkiyi öğrenir. Öğrenirlerse de Doğuş'u ceza almadan bırakmazlar." dedi sinsi sesiyle.

Yutkunamadım. "Ne için yapıyorsun bunu?" diye sordum halsiz çıkan sesimle. Kaşları bir anda çatıldı. Bir anda tamamen ciddileşerek yüzünü bana eğdi. "Doğuş'tan nefret ediyorum çünkü!" diye beklemediğim bir anda nefretle bağırdı yüzüme doğru.

İrkilmiştim ama bunu belli etmeden bende yüzüne doğru bağırdım. "Hayır, çünkü onu kıskanıyorsun!" diye bağırdım sesimi güçlendirerek.

Cümlem onu daha da sinirlendirmiş gibi nefretle bana yaklaştı. "Ayrılacaksın! Yoksa bitiririm Doğuş'u! Adını kirletirim! Hayatı boyunca suratına baktığı an mahvolan kariyeri aklına gelir!" diye yüksek sesle konuşmuştu. Ondan ayrılamazdım.

Başımı hemen iki yana salladım. "Karışma ilişkimize! Olmaz! Seni ilgilendirmez!" diye bağırdım öfkeyle. "Karıştım bile." dedi alayla. Ardından bakışları kalbimdeki elime indi. Aptal bir sırıtışla bakışlarını yüzüme çıkardı. "Kalp atışlarını da yüksek tutma. Heyecanlanma. Sonra bayılırsan doktor sevgilin benden bilecek."

Ona iğrenircesine baktım. "Bizim yakınlaştığımızı nereden öğrendin?" diye sordum sert bir sesle. Alayla gülümsedi. "Doğuş'u tanıyorum. Onun bakışlarından her türlü anlardım ama ben bir görüntü gördüm...hastanenin çatısında ne de güzel öpüştünüz öyle. Doğuş'ta da ne cevherler varmış."

Gözlerim irileşti. "Sen...sen onu nerden biliyorsun?" diye sordum büyük bir şaşkınlıkla. Gülümsedi. "Sanırım siz öpüşürken hastanenin bahçesinden bu kişi sizi fark etmiş. Fazla uzaktı ama yine anlayabildim ne yaptığınızı. Sizi gidiler sizi!" dedi şakacı ifadesiyle.

Kaşlarım öfkeyle çatılırken. "Ruh hastası pislik!" diye bağırmamla irkildi. "Ne bağırıyorsun be? Asansör durdu bak bağırışından." dedi gülerek. Asansörü kendisi durdurduğu halde demişti bunu. Demin nefretle bağırıyordu, şimdi ise eğlenir gibi gülerek espri yapıyordu.

Senin de böyle hallerin yok muydu ki Manolya? Sende böyle yapmıyor muydun sanki?

Asansörün düğmesine bastı. "Kendine çeki düzen ver fıstık. Bahsettiğim teklifi de biraz düşün. Ben yine gelirim sıkıntı yok." dedi sahte tebessümüyle. Kaşlarım alayla havalandı. "Teklif mi? Ne yaşıyorsun resmen tehdit ettin."

Alayla sırıttı. "Herkesin teklif anlayışı farklı olabilir." Açılan asansör kapısından çıkarken hiçbir şey yokmuş gibi davranıyordu. Mükemmel bir oyuncuydu gerçekten. Bir anda modunu değiştirerek insanlara zerre şüphesiz bir ifade bırakmıştı. Gidecekti ki bakışları bana kaydı. "Neyi bekliyorsunuz hastanemizin sayın hastası?"

Çatık kaşlarımla kendime kısaca çeki düzen vererek yüzüme mükemmel tebessümümü kondurdum. Toparlamaya çalıştığım adımlarımla dışarı doğru ilerledim. "Ne çabuk toplandın yada güzel oyuncusun." dedi benim onun için düşündüğüm gibi. "Kes." diyerek hızlı adımlarımı çıkışa attım.

Çıkmamla yüzüme vuran esinti gibi düşünceler geldi. Hızlı adımlarla ilerlerken bir yandan düşünüyordum. Nasıl ondan ayrılırdım ki? Yapamazdım ki.

Ufuk hiç acımadan bütün cümlelerini bıçak gibi bedenime geçirmişti ve o bıçakları henüz çekmemişti. Elbet çekeceği günde olacaktı ama ben ondan önce davranarak kendim çekebilirdim. Bir şey bulmalıydım. Çözüm bulmalıydım.

Üzerime boyumdan büyük ağır bir yük eklenmiş gibi hissediyordum. Bu ağırlık hem yüreğimde hem de bedenimde gibiydi. Kalbim sıkışıyor, ağrılarım başlıyordu. Yutkunmakta zorlanıyordum. Elim tekrar kalbimi buluyordu. Hastalığım tetiklenmesin diye içimden dualar etmeye başladım.

Kalbimde o ağırlığı net bir şekilde hissederken semptomların oluşturduğu acıyı da duyuyordum. Bacaklarım adımları zorlukla atarken bu halde eve zor gideceğim düşündüm.

Ufuk'un bu kadar kötü olacağını düşünmezdim. Tamam, ondan pek hoşlanan yada onun pek hoşlandığı yoktu. Doğuş'u sevmiyordu, videoyu falan yaymıştı ama yine de onun bu kadar kötüleşeceğini düşünmezdim. Ne istiyordu bizden?

Yola doğru ilerliyordum. Taksi bulup eve dönmem lazımdı. Şuan demin yaşananları düşünmek istemiyordum.

🌺

Parmaklarım hızlı hızlı tuşların üzerinde hareket ederek koskoca bir kitabın cümlelerini tek tek oluşturuyordu. Hasta bir kızı yazıyordum. Tıpkı benim gibi hasta bir kızı. Bu kaderin bana oynadığı oyunlardan biri miydi yoksa?

Hikaye yazmayı seviyordum çünkü onları yazarken kendi dünyamdan, kendi hayatımdan çıkıp onların hayatına giriyor gibi hissediyordum. Biraz olsun sorunlarımdan, kendimden, hayatımdan uzaklaşabiliyordum.

Kimsesizliğimi anlatırım diye yaptım Hayal'i kimsesiz. Bir Hayal gibi olsun diye koydum adını Hayal. Uzay gibi içinde milyonlarca gökcismi taşıyan ama çoğunun ne olduğu bilinmeyen, araştırılmaya bilinmeye çalışılsın diye Uzak koydum adını. Tıpkı içine bir şeyler saklayan kendini dışarıya göstermeyen, içini görebilmeniz için iyice çaba göstermeniz gereken herhangi bir insan gibi.

Bilgisayarı kapatarak masama bıraktım. Bir buçuk saattir yazıyordum ve bir bölümün yarısına gelmiştim. Yavaşça ayağa kalktım. Bacağımda hissetmeye başladım eklem ağrısını pek takmadım. Kar köşede kendi kendine oyun oynuyordu.

Onun yanına ilerledim yavaş adımlarımla. Yanına çömelecektim ki bakışlarım dışarıda bir noktaya kaydı. Doğuş yorgun adımlarıyla apartmana ilerliyordu. Geliş saati de gelmişti zaten. Cama daha çok yaklaştım. Bakışları buraya kalkacağı sırada hemen başımı Kar'a çevirip onunla oynuyor gibi davrandım.

Bakışlarının yoğunluğunu tam üzerimde hissediyordum. Bu kadar uzak olmasına rağmen bakışlarını hissedebiliyordum. Kar'ın başını okşamaya başladım. O tarafa bakmamaya çalışıyordum. Kar bana anlamsız bakışlar atarken göz ucuyla tekrar cama baktığımda onu göremedim. Demek apartmana girmişti.

Hemen dikleşerek kapıya ilerledim. Üzerimde beyaz kalın askılı yarım atletim ve puantiyeli pijamam duruyordu. Ayağımda koca panduflarım ve yukarıda toplu olan topuz saçım. Onun karşısına defalarca pijamayla çıktığım için pek umursayacağım bir kombin değildi.

Kulağımı kapıya dayayarak sesleri dinledim. Volkan evi alırken bina hakkında verdiği bilgilerden biri de koskoca apartmanın içinde bir tek bu apartmanın ses yalıtımı olmaması bilgisiydi. Bu yüzden sessiz olmamı söylemişti ama sağ olsun canım komşum beni çekebiliyordu.

Ayak sesleri aşağı katta durdu. Ses kesildi. Saniyeler sonra kapı sesi geldiğinde evine girdiğini anladım. Psikopat gibi adamın evine girişine kadar izleyip, dinliyordum. İyice şizofrene bağlamıştım.

Yavaş adımlarımı salona attım bu sefer. Ev çok sıkıcıydı. Fazla sıkıcıydı. Keşke beni evine çağırsa. Onunla dalga geçerdim. Beraber onun son derece sağlıklı yemeklerinden yer, belki beraber film izlerdik. Daha doğrusu ben film bilim kurgu kategorisinde ise başında, film gerilim kategorisinde ise yarısında uyurdum da.

Ondan ayrılmak istemiyordum. Kimse bizi ayırsın istemiyordum.

Telefonumun çalmasıyla anında başımı kaldırarak telefonumun çaldığı bölgeye döndüm. Beni çağıracak düşüncesiyle koşarak telefona ilerledim. Arayan kişi Firdevs'ten başkası değildi. Sinirle nefesimi verdim. Şuan hiç onunla konuşacak havada olmadığım için aramayı reddettim.

Bende gidebilirdim yada bende çağırabilirdim ama bilemiyordum. Niye arayıp onu çağıramadığımı bilemiyordum. Anında aklıma gelen şeyle yüzümde sırıtış oluştu. Hemen ilerleyerek hoparlörümü açtım. Hemen telefonuma bağlayarak listemin en başındaki şarkıyı açtım.

Özlediğim şarkının sesini duymak bana mutluluk verirken kendimi bağıra bağıra söylemeye hazırladım. Masadaki telefonumu alarak mikrofon gibi dudaklarıma yaklaştırdım ve nakaratın gelmesini bekledim.

Ve o bir ayı sanki gerçekten hissetmiş gibi bir özlemle gelen nakaratı bağıra bağıra söylemeye başladım. "Dur dinle şu derdimi! Kim bilebilir ki, aramızda var bir mesele!"

Odanın içinde boş boş dolanırken sözleri yüksek sesle bağıra bağıra söylüyordum. Sanırım en sevdiğim şarkıydı bu. "Ah bu kanepenin bir dili olsa, anlatsa dünya sarsılsa!"

Kar yine bana anlamsızca bakarken artık buna alışıyor gibiydi. Zıplamaya başladım. Eminim bu zıplamalarımın sesi de aşağıya gidiyordu. "Doktor derdime bul bi' çare!"

Gürültü yapmayı sadece şu anlarda seviyordum. Sadece onun için gürültü yaparken mutlu oluyordum. Bağıra bağıra söylemeye devam ettim. "Gel sevenleri düşün. Düşün hepimizi!"

Söylemeye devam ediyordum ki mikrofon olarak kullandığım telefonumun yüksek sesle çalınması ile durdum. Telefonu kendime çevirmemle ekrandaki, 'UZMAN DOKTOR DOĞUŞ ÇAY' yazısını görmem bir olmuştu. Evet aynı bu şekilde büyük harflerle yazıyordu.

Yüzümde ki kocaman sırıtışla aramayı yanıtlayarak telefonu kulağıma koydum. "Alo? Benim biricik çiçeğim neden sinyaller vermeye başladı şimdi?" diye sesini duymak cilveli bir şekilde gülmeme sebep olmuştu. "Bilmem. Sıkılmıştır belki." diye mırıldandım.

"Bana gel istersen? Yemek yaparım sana." dedi. Gelen seslerden zaten mutfakta olduğunu ve yemek yaptığını anlayabiliyordum. "Bilmem ki. Hiçte gelesim yok ama neyse. Geleyim bari." diye mırıldandım. Manolya'cığım sen bunları Doğuş'un stetoskopuna anlat.

"Bekliyorum." dedi sadece. Güldüm. "Daha çok beklersin." Sessizlik oluştu. Ağzıma gelen her şeyi söylediğim için yine beni anlamamıştı muhtemelen. "Ne?" diye sordu anlamsızca. "Boş ver geliyorum." Ve telefonu hemen kapattım.

