23.BÖLÜM : YILDIZLARIN VUSLATI
Kargo - Yıldızların Altında
🌺
Bir aydır yokluğu hissedilen insan. Herkes hastanedeki her insan onu özlüyordu. En çok da tabi ki çiçeğin doktoru üzülüyordu. Bu durumun ne kadar süreceğini bile bilmiyordu. Her gün, her an aklına o geliyor ve daha da mahvoluyordu.
Bir ay ona bir ömür gibi geçmişti. Çiçeği olmadan bir ay geçirmişti.
Hayat ilk kez ona ciddi anlamda bu kadar renksiz gelmişti. Asla onsuz bir yaşam düşünemiyorken o bunu tadıyordu. Onsuz hayatın tamamen zehir olduğunu fark ediyordu.
Yemek yiyemez, su içemez, o üstünde uzanıyor olmadan uykusu gelmez, gülümsemez, her anında onu daha çok düşünerek kendini mahveder. Tavandan onun koca panduflarıyla bastığı adımlarının sesi gelmez, sabahları ne iş yapıyorsan o an bütün dikkatini dağıtan, Doktor şarkısını duymaz, alıştığı ve sevdiği hayat renksiz bir hayata dönmüştü.
Asla aklından çıkmıyor, o gülümseyen, sırıtan yüzü aklına geliyordu. Asla komik bulmadığı o şakalarını yaptığı sesini duyuyordu. Yine asla hoşlanmadığı halde "Doğuş Çay" diye ona seslenişini kulağında hissediyordu.
Beter bir haldeydi. Doktorlar ara da gelip onu toparlamak için teselli eder gibi konuşuyorlardı ama ne fayda. Hepsi de oldukça üzgündü zaten. Onlar için arkadaş hatta bazıları için arkadaştan öteydi. Herkes üzgündü ve herkes onu özlüyordu.
Bir aydır herkes onun o esprilerini, isimlerle dalga geçmesini, çocuksuluğunu, ciddiyetsiz hallerini özlüyordu. O günden sonra sadece bir ay geçmişti ve herkes bunun nasıl geçeceğini bilmiyordu. Nasıl daha da dayanacaklarını bilmiyorlardı. Doğruya doğru, onun yokluğun alışanlarda vardı aralarında.
Herkes günün sonunda yine gülebiliyordu. Yokluğunun üzerine bir ay geçmişti ve alışılmaya başlanmıştı. Her ne kadar sevdikleri bir arkadaşları olsa da bu duruma alışıyor ve hayatına ister istemez devam ediyorlardı.
Bir kişi hariç. Doktor Doğuş Çekici. Bir tek onun için hayat devam etmiyordu. Ama o kadar insanın arasından tek umutlu olan insan yine oydu.
MANOLYA DİNÇER
Üstümde ağır bir halsizlik vardı. Sanki ruhum çekilip tekrar içime girmiş gibi hissediyordum. Gözlerim kapalıydı ama beni defalarca terk eden bilincim geri gelmişti. Ben ölmemiş miydim?
Tüh yine kurtulamadık!
Birbirine yapışmış diyebileceğim göz kapaklarımı biraz zorlanarak açmayı başarmıştım. Gözlerime vuran beyaz ışıkla gözlerimi zorlana zorlana birkaç kere açıp kapattım. Tekrar zorlukla açarak nerede olduğumu görüntülemeye çalıştım. Görüntüm bulanıklaşıp netleşir gibi bir haldeyken bakışlarımı olduğum yerin tavanında gezdiriyordum. Beyaz bir tavan. Bu tavanı tanıyordum...Yakışıklı doktorlar hastanesinin tavanı.
Bunlar bana bir şey hatırlatsa da başımı kaldırarak etrafa bakmaya çalıştım. Yan yana bir kaç yatağın bulunduğu bir yerdeydim. Ne acil, ne de hasta odasıydı. Burnumla ağzımı çevreleyen bir oksijen maskesi vardı. Elimin üstünde, kolumda, bir yerlerimde anlamlandıramadığım kablolar vardı.
Elimi yorgunca kaldırarak ağzımdaki maskeyi aşağı doğru çektim. İçimde çok garip bir his vardı. Neler olduğunu bile hatırlayamıyordum. Beynim durdurulup tekrar çalıştırılmış gibiydi resmen.
Bakışlarım bu sefer üzerime kaydı. Üzerimde hastane kıyafeti vardı. En son neredeydim? Hastanede? Evde? Kaşlarım çatılınca aklımda canlanan kesit gibi görüntülerle beraber hatırladım. Futbol sahasındaydım.
Başımda şiddetli bir ağrı vardı. Ellerimi yatağa bastırarak dikleşmeye çalıştım ama çok güç kullanamadığım için bunu başaramamıştım. Aklıma aniden giren Doğuş doktorla kaşlarım çatıldı. Nerede olduğunu düşünürken bakışlarım hemen etrafta gezindi.
Kapı yavaşça açılınca başım hemen kapıya döndü. Esma hemşire üniforma kıyafetleriyle içeri girdi. Yorgun ve keyfi yerinde değil gibi bir hali vardı. Başını hafifçe çevirmesi ile bakışlarımız kesişti. Afallayarak durdu. "Manolya?"
Bir anda hızlı adımlar atarak yanıma yaklaşmaya başlayınca başımı yastıktan kaldırdım. "Uyandın mı!" diye büyük bir neşeyle bana sarıldı. "Yok, üçüncü rüyamdayım hemşire hanım." diye alayla cevap vermemle kolları daha da sıkılaştı. "Ya! Nasıl özlemişim şu hallerini!" dedi yüksek neşeli sesiyle.
"Biraz daha böyle devam ederseniz ömrünüz boyunca özlemek zorunda kalacaksınız çünkü sanırım boğuluyorum." dedim huysuz bir sesle. Kollarını anında benden çekerek uzaklaştı. Özlem dolu bakışlarını benden çekemezken, "Oh, sonunda!" dedi kısık bir sesle.
Yüzündeki büyük gülümsemeyle tekrar mırıldandı. Uyanmışsın..." dedi onu ilk gördüğüm zaman dediği gibi. Tek fark bu sefer mesafe eki yoktu. "Uyanmadım, ayıldım." diye düzelttim.
Bu cevabımla daha da gülümsedi. "Nasıl hissediyorsun?" diye sordu yatağın ucuna tutunarak. "Ölü gibiyim ya..." diye mırıldandım. İlk günün dejavusunu yaşamış gibi bir şey hissetmiştim.
"Bir an beni, canın arkadaşını bırakıp gideceksin diye çok korktum!" dedi hiddetle. Gözlerim kısılırken başımı hafifçe yana yatırdım. "Siz kimsiniz?"
Sözümle beraber anında afallayarak ağzı aralandı. "Siz kimsiniz derken? Manolya benim işte Esma! Adıyla tek dalga geçmediğin insan!" Kaşlarım çatılırken başımı iki yana salladım. "Hayır. Tanımıyorum sizi." dememle ağzı daha da aralandı.
"Bekle burada..." Eliyle işaret yaparak koşarak kapıya ilerledi. Bakışlarım uzakta sayılacak mesafede olan yanımdaki yatağa kaydı. Kel, otuzlu kırklı yaşlarında olan bir adam benim gibi uzanıyordu ama o hala uyanmamıştı. "Ben uyandım arkadaşlar, ama siz yatın. Sizin yerinizde olsam yatardım. Oh, bedava uyku. Yatın bi' bir yıl falan. Dipçik gibi olursunuz uyanınca!" Asla tıpla alakası olmayan fikirlerimi verdikten sonra Esma ile kapıdan girenlere döndüm.
Kaşlarım kalktı. Dakikalar içinde doktorları buraya toplamıştı resmen. Arat, Fatih, Bayar ve Gümüş gelmişti. Ne çabuk gelmişlerdi. Orada falan mı bekliyorlardı acaba?
Bayar oldukça hızlı adımlarla yanıma gelerek kaslı kollarını büyük bir özlemle bedenime sardı. Sarılırken yanağıma sulu bir öpücük bıraktı. "Çocuk gelin mi oluyorum ne oluyor? Ne bu dram?" diye sordum anlamsızca. "Sus uykucu!" diyen Bayar'ın sitemli sesine dudak büktüm.
Arat gülüyordu ama aynı zamanda bakışlarında bir şey vardı. Özlem tarzı bir şey. "Dalgasını bile özlemişiz." diye mırıldandı Fatih. "Sizi tanımıyorum ama! Hepiniz bana böyle sarılacak mısınız?" diye sordum onlara tek tek bakış atarken.
Arat alayla güldü. "Bize Türk dizi şakası yapma Manolik!" Gözlerimi devirdim. "Ben kesin seni o zaman da sevmiyorumdur! Şuna bak! Bu nasıl doktor..." dedim koca karı tarzıyla. Arat daha da gülerek dudaklarını büzüp bana doğru öpücük attı. "Biz birbirimizi hep sevdik Manolik."
Onu umursamadan Fatih'e döndüm. "Anam! Havuçlu kek!" Fatih'in sırıtışı bir anda afallamaya dönerken Arat koca bir kahkaha attı. "Dalga çok geçmişimdir senle. Van kedisi. Van havucu." Fatih güldü. "İlk tanıştığımızda da Van havucu demiştin."
Anında ciddileşerek geri çekildim. "Ben sizi tanımıyorum ama siz pek umursamıyorsunuz gibi." dedim ciddi çıkardığım sesimle. Arat hemen hareketlendi diğerlerine dönenerek konuştu. "İyi o zaman ses etmeyin, en azından olanları kaldıramama gibi bir şeyi olmaz." sessiz konuşmasını bende duymuştum.
Gözlerim büyürken hemen Arat'a döndüm. "Ne oldu ki?" diye sordum hemen. Arat gülümsedi. "Manolya, buna hazır mısın bilmiyorum..." diye mırıldandı ciddiyetle. "Ya neye hazır mıyım?!" diye bağırdım sinirle.
Bayar hala sıkı sıkı bana sarılıyordu. Kolunu üzerimden sinirle çekmeye çalıştım. "Ya sende bir dur! Yapıştın Koala gibi!" Bayar beni umursamayarak daha sıkı sarıldı.
Arat söylemek istemiyor gibiydi. "Arat konuşsana!" diye bağırdım. Bayar, Arat'a döndü. "Yapma ya! Söyle kıza işte ne söyleyeceksen!" dedi sitemle. Arat tebessüm ederek başını salladı. "Bir buçuk yıldır uyuyorsun Manolya." dedi ciddiyetle. Şaka?
Ağzım aralandı. "Hiç komik bir şaka değil yalnız. Bir buçuk yıl ne ya! Ben yine üniversiteyi bitiremedim mi? Yirmi dört yaşında mıyım yani? Doğuş doktor nerede? Beni bırakıp tek başına İsveç'e mi gitti yoksa?" diye aceleyle sorular yönelttim. Fatih gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdı.
Arat şaşkınlıkla ağzını açtı. "Senin haberin yok dimi asıl olandan." diye mırıldandı sessizce. Yapmacık bir ifadeyle konuştum. "Yok Arat, ben uykudayken serumun internetine bağlanarak aldım haberi!" dedim alayla.
Arat tekrar ciddiyetine büründü. "Doğuş evlendi. Menekşe teyze bir kız bulmuş. Senin tedavini de bulup köşeye bıraktı, uyanınca yaparsınız dedi. Şuan eşiyle Adana'dalar. Küçük bir erkek çocuğu var." dedi ciddiyetle. Şimdi benim kalbimin tekrar duruş anına şahit oluyorduk.
"Ne demek evlendi?! Ne demek çocuğu var?! Ne demek Adana'da?!" diye bağırdım. Hepsi irkildi. "Ulan o Menekşe teyze var ya, o Menekşe teyze! Tedavimi de bulmuş, Allah razı olsun deseydiniz bari!" diye bağırdım sinirle.
Sinirle hemen dikleşerek serum askısını serumla beraber demirinden tutarak havaya kaldırdım. Arat kendini korurken Bayar aceleyle benim gibi dikleşerek beni engelledi. "Ulan yakarım bu hastaneyi ha! Bayar beni eski yerime çekmeye çalışırken ben cebelleşiyordum. "Ne demek evlendi!" diye bağırdığımda hepsi durarak geri çekildi.
Gümüş'e döndüm. "Nasılsın? Ağrı sızı var mı?" diye sordu samimiyetle. Ona yalvarır gibi baktım. "Lütfen bana ne kadar uyuduğumu söyle." dedim hemen. "Bir aydır uyuyorsun Manolya." dedi ciddiyetle.
Gözlerim tekrar irileşti. "Bir buçuk yıla göre daha iyi ama yine de çok." diye mırıldandım düşünceli bir sesle. Gümüş, "Uyanmadan sevindim. Ben işime dönmeliyim. Kendine iyi bak." dedi ve kapıdan çıktı.
Bayar kollarını benden çekerek geri çekilirken Esma yanağıma bir öpücük kondurdu. "Çok korktum seni öyle yerde görünce. Seyirci koltuklarından başta ne olduğunu anlamadım. Kalbin atmıyordu. Umutsuzduk hepimiz." dedi Esma hüzünlü çıkan sesiyle. "Doğuş dışında." diye ekledi Fatih.
Esma, Fatih'e bir bakış atarak bana döndü. Fatih ellerini ceplerine sokuşturdu. Kapıya doğru ilerlerken omzu üstünden Esma'ya baktı. "Hemşire Esma hanım? Gelir misiniz? Hastaya bakmamız gerekiyor." dedi ciddiyetle. Bunun içine Doğuş doktor mu kaçmıştı? Esma'da aynı ciddiyetle başını sallayarak peşinden gitti, ama daha çok benim Doğuş doktorun peşinden koşarcasına ilerleyişim gibi gitti.
Kaşlarım çatılmıştı. Bunların arasında bir şey mi olmuştu? Fatih hep Esma'ya çağırıları keyifle yapardı ama bu sefer soğuktu. İkisi de.
Bakışlarım hemen Bayar'a kaydı. Gözleri dolmuştu. Belli etmese de çok çabuk gözleri dolan biriydi. Başını kaldırarak bana baktı. "Çok korktum." diye mırıldandı sessizce. "Öleceksin sandım. Herkes öyle sandı." diye mırıldandı sessizce. Eli saçlarıma çıktı ve saçlarımda gezinmeye başladı. "Seni gerçekten seviyorum Manolya. Aramızda zerre kan bağı olmasa da ben seni gerçek kardeşlerimden daha çok seviyorum. Bu nasıl oluyor bilmiyorum ama oluyor bir şekil." dedi anlamsızca.
