8
15
Yeni Dâhiliye Nazırı Zâti Bey'in yıldızı parladıkça Zaptiye Nazırı Selim Paşa'nın ikbali sönmeye yüz tuttu. O hâlâ Padişah'ın sadık bendesi, hâlâ padişah düşmanlarının kafasını eski şiddetiyle eziyor da, Padişah'tan ne iltifat görüyor ne de şişman, kırmızı atlas keseler eline sıkıştırılıyor. Konağın debdebesi maaşla idame edilemezdi. O ecdaddan kalma han, hamam, dükkân ne kalmışsa birer birer satıyor, evin masraflarını kısıyordu.
Zaptiye Nazırı sıfatıyla onun için başka yerden para edinmek hâlâ kolaydı. Fakat onun da kendine mahsus bir nâmus ölçüsü vardı. İhsan-ı şâhâne meşrûydu, çünkü devlet demek Padişah demekti, o liyakatli bendesini dilediği gibi mükâfatlandırırdı. Rüşvet bir hıyanetti, milletin cebinden çalınırdı. Ona bu aralık rüşvet teklif edenler ömürlerinin sonuna kadar nadim oldular.
Bu sıkıntılı günlerinde Paşa milletler gibi hükümdarların da hafızaları kısa olduğunu anladı. Vazife diye Padişah'a bir çoban köpeği gibi hizmette devam etti. Fakat çok dertliydi, kendini unutmak için her akşam Sabiha Hanım'ın odasına gidiyor, en çok Rabia'nın huzuruyla eğleniyor, onun Sinekli Bakkal dedikodusunu dinliyordu. Bu akşam kalın kaşlarını kaldırdı. Azıcık müstehzî dedi ki:
— Sen artık dükkândan çekilsen nasıl olur Abla?
— Olamaz. Tevfik'in hiç alışverişle alakası yok, Rakım mal almaya, müşteriye mal götürmeye mecbur olduğu zaman dükkâna kim bakacak?
— Tevfik hepinizi geçindirecek kadar kazanıyor.
— Doğru, fakat bir elinden giriyor, bir elinden çıkıyor... Hem benim çekildiğimi neden istiyorsunuz, Paşa Efendi?
Selim Paşa için için güldü. Ne söylesin? Büyüdüğünü, güzelleştiğini, mahalle delikanlıları için bir tehlike olduğunu nasıl söylesin? Gerçi bu kıza, bu da söylenebilirdi. Onun kalın sesinde, dik kafasında yetişmiş bir erkeğin muvazenesi, kudreti vardı. Paşa'nın konakta görmeye alıştığı, mütemadiyen cinsiyetini teşhir eden, cinsiyetini istismar etmeye uğraşan kadınlardan o, ne kadar başkaydı. Onun gözü de, gönlü de okşayan bir sevimliliği vardı. Düzgünsüz, allıksız, rastıksız, sürmesiz! Sıkı örülmüş saçların kendine göre bir zarafeti var. Erkek çocuk gibi dar kalçaları, omuzların, göğsün göze batmayan belirsiz yuvarlaklığı, bunlar hep ona vahşi bir gül fidanı cazibesini veriyordu. Paşa sakalını karıştırdı. Biraz mütereddit:
— Dükkâna bazân ipsiz, sapsızlar da gelir... Bu civarda sen yaşta, sen yüzde bir kadının bakkallık etmesi doğru değil, dedi.
— Annem de genç yaşında bakkallık etmiş, Zarafet Bacı Aksaray'da dolma satıyor...
— O, ihtiyar ve Arap.
— Bayezid avlusunda tespih satan kadın hem genç, hem benden beyaz.
Sabiha Hanım atıldı:
— Aman Paşa... Rabia'nın başa çıkamayacağı ipsizin sapsızın ben alnını karışlarım.
Rabia gülerek iki gün evvel geçen Sabit Beyağabey macerasını anlattı. Bu, Hanımefendi'yi pek eğlendirdi, fakat Paşa, gene kaşlarını çattı.
İçinde merhamet, takdir, isyan hep biribirine karışmıştı. Onu, dini ve cinsiyeti, kadınları himaye etmeye mecbur ediyordu. El kadar bir kızın bir erkek mesuliyeti alması içine dokunuyordu:
— Senin başında adamakıllı bir erkek lâzım, İmam'a varıncaya kadar seni himaye etmek onların borcu. Dükkâna it, çakal dalınca baban nerede?
Biraz durduktan sonra gülümsedi ve devam etti:
— Neyse, artık Sinekli Bakkal'da Sabit Beyağabey Takımı artık uslu oturur. Fakat ne olsa ev bark olmanın zamanı geliyor.