Koşarcasına ilerleyerek anında Kar'ı kucağıma alarak kaldırdım. Kafasına kocaman öpücükler kondururken ısrarla benden kurtulmaya çalışıyordu çünkü sanırsam onu fazla sıkıyordum. "Canın annen gidiyor şuanlık!"

Kar'ı geri yere bırakarak üstümü değiştirme gereği duymadan sadece koyu yeşil bir hırka alarak kollarımdan geçirdim. Hemen ardından hızlı adımlarla kapıya ilerledim. Ufuk'un dediklerini bir süre unutmaya çalıştım. Onunla olan zamanımı Ufuk'un kötü niyetli cümleleriyle berbat edemezdim.

Kapının yanında ki konsolumun üstünden anahtarımı alarak hızla evden çıktım. 'I am most the perfect' yazılı terliklerimi ayaklarıma geçirip kapıyı kilitlemeden merdivenlere ilerledim.

Hızlı hızlı merdivenleri inmeye başladım. Kapısına yetiştiğim an sanki tetikteymiş gibi kapıyı açtı. Beni görmesiyle yüzünde anında gülümseme oluşurken bende dişlerimi göstererek sırıttım. "Hoş geldin." dedi sakince. Terliklerimi çıkarıp zıplayarak içeri girdim. "Hoş buldum!"

"Baya neşelisin." dedi neşemden neşe bulur gibi bir sesle. Kapıyı kapattığını gelen kapının sesinden anladım. Aklıma neşemi bozacak tehdidin gelmesiyle yüzümdeki neşeli ifade solacaktı ki anlar diye buna izin vermeden tekrar sırıttım. "Evet!"

Karşıma geldiğinde boyuna yükselmeye çalışarak yanağına öpücük kondurdum. O da eğilerek boynuma minik bir öpücük kondurarak geri çekildi. "Gel bakalım." dedi önümden ilerlemeye başlarken. Hızlı adımlarla peşinden ilerlerken. "Geldim bakalım." diye mırıldandım.

Eliyle salonunu işaret etti. "Sen yemek masasına geç, bebeğim. Ben hemen geliyorum." Yüzümde çoğalan sırıtışla başımı salladım.

Zıplaya zıplaya salona ilerlerken o mutfağa girmişti. Bakışlarım salonun ortasında boş boş duran Erik'e kaydı. "N'aber bebeğim? Nasılsın bebeğim?" diye sordum otuz iki diş sırıtarak. Bana aynı Kar'ın bakışları gibi baktı. Ona öpücük atarak kurulmuş yemek masasına ilerledim.

Genelde oturduğum sandalyeyi çekip otururken bakışlarım mükemmel dizaynla hazırlanmış sofrada gezindi. Ortada mevsim salatası duruyordu. Çatal kaşıklar, bardaklar ve tabaklar...

Onu beklerken bakışlarım evde gezindi. Yemek masasının öbür ucunda dosyaları, kağıtları bulunuyordu. Muhtemelen yine evinde benim hastalığımın tedavisi üzerine çalışıyordu çünkü hepsi tıpla ilgili kağıtlardı.

Kapıdan içeri ellerinde iki tabakla giren Doğuş'u görmemle yüzümde tebessüm oluştu. Bir tabağı benim önüme, bir tabağı kendi önüne bıraktı. Ben tabağa bakışlar atmaya başlarken o da karşımdaki sandalyeye kuruldu. Tabakta fazla pişirilmemiş uskumru vardı. Balık o kadar sevmezdim ama önüme konursa da yerdim.

Önce sevdiğim yada sevebileceğim bir şey mi diye beni inceledi. Çatalıma uzanarak balığın kılçıklarını ayıklayacaktım ki, "Dur. Bekle." demesiyle durdum. Bakışlarım ona kalktı. Kendi balığının kılçıklarını hızlıca temizledikten sonra balığa limon sıkarak tabağı kaldırıp bana uzattı. "Al bakalım."

Tabağı hemen kaparak kendi önümdeki tabağı ona uzattım. "Teşekkürler." diye mırıldandım çatalı balığa çekinmeden batırırken. Artık kendisinin olan balığın da kılçıklarını çıkarmaya başladı. Balığın bir parçasını ağzıma atarak çiğnemeye başladım. Hoştu. Balık sevmeyen bile severdi bunu. Başımı ağır ağır salladım. "Ellerine sağlık. Çok güzel olmuş."

Balığına limon sıkarken tebessüm etti. "Afiyet olsun." dedi sessizce. Bakışları bir anda kalktı ve boş bardakları buldu. "İçecek doldurmamışım..." diye mırıldandı ve ayaklandı. Başımı kaldırarak ona baktığımda bana döndü. "Ne içmek istersen? Yani balığın yanı için beyaz şarap var ama..."

Başımı salladım. "Olur." diye mırıldandım sadece. O da başını salladı ve odadan çıkmak üzere ilerledi. Erik köşede kendi mamasından yerken dünya umurunda değil gibiydi. Onun haline güldüm. "Kıtlıktan mı çıktın Eroş?" Köpeğin başını kaldırıp bana bakması beklediğim bir şey değildi. "Tamam tamam ye sen, bakmıyorum ben." beni umursamadan tekrar yemeye devam etti.

Bu sırada Doğuş'un tekrar gelmiş olduğunu gördüm. Elinde bir şarap şişesi bulunuyordu. Elindeki şarap şişesini işaret etti. "Evimde yemek yerken ilk içişim olacak." dedi şişeyi açarken. Kaşlarım kalktı. "O zaman kaç yıllık o?" diye sordum aceleyle.

Güldü. "Tarihi falan geçmedi. Yeni sayılır. Tarihlere oldukça dikkat ediyorum zaten." dedi sakince. Yüzümde imalı bir gülümseme oluştu. "Hazırlıklısın yani?" Şarabı tek tek şarap bardaklarına doldururken bakışları bana kaydı. "Hazırlıklı falan değilim. Ne olur ne olmaz alıyorum bir şişe koyuyorum köşeye. Tarihi geçince atıyorum." dedi ifadesizce.

"Tarihi geçmişleri Fatih'e verebilirsin aslında. Benim yanıkları da o yiyor ya..." diye mırıldandım sadece. Balığımdan yemeye devam ettim. Şişeyi bırakarak sandalyesine geri yerleşti. Beyaz şaraptan minik bir yudum aldım. Hava kararmıştı. Evin boy camlarından güzel bir görüntü çıkıyordu.

Yemeğini yerken bakışları bendeydi. Salatadan çatalıma biraz alarak ağzıma attım. Her zaman ki sağlıklı Doğuş doktor salatasıydı. Benimde bakışlarım ona kayarken tebessüm etmemek için zor tuttum kendimi. "Bugün bende kalsana?" dediği cümleyle içtiğim beyaz şarap boğazım kaçtı.

Öksürmeye başlamamla Doğuş anında telaşlanarak yerinden kalıyordu ki elimi uzatarak onu durdurdum. Gözüme gelen saçımı elimle geri atarak peçeteyi dudağıma bastırdım. Öksürüklerim küçülürken bakışlarım en ufak şeyde bile telaşla bana bakan Doğuş'a kaydı. "İyiyim." diye mırıldandım tebessüm ederek.

Hızla masanın başında duran cam sürahiden su doldurduğu bardağı bana uzattı. "İç." dedi sessizce. Öksürüklerim dinerken suyu lıkır lıkır içtim. Nefes nefese bardağı köşeye bıraktığımda bakışlarım tekrar bana bakan ona çevrildi. "Şuan tamamen iyiyim." dedim.

"Halbuki kötü niyetli bir şeyde söylememiştim ki, niye öyle oldu anlamadım." diye mırıldandı saf saf. "Bir anda öyle deyince işte..." diye bir şeyler gevelendim. Kaşları havalandı. "Niye ki? Ne olacak? Beraber yatardık. Yattığımız zamanlarda oldu."

İnatla yüzüme gelen, önden bıraktığım iki parçayı geri çektim. "Evet. Aslında haklısın. Bence de kalabilirim." dedim gözlerimi kısarak. Belki de son beraber günlerimiz olacaktı. Şöyle düşünmeyi kesmelisin Manolya!

Memnuniyetli bir ifade oluştu yüzünde. "Hatta hep böyle yapabiliriz?" Kaşlarım havalanırken anlamsızca ona baktım. "Neden beraber uyumuyoruz ki? Bir gün sen bende kalırsın, bir gün ben sende. Yada beraber olduktan sonra nerde uyuduğumuz fark etmiyor. Sonuçta benim olduğum her yer senin evin. Senin olduğun her yer benim evimdir. Çünkü burada benim evim olan insan sensin." dedi ciddiyetle. Ciddiyeti yine yüzüne oturmuştu.

"Yani bilmem ki...olabilir." dedim düşünceli bir sesle. Kaşları yavaş bir hareketle çatıldı. "İstemiyor musun yoksa? Seni asla zorlamam. Öyle bıkarım senden falan dersen de saygı duyarım." dedi rahatlatmak ister gibi.

Başımı hemen iki yana salladım. "Yok. İsterim tabi ki." dememle şüphesi kalkmış gibi benimle beraber başını salladı. "Yemeklerimizi yiyelim o zaman." dedi yemeğimi işaret ederek. Başımı sallayarak yemeğime döndüm. "Sende ye." diye mırıldandım.

Yaklaşık beş dakikadır yemek yiyor, bakışıyor, arada ise konuşuyorduk. Hızlı değil sakin sakin yiyorduk. "Şuan yakınlığımızı bilen sadece iki kişi var." dedim. Kaşları bir anda çatıldı. "Biri Firdevs hanım, İkinci kim?" diye sordu merakla.

"Aslında ben söylemedim o tahmin etti." dedim sessizce. Kaşları daha da çatıldı. "Kim tahmin etti? Volkan falan mı?" diye sordu. Başımı iki yana salladım. "Burak."

"Fuzuli Burak?" Başımı onaylarcasına salladım. "O da bir kıza aşıkmış biliyor musun. Ama sanırım benim ona kendi aşkımı tarif etmemle beraber, o da tek taraflı aşk olduğunu anladı." diye mırıldandım sessizce. Bakışlarım elindeki çatalı sıktığı için parmak boğumları beyaz olan eline kaydı. "Tek taraflı aşk? Kesin aşk yani?" diye sordu emin olmak ister gibi.

Anlamsız bir ifadeyle onu izlerken başımı onaylarcasına salladım. "Evet. Platonikmiş işte." Çatalı yavaşça bıraktı. Parmak boğumları eski haline dönerken bakışları bana dokundu. "Kimeymiş peki?" diye sordu merakla.

Omuz silktim. "Bilmem. Sordum ama söylemedi. Bende zorlamadım. Belki de onunla dalga geçerim ciddiye almam diye demiştir." diye mırıldandım salataya uzanırken. "Bence de." diye mırıldandığını duydum sadece.

Bir anda kapı zilinin evin içinde yankılanmasıyla ikimizde irkildik. Bakışlarımız şok bakışlarımız birbirimizi buldu. Hemen ayaklandı. "Ben kapıya bakıp kimse göndereceğim. Sen dikkatli ol." dedi hemen. Başımı titrer gibi bir hızla salladım.

Telaşla ayaklandım. O giderken bende boş boş telaşla volta attım. Onu duymaya çalışırken çıt bile çıkarmamaya çalıştım. Neyse ki sesler buraya geliyordu ve kapının açılış sesini duymuştum. "Bayar? Arat? Fatih? Ne işiniz var burada?" Gözlerim irileşti ağzım aralandı. Birde üçü mü gelmişti?

Sadece duymam için yüksek sesle konuşan Doğuş'un sesini duyabiliyordum. "Giremezsin Bayar! Gidin evimden misafir sevmiyorum demedim mi?" diye kızıyordu. "Hayır! Evimi dağıtıp dağıtmamanız umurumda değil! Yine polisi arattırmayın bana!"

"Ne saklayacağım Fatih, sende mi?" diyordu agresif bir sesle. "Kız falan atmadım. Peki gir ve bak Arat!" Anında ne yapacağımı bilemez gibi telaşlandım. Hemen aceleyle masanın altına girdim. Ne yaptım, ne yaptım?