Elleri saçımdan çekilince bakışlarını da kucağına çekti. "Belki de sen beni gerçekten anlayan ilk insan olduğun içindir. Sorunuma benim gözümden bakmaya çalışan, içimi döktüğüm Gümüş dışında tek insan olduğun içindir." diye mırıldandı sessizce.
Derin bir nefes alma ihtiyacı hissettim. Tekrar başını kaldırarak bana bakıp konuştu. "Sakın böyle bir şey yaşatma bize. Bir daha kalbin durmasın." dedi. Bazen kendisinin doktor olduğunu ve benim de kalbimi kendim durdurmadığımı unutuyordu sanırım.
Hemen gözlerini silerek güldü. "Sonra Doğuş'la dudak dudağa gelmek zorunda kalıyorsun." dedi olayı yumuşatmak ister gibi.
Gözlerim kocaman açıldı. "Dudak dudağa gelmek derken?" diye sordum şaşkınlıkla. Başını salladı. "Ha işte suni teneffüs. Solunum vermek için." dedi ciddiyetle. Ağzım aralandı. "Anladım." diye mırıldandım sadece. Of! O dakika nasıl uyanmadım ya?
"Peki beni o mu kurtardı?" diye sordum hemen. Başını salladı. "Kalp masajı ve suni teneffüs yaparken kalbini bir anda attırdı." dedi ciddiyetle. Anlaşılan o yine bana doktorluğunu yapmıştı. Elleri ve dudaklarıyla yaşam vermiş bana.
"O nerede?" diye sordum merakla. Dudağını sarkıttı. "Bilmem. Hastanenin içindedir ama. Hiç ayrılmıyor ki hastaneden. Arada ihtiyaçlar için sadece" dedi ciddiyetle. Gidip ona bulmak yada onun benim yanıma gelmesini istiyordum. Sanki bir ömür görmemiş gibi özlemiştim onu.
"Senin hastan falan vardır ya, gitsene sen." diye mırıldandım. Aydınlanmış gibi ifade oluştu. "Doğru ya! Zeynep hanım gelecekti, ben bir gidip bakayım." dedim hemen. Kalkmadan önce saçılarımı karıştırarak yanağıma yine sulu bir öpücük bırakarak çıktı.
Derin nefes alarak başımı diğer tarafa çevirdim. Onu o kadar çok özlüyordum ki çikolata kokusunu derince solumak için sabırsızdım. Bakışlarım masalı hasta monitörüne kaydı. "İyi bari yaşıyorum." Acaba ölüce nasıl olur. Fişi mi çekince oluyordu? Bakışlarım parmağıma kaydı. Parmağımı saran değişik aleti çıkarmamla monitörden ses geldi.
İrkilerek monitöre döndüm. "Bismillah. Ölüyorum şuan sanırım." diye mırıldandım monitördeki düz çizgiyi izlerken. "Oho, ben öldüm mezara gireceğim hala gelen giden yok." Doğuş doktora nasıl sinyal gitmezdi! Dumanla haberleşir gibi bunla da haberleşirdik aslında biz.
Saniyeler sonra Cemile koşarcasına içeri girerek bakışlarını bana çekti. Başta tedirgin ifadesi vardı ama beni görünce anımda soldu o ifadesi. "Parmağındaki ölçerimi çıkardın?" diye sordu sitemle. "Yoo öldüm." dedim masum bir ifadeyle.
Nefesini vererek diğer elimdeki aleti alıp parmağıma taktı. Monitördeki ses değişirken geri çekildi. "Uyanmana sevindim bu arada. Çok üzülmüştüm öyle görünce." dedi tebessümle. Gözlerim kısıldı. "Seni bilmem ama o Süleyman kesin sevinmiştir!" dedim Cemile'ye bakış atarak. Cemile sadece güldü.
O dışarı doğru çıkarken bakışlarım tekrar monitöre kaydı. Masanın yanına ki dikdörtgen parfüm şişesini görmemle kaşlarım çatıldı. Merakla anında uzanarak parfüm şişesini kavradım. Kim bırakmıştı oraya yada o kimindi?
Dikkatle turuncu-pembe ama turuncunun daha baskın olduğu sıvıyı inceledim. Bu parfüm rengini tanıyordum. Parfümün kapağını çıkararak önüme doğru bir fıs sıklığımda kokuyu da saniyeler içinde tanıdım. Başta farklı olan sonradan ise mükemmele dönen kokuyu da çok yakından tanıyordum. Manolya kokusu...
Şişenin kapağını katarak hemen aceleyle elimdeki, kolumdaki kablolardan kurtularak üzerimden çıkardım. Üzerimdeki hasta kıyafetlerini aldırmadan çarşafı kaldırarak yavaşça yataktan kalkmaya çalıştım. Tam bu sırada içeri Volkan girdi. Beni ayağa kalkmaya çalışırken görünce kaşları çatıldı. "Uyandığını söylediklerinde koşa koşa geldim de sen ne kalkıyorsun?" diye sordu hemen.
Benim için sevindiğini anlasam da ifadesi çok karışıktı. Hem kalktığım için şaşkın, hem sitemkar, hem de sevinçli. "Bir Doğuş doktora bakıp geleceğim." dedim sanki, demin uyanan ben değilmişim gibi. Karşına geçtiğimde kollarını bana sardı. "Özledim seni aptal! Biraz benimle ilgilen!"
Derin bir nefes aldım. "Volkan yaşıyorum işte." dedim sitemle. Geri çekilerek yüzüme baktı. "Kızım harbi özledim! Bir aydır uyuyorsun farkında mısın?" diye sordu hiddetle. Yapma bir gülümsemeyle başımı salladım. "Tabi farkındaydım. Değerimi anlayın diye hemen uyanmadım Volkan." dedim alayla.
Volkan sitemle koluma acıtmadan vurdu. "Bizim Mano yüklenmiş anlaşılan. Haydi bize kolay gelin." dedi gülerek. Kaşlarım kalkarken tekrar Volkan'a döndüm. "Sen burada mıydın? Ne zaman gelmiştin?" diye sordum merakla. Umursamaz bir şekilde cevap verdi. "Yeni geldim. Esma uyandığını haber verince." dedi.
"Anladım ama şimdi benim gitmem lazım." dedim hemen. Kaşları çatıldı. "Neden?" diye sordu anında. "Of! Çok karıştırma be Volki Yanardağ!"
Ayağa tamamen kalkarak halsiz ve uyuşuk adımlarımı kapıya doğru atıyordum ki Volkan aceleyle önüme geçti. "Mano o gelir sen merak etme! Adam sen yoğun bakıma alındığından beri resmen her zaman hastanede zaten." dedi sitemle.
Kaşlarım çatılırken başımı kaldırıp Volkan'a baktım. "Volkan, Doğuş doktor herkesten önce benim yanımda olurdu! Uyandım herkes geldi ama o yok? Merak ediyorum. Görmem lazım." dedim sinirle patlayarak.
Volkan sıkıntılı bir nefes verdi. "Yeni uyandın ama." dedi yumuşak bir sesle. Nefesimi verdim. "Volkan ben iyiyim. Ölürsem de ölürüm Allah Allah!" diye söylenerek yanından geçip kapıya ilerledim. Bana dönmeden, "Öyle demesi kolay! Sen tabi sahada bilinçsizdin, bizim nasıl üzüldüğümüzü görmedin!" diye söylendi bağırarak.
Doğrusu bu çok merak ettiğim bir şeydi. Ne tepki verdikleri yada üzülüp üzülmedikleri, en merak ettiğim şeydi. Şuan buna odaklanmayıp Doğuş doktora odaklanmak istedim.
Bakışlarım koridorda gezindi. Zemin kattaydık. Aceleyle yoğun bakımı terk ettikten sonra iki katı da çıkarak odasını buldum. Ayağımdaki hastane terliği ve hastane kıyafetiyle kapısına ilerledim. Etrafta üzerime bulaşan bakışlar pekte umurumda değildi açıkçası. Elimi kapının koluna koydum. Kapıyı açmaya çalıştım ama olmamıştı. Kilitliydi. Odasında değildi.
O halde neredeydi? Kantinde, yemekhanede olacağını sanmıyordum. Doktor dinlenme odasında da çok takılmıyor diye tahmin ediyordum ama yine de orada da olabilirdi. Oraya giremezdim. Bir sürü doktor vardı orada. Beni görürlerse geri dönmemi söyleyebilirlerdi.
Adımlarımı yan yana olan her zaman bindiğim dört asansörlere doğru attım. Kumral saçlarımın dağınıklığını fark ederken elimle hafifçe düzeltmeye çalıştım. Geçen doktorlar, hemşireler, hastalardan bazıları bana kısa bir bakış atarak yoluna devam ediyordu.
Bakışlarım dikkatle etrafta dolanıyordu. Belki koridorda görürüm umuduyla etrafı tarıyordum. Asansörlerin önüne geldiğimde elim asansör tuşuna gitti. Basmamla ilk katta olan asansör yukarı çıktı. Kapılar usulca açıldı. İçeride dört kişi vardı. Dördü de yaşlı insanlardı. Bir şey demeden ve çok bakmadan içeri girdim. Hangi tuşa basacağımı bilmediğim için sadece bekledim.
Asansörün kapıları tekrar kapandı ve hangisi olduğunu bilmediğim bir kata çıkmaya başladı. Başımda hala hastalığın getirdiği şiddetli ağrı vardı. En iyisi Doğuş doktora söyleyip ağrı kesicilerimi yeniletmek. Eskilerinin yerini unutarak kaybetmiştim.
Derin bir nefes verdim. Sahada resmen kalbim durmuştu. Ölecektim resmen. Ölüme bu kadar yaklaşmış mıydım gerçekten? İkinci evrede değil miydim? Neden böyle bir şey olmuştu? Her zaman ben ani ölme korkusuyla mı yaşayacaktım?
Asansör beşinci katta durunca iki yaşlı çift çıktı. Kapılar tekrar kapandı ve asansör tekrar yukarı çıkmaya başladı. Doğuş doktora güveniyordum ama onun da hesaba katmadığı şeylerin olduğunu anlayabiliyordum. Gerçi öyle bir doktora herkes güvenirdi.
Bakışlarım koluma kaydı. Serum bandı hala kolumda duruyordu. Yalnız aynı dizilerdeki gibi yataktan kalkmıştım ve Volkan aynı dizilerdeki arkadaşlar gibi bana engel olmaya çalışmıştı. Dizinin içinde miydik?
Bakışlarım yanımdaki oldukça yaşlı duran amcaya kaydı. "Amca senin yaşın kaç?" diye sordum halsiz bir sesle. Adamın bakışları bana kaydı. "93." Gözlerim açıldı. "Oha amca! Az biraz ömründen bana versene ya bak ben çok gencim, senin daha yolun var gibi." dedim çekinmeden.
Asansör kapısı açılırken adam bana şaşkınlıkla baktı. "Tövbe tövbe!" diyerek asansörden çıktı. Benden bile hızlı yürüyordu adam. Peşinden diğer kadın da çıktığında bakışlarım kat sayısına kaydı. Asansör kapısı tekrar kapandı. 9. kattaydım.
Bu katı hatırlamamla aklıma intihar ettiğim gün gelmişti. İçime hoş olmayan bir his sızarken bakışlarım yirminci kata kaydı. İçimde başka bir histe o kata çıkmamı söylüyordu. Belki çatıdaydı. Çatıdaymış gibi hissediyordum.
Ama bir yandan da bunu yapmak için yeterince cesaretli olmam gerekiyordu. Hem orada oldukça kötü anılarım vardı, hem de yükseklik korkumdan dolayı tırsıyordum. Saat yine dün akşamın saatlerindeydi. Gözüme çarpan pencerelerden dışarının da yeterince karanlık olduğunu görmüştüm.
Derin bir nefes aldım. Asansör şuan boşta bekliyordu. Bir tuşa basmalıydım. Her şeye rağmen içimdeki hisse güvenerek yirminci katın tuşuna yine basmış oldum. Bu seferki intihar etmek için değildi. Asansörün hareket ederek yukarı doğru çıkmaya başlamasıyla içime hem heyecan, hem gerilim, hem de korku bastı.
Umarım hislerim beni yanıltmazdı. Doğuş doktor orada değilse ne yapacaktım bilmiyordum. Ya bir anda yükseklik korkum basarsa ve oradan çıkamazsam yada anılarım gözümün önünde tekrar canlanırsa ne yapacaktım.
Asansör on ikinci kattaydı. Kalp atışlarım hızlanırken halsizliğimle sırtımı asansör duvarına yasladım. Başımı hafifçe yukarı kaldırdım. Artık ne olacağı hakkında zerre bilgim yoktu. İçimdeki gerilim artarken kendimi sakinleştirmeye çalıştım.
Orda olmasını umuyordum. Umarım oradadır. Benim yanıma neden gelmemişti diye aklıma sorular takılmaya devam ediyordu. Düşüncelerin hepsini atmaya çalışarak derin bir nefes aldım. Korkumu yok saymaya çalışmalıydım. Orası çatı katı değilmiş, o kadar yükseğe çıkmamışım gibi davranmaya çalışabilirdim.
Bakışlarım kat sayısına kaydı. On altıncı kat. Asansör normalinden daha hızlı çıkıyor gibi gelmişti. Kendimi sakin tutmaya çalıştım. Anılarım, korkularım yokmuş gibi davranabilirdim. Öyle düşünmeye çalışabilirdim. Doğuş doktor oraya çıktıysa neden çıkmıştı ki şimdi!
Bakışlarım gergince asansörün içinde gezindi. Baş ağrım şiddetli bir şekilde eksilmeden devam ediyordu. Baş ağrıma alışmaya çalışıyordum artık. Sık sık olacak bir semptomsa buna alışmalıydım.
Çok geçmeden asansörün yirminci kata çıkmasıyla kapılar açıldı. Çok dolu olmayan hatta boş sayılan hastane koridorunda merdivenlere ilerlemeye başladım. Geçen çatıya çıktığım yolu takip ediyordum.