Rabia'nın burnunun üstü kırışarak güldü:
— Sanki ben bunu düşünmüyor muyum? Fakat benim gibi sıska, çalı süpürgesi kılıklı kızı kim alır?
— Tevfik evlenirse sen görürsün!
— İşte o olamaz. Penbe Teyze'nin niyeti bozuk, fakat babama göz atarsa, gözünü oyacağımı dobra dobra söyledim. Artık Tevfik'e yanık yanık bakmıyor.
Sabiha Hanım esnedi:
— Aman Paşa, sen de herkesi evlendirmek istiyorsun, Rabia kocaya varırsa beni, akşamları kim eğlendirecek?
Bu mükâleme Rabia'yı derin düşündürdü. Demek onun büyümesinden etrafı haberdardı. Ve bu büyüyüşüne karşı muhitinin hassasiyetini gösteren vak'alar artmaya başladı.
Rabia'nın artık konser halinde devam eden mûsikî dersleri Hilmi'nin odasında, Tevfik'in boş olduğu perşembe akşamına tesadüf ediyordu. Hilmi ve arkadaşları alaturka mûsikîye alışmış gibiydiler, Peregrini, dağılmadan onlara piyano çalardı. O, çalarken Rabia mutlak piyanoya dayanır, dinlerdi. Piyaniste, onu, orada görmek, odanın herhangi eşyasını görmek kadar tabiîgeliyordu.
Bu akşam gözleri âdetâ görmeden Rabia'ya bakarken birdenbire, dört sene evvel piyanoya ancak yetişen başın, şimdi piyanonun üstünden odayı seyrettiğinin farkına vardı ve beklemediği bir hakikat keşfetmiş gibi helecanlandı, parmakları kaldı.
Piyanistin gözlerindeki tahavvülü gören Rabia'nın yanakları da nadide bir eski şarap rengini aldı, uzun kirpikleri parlak gözlerinin üstüne indi. Büyüdüğünü, kadın olduğunu Peregrini'nin birdenbire keşfettiğini anlamış, Âdem'in Cennet bahçesinde kendini ilk çıplak gördüğü zaman duyduğu acayip hicabı duymuştu. Aralarında yıllar süren sade ve gayri şahsi rabıta ilk defa yüreklerine çarpıntı olan bir bağ oluvermişti.
Piyanist ellerini dizlerinin üstüne koydu. İçinde kirli ayaklarla mabede giren adamın günah hissi hâsıl oluvermişti.Gözleriyle Vehbi Dede'yi aradı. Arkasında ayakta buldu.
— Bizim çocuk artistin ne kadar büyümüş olduğuna dikkat ettim de biraz şaşırdım, dedi.
Rabia'nın büyümesi, hepsinin zihnini dolduran bir mesele olduğunu bu vak'a ortaya çıkardı.
Hilmi mahzun ve her zamandan daha peltek:
— Rabia Abla'nın aramızda olmayacağı günü düşünmek bile istemiyorum. Ne fenâ âdetlerimiz var.
Cüce Rakım, Rabia'nın eteğine yapışmış:
— Herhalde benden kaçamaz, ben amcasıyım, diyordu.
Rakım'ın sevincinden, zaferinin arkasındaki mânâ –cücelik, ucubelik– Rabia'nın içine dokunmuştu, Rakım'ın omzunu dalgın dalgın okşadı.
Bu akşam, Rabia, büyümenin hayatı karıştıran, güçleştiren cephesini düşünüyordu. Bu kadar alıştığı ve sevdiği muhittenayrılmak biraz güçtü. Fakat neden sıkılıyordu. Kardeş gibi sevdiği Hilmi'yi Sabiha Hanım'ın odasında görecekti. Vehbi Dede'den kaçmak mevzu bahis değildi, ondan kaçan hemen hiç kadın yoktu. Şevki ile Galib'in mevcudiyetleri ile yoklukları onca müsavi... O halde?
Sesi dünyaya meydan okur gibi yükseldi:
— Kaç göç, zenginler için! Ben fukara bir esnaf parçasıyım, dükkânda, camide dünyanın erkeğini görüyorum, niçin Hilmi Bey'in dostlarından kaçacakmışım, diyordu.
Tevfik, derin bir nefes aldı. Kızın erkekten kaçması ona, bir karar almak vazifesini yükletiyordu. Halbuki onu bir şeye karar vermek kadar üzen bir şey yoktu. Esasen şimdiye kadar kendi ihtiyarıyla hiçbir karar almamıştı. Kız varsın istediği zaman erkekten kaçsın...