Ayak sesleri git gide yükselirken elimi ağzıma kapattım. Ve saniyeler sonra sesleri gelmeye başladı. "Yemek mi yiyordun?" diye sorduğunu duydum Bayar'ın. "Evet. Gelmeseydiniz yiyordum." diye düşünceli sesi. Muhtemelen şuan nerede girdiğimi sorguluyordu.

"Tabaklar neden iki tane?" Tabi ki bunu Arat sormuştu. Sesi meraklı ve imalı çıkmıştı. "Senin boğazına sokmak için Arat." dedi agresif sesiyle. Gülmemek için elimi daha sıkı bir şekilde dudaklarıma bastırdığımda Arat, Doğuş'a cevap verdi. "Tamam be gülüm. Sen neden bugün bu kadar agresifsin anlamadım?"

"Susar mısın Arat?" diye sordu Doğuş sakince. Arat'ın sesi tekrar geldi. "Susarım hayatım." Bir yandan gülmemek için cebelleşiyor, bir yandan fark edilmemeye çalışıyordum. "Yemek masasına geçelim bizde. Sen yemeğine devam et." dedi Fatih. Olmaz! Yemek masası olmaz!

Doğuş bir şey diyemeden sandalyelerin çekildiğini işitmemle çekilmeyen sandalyeye doğru ilerledim. Görünmemeliydim. Bacakları hemen önümde yere değerken ağzım aralandı. Böyle bir ortamda nasıl fark edilmeyecektim acaba. Erik'in zil çaldığı an odaya kaçtığı gibi bende kaçsaydım keşke.

Yanaştığım sandalyede çekildi. Ne olur ne olmaz diye tam ortaya, bacaklara değmeyecek bir pozisyonda dururken bacaklarından oturanın o olduğunu anladım. "Hakikaten neden iki tabak?" diye sordu Bayar merakla. Ortam benim için fazla gerginken gerginlikten nefesimi tuttum. "Ben şizofrene bağladım. Karşımda bir insan var gibi yemek yiyorum çünkü Bayar." Doğuş onu çok kibar ve agresif bir şekilde terslemişti.

"Oğlum bu kadar yalnızsan haber ver lan. Geliriz biz. Yapma böyle şizofren şizofren şeyler. " diye sordu Bayar merakla. Fatih hemen araya girdi. "Tamam be kardeşim. Size ne?" diye söylendi. Bu söylenişle herkes sustu. Doğuş'un bacağının bana değmesiyle duraksadı. Fark ettirmeden çok hafifçe eğilerek masanın altına bakmasıyla, masanın altına kedi gibi sinmiş olan benle göz göze gelmiş oldu.

Sıkıntılı derin bir nefes aldım çünkü çok kilit bir yerde duruyordum. Geri fark ettirmeden dikleşmesiyle diğer bacaklara döndüm. Resmen önümde, yanımda dört bacağın manzarası vardı. Aklıma gelen deli fikirlerle yüzümde sırıtış oluştu. Neden eğlenmeyeyim ki?

Elim Doğuş'un karşısında ki kimin olduğunu bilmediğim bacağa doğru ilerledi. Bacağa çok hafif dokunuşlarla dokunmamla irkildi. Önce umursamadı ama tekrar aynı hareketleri tekrarlayarak yukarı doğru çıkmamla, "Ulan o kimin ayağı? Bacağıma falan sürtüyor?" diye soran kesinlikle Bayar'dı.

Doğuş'un mahsustan olan sert öksürükleri geldi. "Benim ayağım ya..." dedi kısık bir sesle. Yüzümde kocaman muzip bir sırıtış oluşurken diğer bacağa çevrildi. Dokunuşların aynısını ona da yapmaya başladığımda o da irkildi. "Aa! Bana mı geçtin bu sefer Doğuş? Ne yapmaya çalışıyorsun?" diye soran Arat'tı.

Hareketleri aynı şekilde durmadan devam ettirmemle aceleyle tekrar konuştu. "N'oluyor lan sapık mısın? Büyü falan mı yapıyorsun?" diye sordu telaşla. Doğuş'un bana işaret olarak masaya vuruşlarını duyabiliyordum. "Yok şey, ayağım biraz şey oldu..."

"İyi misin sen Doğuş? Ne bu haller?" diye soran Fatih'ti. "İyiyim iyiyim. Ayağıma bir anda bir şey oldu sadece." diye bir şeyler geveledi. "Anlıyoruz..." diye mırıldanan Arat'tı. Saniyeler içinde bir anda çekildim. Başımı kaldırmamla kendimi Doğuş'un bacaklarının arasında buldum.

Bacaklarını canımı yakmadan sıkıca sararak hareketlerimi engelledi. Yere çaktırmadan çatalını düşürdüğünü gördüm. "Çatalım düştü." diyerek bana doğru eğildi. Yüzlerimiz oldukça yakınken, "Uslu dur yoksa iğne yaparım!" diyerek hemen geri dikleşti.

Masum bir ifadeyle onu izlememle bakışları yukarıdan bana kaydı. Göz kırparak tebessüm etti. "Doğuş, kardeşim sen ne yaşıyorsun?" diyen Bayar'la ikimiz de irkildik. Anında başını kaldırarak Bayar'a bakarken bende onun mükemmel boynunu inceledim. "Hiç. Hiçbir şey yaşamıyorum. Sadece uyumam lazım galiba." dedi gitmeleri için.

"Tamam sen şuraya yat kıvrıl, biz zaten yabancı değiliz." demesiyle kaşları hemen çatıldı. "Evimin yabancısısınız! O ne demek! Siz gideceksiniz bende uyuyacağım!" dedi agresif ama kibar bir sesle. "Bizi kovarken utan bir kere ya." diye mırıldanan Arat'tı.

Fatih, "Valla ben o kadar kovulmuyorum." dedi muzip bir sesle. "Aşkım böceğim, sen onun evinde takılmayı teklif etmediğin için yada evine gitmediğin için kovulmuyorsun." dedi alayla. "Sus Arat. Bana da aşkım deme diyorum sana!" dedi sitemle. Arat'tan taraf gelen bir öpücük sesi duydum. "Tamam turunçgil sevdiğim."

"Gider misiniz artık." kovmaktan bıkmayan Doğuş. "On dakika olmadı, hele hele!" ısrar etmekten bıkmayan Bayar.

"Pes falan atarız ya kalalım?" diyen Arat'tı. "Pes sevmem." dedi Doğuş duvardan daha duvar sesiyle. "Okey oynarız." dedi bu sefer. "Okey'de sevmem." dedi aynı duvar sesiyle. "Tavla atarız?" diye sordu tekrar. "Tavla da sevmem." dedi taş gibi sert sesiyle. "Uno?" diye ısrarla tekrar sordu. "Onu da sevmem." dedi o da ısrarla. "İp atlamaca?" Gülecekken kendimi tutmayı başardım.

"Onu da sevmem." Ve yine aynı cevap. "E oyun kalmadı kardeşim, sende yani..." diye mırıldandı Arat bıkkınlıkla. Arat bu sefer sessizce mırıldandı. "Satranç diyeceğim onu da biz sevmiyoruz."

"Gider misiniz artık?" Ve tekrar sürekli olarak kovmaktan yorulmayan Doğuş. "Bu adamda çok sıkıcı ha. Onu sevme bunu sevme. Boş zamanlarında ne yapıyorsun kanka?" diyen Arat. "Gider misiniz artık?" diye tekrar inatla soran Doğuş.

"Buraya gelmeyi seçen sizdiniz." dedi Fatih bilmiş bir sesle. "Gider misiniz artık?" Yine ve yine aynı şeyi tekrarlayan Doğuş. "Sende yeter! Plak gibi takılıp kaldın! Kalkın gidek yav!" diyerek ayaklandığını gördüm.

"Teşekkürler Bayar." dedi Doğuş ciddiyetle sesiyle. Bayar'ın duraksadığını gördüm. "Ne için?" diye sordu anlamsızca. "Beni polisle uğraştırmadığın için." dedi duvar gibi sesiyle.

"Lan yürüyün gidelim. O kadar da gurursuz değilim! Doktor ama gururluyum!" diyerek Arat'ın da ayaklandığını gördüm. Elimi ağzıma kapatarak herhangi bir gülmeyi yada sesi önceden engelledim.

"Gururlu olduğun için mi tamı tamına beş kere polisle beraber ayrıldığın eve tekrar tekrar geldin?" diye Fatih'in muzip sorusuyla beraber duraksama oldu. Saniyeler sonra Arat, "O kadar da gurursuzmuşum." dediğini duydum. Gülmemek için kendimi sıktım.

Masanın altından hepsinin kapıya doğru ilerlediğini görmemle beni görmemeleri için daha geriye sindim. Doğuş'ta bana kısa bir bakış atarak onları geçirmek üzere kalkmıştı. Hayret! Doktor misafirlerini ilk kez geçirdiğini görüyorum.

Odadan çıkmalarıyla elimi ağzımdan çekerek rahatlarcasına bir nefes verdim. Kapının açılma sesiyle daha da rahatladım. Tekrar gelen kapı kapanma sesi ile bu sefer tek kişinin yaklaşan adımlarını duydum.

Yavaşça masanın altından çıkarken onun da yaklaşan adımlarını duyuyordum. "Ah çiçeğim, ah! Neden böylesin? Masanın altından milletin bacaklarına dokunmak da ne demek?" diye sakince sitem etti bana.

Onlara karşı kadar agresif davranmasına rağmen bana karşı ses tonunu bile yükseltmemişti. Cümlelerini, ses tonunu seçerek konuşuyordu.

"Eğlenceli oldu ama. Ne güzel korktular." dedim gülerek. Bana bakarken başını ağır ağır iki yana salladı. "Ah çiçeğim, ah..." diye tekrar sessizce mırıldandı masayı toplamaya başlarken. "Asla durmazsın değil mi." diye mırıldandı sessizce.

Omuz silkerek kalktığımda, "Yemeğe devam edecek misin?" diye sordu toplamasına rağmen. Başımı iki yana olumsuzca salladım. "Yeterince doydum." elindekileri toplarken tamamen nezaketten bende yardım ettim çünkü o bendeyken bulaşıkları bile yıkamıştı.

🌺

Masayı toplamış, bulaşıkları yıkayıp, yerleştirmiştik. Üşensem de tek kelime etmemeyi başarabilmiştim. Bir saat kadar boş oturup sadece konuşmuştum. Uykumun gelmesi üzerine yatmayı istemişti ve şuan tam olarak onun yatak odasındaydık.

Bismillah.

Üzerinde ki tişörtü çıkarmasıyla gözlerimin irileşmesini maalesef engelleyemedim. Bakışları bana kayınca aynı şeyi düşündüğümüzü anladım. Çekinir gibi bir sesle, "Genelde böyle uyurum. Zaten görüyorsun beni böyle ama istersen tişörtle de yatabilirim, senin açından sıkıntı olacaksa?" diye sordu kibar tavırlarıyla. İnan hiç sıkıntı değil biliyor musun. Hatta altı da- neyse abartmayalım.

"Sıkıntı yok." dedim sakince. Bakışları üzerimde gezindi. "Sana bir şey vermeme gerek yok sanırım." Benimde bakışlarım üzerime kaydı. "Yok yok. Sadece hırkamı çıkarsam yeter..." diye mırıldanarak üzerimdeki hırkayı çıkardım. "Nereye bırakayım?" diye sordum. Eliyle kendi dolabının en köşesini işaret etti. "Dolabı açıp içine bırakabilirsin."

Başımı sallayarak gösterdiği dolaba yöneldim. Dolabı açıp kendi ceketleri arasında herhangi bir yere astım. Odası ne çok büyüktü, ne de çok küçüktü. İdeal bir odaydı. Oldukça ferah ve düzenliydi. Kesinlikle simetriye dikkat ettiğini gösteren de bir odaydı. Tıpkı diğer odaları gibi. Yatağı çift kişilikti ve benimkiyle aynıydı. Muhtemelen evin eşyalı olmasından kaynaklanıyordu.

Yatmaya hazır olduğumu fark ettiğimde ona döndüm. Oda muhtemelen hazırdı ve bana döndü. Bakışlarımız kesiştiğinde saçlarını karıştırarak dağıttı. Ve daha da yakışıklı oldu.

Ben saçlarımı bozsam mağara kadınına dönüşürdüm şimdi boş ver.