Merdivene ulaştığımda üzerimdeki dizimin altına gelen hasta kıyafetiyle ve terlikleriyle basamakları çıkmaya başladım. Aklıma geçen ki çıkışım, dağılmış, mahvolmuş halim gelince yutkundum. Başımın ağrısı şiddetlense de basamakları çıkmayı kesmedim.
"Neredesin Doğuş doktor ya..." diye mırıldandım sessizce. Basamakları çıkarken bakışlarım çatının açık kapısına kaydı. Adımlarımı aceleyle hızlandırdım. Halsiz halimi hastanedeki odamda bırakmışım gibi hızlanmaya çalıştım.
Basamakları çıkmamın ardından bakışlarım hemen açık kapının gösterdiği görüntüde gezindi. Kapının önünde durdum. Hava kararıktı. Hislerim doğruydu! O buradaydı.
Ellerini cebine koymuş sırtı bana dönük bir şekilde manzarayı izliyordu. Doktor önlüğünün etek kısımları usulca uçulurken, binlerce ev ve binaların ışıklarıyla şenlendirdiği manzarayı izliyordu.
Bir adım daha atarak çatıya çıktım. Kapının hemen önünde duruyordum. Saniyeler içinde hissetmiş gibi arkasını dönerek kapıya baktığında zeytin gözleriyle göz göze geldim. Tebessüm oluştu yüzümde. Onunsa şaşkınlıkla ağzı aralandı. "Manolya hanım?" diye mırıldandı şaşkınlıkla. Uyanmama değil de daha çok buraya gelmeme şaşırmış gibiydi.
Yüksek ihtimal uyandığımdan haberi vardı. Esma'yı çok kez tembihlediğin emindim. Şuan muhtemelen daha çok çatıya, onun yanına çıkmama şaşırmıştı.
Onda doğru adımlar atarken ne yükseklik korkumu, ne de anılarımı umursamıştım. Onu görünce hepsi gitmiş gibiydi. Bana dönerek anında karşıma geldi. Dikkatle ve koca bir özlemle yeşim rengi gözlerime baktı. "Mükemmel olan bana mı özendin Doğuş çay?" diye sordum neşeli çıkardığım sesimle.
Cümlem onu istemsizce mutlu etmiş gibiydi ama yine de bana ifadesizliğiyle bakmasını sürdürüyordu. "Yataktan neden kalktınız?" diye soru hemen ciddiyetle. İçinden şuan çok şey yapmak geçiyor gibiydi. Sarılmak, hasret gidermek, uzun uzun bakışmak...
Omzumu çocuk gibi indirip kaldırdım. "Çünkü yoktun." dedim açıkça. Onun gibi mesafe sözcüğü eklemek yerine mesafeleri kaldırarak cevap vermiştim.
Ellerini cebinden çıkardı. "Yeni uyandınız. Hemen yataktan kalkmamalıydınız." dedi çatık kaşla. Ofladım. "Hayır ya! Çok sıkıcı! Tamam, beleş yemek falan iyi de orada boş boş bekleyemem!" dedim huysuzlanır gibi.
"Çocuk gibisiniz. Çokta büyük sayılmazsınız gerçi ama." diye mırıldandı sakince. "Ne güzel işte. Çocuk ruhlu bir insanım. En masum olanlar çocuklardır." dedim başımı kaldırıp yüzüne bakarken. Kafamın göğsünün hizasında olması çok sinir bozucu geliyordu bazen.
Sadece yeşim gözlerime özlemiyle bakarken derince yutkundu. "Sizi odanıza götüreyim." dedi düz bir sesle. Sesinin alt tınısında çok gizli olan bir bol özlem vardı. İstediklerimizi yaparak sınırsız hasret gidermek yerine böyle boş boş bakışarak konuşmak ne kadar sinir bozucuydu.
Sinirle geri adım attım. "Ne oluyor Doğuş doktor? Kalbim nasıl durdu benim?" diye sordum. Bakışlarını kaçırdı. "Bunu anlatacağım. Odanıza gidelim." dedi yine. "Beni sen yaşatmışsın?" dedim bakışlarımı yüzünden çekmeden. Çatıyı aydınlatan tek şey yıldızlar ve gökteki aydı. "Doktorunuz olarak görevimi yaptım. Odanıza gidelim mi?" diye sordu tekrar.
Öfkeyle nefes verdim. "Ya senin takılma tuşların falan mı? Hep böyle takılır mısın?" diye sordum alayla. Sadece dümdüz baktı. "Niye gelmedin ki? Niye uyanınca yanıma gelmedin?" diye sordum yumuşayan sesimle. "Peki sen neden doktorunun sözünü dinlemedin? Artık odanıza gidelim mi? Tetkiklerinizi hallettikten sonra hasta odasına geçiririz sizi." dedi duvar gibi bir ciddiyetle.
Ona, onun gibi bakmamla ağzını aralayarak tekrar konuştu. "Benim sözümü dinlemen seni küçültmezdi Manolya. Doktorunun dediğini yapmak seni aşağıya çekmezdi. Yada her neden olduysa araştırıyorum ama sakin kalman da lazımdı. Sahaya çıkmaman da gerekirdi." dedi yine.
Başını yavaşça iki yana sallarken ben sadece onu dinledim. Öfkeyle geri adım atarken bakışlarını benden zerre çekmedi. "Kalbin durdu ya! Kahretsin, sahanın ortasında öylece yere yığıldın! Herkes sanki sen ölmüşsün gibi davrandı! Ben o an içimde neler yaşadım bilmiyorum bile!" dedi sakin bir tonda ama öfkeyle.
"Kalbin durdu. Kalbin atmadı. Öleceksin diye çok korktum! Seni yaşatamayacağım diye çok korktum. Hayata dönemezsen diye korktum ama kendimi hep avuttum." dedi acıyla. Ardından hemen çatının ucundaki basamak kısmına öfkeyle tekme attı. "Bir ay boyunca senin bilinçsizce yatakta yattığını bilmek canımı nasıl yaktı! Özlemimi sana anlatamam bile!" dümdüz durarak onu dinlemeye devam ettim.
"Gerçekten kahretsin! Sana o kadar bağlandım ki o an içimde sensiz bir yaşam bile düşünemedim. Benim kalbim durdu gibi hissettim resmen. Sana o kadar bağlıyım ki..." diye söylendi dolu hisli bir sesle.
Onu izledim sadece. Geri çekilerek tekrar karşıma geldi. "Gelmişim birde, kusura bakma lütfen ama, aptal aptal gökyüzüne, yıldızlara falan bakıyorum!" dedi öfkeyle. Bu dediğiyle gülesim gelse de kendimi tuttum.
"Sen uyurken defalarca kez yanına gelip kalbinin atıp atmadığı kontrol ediyorum. Kontrolden çıkmış gibi hissediyorum. Profesyonel hissetmiyorum." diye mırıldandı. O bana yaklaşırken derince yutkunarak zeytin gözlerine sanki ömrüm boyunca bakamamışım gibi baktım. Bakışları gözlerimde dolandı. "Manolya ben seni her şeyden çok seviyorum. Ben seni hayatıma almamışım, direkt hayatım yapmışım seni." dedi sessizce.
Çenemi kaldırarak yüzüne daha yukardan bakmaya çalıştım. Elimdeki manolyaların kokusunu içine hapsetmiş olan şişe hala duruyordu ve ikimizde bunu fark etmemiştik. "Ama etik değil di-" diye alayla mırıldanıyordum sözüm kesildi. Daha ne olduğunu anlamadan saniyeler içinde dudaklarıma yaslanmıştı dudakları. Evet Manolya'cığım...şuan ki iç sesin nedir?
Gözlerim açıkken ne olduğunu bile kavrayamamıştım. Dudaklarının dudaklarımın üstündeki hareketleriyle anca kavramıştım. Öpüyordu beni. Doğuş doktorun sıcak dudakları soğuk dudaklarımı ısıtıyordu. Parfüm şişesinin düştüğünü elimde ki yok olan ağırlıktan ve gelen camın yere düşme sesinden anlamıştım. Bu ses ikimizin de umurunda olmamış gibiydi.
Gözlerim onunkiler gibi kapanırken dudakları dudaklarımın üzerinde gelişi güzel gezdirerek oynatıyordu. Belki ilk kez birini öpüyor ve nasıl öpeceğini bilmemesine rağmen içgüdüsel olarak hisleriyle hareketler ederek oldukça iyi başarıyordu.
Karşılık vermeye başladığımda artık dudaklarımız beraber hareket ediyordu. Burnuma Manolya çiçeği kokuları geliyordu. Etrafımızı buram buram Manolya çiçeği kokuları sarıyorken daha güzel bir ambiyans olacağını düşünemedim.
Dudak hareketleri ona karşılık vermemle memnunca hızlanarak derinleşti. Belimdeki eliyle hızlı bir hamleyle bedenimi bedenine yasladı. Bedenim mıknatıs gibi ona yapışmışken başını fazlasıyla yukarı kaldırmak zorunda kalmış bana yardımcı olmak açısından dudaklarını ayırmadan başını hafifçe eğdi.
Doğuş doktor sanki kalbimi tekrar durdurmayı amaçlamış gibi dudaklarının hareketlerini arttırdı. Sıcak dudakları benim soğuk dudaklarıma sıcaklığını veriyordu. Dudaklarından nefesini vererek kalbimi çalıştırması gibi şimdi de, tekrar dudaklarıyla ruhumu hayata döndürüyordu.
Ellerim ensesine doğru çıktı. Belimdeki elini sıkılaştırırken dudaklarının hareketi içe doğru kaydı. Aynı şekilde karşılık vermemle daha da hızlandı.
Yıldızların altında, ben hasta kıyafetimle, o doktor önlüğüyle hastanenin çatısında tutkuyla öpüşüyorduk.
İyi anılarımla, kötü anılarımın olduğu bu çatıdaki o anıları yok ediyor, güzel anılarla süslüyorduk. Yıldızlar hemen yukarımızda bizim üstümüzdelerdi. Yine ve yine bir anımıza şahit oluyorlardı. Bu sefer güzel bir anımıza.
Hafif dikleşmesiyle parmak uçlarıma yükselmek zorunda kaldım. Bir eliyle çene kemiğimden enseme doğru okşamaya başladı. Dengemi kaybeder gibi olmamla çatının zeminine doğru devirdi bizi. Manolya kokuları daha da yakından gelmeye başlarken düşmeden kolunu sırtıma çıkararak canımın yanmasını engellemişti.
Doğuş doktor beni öpmüştü. Bu sonsuza kadar yıldızlar ve benim aramda olacaktı.
Üzerimde duruyordu tam. Nefes almak için geri çekildiğimizde alnını alnıma yasladı. Nefeslerimiz birbirine çarparken göz göze geldik. Zeytin gözleri parlıyordu resmen. "Doğuş Çekici profesyonelliğini yitirdi." dedi nefes nefese gözlerime bakarken.
Tebessüm etmemle bakışları tebessümüme kaydı. Benim gibi tebessüm ederek başımı boyun girintime gömdü. Üstümde çok ağırlığını hissetmiyordum. Boyun girintime sık nefeslerini verdi. Tıpkı beni bu çatıda kurtardığı zamanki gibi.
Nefesleri boyun girintime işleyerek boynumu yakıp geçiyordu. Başını hafifçe kaldırarak fısıldamaya başladı. "Sizi öptüğüm ve sözünüzü kestiğim için özür dilerim, Manolya hanım..." Kaşlarım anlık korkuyla çatılırken başını tamamen kaldırarak kulağıma yanaştı. Dudaklarını kulağıma değdirerek fısıldadı. "Ama yine olsa yine yapardım." diye fısıldadı.
Nefesim adeta tekrar kesilmişti. "Etiklik?" diye sordum sessizce. Ellerimi iki yanımdan yere dayayarak bana baktı. "Kendimizi kandırmayalım. Biz o yasaları çoktan aştık." dedi sessizce. Sadece onu onaylayarak başımı salladım.
Burnuma hala gelmekte olan Manolya kokularıyla kaşlarım çatıldı. "Peki bu parfüm?" Bakışları çok uzağımızda durmayan parfüm şişesinin parçalarına kaydığında tekrar konuştum. "Kırıldı ama."
Onun da bakışları cam parçalarına kayınca başını iki yana salladı. "Sıkıntı yok..." bakışları bana çevrildi. "Pek becerebildim mi bilmiyorum ama senin için yaptım." dedi sakince. Hala üstündeydi ve sadece konuşuyorduk ama ben onu şuan tekrar öpmek istemiştim.
Sırf benim için manolya çiçeği bulup onun parfümünü uğraşarak yapmasına ne diyeceğimi bilmiyordum. Sadece bu hareketleri içimde, kalbimde çok garip hisler uyandırıyordu. Ona ait ola kalbimde.
Tekrar konuştu. "Parfümün kırılınca önce yenisini almayı düşündüm ama senin parfümün el yapımıydı. Kendin yapmıştın. Emek vermiştin. Bundan dolayı bende araştırarak bir şeyler yapmaya çalıştım. Oldu mı bilmiyorum."
Yüzümde oluşan tebessümle mırıldandım. "Teşekkür ederim... Gerek yoktu." Gülümsedi. "Gerek vardı. Odunsu kokamazdın. Senin özün bu. Sende kırılmasına, parçalanmasına sebep olduğum ne varsa düzeltiyorum." Bir şey demedim sadece tebessüm ettim.
Bakışlarım tekrar parçalara kaydığında sırıttım. "Yapmana da gerek yoktu alabilirdin de. Ben zaten pahalı diye kendim yapıyor..." cümlemi devam ettirmemeye karar vermiştim. Sadece çok minik bir şekilde gülmüştü.
Yüzüm düşerken bakışlarım geri ona kaydı. "Ama kırıldı." dedim hüzünle. Tebessüm etti. "Merak etme bende bir şişe daha var. Bir şişelik yapmamıştım." deyince yüzümde sırıtma oluştu yine.
"Sen benim kokumu mu saklıyorsun. Sen benim kokundan stok mu yapıyorsun bakayım!" dedim sanki çocukla şakalaşıyor gibi. Anında ciddileşti. "Evet. Kokunu her zaman yanımda taşımak istiyorum. Seni taşıyamayacağıma göre. "
Yüzümde asılı kalan sırıtmayla suratına bakmaya devam ettim. "Bende senin çikolata kokunu yanımda istiyorumdur belki." dedim fısıldayarak. Hızla bana yaklaşarak dudaklarımızı tekrar birleştirdiğinde olayı yine iki üç saniye sonra kavramıştım.