Bu akşamdan sonra bir zaman Rabia'nın zihni Peregrini ile çok meşgul oldu. Senelerden beri ona alışmış, bağlanmıştı. O, ötekilerden bambaşka, daha pek canlı bir insandı. Çirkin yüzünün yıldırım sür'atiyle değişmesi, siyah gözlerinin insanın yüzünü delip kafasının içine bakması, simasındaki karışık çizgilerin sükûndan en ateşli heyecana geçmesi... Bunlar hep ona mahsus şeylerdi. Fakat Rabia en çok onun ellerini hissederdi. Kendi başına ayrı hayatları olan iki mahlûk gibi... Sert, buruşuk, küt parmaklı iki el... Onların korkunç bir sırları varmış gibi Rabia, onlardan hem ürker, hem de onların hareketi yüreğine ekseri çarpıntı verirdi. Zihni, hep bunlarla meşgul olduğu o günlerde Sabiha Hanım'ı şaşırtan bir sual sordu:
— Hanımefendi, bir Müslüman kızı, bir Hıristiyan'la evlense ne olur?
— Ne tuhaf sual, kızım. Bir şey olmaz. Çünkü kimse nikâhlarını kıymaz, çünkü şeriat bırakmaz.
— Fakat, şeriatı dinlemeseler, evlenseler...
— Mahalleli ikisini de taşa tutar.
— Fakat Hıristiyan karısı alan Müslüman erkek yok mu?
— Erkekler başka... O kadarını bilemedin mi?
16
Hıdırellez günü. Göğün altında bugün hiçbir şehir bu kadar cümbüşlü bir kalabalıkla kaynaşmaz, hiçbir sokak bu kadar başka sesleri birbirine karıştıran böyle bir uğultu çıkarmaz. Ahalisibu kadar kuzu kızartıp helva pişirmez.
Tevfik, tembel tembel yatakta döndü. Kâğıthane'de, yeşil çayırlarda şimdi öbek öbek toplanan halk arasında darbuka, zilli maşa, tef, zurna sesleri arasında kara göbeğini çalkalayan Çingene Penbe'yi düşündü. Öğle yemeğinden sonra tekrar yatağa uzanıp ikindiye kadar dinlenmeye karar verdi. O vakit ancak, sokaktaki oyuncakçıların ortalığı velveleye veren kaynana zırıltıları susar, kalabalığın uğultusu hafiflerdi. O zaman kalkacak, kuzu kızartacak, pilav pişirecekti. Vehbi Dede ile Peregrini akşam yemeğine davetliydi.
Güneş alçaldı, misafirler geldi. Rabia'nın kolları sıvalı, etekleri belinde mutfakta, Tevfik'e yardım ediyordu. Misafirler bahçede, asmanın altında yerleşmişlerdi. Birer gelin gibi donanan badem, erik ağaçları çiçeklerini kapısı açık duran mutfağa uçuruyorlar, Dede ile Peregrini'nin lâkırdıları, gülüşleri işitiliyordu.
Rabia bu akşam ilk defa o kadar alışkın olduğu bu adamlar arasında kendini yabancı ve yalnız buluyordu. Rabia'ya, onlar, kendisinin henüz girdiği bir yolun karşı köşesini dönüp giden insanlar, biraz sonra göremeyeceği, işitemeyeceği geçiciler gibi geldi. Onlarla yılların hâsıl ettiği arkadaşlık birdenbire kırılmış gibiydi. Bu akşam gençlik ve tabiat kalbinin kapısını çalıyordu. Bahçeden uçan bir badem çiçeği yaprağı yanağına yapıştı.
Vehbi Dede:
— Ne dedin, Peregrini? Bizim mûsikî şen değil mi? Kim demiş, diyordu.
Sonra, Rabia, iki elin usulle vurduğunu, Dede'nin "Esti nesim-i nev-bahar" şarkısını söylediğini işitti.
— Bu nasıl bahar şarkısı dostum? Cenaze marşı gibi bir şey... Beni dinle, bu Venedik'te gondollarda söylenir bir şarkı...
Piyanistin sesi kıvrak, şen bir hava söylüyor. Yalnız, o şarkı devam ederken Rabia, biraz yalnızlığını unutuyordu.
Elinde kahve tepsisi, misafirlere kahve çıkaran kızın, çakılların üstünde nalın tıkırtısı Peregrini'yi susturdu. Asmanın gölgesindeki genç hayal Dede'ye, Vâsıf'ın, "On beş yaşında kendime bir oynaş arayım" mısraını tekrar ettirdi.
"On beş yaşında bir oynaş, on beş yaşında bir oynaş..."
Bu, Galatasaraylı üniformalı mavi gözlü, beyaz kirpikli, çilli yüzlü...
Fincanlar tepsinin üstünde sallandı, oynadı, Rakım seslendi:
— Rabia, kahveyi dökeceksin.