"Yatağa girelim mi?" Şu sözü içimde yüz kere düşünüp söylemiştim. Başını sallayıp yaklaşarak çarşafı kaldırdı. Yatağa oturarak uzanmaya çalışmasıyla bende hemen ışığı kapatarak yanına koştum.

Bir anda yatağa girerek çarşafı kendi üzerime de aldım. Hemen Doğuş'un dibinde olduğumu bedenime değen bedeninden anladım. Yönümü ona doğru çevirerek gerileyecektim ki beni yakalayarak kafamı göğsüne çekti. Ağzım aralanırken başımı kaldırıp karanlık olsa da camından vuran ışıkla görünen yüzüne baktım. Hisli ama ifadesiz görünen bir suratla beni izliyordu.

"Biliyor musun ben annemden başka ilk kez bir kadınla yan yana yatıyorum. Teyzemle bile hiç yatmadım." diye fısıldadı yüzüme doğru. İçim kıpır kıpır olurken içli bir nefes aldım.

Hafif geri çekilerek yüzünü daha net görmeye çalıştım. "Biliyor musun bende hayatım boyunca kimseyle yan yana yatmadım. Annem doğarken öldü biliyorsun. Babamda malum beni pek sevmez. Sen benimle ilk beraber yatmak isteyen insansın." dedim yüzümde huzurlu bir tebessümle.

Başı hafifçe eğildi yüzümü tam görmek için. Eli kalktı ve saçımı yavaşça okşamaya başladı. Karanlıkta bile fark edebildiğim zeytin gözleri, yeşim gözlerimden ayrılmıyordu. Gözlerindeki ifade değişikti. Tekrar konuştum. "Ben bu yüzden alışığım karanlığa, gök gürültülerine, gece yağmur yağmasına. Bunlar korkulacak şeyler değilmiş, ben bunu kendi kendime anladım. Her zaman korkularımın üstüne gittim. Yalnız ama, onlardan daha güçlü olduğumu göstermek için."

Yaklaştı ve alnıma güçlü bir öpücük kondurdu. "Bundan sonra korkularının üzerine tek başına, yalnız gitmek zorunda değilsin. Ben her zaman yanında olacağım." dedi güven veren sesiyle. Lütfen her zaman yanımda ol. Lütfen kimse bizi ayırmasın.

Ona daha sıkı sarılarak kollarımı sıkıca beline sardım. Yatağı, yastığı, kendisi tamamen çikolata kokuyordu. Kokusunu içime çekerken huzur doldum resmen. Kollarını sıkıca bana sarmış, başım tam göğsünde, kalbinin attığı yerdeydi.

"Sen yine de çok güçlüsün. Her şeye rağmen güçlüsün." diye mırıldandı sessizce. "Bazen en güçlü görünenler, en çok acı çekenlerdir." diye mırıldandım onun gibi.

"Hep yanımda ol olur mu?" dedim yanımda olmamasından korkar gibi. "Her zaman yanında olacağım çiçeğim." diye tekrarladı benim için. Kalp atışlarını dinlerken kokusunu da soludum. "Seni seviyorum, Doğuş Çay." Eli saçlarımda oyalandı. "Bende seni seviyorum ve hep seveceğim çiçeğim."

"Yemin et." diye mırıldandım. "Yemin." dedi sadece. Kaşlarımı çattım. "Öyle yemin edilmez imansız! Yemin ederim diyeceksin." dedim muzip bir sesle. Elleri saçlarımda gezinmeye devam ederken, "Yemin ederim seni hep seveceğim." dedi sadece benim duyacağım bir sesle.

Yüzümde tebessüm olurken bir elimi çıplak göğsünde gezdirmeye başladım. "Bende yemin ederim." başımın üstüne minik bir öpücük koydu. "Birde hep birbirimiz kimsesi ve herkesi olalım olur mu?" diye sordum sessizce. "Olalım." dedi benim gibi kısık bir sesle.

"Doğuş..." diye mırıldandım sessizce. Hafifçe başını bana çevirdi. "Efendim?" diye mırıldandı. "Seni anlamayan insanların içinde yalnız hissediyor musun?" diye sordum merakla. Bir süre bakışlarını gözlerimde oyalandı. Ardından konuşmak için dudaklarını araladı. "Etrafımda insanlar çok olabilir ama yine de bu yalnız hissetmeme engel olmuyor..." diye mırıldandı.

Bakışları tavana çıkarken tekrar konuştu. "Yalnız kalabalıkların içinde kaybolmak, benim yalnızlığım." diye mırıldandı.

Yazmakta olduğum romanımın ilk cümlelerinde de dediğim gibi, Ya anlatacak kimsen yoktur. Ya da kimsen vardır ama anlatacak kimsen yoktur.

"Peki biz iki farklı insan nasıl birbirimizleyken yalnız hissetmiyoruz? Nasıl bu kadar huzurlu ve tam hissediyoruz?" diye sordum muzip bir sesle. "Belki de farklılıklarımız bizi tamamlayacak olan şeylerdir." diye mırıldandı sessizce.

Uyku bedenimi basarken gözlerimi kapatmaya çalıştı önce. İnatla gözlerimi açarak başımı kaldırıp ona baktığımda onun da bakışları bana kaydı. Gözlerim tekrar kapanırken yine inatla açtım ki o bunu fark etti. "Uyu çiçeğim." diye fısıldadı yüzüme doğru.

Başımı aşağı çekerek tekrar göğsüne yasladım. Bu sefer gözlerimin kapanmasına engel olamadım. Gözlerim kapandı ve uyku bedenimi çok geçmeden sardı.

🌺

Yüksek sesin eşliğinde omuzlarımı kaldırıp indirerek oynarken bir şarkıya eşlik ediyordum. "Oda biliyor! Oo oo! Oda seviyor! Oo bile bile kafa tutuyor aşka, gözü kara! O yine bildiğini okuyor!" Bir yandan önümdeki hazır sigara böreklerini pişiriyordum. Doğuş uyanmasın diye on takla atarak yataktan kalktıktan sonra son sesle beraber bağıra bağıra Tarkan - Dudu söylememe tek laf edemiyordum şuan.

"Cici gibi tanecik, kıymetli bi' tanecik! Ana sütü gibi ter temiz!" Omuzları sallaya sallaya elimdeki kevgiri kaldırdım. Bir elimi belime koyarken sallana sallana şarkıyla beraber oynadım. "Dudu gibi dilleri, lıkır lıkır içmeli! Gözleri zeytin yeşili!"

Daha ne ara geldiğini anlamadan saniyeler içinde iki kol belime sıkıca arkadan sarılırken irkilerek omzum üstünden araya döndüm. Şarkı arkada çalarken ben şaşkınca ona bakıyordum. Dağınık, bana göre sarı olan saçları, yakından daha belli olan zeytin yeşili gözleri yeni uyanmış gibi bir halde, yakışıklı suratıyla bana bakıyor, çıplak üstü sırtıma değiyor, kolları sıkıca belimi sarıyordu.

Bu gönül ona torpil geçiyor, etrafında fır dönüyor.
El bebek gül bebektir o, ne yapsa inadına hoş görüyor.
Kara kara düşündürüyor.

"O derya deniz değil miydi?" diye sordu tok bir sesle. Kaşlarım kalkarken ilk neden bahsettiğini anlamadığım için, "Hı?" diye sordum. Elimdeki kevgiri kavradı ve sigara böreklerini yanmasın diye çevirmeye başladı. Bunu yaparken milim olduğu yerden kıpırdamamış hala tam arkamda, bir kolu belime sarılı bir şekilde duruyordu. "Gözleri derya deniz, değil miydi şarkının sözü?"

Anlamış gibi aydınlanarak güldüm. "He..." diye mırıldandım E'yi uzatarak. "Sen onu diyorsun...ben istedim Zeytin yeşili oldu o." Şarkıyı uzanarak kapatmasıyla kaşlarım çatıldı. "Ne o? Yüksek ses müzik dinlememden hoşlanmıyorsan evine almayacaksın Doğuş beyciğim!"

Güldü. "Almasak da duyuyoruz o ne olacak?" Kaşlarım daha da çatılırken ona kıymış ve belim sarılı olan koluna bir tane patlatmıştım. "Valla giderim bak! Kızdırma beni Doğuş!" Eli kalbime doğru çıktı. "Kızma çiçeğim kızma! Kalbine etki etmesin."

"Ay sende nefes alsam kalbime etki edecek diyeceksin ha!" diye sitem ettim sessizce. "Senin zaten dilin açıktı ama sanki daha da açılmış." dedi bir anda beni kendine döndürürken. Yüzüne bakmak için başımı kaldırdığımda çok hafif eğilerek ellerini önünde bulunduğum tezgahta iki yanıma yasladı.

Nefesimi tutmamla bakışları dudaklarıma kaydı. "Çok mu dilin açılmış? Susturalım mı?" Dudağımı büktüm. "Cık cık! Herkesin konuşma hakkı, özgürlüğü vardır Doğuş Çay!" Dişlerini göstererek hafifçe güldü. "Öyle mi? Bak sen..." dedi kısık bir sesle.

Doğuş'un güzel bakışları durmadan yüzümde dolanırken tebessüm ettim. Bakışları tekrar tebessümüme kaydı. Arkamdan gelen kızarma sesleriyle kendime geldim. "Doğuş yemek yanacak." Doğuş'un tebessümlü bakışları hala yüzümde dolanıyordu. "Yansın..." diye mırıldandı fark etmeden.

Gülerek aceleyle arkamı dönüp sigara böreklerine bakmaya başladım. Kendine geldiğini çıplak üstünün sırtıma değişinden anladım. "He...yemek." diye mırıldandı. Ve muhtemelen tam şuan ensesini serçe parmağıyla kaşıyordu. Göz ucuyla göz attığımda gerçekten de doğru tahmin ettiğimi gördüm.

"Pek bir şey yapamadım ama." diye mırıldandım sigara böreklerini çıkarırken. "Sorun yok. Bende yardım edeyim." diyerek arkamdan çekildiğinde ona poşetteki ekmekleri işaret ettim. "Ekmekleri çıkarabilirsin." Başını salladı sadece. Üzerinde bir tek siyah eşofmanı duruyordu. Doğuş'un en doğal hallerini sanırım bir tek ben görüyordum.

Bakışlarım ekmek kesmeye başlayan ona kaydı. Umarım Ufuk düşünmüştür ve ne yaptığını anlayarak vazgeçmiştir. Umarım...

"Senin çayının markası Doğuş'muş!" dedim sırıtarak. Başını salladı. "Evet. Öyle." diye mırıldandı ciddiyetle. Sırıtışım çoğaldı. "Sende benim gibi Doğuş olduğu için alıyorsun değil mi?" diye sordum. "Hayır." diye beklemediğim cevabı verdi.

Afallayarak kaşlarım çatıldı. "Nasıl ya? Yalan söyleme! Merak etme sana gülmem öyle yapıyorsun diye, çünkü bende öyle yapıyorum." dedim hemen. Bakışları bana kaydı. "Neden yalan söyleyeyim Manolya? O yüzden almıyorum dedim işte. En iyi markalardan olduğu için alıyorum." dedi ciddiyetle.

Aramızda kısa süreli bir sessizlik oluşunca o bozmak için ağzını araladı. "Neden beni uyandırmadın? Beraber hazırlardık." Omuz silktim. "Boş ver ya. Kıyabildim mi sanki? Bebek gibi uyuyordun." diye söylendim. "Müzik sesinin yükseklik seviyesinden ne kadar kıyamadığını görebiliyorum." dedi alayla.

"Şimdi müzik ayrı konu. Onsuz olmazdı. Hem sende alışkınsındır diye düşündüm." diye savunmaya geçtim. Başını hafifçe bana çevirdi. "Alışkınım ama sesin yukarıdan gelmesine alışkınım. Aynı ses daha yakından ve benim evimden gelince insan ister istemez huzur doluyor."

Benim gürültü yapmamdan huzur mu buluyordu yani?

Gülümsememeye çalışırken diyecek bir şey bulamadığım için hemen önüme döndüm. "Kahvaltıdan sonra hastaneye mi gideceksin değil mi?" diye sorduğumda başını salladı. "Sen?" diye sordu sakince. "Bende seninle gelirim. Bir Esma'ya falan bakarım orada." Başını Tamam dercesine salladı.