Dudakları deminkinin aksine daha doyumsuz bir şekilde hareketler sergiliyordu bu sefer. Onun hareketlerine uyum sağlar gibi eşlik etmeye çalıştım. Eli yanağıma çıktı. Usul usul sevgiyle yanağımı okşarken dudaklarımı da bitmek bilmez bir hasretin büyük vuslatıyla öpüyordu.
Elim bana göre sarı olan saçlarına çıkıyordu ki geri çekildi. Sık nefeslerimizi birbirimizin dudaklarına doğru verirken Bakışlarımız kesişti. Dudaklarıma çarpan nefesleriyle beraber kulağımda atan kalbimin sesini aldırmadan nefesimi tuttum. Bakışları dudaklarıma indi. "Nefesini tutma." diye fısıldayınca tek kelime etmeden nefesimi verdim.
Kısa bakışmamızın ardımdan bir anda başını aşağı çekti. Ellerini iki yanımdan çekip hafif yan döndü. Elinde bir şeyler uğraştırtan sonra tekrar üstüme geldi. Gözler önüne bir şeyi çıkardı. Nereden çıkardığını bilmediğim bir adet iğne.
Benden izin alır gibi baktı. "Yapmam gerekiyor." dedi. Başımı hemen iki yana salladım. "Hayır Doğuş çay iğne sevmem ben! Korkuyorum iğneden." dedim aceleyle. "Kalbin çok hızlı atıyor. Heyecanlısın. Duygular fazlasıyla ağır basıyor. Korkuyorum Manolya. Yeni uyandın birde." dedi yumuşacık bir sesle.
Başımı tekrar iki yana salladım. "Sen cebinde iğneyle mi dolaşıyorsun ya! Heyecanlı da değilim valla!" dedim aceleyle. İkna etmek ister gibi yaklaştı. "Manolya. Hissediyorum, heyecanlısın. Bunu yapmama izin ver. Acıtmaz bile." dedi kısık bir sesle.
Nefesimi verdim. "Tamam ama bakmayayım ben." dedim ve başımı yukarı doğru kaldırarak gözlerimi sıkı sıkı kapattım. Saniyeler sonra kolumda bir minik acı hissetmemle ağzım aralandı. Kaslarıma sızan sakinleştiriciyi hissettiğimde vücudum gevşedi.
Sıkı sıkı kapadığım gözlerimi açma gereği duymamıştım. Göz kapaklarımın sıkı kapanışı hafiflerken belimde ve bacaklarımın altında onun güçlü kollarını hissettim. Bir anda havalanarak hareket etmeye başladığımızda onun beni taşıdığını anladım.
Adımlarını hissediyordum ama sakinleşiyor ve hafiflik hissediyordum. Kalp atışlarım normaline dönerken ben gözlerim kapalı kollarında duruyordum. Başımı göğsüne yaslarken fısıldadım. "Korkunç görünmüyor muydum, hasta kıyafetleriyle karanlıkta, kapının önünde chucky gibi. Beni görünce korkmadın mı?"
Sakinleştiriciye rağmen gülümsemesini hissettim. "Dünyanın en mükemmel insanından kimse korkmaz. Ama doğru. Seni hasta kıyafetleri içinde görmek beni korkutur. Bir daha giyme, çünkü sana asla yakışmıyor." dedi ciddiyetle. Bilincim bulanıklaşırken mırıldandım. "Ama sana doktor önlüğü çok yakışıyor." Kokusunu duymak beni daha da sakinleştirdi.
"Ben intihar ederken sen nasıl hemen yirmi katı çıktın?" diye sordum çok kısık bir sesle. Durduğunda ses duymuştum. Asansör sesi. "Çıktım işte." diye mırıldandı sadece.
Bilincim tamamen bulanıklaşırken başımı tamamen göğsüne yasladım. Çikolata kokusunu ve etrafta yayılan Manolya çiçeği kokusunu duyarak uykuya daldım.
🌺
Gözlerimde bir ağırlık vardı. Bilincim yerine gelmiş gibiydi. Gözlerimi yavaşça açmaya çalıştım. Beyaz ışığın parıltısıyla gözlerim kamaştı. Gözlerimi birkaç kere kırparak açık tutmaya çalıştım.
Gözlerim ışığa alıştığında başını hafifçe kaldırdım. Hastane odasındaydım. Bakışlarım etrafta dolandı. Kimse yoktu odada. Bakışlarım yanıma kaydığında karışık çiçek buketini fark ettim. Kaşlarım çatılırken bukete uzandım. Buketi kaparak kucağım doğru çektim.
Bakışlarım karışık olan güzel çiçeklere kaydı. Çiçeği kendime yaklaştırarak kokusunu içime çektim. Kimin aldığını merak ederek çiçeği hafifçe geri çektim. Bakışlarım buketin içinde not aradı. Çiçeklerin arasına gizlenen küçük siyah zarfı görmemle kaşlarım çatıldı. Zarfı çiçeklerin arasından aldım. Muhtemelen içinde not kartı olan zarfı açarak kartı çıkardım. Yazanı sakince okudum.
"Beni bu kadar korkutacağını düşünmemiştim. Bir an önce kendine gelerek gevezeliklerine devam etmen dileğiyle. Bu arada Manolya çiçeği yoktu. Nasıl bir çiçekse buket olarak bulamadım."
Sessiz çocuk.
Kaşlarım kalkarken yüzümde bir sırıtış oluştu. Sessiz çocuğa bak sen. Demek ki beni düşünmüş. Tam bu anda kapı açıldı. Kartı bırakmadan bakışlarım gelene kaydı. Bütün heybetiyle odadan içeriye giren Doğuş doktor yada Doğuş.
Yatağın ucunda durarak bana baktı. Bakışları çok kısa süre çiçekleri incelemişti sadece. "Uyanmışsın." diye mırıldandı. Başımı salladım. "Uyandım da, bu çiçekler ne zaman geldi?" diye sordum. Düz bir sesle cevap verdi. "Fuzuli bey getirdi. Yaklaşık otuz iki dakika önce. Uyuduğun için bırakıp çıktı." dedi ciddiyetle.
Kucağımdaki buketi geri masaya bıraktım. "Kaç saat oldu?" diye sordum. "Sabahın dokuzu." dedi sadece. Gözlerim açıldı. "O kadar uyudum mu? Vay be!" diye mırıldandım şaşkın bir sesle.
Bakışlarım tekrar ona döndü. "Siz? Uyumadınız mı hiç?" diye sordum. Çarpık bir şekilde gülümsedi. "Uyumadım Manolya hanım." dedi hanım kısmını bastırarak. Kaşlarım çatılırken bir şey demedim. Alışkanlıktan yapmış olabilirdi ama aynı zamanda kasıtlı yapmış gibi havası da vardı.
"Evime gitmek istiyorum. Kar aç kalmıştır!" dedim aceleyle. Sahi bir aydır Kar'a ne olmuştu? Umarım kızım açlıktan ölmemiştir...
"Teyzem mamasını veriyor onlara. Eriğe de Kar'a da. Ayrıca teyzemin evindeler. Teyzem bakıyor şuan." dedi ciddiyetle. Tek kaşım kalktı. Evime girmesi lazımdı köpeğimi almak için. "Benim evime nasıl girdi?" diye sordum anlamsızca.
"Kusura bakma ama ben çantamdan aldım. Uyanık olup alamayacağın için. Teyzem hastaneye geldiği zaman ona vermiştim. Yine de çantanı karıştırdığım için özür dilerim." dedi düz bir sesle. Başımı iki yana salladım. "Sorun değil tabi ki. Ayrıca teşekkür ederim." dedim kısık bir sesle. "Ne demek." diye mırıldandı sadece.
"Neden kalbim durdu?" diye sorduğumda yutkundu. "Hastalığın çok hızlı ilerlemiş. Baya ani bir ilerleme. Her an üçüncü evreye geçebilirsin. Kalp durması benim de beklemediğim bir şey oldu. Sahada kalp masajı yaparak kalbini çalıştırmayı başardım." dedi ciddiyetiyle.
İçime bir endişe düşüyordu. "Nasıl yani? Ama ne çabuk." diye mırıldandım sessizce. "Sakin ol. Bunları çok düşünmemeye çalış. Duygularını bastırmaya çalış. Bana güven. Emin ol bundan sonra o hastalıktan daha hızlıyım." dedi emin bir sesle. Ona güveniyordum. "Sana güveniyorum." dedim kısıkça.
Bir anda tek kaşı hafifçe kalktı. "Maç günü. Duyguların oldukça baskın olduğu bir gün geçirmiş olmalısın..." ses tonundaki ima beni ister istemez ürkütürken sadece ifadesine baktım. "Belki de." diye mırıldandım sadece.
Odanın içindeki dolaplara ilerledi. "Seni eve bırakayım. Sonra tekrar dönerim." dedi kıyafet çıkarırken. Muhtemelen yine teyzesinin getirdiği kıyafetleri yavaşça yatağa bıraktı. Bir beyaz oversize tişört bir de siyah eşofman tarzı bir şey çıkarmıştı. "Sen hastanede mi olacaksın?" diye sorduğumda başını salladı. "Ne zaman dönersin?" diye sordum yatakta oturur pozisyona gelmeye çalışırken. "Nöbetim var birde tedavi için yapmam gerekenler var. Sabah bu saatte gelirim." diye cevap verdi dolabın kapaklarını kapatırken.
"İyi de dün de uyumamışsın. Uykusuzsun. Kalmazsan olmuyor mu?" diye sordum saf bir sesle. Başını bana çevirdi. "Alışığım ben. Bir şey olmaz." dedi yumuşak bir sesle. Çantayı kapatarak yere bıraktığında tekrar bana döndü. "Ben çıkayım sen giyin." dedi beklediğim cümleyi kurarak.
Çantayı alarak dışarı çıktığında yavaşça yataktan kalktım. Üzerimdeki hasta kıyafetinden ve üzerime sinen hastane kokusundan kurtulmak ister gibi çıkardım. Hasta kıyafetlerinden kurtulduğumda tişörtü ve eşofmanı üzerime geçirdim.
Giyindikten sonra saçlarıma kısaca düzen verdim. kolumdaki serum bandı kolumda değildi. Yatağa oturup ayağımdaki hastane terliklerini çıkardım. Onların yerine beyaz sporlarımı ayaklarıma geçirdim. Hazır olduktan sonra yataktan yavaşça kalktım. Başımda hala ağrı duruyordu.
Kapıyı yavaşça açarak dışarıya çıktım. Doğuş doktor Fatih'le bir şeyler konuşuyordu. İkisinin de bakışlarının bana kaymasıyla sustular. Fatih gülümsedi. "Nasılsın Manolya?" diye sordu. Omzumu indirip kaldırdım. "Hem iyi, hem kötü." dedim.
Gülümsemesini kesmeden cevap verdi. "İyi ol ki bizde iyi olalım." dedi. Başımı salladım. "Bunu deniyorum." dedim. "Gidelim mi?" diye araya giren Doğuş doktor oldu. Başımı tekrar salladım. "Gidelim." Eliyle geçmem için yol verdi. Önünden geçerek asansöre ilerlediğimde Fatih'e dönüp el salladım. Karşılık vermesiyle önüme döndüm.
Doğuş doktorun eli sırtımla belim arasında bana destek sağlar gibi duruyordu. Bakışlarım istemsizce ona kaydı. Ciddiyetle önüne bakıyordu. Aklıma dün gece çatıda yaşadığımız şey aklıma geldi.
Bu adam utangaç değil miydi? Neden hiç utanmamıştı yada utanmıyordu? Neden yanakları elma şekerine dönmüyordu? Sanırım onu utandırmayı az biraz seviyordum...
Tam şu düşünceleri aklımdan geçirdiğim anda göz ucuyla bana bakarak sanki aklımı okumu gibi, Şimdi sıra sende. bakışı atmış gibiydi. İstemsiz bir ürkme hissederken önüme döndüm. Ben onun gibi değildim ama. Kolay kolay utanmazdım öyle şeylerden. Ne tür şeylerden?
Asansöre girdik. Tuşa bastı. Asansörün kapanmasıyla bakışlarım tekrar ona kaydı. Bakışlarımı hissetmesiyle onunda bakışları bana kaydı. Aramızda kısa bir bakışma geçti. "Sana ceza verirler mi?" diye sordum sessizliği bozarak. Omuz silkti. "Bilmiyorum." diye mırıldandı pek umursamayan bir sesle.
Daha bir şey demeden önüme döndüm. Sakince asansörü bekledik. Asansörün çok geçmeden çıkmasıyla kapılar açıldı. Kapılardan çıkıp çıkışa ilerlerken tekrar konuştum. "Bence Kenan başhekim dilekçe yazmaz." diye mırıldandım. İç çeker gibi nefesini verdi. "Seni sevmek cezamsa suçumu kabul ediyorum." dedi güldürmek ister gibi.
Güldüm. "Yanlış Doğuş doktorla konuşuyor olabilir miyim?" diye sordum kaşlarımı öfkesiz bir şekilde çatarak. Hastanenin kapılarından dışarıya çıktı. Artık onun özlediğim onun kadar ciddi görüntüsü olan siyah arabasına ilerliyorduk. "Gerçeğiyle konuşuyorsun." dedi ifadesizce.
Arabasını açmasıyla önce beni geçip, ön yolcu koltuğunun kapısını benim için açtı. Yolcu koltuğuna geçmemle kapımı kapatarak önden dolanıp sürücü koltuğuna geçti. Sırtımı koltuğun kumaşına bastırırken ona döndüm. Arabayı çalıştırdı. "Bana pek öyle gelmiyor şu aralar. Doğuş doktorun bana kuracağı en fazla cümle etik değil olurdu." dedim muzip bir sesle.
Arabayı ilerletmeden bana dönüp yaklaştı. "Sen hala bana Doğuş doktor mu diyorsun?" diye fısıldadı sessizce. Ağzım aralanmadan dudaklarımı birbirine bastırdım. Parlayan zeytin bakışlarıyla yutkundum. "Ne demem gerekiyor?" diye fısıldadım onun gibi.
Bana yaklaşarak nefesini suratıma doğru verdi. "Ne istersen diyebilirsin. Bey ve Doktor dışında." dedi dudaklarıma bakarak. Yüzümde bir sırıtış oluşurken hemen konuştum. "Doğuş çay?"
Bakışları anında dudaklarımdan kalkıp gözlerime çıktı. "Bana öyle seslenme lütfen..." Omuzlarımı iki üç kere hızlı hızlı çocuk gibi kaldırıp indirdim. "İyi o zaman Doğuş doktor! Doktor bey! Doktorum! Uzmanım hekimim! Hekim doktorum! Doğuş hekim!" diye inatla seslenmeye başladım.
İnadımdan rahatsız olarak, "Manolya hanım." dedi benim gibi. Sırıtışımı soldurmadım. "Beni yıldıramazsın Doğuş çay! Ben ne zamandır o hanım kelimesine katlanmış insanım." dedim emin bir sesle. "Peki Manolya hanım. O halde yolumuza devam edelim." dedi ve önüne döndü. Ardından hemen arabayı ilerletmeye başladı.
Yol boyunca konuşmamıştık. En son apartmanın önüne geldiğimizde arabası apartmanın önünde her zaman park ettiği yere park etti. Onun park etmesiyle kapımı açmasını beklemeden kendim hemen indim. Gelen kapı sesinden onun da indiğini anlıyordum.
Apartmana doğru ilerlerken arabasını kilitlerken hızlı adımlarla hemen yanıma yetişti. Bakışlarını üzerimde hissediyordum. Başımı ona çevirdim. "Eve girecek misin?" diye sordum düz bir sesle. Başını salladı. "Üstümü değiştirmem lazım." diye mırıldandı.
Bir şey demeden önüme döndüğümde asansörün tuşuna bastı. Zaten bu katta olan asansör saniyeler içinde açıldı. Eliyle geçmem için işaret yapınca önce ben ardından da o girdi. Asansörün kapılarının kapanmasıyla apartmanda yalnız kalmıştık. Her zamanki gibi önce benim katıma ardından kendi katına bastı.
Sırtımı asansör duvarına yaslayarak bekledim. Gerçekten de etikliği ve profesyonelliğini umursamamıştı ve beni öpmüştü. Sahiden o çatıda bunlar yaşanmıştı. Rüya gibi gelse de hala uyanmamışım gibi gelse de bunlar gerçekten olmuştu. Sanırsam bu bir vuslattı.
Doğuş doktor boğazını temizledi. Asansörün hareket etmesiyle bana döndü. "Manolya..." diye mırıldandı. Merakla kaşlarım çatılırken cevap verdim. "Efendim?" Bana doğru bir adım attı. "Bu aramızda geçenler şuan aramızda kalsa?" diye sordu yanlış anlamamdan çekinerek.
Ona yaklaşarak tam karşısında durdum. Kollarımı boynuna sararak başımı kaldırıp suratına baktım. "Sen saklamak istemesen ben isterdim zaten Doğuş. Kariyerini mahvetmeni istemem. O kadar da düşüncesiz değilim." diye fısıldadım yüzüne doğru.
Gülümserken elleri belime dolandı. "Ama istemiyorsan tabi ki saklamayız. Saklamak zorunda değiliz." dedi tereddütle. Başımı iki yana salladım. "Şu anlık saklamalıyız Doğuş. Ne olacağını bilmiyoruz. Zaten Ateş'i de bu sebeple hastaneden göndertmiştin. Birde kim bilir kaç insanı etiklik yüzünden ceza yedirttin." diye mırıldandım.
Nefesini verdi. "Ben kimsenin özel hayatına karışmam. Kimsenin de ceza almasını sağlamadım. Hoşlanmadığım bir insansa laf olarak bunu ona gönderirim, her hastasına yürüyen biriyse ceza alması için elimden geleni yaparım çünkü bu bazı noktadan sonra tacize bile girebilir bilemeyiz. Ateş gibi hastama inatla yürür ve onu tehdit ederse yine ceza almasını sağlattırırım." dedi son derece ciddiyetle. Ardından, "Ki bu hastaya aşık olma durumu çok görülmez. Nadir olur." diye ekledi. Başımı anladım dercesine salladım.
Yüzünde sevgi dolu bir tebessüm oluşurken yüzüme eğilerek burnumun üstüne minik bir öpücük kondurdu. "Çiçeğim..." diye fısıldadı içli bir sesle. Bende onun gibi sevgi dolu gülümseyerek boyuna yetişmek için parmak uçlarıma yükseldim. Onun küçük burnuna öpücük bıraktım. "Doktorum..."
"Tövbe bismillah!" Güzel anımızın katili olarak anımıza bıçak sokan sesi işitmiştik.
Gelen sesle anında ayrılarak açıldığını fark etmediğimiz asansör kapısına döndük. Menekşe teyze ve Salim enişte iri gözlerle bize bakıyorlardı. Tarihe geçsin. Menekşe teyzenin ilk defa doğru anlayacağı o gün.
Bir şey demeden Doğuş'la beraber asansörden çıktık. Salim enişte bize ters ters bakışlar attı. "Oğlum sen biraz bozuldun sanki? Ne zaman gelsek...tövbe tövbe!" Aynı Menekşe teyzenin yaptığı gibi oda cümlesini devam ettirememiş tövbe çekmişti. "Yok enişte ne bozulması." diye mırıldandı Doğuş doktor aceleyle. Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırmıştım.
"Peki enişte siz nasıl hep Manolya'nın katından biniyorsunuz?" diye sordu gözlerini kısarak. Menekşe teyze cevap vermek için hemen atladı. "Baktık bu kata çıkıyor, bir kat aşağı inelim ne olacak dedik." dedi.
"Neyse..." dedi umursamazca. Bakışlarını bana çevirdi. "Bir şey olursa haber ver, olur mu?" dedi yumuşayan bir sesle. Tebessüm ederek başımı onaylarcasına salladım. "Olur."
Onay vermemle merdivenlerden aşağı, kendi katına inmek için ilerledi. Onun gitmesiyle bende Menekşe teyzeye gülücükler dolu bir bakış atarak dönüp kendi dairemin kapısına ilerledim.
Her şey çok garip geliyordu. Sanki hiç yaşanmamış gibi. Bazen inanasım gelmiyordu olana. Olmuş olsa bile nasıl olacaktı o da ayrı bir merak konusuydu. Buradan sonra bizi tutan hiçbir şey yoksa neler olacaktı kim bili
🌺
Yaklaşık üç saattir dizüstü bilgisayarımın başında hikayemin devamını yazmıştım. Uzay ve Hayal'in vuslat bölümü sonunda bitmişti. Bana göre oldukça romantikti. Esinlendiğim insan aklıma gelince yüzümde hafif bir sırıtış oluştu.
Koltukta yayılarak oturmuşken hafifçe düzelerek kahvemden bir yudum aldım. Baş ağrılarına artık yavaş yavaş alışmaya başlıyordum. Her ne kadar rahatsız olsam da yapacak bir şey yoktu.
Bakışlarımı kahve kupama çektim. Doğuş muhtemelen hastanedeydi ve belli etmese de uykuluydu. Kıyamıyordum ona. Orada bir yerde de kıvrılıp yatmazdı şimdi. Derince bir sıkıntılı nefes verdim.
Masadaki telefonuma uzanarak telefonu kaptım. Dizüstü bilgisayarı yanımdaki boş vere bıraktım. Kilidi açarken beni birkaç kere arayan Firdevs'e saatler sonra dönüş yaptım. Telefon iki çalmanın ardından açıldı. "Alo kuşum?" diye enerjik sesi geldi.
"Alo?" dedim ruhsuz sesimle. "İyi oldun mu? Sen henüz uyanmamışken biz Volki'yle hastaneye gelmiştik." dedi hemen. "İyiyim şuan. Daha iyiyim." diye mırıldandım. Telefonun ucundan tekrar sesi geldi. "Vay be! Resmen bir ay boyunca uyudun!"
Nefes almadan tekrar konuştu. "Okulda pek bunun konuşması olmadı ama ben neden gelmediğini söyleyince şaşırdılar. Dersler de hep kaçtı! Neyse artık yine Burak'ın notlarını dızlarsın!" dedi son cümlesine gülerek.
Güldüm sadece. Nefesini verdiğini telefonun ucundan duydum. "Senin kalbin durdu resmen ya! Kızım nasıl korktuk anlatamam! Bir anda kalbin durdu, doktorun geldi kalp masajı falan yaptı! Hepimizin yüreği ağzındaydı." dedi o anı tekrar yaşıyormuş gibi bir heyecanla.
"Hastalığım var Firdevs. Fazlasıyla tehlikeli ve nadir görünen bir hastalık." dedim halsiz bir sesle. Bir iki saniye duraklamasından afalladığını hissettim. "Şaka mı? Hadi şimdi genel şakaların olduğunu söyle." dedi sakince.
"Değil Firdevs. Ben öyle şaka mı yaparım sanki? Hastayım işte." dedim. "Oha! İnanamıyorum! Yok artık! Gerçekten yok artık! Başına gelene bak!" diye şaşkınlıkla nidalar çıktı ağzından. Nefes verdim. "Kader işte, ne olacağı bilinemez." dedim sakince. "Fazla sakin değil misin? Ben olsam yıkılırdım." dedi abartılı bir sesle.
"Alıştım. Tepki gösteremiyorum artık." dedim sessizce. Emin ol ilk öğrendiğimde senden daha çok şaşırmıştım Firdevs. "Çok mu tehlikeli? Geçer ama dimi?" diye sordu olumlu bir cevap bekleyen bir sesle. "Çok tehlikeli. Her an üçüncü evresine geçebilirmişim. Dördüncü evreden sonrası yok." dedim hissiz bir sesle.
"Ne? İnanamıyorum! Sen bana bunu bir de telefonda mı söylüyorsun? Çıldıracağım!" diye şaşkınlık ve tedirginlikle söylendi. "Firdevs beni de anlar mısın? Herkesi arayıp tehlikeli hastalığım var demekten keyif almıyorum." dedim ciddiyetle. "Ben herkes miyim?" diye sordu Firdevs.
"Ben senin için herkes değil miyim? Yada bir zamana kadar ben senin için herkes değil miydim? Kız arkadaş grubun ve fakültenin yarısıyla arkadaş olduğun insanlardan, artı olarak sınıfta yan yana oturduğun kız." dedim ciddiyetimi koruyarak.
"Tamam, teslim oldum. Ama lütfen bundan sonra bana da haber ver. Ölünce mi haberim olacaktı hastalığından?" diye sordu huzursuzca. "O kadar kolay değil hastalığımdan bahsetmek. Ayrıca şu konuyu daha konuşmayalım." dedim sakince. "Peki Manolya. Ama biz gerçekten dostuz. Bunu biliyorsun değil mi?" diye sordu samimiyetle. "Biliyorum Firdevs." diye mırıldandım sessizce.
"Güzel. O halde beni neden aradığını anlat. Sen eğer anlatacak bir şeyin yoksa aramaya geri dönmezsin. Sadece ben aradığım an görürsen açar derdimi sorarsın." dedi sakinleşerek. Sırtımı kanepeye yasladım. "Senden taktik almaya geldim." dedim yüzümde oluşan sırıtışla.
"Ne? Ne taktiği? Burak için mi yoksa?" diye sordu aceleyle. "Ya Burak ne alaka! Binaya biri taşındı. Batış diye biri. Sürekli asansörde karşılaşıyorduk. Yakışıklı boylu poslu, mühendis bir adam." dedim yüzümde kocaman olan sırıtışla. "Ee? Hem Batış ne, o nasıl isim?" diye sordu Firdevs heyecanla.
Güldüm. "Milletin ismiyle dalga geçme Firdevs! İnsanların isimleriyle dalga geçilmez." dedim. Firdevs güldü. "Bunu senin demen ne kadar da ironik." dedi alayla. Ayaklarımı üst üste karşıdaki sehpaya uzattım. "Neyse, bu adam çok çalışıyor. Baya uykusuz kaldı. Benim buna adım atmam lazım. Ama fırsat olmuyor." dedim gülümseyerek.
Sesli bir şekilde nefes aldığını duydum. "Bak şimdi tatlım. Akşam bir yemek hazırla böyle özenli bir şey. Çağır onu yada ne bileyim acil gelmesi için bahane falan bul. Yaparsın sen." dedi muzip bir sesle. Aklıma anında giren fikirlerle dikleştim. "Ay tamam! Şuanda tam fikir doluyum." dedim heyecanla.
"Kim bu Batış? Sen hiçbir zaman bir kişide kalamayacak mısın? Herkesten hoşlanıyorsun." dedi sitem edercesine. Güldüm. "Batış ciddi biri değil. Öylesine tanımak için. Boş ver yarın yok olur zaten. Haydi görüşürüz, teşekkür ederim taktik için. Bay!" telefonu hemen kapatıp koltuktan zıplar gibi kalktım.
Bakışlarım koltukta hiçbir şeyi umursamadan yatan Kar'a kaydı. Ona bakarak iki elimle saçlarımı savurdum. "Annen yine birilerini coşturacak bebeğim. Sen uyu." Koca panduflarımla beraber havalanarak kıvırta kıvırta mutfağa ilerledim. Erkeğe giden yol mideden geçermiş. Bu yüzden önce midemi doyurmalıydım. O söz öyle değil miydi yoksa?
Buzluktan bir paket hazır pizza çıkardım. Kutusundan çıkarıp mini fırınımı açtım. Fırının kapağını açıp tepsiyi çıkardım. Pizzayı umursamazca tepsinin ortasına bırakarak çalıştırdığım fırının içine attım. Umarım yanmaz. O pişerken kettleme su doldurup onu da çalıştırdım.
Telefonumun kilidini açtım. Bakışlarım saate kaydı. 14.00'dı. Akşama kadar yemekleri yetiştirebilirdim. Telefonumdan yapacağım yemeklerin arayışına başladım. Canan Karatay beyefendisinin nasıl yemek yediğini pek umursamadan tarif bakıyordum.