Doğuş salatalık ve domatesleri kesmeye başlarken bende sigara böreklerini alarak masaya ilerledim. "Demlediğim Doğuş Çay'ımı da getirmeyi unutma sakın!" dedim salona ilerlerken. "Merak etme unutmuyorum!" diyen sesini işitmemle güldüm.

🌺

Üzerimde ki beyaz, kalın askılı şortlu tulumumu kısaca düzelttim. Bakışlarım yanımdan çaktırmadan hızla geçen Doğuş'a kaydı. Omzumdan asılı olan kısa siyah zincirli çantamı düzelterek her geldiğimde gittiğim gibi danışmana ilerledim.

Bankonun ardındaki Sultan başını kaldırıp beni gördüğünde gülümsedi. Benim hemen yan tarafımda Mehmet kolunu bankoya dayamış Süleyman'la bir şeyler konuşuyordu. "Aha Sultan Mehmet! Hani Fatih'iniz?" diye sordum muzipçe.

Sultan gülerken diğer ikisi zerre gülmedi. Mehmet bana döndü. "Aa! N'aber Manolya?" diye sordu gülümseyerek. Gına gelmiş gibi gözlerimi büyüterek, "Sende sakın uyanmışsın falan deme, vallahi gider geri uyurum!" dedim sitemle.

Sitemimle kaşları anlamsız çatılsa da tekrar güldü. "Sakin ol...uyandığından haberim var." dedi gülümseyerek. Sultan gözlerini kısarak Süleyman'a döndü. "Doğuş hoca geldi mi?" diye sordu. O cevap verecekken ondan önce ben verdim. "Geldi geldi!"

İkisinin de bakışları bana dönerken sitemle konuştum. "Ay ne öyle bakıyorsunuz hemen? Komşum ya kendisi benim!" dedim bastıra bastıra. Aydınlanmış gibi başlarını ağır ağır salladılar. "Siz?" diye sordu Sultan. "Ben öylesine ya. Gezmece falan." Sultan başını Anlıyorum der gibi salladı.

Danışmaya bir anda Eylül geldi. Beni görmeden direkt Sultan'a bakarken ondan kibar bir şekilde hasta dosyası, testi gibi bir şeyler rica etti. Sultan'ın uzattığı dosyaları alırken tebessüm ederken başını salladı. "Çok teşekkür ederim Sultan hanım."

Sultan çok hafifçe güldü. "Sultan hanım demene gerek yok ya. Sultan de yeter." Kız saf bir gülümsemeyle çekinir gibi başını salladı. "Peki o zaman..." Üzerinde beyaz balon kollu, yakası dantelli çok tatlı bir gömlek giymiş, altına da koyu lacivert, askıları gömleğinin üstünden çıkan bir etek giymişti. Saçında üzerine uyan tatlı ve hoş lacivert kadife bir taç vardı. Çok naif takılan bir kız gibi duruyordu. Altında kalın topuklu botlar vardı ve botların bitişinden çıkan dantelli çorabının dantelleri görünüyordu.

Bakışları bana kaydığında gülümsedi. Çilleri vardı ve oldukça hoştu. "Manolya hanım? Sizde mi Doğuş hoca için?" diye sordu ince sesiyle. Başımı iki yana salladım. "Yok. Öylesine uğradım ben." Kız daha da gülümsedi. "Peki Manolya hanım." diyerek uzaklaşmaya başladı. Kızın yürüyüşü bile naifti.

Asansöre doğru ilerledim. Saçımı geri atarken bakışların kısaca etrafta dolandı. Her zaman ki Yaşam hastanesinden farkı yoktu. Asansörün tuşuna basarak açılmasını bekledim. Saniyeler sonra açılan asansör kapısından içeri girdiğim an birisi de benimle beraber girdi.

Bakışlarımı hemen benimle beraber girene çevirdiğinde bu kişinin Gümüş olduğunu gördüm. Bakışları bendeydi. Koyu kahve saçları sanki kuaförden çıkmış gibi şekilli ve yapılı gibi duruyordu. Acaba o dalgalandırdığı saçlarını her sabah üşenmeden kalkıp yapıyor muydu? Ben üşengenlikten çoğu zaman sadece tarıyordum.

Beyaz gömleğinin yan kısımlarını gizlediği mini siyah iddialı elbisesin kısa bir bakış attım. Ayağında ne zaman, nerede olursa olsun her zaman topuklu görürdüm ve yine ayaklarında siyah ince, bilekten bağlı, önü kapalı topuklular vardı. Garip bir şekilde onun hiçbir zaman göbeği açık giydiğini görmemiştim. Tarzı değildi sanırım.

Dört saniye süren bakışmamızdan gözlerinin kahverengi değil ela olduğunu görmüş oldum. Derin bir nefes aldığında asansörün tuşuna basmadığımı fark ettim. Tuşa basıyordum ki benden önce o bastı. "Odama gelir misin? Konuşmak istediğim bir konu var."

Kaşlarım ne olduğunu anlamak ister gibi çatılırken ona döndüm. "Olur..." diye mırıldandım sadece. "Tamamdır." Diye mırıldandı sadece. Asansör ikinci kata doğru çıkarken benimle ne konuşacağı hakkında düşündüm.

Asansör ikinci kata çıkmış, 'Uzm. Dr. Gümüş Deren.' yazan odadan girmiştik. Gümüş kadın doğum uzmanıydı ve odaları diğerleriyle az çok birbirine benziyordu. Duvarlarını doğumunu yaptığı bebeklerin fotoğraflarıyla süslemişti. Odası çok güzel görünüyordu.

Ayrıca diğerlerini bildiğim kadarıyla, Fatih göz hastalıkları uzmanı, Bayar ortopedi ve travmatoloji uzmanı, Arat kardiyoloji uzmanıydı, Ufuk'ta aynı Doğuş gibi iç hastalıkları, dahiliye uzmanıydı.

Gümüş sandalyesine otururken bende hastalar için konulan masanın önünde ki koltuklardan birine geçtim. Koltuk oturmamla hafifçe çökerken bakışlarımı Gümüş'e çevirdim. "Nasılsın?" diye sordu düz bir sesle. "Her zamanki gibi. Mükemmelim. Sen?" diye sordum ifadesizce.

"Sesin aksini ifade etse de tek kelime etmeden soruna cevap vereceğim, teşekkürler bende iyiyim." dedi. Meraklı bir ifadeyle, "Benimle konuşacağın konu nedir?" diye sordum. Sorumla beraber bakışları etrafta dolandı.

Bakışları karşımda ki koltukta durmuşken geri çekilip sandalyesinden kalkarak karşımdaki koltuğa geçti. Saçlarını kısaca düzelterek masasındaki içi bomboş beyaz çerçeveyi açtı ve içinde ki iki resimden birisini aldı. Aldığı resmi görmedim ama diğerinde net olarak Bayar ve onun fotoğrafını gördüm. Daha genç duruyorlardı ve Bayar bir kolunu arkadan Gümüş'e dolamıştı. Gümüş kısa bir kadın değildi ama Bayar'ın yanında kısa kalıyordu. Bayar'ın boyu ile Doğuş'un boyu oldukça yakındı. İkisi de kocaman doğal gülüşlerle ekrana bakıyor, sevgileri, aşkları benim baktığım yerden bile anlaşılıyordu.

Bakışlarımı elindeki kağıda çevirdim. Uzatmadan kağıdı bana çevirerek parmağıyla bir noktayı işaret etti. "Bu sen misin?" diye sorduğunda fotoğrafı incelemeye başladım. Oldukça eskimiş, yıllar öncesinden kalma bir fotoğraf olduğu kağıdından belliydi. Fotoğrafın yarısı kesilmişti. Bir sürü kız küçük çocuk sırayla dizilmiş fotoğraf kamerasına bakıyordu. Bu yıllar önce yetimhanenin önünde müdire hanımla beraber çektiğimiz fotoğraftı.

Fotoğrafın kesilmiş en köşesinde uzun boylu, sivri topuklu, hep giydiği dizine kadar uzanan düz siyah kalem eteğiyle duran müdire hanım. Bakışlarım parmağıyla işaret ettiği kısma kaydı. En köşede herkese gıcıklık ve inat olsun diye dil çıkarak komik bir şekilde çıkmış bir kız çocuğu ve hemen onun yanındaki, yani en köşedeki uzun boylu, daha büyük duran, ciddi bakışlarıyla herkesi öldürecek gibi duran kız çocuğu. O dil çıkaran kız çocuğu bendim ve onun parmağıyla işaret ettiği kız çocuğu oydu.

İçimde bir şeyler burkulurken titreyen sesimle, "Benim...niye ki?" diye sordum. Ağzı aralandı ama çok kısa sürede bu şaşkınlığı atlatarak ağır ağır başını salladı. "Tahmin ettiğim bir şeydi zaten..." diye mırıldandı. Kaşlarım havalandı. "Ne?" diye sorduğumda bakışları bana kalktı. Parmağıyla en köşedeki kızı işaret etti. Benim için ilk özel olan insanı işaret etti. "Memnun oldum bende Element."

Element...sahiden o muydu?

Ağzım aralanırken şaşkınlıkla dudaklarım titredi. İnanamıyordum resmen duyduğuma. Bakışlarım bir fotoğrafa, bir ona kaydı. Esmer ten, koyu kahve saç, koyu ela göz, Bana adının bir elementin adı olduğunu söylediği için ona element deyişim...O Element'ti. Yıllar sonra Element olarak karşımdaydı.

Kalbimde tamamlanan bazı şeyleri hissettim. İçimde bir dalgalanma, hareketlenme hissettim. "O sen misin?" diye sordum titreyen sesimle. Bana ciddi ifadesizliğiyle bakmaya devam etti. Onun bazı özelliklerini Doğuş'a benzetiyordum. Mesele ifadelerini. Gümüş, Doğuş'un aksine daha çok gülümseyerek, ifadesini değiştirse de, konu konuşurken yada hiçbir şey yokken yüzünde ciddi bir ifade oluyordu.

"Evet Manolya. Ben o kızım ve adımda elementlerin içinden asla tahmin edemediğin Gümüş'tü." dedi gözlerimin içine bakarken. Anılar sanki gözlerimin önünde canlandı bir an.

Yetimhaneye yeni geldiğim aralar. İlk haftada çökmüş, ağlak, hayattan daha o yaşında bıkmış bir kız çocuğu gibiydim. İlk geldiğim günler o kadar itilip kakılıyordum ki, sırf bu yüzden gün boyu yataktan kalkmamıştım ilk günlerde. Yemeğe bile inmiyordum sadece yanımda bulundurduğum sudan içiyordum.

İlk geldiğim haftanın dördüncü günü babamın bana vermiş olduğu annemin fotoğrafıyla koridora çıkmıştım. Müdire hanım orada ölüp kalmayayım diye beni yemekhaneye indirmişti.

Yemekhaneden yemeğimi yedikten sonra çıkarken üçlü kendini bir şey sana şımarık tipler yanıma gelmişti. Benden maksimum üç yaş büyüklerdi. Annemin fotoğrafını elimden kaparak birbirlerine atıp benimle oyun oynamaya başlamışlardı. Küçük boyumla bir ona bir buna koşuyordum.

En son bir kız annemin fotoğrafını buruşturunca içimdeki o öfkenin benden izinsizce kaçak bir şekilde dışarı çıktığını hissettim. Kağıdı buruşturan kızı bir anda arkasında duran eskimiş merdivenlere doğru itmemle kız merdivenlerden aşağıya yuvarlandı. Diğer ikisi kısa bir şokun ardından bana doğru davranacaklardı ki birini köşedeki kırık sandalyeye itmemle sonradan alınan bilgilere göre kolunu kırmıştım. Diğerinin saçına yapışmış, göz yaşlarımla beraber kızın kafasını bir oraya bir buraya çekiyordum. Tıpkı beni düşürdükleri hal gibi.

Gerçek Manolya Dinçer'i ortaya çıkaran ilk adımdı bu. Bir köşede, bir kız merdivenlerin ucunda, biri de ellerim de ağlarken hiçbirini umursamıyordum. Saniyeler içinde biri beni ittiğinde afalladım. Duvara sırtım değdi ama acımadı. Kız benim demin kavradığım saçları aceleyle kavrayarak bakışlarını bir noktaya çevirmişti.

Benimde bakışlarım bir noktaya çevirdiğinde öfkeden deliren gözlerle bize doğru gelen müdire hanımı görmüştüm. Benim suçumu üstlenecekti...

"Ne oluyor burada?!" diye öyle bir bağırmıştı ki, bağırışı koridoru inletmişti. Korkuyla irkilmiştim ama bunu sadece demin tuttuğum saçları tutan kız fark etmişti. Ellerini ağır ağır saçlardan çekti. Cesur kız müdire dönerek başını kendine güvenir bir ifadeyle kaldırdı. "Arkadaşlarımız bela istemişler, bende onlara belalarını verdim." dedi kalın çıkardığı sesiyle. İçimden onun ne kadar da cesur ve güçlü olduğunu düşüyordum tam bu zaman.

Ta ki o yüksek sesle herkes duraksana kadar. Müdire hanım kızın yanağına benim canımı bile yakacak derecede sert bir tokat atmıştı. Ağzım aralanırken herkes şok içinde durmuş orayı izliyordu. Kızın başı yana kaymışken bakışları beni buldu. Ciddi ifadesiyle geri müdireye döndüğünde içinden kesinlikle pişman olup bana kızdığını düşündüm.

"Bu tokatlarla mı beni durduracağını sanıyorsun sayın müdire?" diye sordu deminki tokadın ağırlığını umursamadan yada umursamamış gibi yaparak. "Sen o tek başına kaldığın odayı özledin sanırım! Ceza! Bu geceyi orada geçir de aklın başına gelsin!" diye bağırmıştı acımasızca

Bakışları yerde ağlayan kızlara kaydı. Kolunun acısıyla hıçkıra hıçkıra, kolunu tutarak ağlayan kız eliyle beni göstermişti. "Asıl o yaptı! O küçük boylu yaptı!" diye yüksek sesle konuşunca suçumu üstlenen kız, "Sus be! Zırlama!" diye bağırdı başını hafifçe çevirip ona bakarak. Onlara ve bana göre çok daha büyük duruyordu. On iki yada on üç yaşında gibiydi.

Müdirenin bakışları bana dönmüştü. "Sende mi yaptın yeni çocuk?" diye sordu. Ürkekçe ona bakarken ne diyeceğimi düşündüğüm sırada kız hemen araya girdi. "O ne yapsın? Küçük boylu çelimsiz bir kız nasıl kendinden büyük üç kızı bu hale getirsin?" diye sordu hemen.

Bakışları durmaksızın ikimizde dolandı. Başı ağır ağır sallandı. "İkinizden de bir halt olmaz! Ömrünüz boyunca kavgacı, öksüzler olarak yaşarsınız!" diye bağırmıştı sert sesiyle. Yeni olmama rağmen beni de içine katsa da umursamadım.

Müdire onu umursamadan bir çöp gibi eski hırkasından tutarak itekledi. "İkiniz de o odaya gideceksiniz!" diye bağıştı koridoru inleten sesiyle. Hangi oda diye düşünürken o odanın benim için büyük bir yeri olacağını ve hayatımın bir çoğunluğunu değiştireceğini bilemezdim.

O odadaydık. Karşı karşıya soğuk zeminde oturuyorduk. İkimizde bacaklarımızı kendimize çekmiş tavana yakın bir bölgede bulunan küçücük pencereden süzen ışığı izliyorduk. Karanlık, pis, eşyasız bir odaydı. Soğuktu hatta bayağı bir soğuktu.

Kollarımı bacaklarıma sararak üşümemi engellemeye çalıştığımda bakışları kaymıştı bana. Bana o ciddi ifadesiyle bakarken konuştu. "Aptal mısın sen? Desene ben yapmadım diye? Eline bir fırsat geçmişken kullansaydın." dedi sitemle.

Omuzlarımı indirip kaldırdım. "Peki sen aptal mısın? Neden suçumu üstlendin?" diye sordum ince sesimle. "Aptal falan değilim. Kimsenin suçunu üstlenmem. Sadece senin üstlendim." dedi yumuşayan sesiyle. Kaşlarım kalkmıştı. "Ne? Neden ama?" diye sormuştum şaşkınlıkla.

Bakışlarını odada kısaca gezdirmişti. Hemen ardından alev gibi yakan bakışları yeniden beni bulmuştu. "Çünkü benim dışımda onlara baş kaldıran bi' sensin. Kendini ezdirmeyerek şu boyunla o üçünü dövdüğünü görünce ağzım açık kaldı resmen." Şaşırıyordum çünkü ilk kez böyle cümleler duyuyordum.

Tekrar konuştu. "Bak onlar yeni gelenlerle hep uğraşır. Hatta yetimhanenin çoğunluğu uğraşır. Uğraşacak birilerini bulunca bırakmazlar. Ben yeni geldiğimde de aynısını bana yaptılar ben onlara baş kaldırınca benden uzaklaştılar. Hiçbir şey gözümü korkutmuyordu çünkü, ne bu oda, ne de dayak yemek. Kaybedecek bir şeyin kendi canına da değer vermediğin zaman olur. Ve benim kaybedecek bir şeyim yok."

Şaşkınca onu dinledim. Tek kurduğu bu cümlelerden bile ona hayran kalıyordum resmen. "Onlar zamanında bana da çok çektirdiler. Geldiğim ilk yıl boyunca onlardan neler çektim. Yetimhaneden bile kaçmak istediğim olmuştu. Onlar yüzünden kaç günü yatağımın altında geçirdim bilmiyorum bile. Küçük bir çocuğa göre fazla zorbalar!" dedi nefretle.

Tek kelime etmedim. Bakışlarım sadece onda gezindi. Gülümseyerek bana yaklaştı. Saçımı karıştırdı. "Senden iyi bir kız yetiştireceğim ufaklık. Karışanlara baş kaldıran, ezik bulmaya çalışan eziklere haddini bildiren, daima ayakta kalan, acıdan acı bulmayan güçlü bir kız."

Ağzım daha da şaşkınlıkla aralandı. "Ne? Beni sevdin mi ki? Beni gerçekten güçlendirecek misin? Bana değer verecek misin?" diye sordum sevgiye muhtaç olan bir sesle. Kaşları çatıldı. "Öncelikle şu ses tonunu değiştir. Ses tonun 'beni sev' diye yalvarmasın! Sevgisiz yapabil. Yalnızlığa alışkanlığın olsun. Hiç kimseye ihtiyacın olmasın." diyordu bastırarak.

"Peki sen neden bana yakın davranıyorsun?" diye sordum. Bakışları suratımda gezindi. Yüzünde ilk kez bir tebessüm oluştu. "Müdirenin odasındayken senin hakkında konuştuklarını duydum. Seni baban buraya bırakmış doğru mu?"

Baba kelimesini duymamla aklıma gelen cani adam yüzünden gözlerim dolmaya başlamıştı. Ağır ağır başımı salladım. "Evet. Beni buraya babam bıraktı." diye mırıldanmıştım zorlukla. Dizlerimi yerlere sürte sürte, kolumdan çekiştire çekiştire, ağlata ağlata...

"Beni de babam bırakmıştı yıllar önce. O zamanlar bende senin yaşlarındaydım." dedi benden daha güçlü çıkan sesiyle. Sanki bu duruma alışmış gibiydi. Hızla dizleri üstüne durarak karnını açtığında anlamsızca ona bakmıştım. Ardından bakışlarım çıplak karnındaki çiziklere, yanıklara, morluklara kaymıştı. Kaşlarım şaşkınlıkla kalkarken bakışlarım karnında geziniyordu. "Sende de bunlardan var mı?" diye sordu. Anlamam için göstermişti.

Yüzüm hüzünle asılırken başımı iki yana salladım. "Babam benden nefret ederdi galiba. Hiç bana sevgi göstermedi. Hep annemin ölümünden beni suçladı. Beni hiçbir zaman kızı gibi görmedi." dememin ardından kolumu sıyırarak kolumdaki yanık izini ona gösterdim. Kaynar çayla yanan kolumdaki iz. "Bende bundan var, bu olur mu?" diye sormuştum saf saf.

Kızın bakışlarına hüzün çöktü. Buruk bir tebessümü yüzüne kondururken canı yanmış gibi bir sesle. "Olur." diye mırıldandı. Gülümsemiştim çünkü ortak noktamız vardı.

"Sana onları baban mı yaptı?" diye sordum. Başını salladı. "Beni hep döverdi. Alkol alırdı. Kumar oynardı. Annemi kumar borcu olduğu insanlar öldürmüş. Bir gün kumarda ortaya hiçbir şey koyamayınca beni, kendi kızını, namusunu koymuş. Sekiz yaşındaki kızını koymuş..." diyordu. Boğazına kelimeler tek tek sıkışıyor gibi her kelimesinden sonra yutkunuyordu.

"O gece yine kaybetmiş. Beni almaya gelenleri görünce bunu istemedim. Babam bana, ya onlarla gidersin ya da yetimhaneye bırakırım demişti. Yetimhane onun gibi birine göre cennet gibi geldi bana..." diyordu. Sesi hala çocuktu ve yorgundu. Güçlüydü ama yorgundu.

Eli karnına giderken bakışlarım karnına kaydı. "O gece yetimhaneyi seçtiğim için durmadan karnıma vurdu. Durmadan karnıma vurdu. Çizikler attı. Yaktı. Sopayla vurdu. Kendimden geçene kadar vurdu." bunları bir çocuğun söylüyor olması şaşırtıyordu. Ellerini sanki o acıyı hala hissediyor gibi karnına bastırmıştı.

Islanan kirpiklerini kıpırdattı. "Hastanede doktorların ne dediğini anlamadım ama sanırım ileride çocuğum olmazmış. Sanırım karnımdaki yuva zarar görmüş...bu benim için zaten önemli değil. Anne olmayı evcilik oynarken bıraktık." demişti boş bir sesle. Karnımdaki yuva dediği yer rahmi olmalıydı.

O kadar büyük değildi sadece hayat onu büyüttüğü için çocukluk alışkanlıklarını bırakmıştı.

O yutkunamazken ben onun yerine yutkunmuştum. Ona nasıl bir ifadeyle bakacağımı bile bilmiyordum. Boş boş bakıyordum. Daha böyle konularda teselli etmek nedir onu bile bilmiyordum. "Kötü babalar." diye mırıldanmıştım sadece.

Başını nefretle sallamıştı. "Bana bir hikaye anlat. Baban sana ne yaptı?" diye sordu gözlerimin içine bakarak. Kısa bir süre düşünmüştüm. "Bana hiçbir zaman bakmadı. Beni doğduğum andan beri beni ölüme terk ettiğini söyledi. Bana onu gerçek bir baba gibi görmemi söyledi. Ona kalsaymış şuan ölmüşüm. Bana bakmak, beni hayatta tutmak için hiçbir şey yapmamış." diye mırıldandım narin sesimle.

"Ee o zaman nasıl yaşıyorsun?" diye sordu ciddiyetle. Dudaklarımı büküp omuzlarımı indirip kaldırdım. "Komşular bana acıyıp bakmışlar sanırım." Kaşlarını kaldırıp başını 'anladım' dercesine salladı.

Acılarımız arasındaki tek fark onun babası ona fiziksel şiddet uygularken, benim babamın bana psikolojik şiddet uygulamasıydı.

Bakışlarımı ona kaldırdım. Bana daha da yaklaştı. "Bak değişik kız...Bu hayatta acılarını önemseme. Önemsersen canın hep yanar. Önemsemiyorsan bile kendini önemsemiyormuş gibi kandır." dedi gözlerimin içine bakarak. Küçük bir çocuk gibi gözlerimi gözlerinden ayırmadan başımı sallamıştım. Zaten küçük bir çocuk olarak...

"Ama merak etme. Ben seni koruyacağım." dedi tekrar saçlarımı karıştırarak. Bakışlarım yüzündeki buruk, acılı gülümseme de gezindi. "Abla yada kardeş gibi mi?" diye sordum kaşlarımı kaldırarak. Kaşları hemen çatılırken başını iki yana salladı. "Abla yada kardeş değil. Aileden biri gibi değil. Onlar her zaman koruyucu olmazlar. Ben senin koruyucu meleğin olacağım. Arkadaş, dost gibi." dedi ciddiyetle.