Yarım saatimi tarif bulup liste hazırlamaya vermiştim. Ama çok güzel bir liste olmuştu. Hatta mükemmel bir menüydü. Yine de çorba onun sevdiği gibi olsun istediğim için Menekşe teyze telefon joker hakkımı kullanmaya karar vermiştim. Menekşe teyzeden aldığım bilgiye göre onun ev sevdiği çorba tarhanaydı. Ne sevdiğim nede sevmediğim, nötr olduğum bir çorbaydı.
Yemeği yapmaya önce çorbadan başlamıştım. Yine Menekşe teyzeden aldığım tarhanalar ve tarifle beraber çorbayı zorlanarak yapmıştım. Çorbanın ardından oturmadan ayakta pizzamı ve Doğuş çayımı içmiştim. Bardakları ve tabakları makineye atmak yerine lavabonun içine atıp menümdeki diğer yemeğe geçmedim. Ona en son sıcak kalsın diye geçecektim. Şuan tatlımı yapmaya karar verdim.
Bir tencereyi ocağa aldım. Biraz şekeri tencereye döktüm. Hemen ardından nişasta, onun ardından un, uzun uğraşlar sonucu beyazından ayırdığım yumurtanın sarısını ekledim. Son olarak da süt ekledim. Ocağın altını yakarak muhallebinin oluşması için onu durmadan karıştırmaya başladım.
Yaklaşık on beş, yirmi dakika içinde yoğunlaşan muhallebime memnuniyetle bir bakış attım. Muhallebinin kenarlarında, ortalarında büyük büyük baloncuklar oluşması kaynadığının belirtisiydi. Ocağı kapatarak tencereyi kulplarından tutarak mutfak tezgahına bıraktım. İçine bir paket vanilya tozu döktüm. Vanilyayla beraber tekrar karıştırdım. Ardından sıvı kremayı da muhallebinin içine dökerek tatlının kremasının tamamen hazırlanması için bu sefer mikserle tekrar karıştırdım. Ufuk'un ortalığı karıştırışı gibi iyice karıştırdım.
Krema tam istediğim kıvamı alınca onu bırakarak dolaptan bardaklarımı çıkardım. Dört tane bardak çıkararak tezgaha bıraktım. Tenceredeki krema orada uslu uslu beni beklerken bir paket bisküviyi robota attım. Robot bisküviyi parçalarken memnuniyetle gülümsedim. Anlamsızca robotta bir şeyleri parçalamak hoşuma gidiyordu.
Kum gibi hal alan bisküvilerimi çıkardım. Bir kaşık alarak güzelce dört bardağın da tabanına bisküviyi döktükten kesme tahtamda bol bol yıkadığım çilekleri ince ince doğramaya başladım. Dikkatle ince ince doğradığım çilekleri bardağın alt yanlarına yapıştırır gibi dizdim. Bol bol çilek dizdikten sonra ortasına da sürpriz olarak bir muz dilimi attım. Süslememin ardından üzerine kremayı döktüm. Aynı şeyi iki kere daha bardakların katlarına yaptım. Dört bardakta üç krema ve bisküvi katlı, genelde yabancı adı kullanılan Manolya tatlılarına dönüşmüşlerdi.
Şuan ılık olan ve sıcaklığı camın dışına da yansıyan dört tatlı bardağımı da dolaba bıraktım. Onları yiyeceğimiz vakit gelene kadar istediğim soğukluğa geleceklerdi zaten.
Zıplaya zıplaya diğer yemeği yapmak için döndüm. Çorbam ve tatlım tamamdı şuana kadar. Sıra börekteydi. Peynirli kaşarlı börek olmazsa olmazdı. Ona ilk randevuya gidişimde börek getirmiştim ama onlar yanmışlardı. Bu seferkiler yanmayacaklardı çünkü başlarında bekleyecektim. Bu sefer yanmasına izin veremezdim. Mükemmel bir sofra olmalıydı. Hemen dolaptan bir yufka çıkarıp böreği yapmaya başladım.
Peynirli, kaşarlı böreği yapmam ortalama bir saatimi almıştı. Böreği tepsisinden tutarak fırına ilerledim. Fırının kapağını açıp tepsiyi içeri yolladım. Kapağını kapattıktan sonra yere oturarak fırını izlemeye başladım. Unutmamak için börek pişene kadar başında bekleyecektim.
Kırk dakikadır kontrol ede ede böreğin başında bekliyordum. Tamamen piştiğini hissettiğimde kalkarak yavaşça fırının kapağını açtım. Bu sefer yayılan kokular yanık kokusunun aksine fazlasıyla güzeldi.
Yüzümde memnuniyetle bir gülümsemeyle fırın eldiveniyle beraber böreği fırından çıkarıp kirli kaplar, kaşıklar ve bardaklarla dolmaya yaklaşmış olan tezgaha bıraktım. Sıcacık börek tepsisinin bir anda soğuk tezgaha bırakılmasıyla kısık bir ses çıktı tepsiden.
Güzel pişmiş böreğe gülümseyerek baktım. Saat buçuk gibi bir şey olmuştu. Şimdi gözde yemeğimi yapmaya geçebilirdim. Çok romantik bir yemek olacaktı.
Bir tava çıkararak küp küp yemeklik doğradığım soğanları tariften izleyerek tavada güzelce pişirdim. Ardından büyük bir kaseye bir miktar kıyma koyup üstüne ekmek için ekledim. Bunlarla beraber üzerine pişirdiğim soğanları da eklemiştim. Bir adet yumurtanın sarısını zar zor beyazından ayırarak kaseye hemen üst üste döktüğüm malzemelerin üstüne döktüm. Kendi damak tadıma göre baharatlarını ve tuzunu ekledikten sonra kıymayı güzelce yoğurmaya başladım.
İyice karışana kadar kıymayı yoğurduktan sonra bir avuçluk yuvarlak olacak şekilde kıymaları hızla hazırladım. Şekli biraz zor versem de güzel olması için bol bol özen göstermeye çalıştım. Hazırlanan şuan çiğ olan köftelerimle beraber ocağa ilerledim. Bir tava daha çıkarıp yuvarlak köfteleri yağda güzelce kızarttım. Arada pişenleri kontrol edip tersine çeviriyordum.
Köftelerimi güzelce pişirdikten sonra bir tabağa çıkarıp aynı tavaya biraz tereyağı attım. Tereyağı tavada erirken aceleyle bir miktar un alıp tavaya döktüm. Un ve yağı tavada karıştırarak kavurdum. Kavrulan un ve yağın ardından içine dikkatle et suyu döktüm. Biraz krema da döktükten sonra sosu karıştırdım.
Hazırlanan sosun içine köfteleri atarak gelişi güzel hafifçe karıştırdım. Nefis görünüyordu, İsveç köftelerim.
Yapmam gereken diğer gözde yemeklerimi yapmaya geçtim hemen.
🌺
Mutfak darmadağın bir hale gelmiş olsa bile yemeklerim harika görünüyordu. Saat yedi olmuştu ve ben yemeklerimi anca bitirmiştim. Yemekleri koyduğum yeni gelin takımı servis tabaklarımı alarak salona ilerledim. Yüzümde memnun bir ifade vardı.
Tabakları boş yerlere dikkatle bıraktım. Tam bu sırada zil çaldı. Heyecan ve aceleyle koştum. Kapıyı açmamla beni kurye karışlamıştı. Elindeki poşeti bana uzattı. "Buyurun." dedi motor kaskının içinden. Siparişimi alarak poşetinin için çaktırmadan göz attım.
Kuryenin hala beklediğini görünce bakışlarım ona döndü. "Ne? Ne bekliyorsun? Beni kandıramazsın, kartla ödedim ben." dedim boş bir sesle. O an bahşiş için beklediğini anladım. Tam gidiyordu ki vicdan azabı çekerek kolundan durdurdum. "Dur tamam dur. Valla bak benim genel şakacı halim." dedim hemen.
Adam durup bana döndü. Kapının yanındaki konsoldan cüzdanımı alıp aceleyle açtım. Elime gelen on lirayı alıp ona uzattım. Tam alıyordu ki iki yüz liramı verip vermediğimi kontrol etmek için bakıp tekrar uzattım. "Çok zenginim, elime ara sıra iki yüz geliyor karışmış mı diye baktım. Sen devam et." dedim sırıtarak.
Kurye bir şey demeden asansöre ilerledi. Arkasından, "Hele hele bir de asansöre biniyor." dedim gülerek. Motor kaskıyla bana dönünce. Başımı iki yana salladım. "Şaka yaptım şaka. Sen Doğuş çay değilsin ki neden enayi gibi o kadar katı merdivenle inesin." diye söylendim. Kurye beni umursamadan açılan asansör kapısından girdi.
Kapıyı kapatarak mutfağa ilerledim. Poşeti açarken bir yandan mutfağın kapısından girdim. Tezgahta yer açarak poşeti oraya bıraktım. Dolaptan bir tabak daha çıkardım. Poşetten bir lavaşı alıp tabağın üstüne koydum. Onun üstüne hemen yapmaya üşendiğim ve muhtemelen denesem bile yapamayacağım adana kebabından iki tane attım. Yanına içine koydukları domates ve biberleri düzen bir şekilde koydum.
Adana kebabını hazırladıktan sonra tabağı bir alıp salona ilerledim. Tabağı da yemek masasının ortalarda bir yerine bıraktım. Geri adım atarak soframı kontrol ettim. Çatal bıçaklar, Çorbalar, Üzerine rendelenmiş havuçla stetoskop tarzı bir şey yaptığım salatam, İsveç köftesi, Adana kebabı, Peynirli yanmamış börek ve kırmızı şarap. Her şey tam istediğim gibi görünüyordu!
Masa işini hallettikten sonra telefonumu aceleyle alarak Doğuş'u aradım. Telefon saniyeler içinde açıldı. "Manolya?" diye sormasıyla hemen oyunculuğumu ortaya sererek konuşmaya başladım. "Doğuş yetiş! Çabuk eve gel!" dedim aceleci sesimle. Doğuş her ne anladıysa tedirgin bir sesle benim gibi aceleyle konuştu. "Geliyorum Manolya. Sakin kalmaya çalış. Bekle beni hemen geliyorum." Telefonu kapattım. Bekliyorum doktor civanım.
Şimdi sıra hazırlanmaktaydı. Kar'a ve Menekşe teyzeden anahtar alarak evime getirdiğim Eriğe göz kırptım. "Pek yan yana durmayın siz." diye söylenerek odama koştum. Doğuş şimdi muhtemelen baya hızlı gelecekti. Ondan benimde baya hızlı bir şekilde hazırlanmam lazımdı.
Dolaptan Doğuş doktorun benim için beğendiği ama benim giymediğim beyaz saten elbiseyi çıkarıp yatağa attım. Ardından dolabın altındaki ayakkabı kutusunu alarak yatağa bıraktım. Dolabı kapatıp aceleyle üstümdeki pijama takımını çıkardım. Elbiseyi üzerime geçirerek askılarından düzelttim. Saten elbisenin kayan bacak dekoltesini düzelttim. Bedenimi saran elbiseye aynadan kısa bir bakış atarak nefes aldım. Bu sefer güzel geçecekti.
Yavaşça makyaj masasının önündeki pufa oturdum. Kulağıma minik, sarkan yeşim taşlı küpelerimi taktım. Boynumda ise Doğuş doktorun doğum günümde kırılan küpemin çiçeğini çıkararak kolye haline getirdiği Manolya çiçekli kolyem.
Kumral çok uzun olmayan, çok kısa da olmayan saçlarıma çok uğraşmadan şekil verdim. Yüzüme sade, elbiseme uyacak bir makyaj yapmaya başladım.
Yaklaşık on dakika süren makyajımın ardından üzerime bol bol odunsu kokulu parfümümden sıktım. Saçlarımı çok kısa bir süre düzelterek oturduğum puftan kalktım. Yatağa oturup kutuyu açtım. Kutudan onun bana aldığı ayakkabıları çıkardım.
Ayakkabıları tek tek ayağıma geçirdikten sonra yine tek tek taşlı iplerini bacaklarıma sardım. Ayak numarama kadar uyan ayakkabılarla ayağa kalktım. Yeni oldukları için altları temiz, yoksa evde ayakkabıyla dolaşacak kadar zengin değilim.
Memnuniyetle havalanarak odamdan çıktım. Elbise ve ayakkabı tamamen bedenime olmuştu ve asla rahatsız etmiyorlardı. Kendi etrafımda dönerek Kar'la Eriğin önünde durdum. "Nasıl olmuşum çocuklar?"
Elimi kulağımın arkasına koydum. "Ne her zaman ki gibi mükemmel miyim?" Elimi kulağımdan çekerek sırıtışla Eriğe döndüm. "Aynı baban gibi çok centilmensin Erik! Adın bile babanı anımsatıyor!" Ah erik gibi eriğim...
Çok geçmeden kapım aceleyle çalınmaya başladığında üzerimi düzelterek kapıya ilerledim. Keyifle sallana sallana kapıyı açıyordum ki gördüğüm birkaç yüz beni bayağı bir afallattı. Doğuş doktor ve yanında üç tane üniformalı adam. Muhtemelen Doğuş doktorun müdahale gerekebilir diye çağırdığı personeller. Ben yine kendimi tebrik ediyorum. Rezillik bir durum yarattım yine.
Adamlar ve Doğuş doktor şaşkınca bana bakarken hemen kendimi olayı düzeltmek ister gibi yere attım. Ama Doğuş anında beni tutarak elini belime başımı omzuna aldı. Olayı anında kavrayarak personellere döndüğünü hissettim. "Siz gidebilirsiniz. Ben hallederim durumu. Boşuna geldiniz ama..." diye mırıldandı mahcup bir sesle.
Gözlerimi hafif kısarak açtığımda üç adamın sırıtmamaya çalışarak başlarını salladığını gördüm. "Tamam Doğuş hocam." diyerek asansöre yönlendiler. Kim bilir akıllarından neler geçmişti. Asıl düşünmem gereken Doğuş'un ne tepki vereceği. Umarım az kızar.
Doğuş'un kapıyı kapatmasıyla birkaç adım geriledim. Bana döndüğünde başımı suçlu bir çocuk gibi yere eğdim. "Ne yapıyorsun Manolya? Senin için ne kadar endişelendim biliyor musun? Öyle aranır mı?" diye sordu çocuğa sitem eder gibi bir sesle.