Gülümsemeyerek başımı salladım. "Teşekkür ederim." Bana bir cevap vermedi. Tekrar konuştum. "Adın ne senin?" diye sordum. Bana boş bir ifadeyle. "Adım bir elementi simgeliyor. Sen tahmin et, ben ipucu verdim." dedi sırtını soğuk duvara yaslarken.

"Aa! Element tablosu vardı komşunun evde. Bilirim ondan birazını! Altın mı? O nasıl isim ya! bende Gümüş!" dedim hemen. "Hadi oyun bu. İsmimi tahmin etmeye çalış." dedi eğlenerek. Bakışlarımı yukarı dikerek düşünmeye başladım.

"Oksijen?" Cıkladı.

"Sodyum?" Cıkladı.

"Argon?" Cıkladı.

"Demir?" Cıkladı.

"Brom?" Cıkladı.

"Neon?" Cıkladı.

"Çinko?" Cıkladı.

"Nikel?" Cıkladı.

"Alüminyum?" Cıkladı.

"Flor?" Cıkladı.

Derin bir nefesi dışarıya verdim. "Ee kalmadı ki!" diye sitem ettim. Güldü. "Kaldı kaldı! Nasıl kalmaz daha bir sürü var, hani biliyordun?" diye sordu muzip bir sesle. Omuzlarımı indirip kaldırdım. "Bulamadım! O zaman bende sana Element derim! Element!" demiştim gıcık etmek ister gibi.

Gülerek omuz silkti. "Bana ne. Ne diyorsan de." dedi umursamazca. Göz ucuyla ona bakış attım. "Saman ye!" Şuan kendimi ona çok iyi laf soktum diye düşünüyordum. "Ben tokum sen ye!" diyene kadar.

"Maymunsan bana ne!" dedim inatla. Kaşları çatıldı. "O ne demek? Öyle bir şey yok uydurma!" dedi sitemle. Alayla güldüm. "Var canım, ben dedim oldu!" dedim havalanarak. Bana dil çıkarmasıyla bende ona dil çıkararak başımı iki yana salladım.

İkimizde sırtımızı duvara yasladık. Uykuyu hissetmeye başlıyordum. Gözlerimi sinsi bir şekilde hapsetmek ister gibi kapatmaya çalışan uykunun bedenimi sardığını hissediyordum. Bunu fark etmiş gibi, "Uyuyalım." dedi.

Ona tek kelime etmedim ve ikimiz de gözlerimizi kapattık. Ben uykunun bedenimi hapsetmesine izin verirken, o uykunun kapılarından girmek için çabalamaya başladı.

Gün o kadar aydınlık değildi ama sabah olduğu belliydi. Odadan çıkarılmıştık çünkü fotoğraf çektirecektik. En arkaya atmışlardı bizi ama bunu pek umursamamıştık sabahın köründe uykulu uykulu fotoğraf çekip odalara gönderilmiştik. O soğuk odaya değil beş kişiyle beraber kaldığım odaya göndermişlerdi.

Fotoğrafın ardından saatler geçmişti. Uykumdan tekrar uyanmıştım. Aklıma Element gelmişti. Onu merak etmiştim. Üzerimdeki çiçekli pijama takımını değiştirmeyi umursamadan ayağa kalkıp camın önüne geçtim. Sıcak odayı havalandırmak için açmak üzere olduğum camdan gördüğüm görüntü beni şoka sokmuştu.

Element arkası dönük bir şekilde duruyordu. Yanında takım elbiseli bir kadın durmuş tebessümle elini Element'in omzuna koymuştu. Elinde dosyalar vardı. Hemen arkalarında beyaz bir araç duruyordu. Kadının karşısında müdire duruyordu. El sıkıştılar. Kalbim hoplarken aklıma bir sürü ihtimal geliyordu.

Evlatlık mı veriliyordu? Onu götürüyorlar mıydı? Onu alacak bir ailesi olmadığına göre oradaki kadının amacı neydi?

Koşmuştum. Saniyeler sonra odadan çıkararak hayatımda hiç olmadığı kadar hızlı koşmuştum. Dışarı çıktığımda her şey için geç olduğunu gördüm. Ne kadın, ne de Element yoktu. Beyaz araba ilerliyordu. Element arka koltukta duruyordu. Omzu üstünden arkaya baktığında ela gözleriyle buluştu babamdan çaldığım yeşil gözlerim.

Araba ilerlerken göz yaşlarım dökülmeye başladı. Araba yetimhanenin bahçesinden çıkana kadar peşinden koştum. Son görüşüm bana, 'Güçlü ol.' dercesine tebessüm edişiydi. Ağlıyordum ve o gece ful ağlamıştım. Arabanın arkasından "Element!" diye bağırışlarımla kalmıştım.

Bana ilk önem veren insanı da saatler sonra kaybetmiştim.

Müdire koluma dokunarak beni geri çekmişti. "O gitti. Çok suçu vardı yollandı. Artık başka yetimhanede olacak. Başka arkadaşları olacak." demişti. Bu cümleye ayrı olarak ağlamıştım. Onu arkadaşı olmazdı ki. Onu benden başka nasıl anlayacaklardı?

O gecenin ardından düşünüp taşınmıştım. Onun arkasından ağlayamazdım. Güçlü durmalıydım. Güçlü olmalıydım. Güçlü olmasam bile güçlü taklidi yapmalıydım.

O an söz vermiştim ona. O bu sözü bilmiyor olsa da ben söz vermiştim. Bu yetimhanede bana, ona bulaşan kim varsa belasını bulduracaktım. Çocuk aklıyla intikam alacaktım. İçimi soğutacaktım. Ona yaşatılanların, onun gitmesini sebepleyen çocuklardan intikam alacaktım.

O günden sonra yeni Manolya'yı aktive etmiştim. Çok geçmeden üzerime hırsızlık iftirası atılacaktı ki bunu duyarak olayı tam tersine çevirerek bir kişiyi göndermekle başlamıştım. Element'in dosyasını, onun hakkında bilgileri merak ederek gizlice müdirenin odasına girdiğimde beni yakalamakta olan kıza suç atmıştım. Bu yetimhanedeki çoğu zorba çocuklardı ve ben iftiralarımı zorbaların üzerinden atıyordum.

Planları öğrenip gülen ifadem ve neşeli, hiçbir şeyi ciddiye almayan Manolya olarak herkesi ifşalıyordum onlara göre. Her ters bilgiyi müdireye ilettiğim için müdirenin en gözde çocuklarından olmuştum ama bu umurumda değildi çünkü bunu onu hoşnut etmek için yapmıyordum.

Ayda on beş tane çocuğu göndermeyi başarmıştım. Yetimhanedeki çoğu çocuk benden korkuyordu. Beni gördükleri zamanlar anında sohbetlerini keserler, beni gördüklerinde yanımdan kalkarlardı. Bu hep böyleydi.

Bense tek başıma eğlenen, tek başıma oyun oynayan, tek başıma yemeklerini yiyen, tek başına bir odada kalmayı başaran, onlara göre en çılgın ve en tehlikeli çocuktum. Acılarını umursamadan bastıran güçlü duran çocuktum.

Yetimhanenin çocuklarından hep ayrıydım. Müdire de beni ayrı tutardı. Onlara göre sinsi, ispiyoncu, gıcık, çılgın, zeki bir çocuktum. Artı olarak kesinlikle tartışmasız yetimhanenin en mükemmel çocuğu.

Korkuyla kendini düzelten zorba çocukların cezası ise isimlerinden soğutmaktı ve bunu başarıyla yapabiliyordum.

On sekiz yaşıma kadar o insanlarla büyümüştüm. Ve asla unutmadığım o insanla büyümüştüm.

Herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda ama illa bir yerde Element'im.

Anılar son bulurken bakışlarım Gümüş'te dolandı. "Öğrenince bende şaşırmıştım." diye mırıldandı. Yutkunamadım. Kalbimde ağır bir şey hissettim. Ağlayışlarım kulağımda yankılanmıştı. "İnanamıyorum..." diye mırıldandım şokla. Elini elimin üstüne koymasıyla irkildim. Diğer eli saçlarıma çıktı ve saçlarımı karıştırdı. "İnanmalısın." diye fısıldadı.

"Ne derim bilemiyorum ama yıllar sonra seni görmek güzel." dedi tebessümle. O tebessümün aynısını görmüştüm. Buruk ve acılı tebessümün aynısını. Bana bir süre önce "Bana birini hatırlatıyorsun." demişti. Demek o, o zamandan beri bundan şüpheleniyordu.

Çok garipti. Karşılaşmamız ve onun Gümüş olması çok garipti. Aslında garip değildi. Gümüş'e gayet benziyordu küçüklüğü. Esmer teni, koyu kahve saçları, ela gözleri...

"Demek kaderde buda varmış." diye mırıldandım. Sanırım kader ilk kez bana böyle bir kıyak geçmişti. "Biz hiç sarılmamıştık. Sarılalım mı?" diye sordu ciddi sesinin ardında ki o sevgiye ihtiyaç dolu sesiyle.

Sormadan kollarımı sıkı sıkı ona sardığımda karşılık verdi. Sadece konuşarak, sadece bir iki saat içinde çok yakın olduğum o insanla sıkı sıkı sarıldım. Gümüş'ün kokusunu önceden de duyduğum halde sanki şuan ilk kez duyuyor gibi içime çektim.

Birbirimize ihtiyaç duyuyor gibi sıkı sıkı sarıldık. Sarılmamız on beş saniye civarı sürmüştü. Yıllardır biriken özlemimle beraber az bile gelse de daha çok sarılışımız olur diye ayrılabildim.

Aklıma o an gelmişti. Onun göbeği açık giymemesinin sebebi tarzı değil, kapattığına göre hala duran yaralarının görünmemesi içindi. Ayrıca o, o zaman anne olamamayı umursamıyor olabilirdi ama şuan bunu umursuyor olabilirdi.

Bana yıllardır görmediği insana bakıyor gibi baktı. Sürekli gördüğü Manolya'ya değil de o insana bakıyor gibi baktı. "Çok bir şey demeyeceğim. Sadece seninle gurur duyuyorum. Benden daha güçlü görünüyorsun." dedi gururlu bir sesle.

"Senin kadar değilimdir." diye mırıldanmamla başını iki yana salladı. "Öyle öyle. Benim arkadaşlarım oldu. Sevdiğim insanlar oldu. Yalnız hissetmediğim zamanlar oldu. Sağlıyım gayet yerinde. Benim güçsüz olmam için şuan bir sebep yok."

Başımı ağır ağır salladım. "Bence benimde şuan sevdiğim insanlar var ya..." diye mırıldandım. Evet varlardı. Gülümsedi. "Artık o küçük kız değilsin zaten. Çok daha güçlü bir kızsın. Güçlü durmayı başardığın için seninle gerçekten gurur duyuyorum, ufaklık." dedi saçlarımı tekrar karıştırarak.

Saçlarımı hemen düzelttim. "Yapma şunu! Ben senin kadar saçımı yapmıyorum, benim saçım hemen bozuluyor, mağara kadınına dönüyorum." dememle güldü. Gümüş'ün sana bu kadar samimice güldüğünü gördün mü hiç Manolya?

"Bundan sonra?" diye mırıldandım. Bakışları bende gezindi. "Bundan sonra bir şey olmayacak. Büyüdük ve o günler geçti. Ama ben hala seni koruyor olacağım. Arkadaşın, dostun yada koruyucu meleğin olarak." dedi samimi bir şekilde.

Gümüş'e tebessümle baktım. "Korunacak bir durum kalmadı. Artık kendimi koruyabiliyorum ama yine de teşekkür ederim. Element kırk yedi numara." dedim onun gibi samimi bir sesle. Ciddiyetine döndü. "Olsun. Yine de söylemek istedim. Bundan sonra daima yanındayım." deyince Doğuş dışında ilk kez belki de birinin yanında hiç yalnız değilmişim gibi hissettim.

"Tamam Manolya. Hasta randevu saatim birazdan başlayacak. Şimdi çıkar mısın?" diye sordu hiçbir şey olmamış gibi. Kaşlarım çatıldı. Ayaklanırken söylenmeye başladım. "Ulan bir konuşacağım konu var dedin, resmen hayatıma ekleme yaptın. Bu nasıl iş!" diye söylene söylene odasından çıktım.