"Tek gelirsin sanmıştım..." diye mırıldandım kısık bir sesle. "Olsun yine de endişelendim senin için." dedi hemen. Başımı kaldırıp ona baktım. Keşke başka bir yöntem seçseydim. Bu cidden doğru olmamıştı. "Tamam, özür dilerim Doğuş çay." dedim saf bir sesle.
"Asla uslanmayacak mısın?" diye mırıldandı sakinleşen sesiyle. Bir cevap vermeyince oda daha konuşmadı. Yumuşamış gibi bana yaklaştı. Bakışlarıyla beni süzdüğünü hissediyordum ve garip bir yanak ısısı hissediyordum. Belki çok hafiften.
"Bu sana aldığım elbise ve sana aldığım ayakkabılar." dedi ciddi bir sesle. Başımı sallayarak başımı kaldırıp her haki yakışıklı olan yüzüne baktım. "Yorgunsundur diye böyle bir şey ayarladım." dedim hemen saf bir sesle.
Bakışlarıyla üzerimi işaret etti. "Yorgunum diye mi bu kadar hazırlandın?" diye sordu muzipleşen sesiyle. Bana doğru büyük bir adım daha yaklaşarak dibimde durdu. Kalp atışlarım hızlanırken ona bakmak için başımı daha da kaldırmam gerekti. "Öylesine hazırlandım." diye mırıldandım.
"Ama benim nöbete dönmem lazım. Nöbetimi bırakıp gidemem." dedi tekrar ciddileşerek. Kaşlarım kalktı. "Ya onu birine paslayamaz mısın? Lütfen Doğuş, lütfen! Süleyman'a paslabilirsin mesela hep atarlı giderli bir şey zaten. İlla bir hastaya yanlışı olmuştur!" dedim ellerimi üzerindeki tişörte koyarak.
Bakışlarını başka bir yere çekti. Hayır diyemiyor gibi bir hali vardı. "Bilmem. Bir sormam lazım. Süleyman'a değil de biri Fatih'i arayayım." dedi sakince. Sevinç ve zaferle sırıttım.
Geri çekildiğinde benden uzaklaşmış oldu. Cebinden telefonunu çıkararak bir numarayı aradı. Telefonu kulağına yerleştirirken boğazını temizledi. Telefon iki çalışın ardından açıldı. Hoparlörde olmasa da ses bana da geliyordu. "Alo, Fatih?" dedi sakince.
Karşıdan gelen sesi çok kısık bir şekilde duyuyordum. "N'oldu Doğuş?" Doğuş'un bakışları beni buldu. "Ne yapıyorsun şuan?" diye sordu bana bakarken. "Öyle bir mekandayım. Kafam dağılsın diye takılayım biraz dedim ama ne yarar." diye mırıldandığını duydum. Daha yüksek duyabilmek için ona yaklaştım.
"O zaman hastanede benim yerime nöbete kalır mısın? Benim nöbeti sana devretsem?" diye sordu hemen. Daha da yaklaştım. Fatih iki üç saniye sonra cevap verdi. "İyi olur zaten kafamın dağılması lazım da, hayırdır? Senin ilk kez nöbeti devrettiğini görüyorum. Doğuş Çekici misiniz?" diye sorunca bakışları tekrar bana kaydı. "Geçen geceden dolayı hiç uyumadım. Yorgunum Fatih." dedi ciddiyetle. O kadar ciddiydi ki ben bile şuan ona inanıyordum.
Başını salladıktan sonra bir şey demeden kapattı. Güldüm. "İyi oyuncuymuşsun!" dedim gülerek. Başını salladı. "Senin aksine öyleyim." dedi muzip bir sesle. Kaşlarım anında çatıldı. "Sen benim oyunculuğuma hakaret mi ettin şimdi?" diye sordum başımı kaldırarak. Eli belime yerleştiğinde yüzüme eğildi. "Ne haddime Manolya hanım..." diye fısıldadı yüzüme doğru.
Elimi koluna koydum. "Hadi gel sana hazırladığım masayı göstereyim." Gülümsediğimde elim kolundan aşağıya inerek elinde durdu. Elini tutup salona ilerlerken arkamdan onu da çektim. "Çok yormasaydın kendini." dedi arkadan.
Salona girmemizle elimi elinden ayırarak iki ellerimle hem masayı hem de köpeklerimizi işaret ettim. Bakışları önce Eriği fak etti. "Erik?" diye mırıldandı. "Onu da buraya getirdim. Anahtarı Menekşe teyzeden aldım tabi ki." dedim sırıtarak.
Bakışları masaya dönünce afalladı. Asla böyle bir masa beklemediğini biliyordum. "İsveç köftesi, Adana kebabı ve peynirli börek, tarhana çorbası, Artı olarak da salata." dedim sırıtarak. "Tarhana çorbasını sevdiğimi biliyor muydun?" diye sordu kaşlarını kaldırarak. Gözlerimi kıstım. "Menekşe teyze ile öğrenmiş oldum." dedim dürüstçe.
"Çok teşekkür ederim." diye mırıldandı tebessümle. Kocaman gülümserken koşarak ilerleyip her zaman oturduğum baş köşenin karşısındaki sandalyeyi çektim. Bakışları bana çevrildi. "Bugün de ben centilmenim. Gel otur." dedim sırıtarak.
Gülerek yanıma gelip çektiğim sandalyeye oturdu. Sandalyeyi ben düzeltmeden kendisi düzeltti. Oturmadan kırmızı şarabı açıp bardaklara tek tek doldurdum. Bakışlarını üzerimde hissediyordum. "Normalde çok alkol tüketmem." dedim sadece. "Bende." diye mırıldanınca aklıma sarhoş olduğu gün gelmişti.
Gülerek kendi sandalyeme ilerlediğimde kaşları çatıldı. "Neden güldüğünü sorabilir miyim?" diye sordu kibar bir şekilde. "Sarhoş olduğun gün ne içmiştin de o hale gelmiştin?" diye sordum gülmemi bastırarak.
Söylemek istemiyor gibi bakışlarını yemeklerde gezdirdi. "Rakıyı fazla kaçırmıştım. Fatih'in işleri işte. Götürdü beni de." deyince kahkaha atasım gelmişti ama bunu bastırarak kibar bir şekilde güldüm. "Baya fazla kaçırmışsın. Ne yaptığını bile hatırlamıyordun." dedim sırıtarak. Başını salladı sadece.
"Başlasana." dedim gülümseyerek. Derin bir nefes alarak kaşığı aldı. "Keşke zahmet etmeseydin." diye mırıldandı çorbasını karıştırırken. "Doğuş'uma yemek hazırladım işte, ne zahmeti." dememle bakışları anında bana kalktı.
Çorbadan bir kaşığı kaldırırken bakışlarını çorbaya çekti. "Demek Doğuş'un...Doğuş'un fazlasını da ister ama."
Dudaklarımı birbirine bastırarak İsveç köfteden iki tane tabağıma attım. "Merak etme ben seni lokantaya da götürürüm orda daha fazlasını da alırsın." dememle başı tekrar bana kalktı. Kısaca bakmasıyla kaşlarım kalktı. Neden öyle bakmıştı ki?
Çorbayı içmesiyle bakışları tabakta kaldı. Gözlerini birkaç kere kırptıktan sonra yutkunarak kaşığı köşeye bırakıp çatala yöneldi. "Ne oldu? Beğendin mi? Yapabilmiş miyim tarhana çorbasını?" diye sordum acelem varmış gibi bir hızda. Başını salladı sadece. "Tam istediğim."
Bende çorbadan bir kaşık aldım hemen. Önceden denememiştim nasıl oldu diye. Çorbanın damağımla buluşmasıyla kaşığı çektim. Yutkundum. Çok pişirmiştim. Bayağı pişirmiştim. Oldukça fazla pişirmiştim. Çok normal görünmemesinin sebebi de buydu bence.
Sinirle kaşığı masaya bıraktım. "Of ya! Ama ben Menekşe teyzenin verdiği tarife göre yaptım! Böyle olmaması gerekiyordu!" dedim sinirle. Bana bakıyordu. "Boş ver ya. Bir şey olmaz." dedi. Ona getirdiğim yanmış börekleri sırf yanmış olduğu için yemeyen Doğuş doktor demişti bunu.
"Yeme onu. Kötü olmuş işte." diyerek ayağa kalktım. Bana engel oldu. "Dur bir şey olmaz, yerim." dedi ikna etmek ister gibi. "Verir misin Doğuş? " diye sordum ciddiyetle. "Yemeğini yer misin? Gerçekten bir şey olmaz." dedi tekrar. Şuan çok komik hissetsem de nefesimi verdim. "Götüreyim mutfağa ver işte." dedim ısrarla.
Ani bir hamleyle beni çekerek dizlerine oturttuğunda afalladım. Başım hemen ona çevrildi. Şaşkınlıkla ona bakıyordum, o ise tebessümle bana bakıyordu. "Seni ellerimle besleyeyim mi?" diye sordu sadece. Ardından benim çatalımı alma gereği duymadan kendi çatalıyla salatadan alarak dudaklarıma yaklaştırdı.
Eli belimde sabitli bir şekilde duruyordu. Bir şey demeden uzattığı salatayı ağzıma alıp çiğnemeye başladım. "Kendim yiyebilirim bence. Bebek miyim sanki ben." dedim salatanın sebzelerini ağzımda öğütürken. "Evet. Bebeğimsin." dedi fazla bir ciddiyetle.
"Bebeğin miyim gerçekte-" Aldığı salatayı tekrar dudaklarıma yaklaştırdı. Sözümü keserek yine dudaklarım arasına aldım salatayı. Çiğnemeye başladığımda yüzünde memnun bir ifade oluştu.
"Sen ye diye yapmıştım ama. O kadar kötü mü?" diye sordum mutsuz bir sesle. Şarabından bir yudum aldıktan sonra bana döndü. "Hayır tabi ki." dedi ciddiyetle. "Tadına bile bakmadın hiçbir şeyin." dedim huzursuzca.
İsveç köftesine uzanarak yarısını parçaladı. Küçük tarafı alarak hızlıca ağzına attı. "Deniyorum." demişti ağzına atmadan önce. Ağzına atıp çiğnedikten sonra başını salladı. "Oldukça iyi." dedi tebessümle. Onu izledim sadece. Ardından kebabın ucundan çok küçük bir kısmı kopardı. Tam, onu öyle yemeyeceksin, lavaşa saracaksın, domates, biber, soğan falan koyacaksın öyle yiyeceksin, diye araya girecektim ki hemen vazgeçtim. Nasıl bir Adanalıydı bu? Kibariye Adanalı.
"Muhtemelen bunu sen yapmadın." diye mırıldanınca başını salladı. Ardından böreğin yarısını keserek ağzına attı. "Böreği çok güzel yapmışsın." dedi tebessümle. Gülümsedim. "Bu sefer yanmadı bak. Sen yanık börek sevmiyorsun diye başında bekledim çünkü." dediğimde bakışları bana döndü.
"Neden alarm kurmadın?" diye sordu. Şuan orta çağdan gelen alarmı görmemiş insan gibi ona baktım. "Alarm mı?" diye sordum anlamsızca. Başını salladı. "Alarm kurmak...mantıklıymış." deyince sadece başını salladı. Alarm pekte hoşlandığım bir şey değildi.
Bir şey demeden hemen dizlerinden kalkarak sandalyeme ilerledim. "Hadi ikimizde yemeklerimizi yiyelim." dedim gülümseyerek. Güldü. "Peki. Ama pek benlik bir masa değil. Fazla yağlı." diye mırıldandı. Gülerek omuz silktim. "İlgilenmiyorum doktor bey. Ben sizin yanınızda o yaptıklarınızı yiyorsam sizde bunları yemelisiniz. Yoksa çok kırılırım."
Çatalını alırken nefes verdi. "Öyle olsun bakalım." diye mırıldanınca güldüm. Onun yemeğe başlamasıyla bende yemeye devam ettim.
🌺
Yemeği yedikten sonra masayı beraber topluyorduk ki Doğuş'un mutfağı görmesiyle bir anda titizlik ve simetri takıntısı tuttu. Masayı topladıktan sonra bulaşıkları yıkamıştık. O köpüklemiş ben durulamıştım. Böylece çok kısa sürede halletmiştik. Kebabın çoğu kalmıştı. Köftenin de kalmıştı çöpe atmamış ayırmıştık.
Elimdeki koca cips ve patlamış mısırın olduğu kaseyle koşarcasına koltuğa ilerledim. Kar ve Erik beraber aynı kaptan mama yiyorlardı. Mamalar bu sefer Kar'ın maması olduğu için Erik'e laf söylememiştim.
Koltuğa oturduğumda oda elinde meyve cips kasesiyle geldi. Benim kaba göre daha küçük bir kaptı. Hemen yanım koltuğun köşesine oturduğunda gülümseyerek kaseyi koltukların ortasında duran beyaz masama bıraktım. Oda benim gibi bırakınca eğilerek elimi ayakkabımın ipinin üstüne koydum.
Tam bu sırada o koltuktan inip önüme çömeldi. Bir şey demeden ayakkabılarımın iplerini bacağımdan kurtarırken onu izledim. Birini yavaşça çıkardıktan sonra diğerine geçti. "Çok yakışmış." dedi ipleri çözerken. "Teşekkürler." diye fısıldadım sessizce.
Ayakkabıyı ayağımdan çıkararak köşeye bıraktı. "Oldu." diyerek yanıma tekrar kuruldu. Komodine uzandı ve çantasını almadan içinden bugün kırılan şişesinin aynısından bir tane çıkartarak bana uzattı. "Al bakalım."
Yüzümde oluşan ifadeyle beraber hemen elindeki parfüm şişesinin aldım. Yine için manolya kokularıyla dolu olan bir şişe. Kapağını açarak iki fıs sıktım dışarı doğru. Yüzüm oluşan sırıtışla bu sefer hem kendi üzerime hem de onun üzerine sıktım.
Kapağı geri kapatırken, "Çok düşüncelisin." dedim yüzümdeki hissettiklerimi yeterince yansıtan ifadeyle. Suratıma bakarken tebessüm etti. "Sadece benimle olduğun günlerde kullan, çiçeğim."
Şapşal sırıtışımla yüzüne yaklaşarak yanağına kocaman güçlü bir öpücük bıraktım. "Seni seviyorum ben, nazlı doktor!" dedim hiddetle. Kaşlarını çattı. "Bana öyle hitaplar takma lütfen." dedi ciddiyetle. "Yav he he!" diye mırıldandım umursamazca.
Aklıma aniden dolaptaki tatlılar gelince dikleştim. "Bir şeyi unuttum." hemen ayaklanarak mutfağa koştum. Arkamdan, "Neyi?" diye sorduğunu duymuştum. Dolaptan iki tane Manolya tatlısı çıkarıp tezgaha bıraktım. Çekmeceden iki tane tatlı kaşığı çıkararak boynumla çenem arasında tuttum. Ardından hemen tatlıları alarak hızlı adımlarla salona ilerledim.
Salona girdiğimde tatlıları hemen masaya kaselerin yanına bıraktım. Kaşıkları da yanlarına bıraktım. Ardından Doğuş'un yanına oturarak ona döndüm. "Manolya tatlısı yaptım." dedim neşeyle.
Bir tatlıyı hemen masadan alıp ona uzattım. Bir süre sadece uzattığım tatlıya baktı. Ardından tatlıyı elimden aldı. Czn Burak sırıtışı yaparak ona baktım. "Gerçi ben senin zaten tatlınım ama." diyerek bende bir tatlıyı ve kaşığı masadan aldım.
Önüme dönüp koltuğa yaslanarak tatlıdan bir kaşık alarak ağzıma götürdüm. Kum gibi dağılan olan bisküviler yüzünden bir an öksürecek gibi olsam da tatlının keyfini çıkarmaya çalıştım. Bakışlarım ona kaydı. Ciddiyetle beni izliyordu. Bazen garip geliyordu bu ciddi bakışları. Hatta bir şey olup olmadığını sorgulayasım geliyordu. Ama artık alışmıştım. Onun genel bakışı buydu zaten.
"Sende yesene." dedim bir kaşık daha alırken. Bana yaklaştığında kaşık tatlı bardağının içinde kaldı. Bakışlarım ona çıktı. Elini yaklaştırarak üst dudağıma bulaşan bisküviyle kremayı baş parmağıyla sildi. Bakışlarım zeytin gözlerindeydi. Bulaşan kremayı kendi dudaklarına aldı. "Ben orijinalini yesem? Bunda Manolya yok." dedi dikkatle yüzümün her zerresini incelerken.
Yutkunmamla oda yutkundu. Ben esprilerimi bile yapamıyordum bu nasıl bir duyguydu. Dudakları dudaklarıma yaklaştı minik bir öpücük bırakarak geri çekildi. Onun beni öpmesiyle bende onun dudaklarına aynı boyutta minik bir öpücük bıraktım.
Önüne dönerek tatlıya uzandı. "İşte şimdi dudaklarımda Manolyanın hası varken yiyebilirim." diye mırıldandı. Gülerek kaşığımdaki tatlıyı dudaklarım arasına aldım. "Sana bir şeyler oldu ha! Sen utanıp kızarırdın?" dedim gülerek. Bana dönmeden cevap verdi. "O zaman bazı şeyler kesin değildi. Belirsizdi aramızdaki her şey. her karar." dedi ciddiyetle. "Ha o yüzden şimdi utanmıyorsun?" diye sordum muzip bir sesle. Cevap vermedi.
Başımı güçlü koluna yaslayarak tatlımı yedim. Tatlısından bir kaşığı ağzına attı. "Şimdi ben senin her şeyinin ilki miyim?" diye sordum. Tatlısını yerken başını salladı. "Olacaksın." dedi sadece. Tatlımdan bir kaşık daha ağzıma attım. "Peki tatlını beğendin mi?" diye sordum tebessümle. "Hangisini?" diye sordu bana bakmadan. "Şuan da yediğin tatlı!" dedim sitemle.
"Bayıldım." dedi sadece. Her nasıl diye sorduğum yemeğe farklı farklı iltifatlar ediyordu. Beğenmese bile. Ama tatlı yeterince güzel olduğu için buna laf etmemiştim.
Kar ve Erik yan yana birbirlerine bakıyorlardı. Bakışlarım kısaca onlarda gezindi. Havlamadan sadece birbirlerine bakıyorlardı. Biri kömür gibi siyah olan, biri ise Kar gibi beyaz olan aynı cins iki köpek.
Bakışlarım Doğuş'a kaydı. "İsveççe biliyor musun?" diye sordum. Bitirdiğim tatlıyı masaya bırakmamla oda bitirdiği tatlıyı masaya bıraktı. "Yani biliyorum ama öyle süper İsveççem varda diyemem." dedi sadece. "Peki bana bir cümle kurabilir misin?" diye sordum gülümseyerek.
Başı koluna yaslı olan bana döndü. Biraz düşündü. Ardından yeşim gözlerime bakarak sessizce mırıldandı. "Dina ögon leder mig att finna odödlighet." Kaşlarım kalktı. "Gayet güzel kurdun. Demek ki iyi biliyorsun. Hem bunun Türkçesi ne?" diye sordum heyecanla. "Gözlerin beni ölümsüzlüğü bulmaya yönlendiriyor." dedi sessizce.
Gözlerinin içine baktım tıpkı onun benim gözlerimin içine bakışı gibi. "Çok iyi bilmem. Babam anneme derdi hep." dedi kısık bir sesle. "Derdi? Annenler İsveç'te değil mi?" diye sordum kaşlarımı çatarak. "Toprağın altında olsalar da İsveç'teler." dedi benim aylar önce ona dediğim gibi. Ne? Onlar ölmüş müydü?
"Nasıl ya?" diye mırıldandım. Ben ona birde annesiyle görüntülü konuşmaktan falan bahsetmiştim. Şaşkınlıkla ona baktığımda konuştu. "On yaşımda öldüler. On yaşımdan sonra Türkiye'ye geldim. Teyzemle yaşadım." dedi ciddiyetle.
"Bana bunu hiç demedin." dedim ciddiyetle. Başını salladı. "Kimseye demedim Manolya. Bilen bilir ama ben kimseye sana anlatmak istediğim gibi anlatmadım." dedi sadece.
Susarak anlatmasını bekledim. "Annemin psikolojisi son zamanlarda iyi değildi. Normalde çok neşeli bir kadındı. Sürekli yüzü güler, babam ve benim asla gülmediğim esprilerini yapar, sadece kendi gülen bir insandı." diye mırıldandı sessizce.
"Ailesiyle ilgili sürekli sorunları vardı. Çünkü o İsveçli ve Müslüman olmayan birine aşıktı. Beş yıl boyunca babamla kavuşamadılar. Annemin babası hep anneme işkence etmiş. O kadar etmiş ki artık intihar edecek hale gelmiş. Annemle babam en son kaçtılar. Dedem annemi evlatlıktan reddetmiş. İsveç'e taşınmışlar. Dedem annemi sürekli tehdit etmiş. Dedem Adana'da pamuk fabrikası olan biridir. Adana'da çok sevilir sayılırmış. Bildiğim kadarıyla fazlasıyla zenginmiş. Eli kolu her yere uzanan tipler yani." dedi eliyle dizinin üstünde duran elimin üstünü okşarken.
Bakışlarımı ondan çekmedim. "Annem çok çökmüş ama tek hayata tutunma sebebi babam ve benmişim. Dedem ben iki yaşıma geldiğimde falan annemlerle uğraşmayı bırakmış." dedi. Sözlerine devam etti. "On yaşımda pikniğe gitmiştik. Bayağı tepede bir yerdi. Uçurum gibi. Deniz vardı. Annemle babam o aralar hep kavga etmeye başlamışlardı. Klasik evlilik kavgaları gibiydi ama aslında tamda öyle değildi." dedi.
Elimin üstünü okşayan parmakları elimin üstünden çekildi. Yerine eli avcuma yaklaşarak parmaklarını parmaklarımın arasına kenetledi. "Annem kavga ederken fark etmeden ayağı kayarak uçurumdan aşağı düştü. Gözlerimin önünde. Babam şaşkınlığını anlatır atlatmaz beni, oğlunu düşünmeden peşinden atladı. Bense bu olanları sadece izledim."
Ağzım aralandı. Ağır bir şeydi. Ben annemi hiç görmemiştim. Ölümünü bile bilmiyordum ama o bunu canlı canlı izlemişti. Yutkunduğumda devam etti. "Köşedeki kayalardan indim. Deniz annemi karaya kumların üstüne savurmuştu. Hiçbir bilgim olmadan gidip kulağımı kalbine koyarak kalbini dinlemeye çalıştım. Ses gelmeyince daha kalbinin nerede olduğunu tam çözemeden ona kalp masajı yaptım." dedi. Sesi hüzünlüydü. Üzüntülüydü. Ciddiliğini korumaya çalışsa da bunu hissediyordum.
Bende parmaklarımı sıkıca onun parmaklarına kenetledim. "Ekipler gelene kadar anneme durmadan kalp masajı yaptım. Gördüğüm kadarıyla yapıyordum onu da. Yapabildim mi onu bile bilemiyorum. Atmadı kalbi. Ekipler gelip annemi fermuarlı siyah bir ceset poşetine koydular." dediğinde gözlerimin dolduğunu hissettim.
"Babam bana göre hep bencildir. Teyzemin anlattığı kadarıyla bilirim ben olmadan önce ki zamanları. Üç teyzemden tek Menekşe teyzem annemin yanında durup ona destek olmuştu. O bana anlattı hep bu olanları. Babam eğer annemle beraber daha önce kaçsaydı annemin psikolojisi bu kadar bozulmazdı. Babasından o kadar işkence çekmezdi. Ama babam sürekli ya annemin babasını ikna etmeye çalışmış yada onlar için en iyi hayatı sağlamaya çalışmış diye geciktirmiş evliliği." dedi birleşmiş ellerimize bakarken.
"Anneme aşık olduğuna eminim ama o bu onun bencil bir insan olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Beni de severdi ama o kadar iyi bir baba değildi. O bencildi, annemsiz de yaşayamazdı. Bu yüzden onun arkasından atladı hemen." dedi kırgın sesiyle.
Boştaki elim saçlarına gitti. Usulca saçlarıyla oynamaya başladım. "Annenle babanın adı neydi?" diye sordum sessizce. "Lotus ve Erik." demesiyle kaşlarım çatıldı. "Erik?" diye sordum. Bakışlarım Kar'ın yanındaki Erik'e kaydı. "Evet Erik. İsveç ismi. Hükümdar anlamına gelir." dedi ciddiyetle. Meyve olan Erik değil miydi yani köpeğinin ismi?
"Peki neden onun adı Erik?" diye sordum Erik'e bakarak. "Ona nasıl, tam ve iyi baba olacağını göstermek için adı Erik. Görmeyecek olsa bile ben kendim bu gerçeği hissetmek istiyorum." dedi bakışlarını gözlerime çıkararak.
"Peki ataların Türk değil miydi?" diye sordum merakla. Başını salladı. "Onların aksine babam İsveç'te doğup büyüdü. Kendini tamamen İsveçli hissediyor." demesiyle cevabımı almıştım. Başımı ağır ağır salladım.
"Annen seni çok üzdü mü? Ağladın mı?" diye sordum. Onu hiç ağlarken görmemiştim. Yutkundu. "Ağladım ama çok değil. Zaten çok ağlayan bir çocuk değildim o zaman da ilk ve tek hatırladığım ağlayışım. Bana saçma gelirdi öyle oyunda yenildi yada oyuncağı alındı diye ağlamak. Çocukluğumda hiçbir zaman çocukları sevmedim. Fazla zorba gelirlerdi bana. Çoğu şımarık, her şey onların olsun istiyorlar. Anasınıfında oyuncağımı alan yada oyunu isteğine göre yönlendirmeye çalışanların, fark etmeden zorbalık yapanları hocalarına yada ebeveynlerine söylerdim. Ebeveynleri onlara kızınca yada cezalandırınca da içten içe içime su serpilirdi."
"Ne tatlı bir çocukmuşsun. Tam bir eğlence bombası." dedim yumuşatmak ve onu güldürmek ister gibi. Benim çocukluğum tam da onun nefret ettiği çocuklar gibi geçmişti. Hatta ben onların beteriydim, belli bir yaşımdan sonra tabi. Gerçek Manolya'yı bulduktan sonrasında.
Bana dönerek yaklaştı. Ellerimiz hala birbirine kenetlenmiş bir şekilde duruyordu. Asla ayrılmayacak gibi duruyordu. "Manolya ben çok korktum. Sana o sahada kalp masajı yaparken nasıl korktuğumu bilemezsin. Annemde olanın aynısından olmasından korktum. Bir çiçeği daha yaşatamamaktan çok korktum." dedi gözlerime bakarak.
Elimi daha sıkı tutarak derin bir hisle gözlerimin içine baktı. "Sende onun gibi kollarımda ölmezsin ama, kollarımda ölü olursun diye çok korktum." diye fısıldadı. Elim yanağına doğru gitti. Gözümden bir damla yaş akıp gitti. "Manolya çiçekleri koklayınca solar bir söylenti varmış. Ben seni koklamaya korkuyorum Manolya." diye fısıldadı.
"Doğuş. Ölmeyeceğim. Söz bak bundan sonra doktorumu dinleyeceğim ve ölmeyeceğim." dedim hemen. Boştaki elini yanağıma koyarak demin akan göz yaşımla ıslanan yanağımı sildi. Tebessüm etti. "Solmana izin vermem zaten. Sen benim çiçeğimsin. Sadece benimsin." diye fısıldadı.
Ellerimizi ayırdım. Kollarımı ona sardığımda hemen bana karşılık verdi. Doğuş Çekici o akşam ruhunu ve tamamen kendini dökmüştü. Tamamen kendini açmıştı bana. Bende o akşam ömrüm boyunca ona iyi gelmek için içimden yemin içmiştim. Çünkü o bunu hak ediyordu.
Bölüm sonu!
Bölümü beğendiniz mi? Bölüm hakkındaki düşünceleriniz neler?
Arada fark etmeden Doğuş doktor yazabiliyorum çünkü baya ona alıştığım için fark etmeden onu yazıyorum. Eheheh artık Doğuş diye okuyacağız ama pkssdşvskşvs
Bana destek olmak için oy verip yorum atarsanız çok mutlu olurum💖
Bir sonraki bölümde görüşmek üzere 🤍
Ig: dilek.wt
Kitap ıg: Sonmanolyakokusuofficial
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top