Bakışlarımda hala şaşkınlık vardı. Demin ne öğrenmiştim öyle?

Gümüş'ün odasından çıkmış koridorda asansörlere doğru ilerliyordum. Tam bu anda biri koluma dokununca irkilerek koluma dokunana döndüm. İçinin aksine son derece masum görünümlü olan Ufuk. "Selam?"

Onu görmemle bütün ifadem sönerken geri çekildim. "Ne istiyorsun Ufuk?" diye sordum huysuz bir sesle. Ufuk pişkin pişkin gülümsedi. "Sanırım devam edeceğimiz bir konuşmamız vardı." dedi. Üzerinde her zaman ki önlüğü vardı. Altında bej rengi bir süveter, onun altından görünen gömleği vardı.

"Takip et." diyerek arkasına bile bakmadan bir odaya doğru ilerledi. İsteksiz adımlarla peşinden onu takip ettim. Kalp atışlarım ne diyeceği merakıyla hızlanıyordu. İşi Doğuş için oldukça önemliydi ve bende işine, hayatı boyunca profesyonellikle adını çıkardığı noktadan düşürmek, adını kirletmek istemezdim.

Bir kapıyı açtı. Kapının yanında 'Uzm. Dr. Ufuk Eğilmez' yazıyordu. İkimizin girmesinin ardından kapıyı kapattı. Odasının Gümüş'ün odasından pek farkı yoktu ama bu odada Ufuk'un kendi tarzından çocuksu süslemeleri de bulunuyordu.

Masanın karşısındaki deri koltuğa oturmamla oda kendi koltuğuna geçti. "Nasılsın?" diye sordu kibarca. Göz ucuyla ona baktım. "İlgileniyor musun?" diye sordum umursamazca. Gülümsemeyerek omuz silkti. "Hayır. Zerre ilgimi çekmiyor, nezaketen sordum."

Alayla gülümsedim. "Tam tahmin ettiğim gibi." diye mırıldandım. "Cevap vermeyecek misin?" diye sordu sakince. Bakışlarım iki deri koltuğun arasındaki küçük masada gezindi. "İyiyim Ufuk. Sen nasılsın?" diye sordum alaylı bir sesle.

"Valla mükemmelim. Senin de iyi olmana sevindim." Başımı kaldırıp ona baktım. "Ne konuşacaksın? Kısa kes." dedim ciddiyetle. Rahat bir tavırla arkasına yaslandı. "Sana düşünmen için süre vermiştim. İşte o tam şuan bitti. Söyle bakalım aşk mı, kariyer mi?"

Kalbimde bir ağrı hissederken sertçe yutkundum. Dünyanın en zor seçimi şuan yapacağım seçim olabilirdi. "Hadi ama...süre falan mı tutsam..." diye rahat tavırlarıyla kendi kendine konuşuyordu orada.

"Çabuk düşün." demesiyle bakışlarım ona kaydı. "Neden Ufuk? Neden bu nefret? Bir kıskançlık bu kadar olamaz. Neyin nefreti bu?" diye sormamla bakışları hemen değişti. Bakışlarında hem kıskançlık hem de başka bir duygu vardı.

"Seni ilgilendirmez. Sen dediğime bak. Düşün taşın hemen şuan." dedi bir anda sertleşen sesiyle. Kaşlarım bu konuyu merakla çatıldı. "Söyle! Bu neyin nefreti? Neden kariyerini mahvetmek istercesine nefret ediyorsun ondan?" diye sordum hafif öfkeli çıkan sesimle.

Bakışları masaya indi. Dümdüz durdu. "Sana diyorum! Ufuk!" diye sitemle bağırdım. Bana cevap vermeden aynı şekilde durmasıyla kaşlarım daha da çatıldı. "Bana bir açıklama yapmalısın! Ufuk!" diye tekrar bağırdığımda başını kaldırarak bağırarak bana karşılık vermeye başladı. "Çünkü o hep gözde oldu!"

Bir anda bağırmasıyla afalladım ama saniyeler içinde kendime gelerek onu dinlemeye koyuldum. "Ben Doğuş'u çocuk yaşında Türkiye'ye geldiğinden beri tanırım! Teyzesinin eski evi bizim hemen karşı dairemizdeydi! Teyzesinde kalmaya başladı. Geldiği ilk gün gittik annemlerle ziyarete. O zaman Türkçe bile çok bilmiyordu. Az çok biliyordu sadece. Teyzesi ona Türkçeyi alıştırdı. Annesinden genel kelimeleri yine biliyordu biraz."

"Annem ve babam o ilk günden Doğuş'u çok sevdi. Benle Doğuş'u oyun oynayalım diye Doğuş'un odasına gönderdikleri zaman etmiştim ilk kavgamızı. O ilk andan ona sırf annem ve babam çok sevdi diye gıcık oldum. Annem çok sevmezdi bana göre beni. Hep kızardı. Hiç bağrına basmazdı..."

Sadece ona bakıyordum. Duygusuz bir ifadeyle onu dinliyordum. "Bilgisayarını bana dokundurtmadığı ve odasından kovmaya çalıştığı için kavga etmiştik. Annem onun sarı saçlarını sevmişti ama ben daha sarı saçlıydım ve bana hiçbir şey demişti. Oysa ben daha sarıyım. O kumral gibi. Yeşil gözlü olabilir ama benimde gözlerim kahve bunlarda güzel. Benden uzundu ama ben daha tatlıydım."

Sırtını üstünde yük varmış gibi bir tavırla koltuğuna bırakarak bir o yana bir bu yana yavaş yavaş sallanmaya başladı. "Aynı ilk okula gidiyorduk. Beraber gider beraber gelirdik. Her gidiş gelişimizde bir kavga çıkarırdım. İnan o hep aynı insan olarak kalmıştı. Her zaman böyle, keyifsiz, ruhsuz, duygusuz bir insandı."

Yüzünde alaylı bir tebessüm oluştu. "Annem gün geçtikçe onu daha da severdi. İnsan elin oğlunu kendi oğlundan daha çok sever onun cevabını görüyordum resmen. Okuldan geliriz ilk Doğuş'a hoş geldin der, yemeği ilk onun önüne koyar, kavga ederiz ilk ona iyi misin? der, yine kavga ederiz şüphe duymadan beni suçlar, Doğuş en zekidir, Doğuş'un en usludur, Doğuş en akıllıdır, Doğuş en başarılıdır, Doğuş en mükemmeldir..." diye nefretle mırıldanmıştı.

"İlk okulda sürekli bulduğum fırsatta iterdim onu. Gelip giderken başına bir şeyler gelsin diye elimden geleni yapardım. Orta okuldu yine aynı okul, aynı sınıftaydık. Sınıf başkanı o, yardımcısı bendim. Ben istediğim için olmuştum ama onu başarısından dolayı hoca yapmak istemişti. Sürekli başkanlık işlerini bahane ederek ona saldırırdım. Oda karşılık verse de hep ben başlatırdım."

Aralarında çok garip bir ilişki vardı. Ufuk'un ki büyümüş bir nefretti. Çocukken başlamış, git gide kendisi gibi büyüyen bir nefretti.

"Ortaokulda geziye gittiğimiz zaman onu tuvalete kilitlemiştim. Hoca görüp görmediğimizi sorunca da bilmediğimi demiştim. Gitmiştik ama sonra yokluğu fark edilmişti. Geri dönmüştük ve onu gizlice oradan çıkarmıştım. Benim yaptığımı anlayınca bana öfkeyle bakarak kızmıştı. Ben onun üstüne saldırmamla kendini korumak ister gibi beni itince beraber yakındaki bir bataklığa düştük. Oradan kurtulmak o kadar zor olmuştu ki. Ayrıca liseyi de beraber aynı okulda, aynı sınıfta okumuştuk. Askerliğimizi de beraber yapmıştık. Sadece üniversite farklıydı. Hayatım boyunca onunla uğraştım. Ne yapmaya çalıştıysa batırmaya çalıştım. Neyi başarmaya çalıştıysa ben ondan önce başarmaya çalıştım."

Boğazımı temizlerken bakışları bana kaydı. Başını koltuğunun başına yaslayarak salladı. "Lise için sınava gireceğimiz sıra çalışamasın diye plan kurup kolunun kırılmasına sebep oldum ama yine de çalıştı ve en iyisini yaptı. Üniversite de gizlice tercihlerini değiştirecektim ama beni yakalamıştı. İkimiz de üniversiteye gidince bir süre yollarımız ayrıldı ama haberler yok olmadı. Menekşe teyze beni severdi ve haftada bir beni arar o süre içinde bana her olanı biteni anlatırdı. Daha ona neler yaptım, ne kavgalarımız oldu saysam bitemez..."

Bakışlarım ondan ayrılmamıştı. Onunda bakışları benden ayrılmıyordu. "Burada Doğuş suçlu değil ama." dedim çatılan kaşlarımla. Alayla gülümsedi. "Biliyorum. Ama sence bu umurumda mı?" diye sordu acımasızca.

Derin bir nefes aldı. Nefesi yorgundu ama aynı zamanda uğraşmaktan hala keyif alıyor gibi bir hali de vardı. "Doğuş ilk kez birine aşık oldu. Hayatım boyunca onun duygusuz olduğunu resmen kesinleştirmişken bir anda sana olan ilgisi dikkatimi çekti. Net bir çekim vardı. Benim için fark edilmeyecek derecede değildi. Bakışı bile değişikti. Sokaktan bir insanı çevir, Doğuş ona aşık desen inanırdım ama gelip seni gösterip Doğuş buna aşık deseler inanmazdım. Fakat gerçekten aşıkmış..."

Kaşlarım çatılırken ağzım aralandı konuşacaktım ki hemen anlayarak sözümü kesti. "Kötü anlamda demedim hemen cırlama!" diye sitem etti sakince. Yüzümü ekşiterek bakış attım. "Bunu yapmamalısın...yaptığın şey hepsinden farklı. Aramıza giriyorsun resmen. Onu mutsuz etmek için bizi ayırıyorsun!" dedim öfkeyle yükselen sesimle.

Kaşları derince çatılırken bağırmaya başladı. "Evet çünkü, senden öyle bir güç alıyor ki bu gidişle tedavini bile bulur! Tedavini bulursa dünya üzerinde tedavisi olmayan bir hastalığa şifa bulmuş olur! Gelecek ödülleri, ünlenmeyi, başarıları düşünmek bile istemiyorum!"

Alaylı bir ifadeyle başımı salladım. "Senin gözünü kıskançlık bürümüş. Ayrıca Doğuş beni tedavimi her türlü bulur. Onunla ilişki içinde olsam da olmasam da!" diye bağırdım sert bir sesle. "Ama sen bu gidişle hiçbir başarı elde edemezsin! Hayatın Doğuş'u taklit etmekle geçmiş! Bu yerlere bile onun hırsıyla, onun peşinden, ondan daha başarılı olma amacıyla gelmişsin! Oysa Doğuş seni düşmanı olarak bile görmüyor! Seni umursamıyor bile!" diye bağırdım. Canını acıttım mı yoksa acıtmadım mı bilmiyordum, bu da benim umurumda değildi.

İfadesizce bana bakıyordu. Yutkundu. Bakışlarında ki nefreti görebiliyordum. Bakışlarını bakışlarımdan zerre çekmeden bastıra bastıra cümlelerini kurdu. "Sana mühlet Manolya. Yarın sabaha kadar ayrılmış olacaksınız. Onu yaralayarak ondan ayrıl. Hiç hoşlanmadığını yada ondan sıkıldığını söyle. Yarın onun hastaneye gelişini izlemek istiyorum. Sana aşk mı kariyer mi diye soramayacağım çünkü ben gözlerinden o cevabı çoktan aldım. Çıkabilirsin. Doğuş'tan ayrılma süren başladı Manolya Dinçer."

Doğuş'tan ayrılma süren başladı Manolya Dinçer.

Bölüm sonu geldi!

Bölümü beğendiniz mi? Bölüm hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bana destek olmak için oy verip yorum atarsanız çok mutlu olurum💖

Bir sonraki bölümde görüşmek üzere 🤍

Ig: dilek.wt

Kitap ıg: Sonmanolyakokusuofficial

Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top