Ve Rabia kahveyi döktü. Peregrini dizlerinin üstünde, cebinden çıkardığı kırmızı ipek mendille Rabia'nın kahve dökülen basma entarisini siliyor, Rakım tepsiyi kapmış, Dede'ye götürüyor, Dede hiç yerinden kımıldanmamış... Ve Rabia'nın hicabından taze yanakları gene eski nadide bir şarap gibi lâl rengini alıvermişti.
Tevfik mutfaktan çıktı. Çardağa asılı portakal renginde kâğıt fenerleri, cebinden çıkardığı bir kibritle, birer birer yaktı.
— Kuzu hazır, efendiler.
Tepelerindeki mor, mavi gökte tepsi kadar beyaz bir ay, onlar altında kuzu kızartmasını, pilavı, bir ayin ciddiyetiyle ağır ağır çiğniyorlar.
Rakım'ın ağzı o kadar şapırdıyordu ki... Rabia'nın sinirleri yemek sonuna kadar zor tahammül etti, o herkesten evvel bitirdi, tabakları mutfağa taşımaya başladı.
Rakım bidüziye mutfağa geliyor, Rabia'nın bulaşığına yardım etmek istiyor. Kızın dimağının gözü onu portakal renkli ışıkta kuzu eti kemirirken görüyor. Gökte tepsi kadar yuvarlak bir ay asılı olduğu ilkbahar gecelerinde cüceliğin, ucubeliğin ne işi var? Rabia evvelâ somurttu, sonra tersledi, en son kahve tepsisini eline verdi, Rakım'ı bahçeye itti. O, kovulmuş bir köpek gibi omuzları düşük, başı önde, gözü hüzün içinde yavaş yavaş hasırdakilere iltihak etti.
Üç kişi birden geniş hasıra uzanmış, başları dirseklerinde, bir elleriyle sigara içiyorlar, Rakım bir dizi dikili, ortalarında oturuyor, burnunun deliklerinden mütemadiyen duman çıkarıyordu. Kocaman sarıklı, kocaman başı zaman zaman mutfağa dönüyor, sonra ağzından, burnundan dumanlar daha kalın, daha çabuk fırlıyor. Peregrini'ye, cüce bu akşam mustarip bir dehanın hulyâsı gibi göründü. O şımarık kız, bu bî-çâreyi neden bu akşam terslemişti?
Duvarın arkasında, komşu bahçelerinde, başka insanlar da yiyip içiyorlar, bir erkek öksürüyor, bir çocuk ağlıyor, bir kadın geç kalan kocasını azarlıyor. Havada yeni sulanmış keskin bir toprak kokusu var. Her bahçe batıda sulanır, böyle kokar, fakat bahar akşamları başka kokular da vardır: Zeytinyağlı kızartmalar, sarmısaklı cacıklar, yasemin, hanımelleri kokuları!
Sokaktan derin derin, uzak uzak uğultular geliyor. Orası bambaşka bir iklim, sokakta ve bahçede aynı insan başka başka yaşar, düşünür...
— Tak, tak, tak...
Kapı çalınıyor, Rabia ipi çekiyor ve ağzı dükkâna doğru sesleniyor:
— Kim o?
— Ben...
Kulaklarının arkasında birer kırmızı gül, yazma örtüsü arkasında sallanarak, bir Çingene şarkısı söyleyerek Penbe, Hıdrellez'den dönüyor. Mutfaktan geçerken Rabia'ya yardım teklif etmedi.
— Bahçede misafir var, Penbe Teyze.
Penbe işitmemiş gibi acele acele bahçeye çıktı, tekrar kahkaha sesleri, bir ağızdan söylenen şen türküler...
Bir daha:
— Tak, tak, tak...
Bir daha Rabia ipi çekiyor, dükkâna sesleniyor:
— Kim o?
Ses yok...
Rabia dükkâna gitti, aralık kapıdan dışarı baktı. Sokak üç renkli sulu boya bir levha gibi, saçakların arasından görünen koyu patlıcan gök, beyaz ay, siyah evler.
Kapının önünde sarı köpek kuyruğunu sallayarak burnunu dükkâna uzatıyordu.
— Kapıyı sen mi çaldın, Sarman?
Kapının arkasından bir öksürük duydu, sıkılgan, sinirli bir öksürük. Eğildi, duvara yapışan narin bir gölge gördü, henüz kalınlaşan pürüzlü bir erkek sesi:
— Benim... dedi.
— Ben? Ben de kim oluyor?
— Ben Bilâl! Hilmi Bey selâm ediyor, Tevfik Efendi ile misafirlerini konağa çağırıyor.
— Peki, şimdi söylerim. Sen... Sen Bilâl ha!
— Sen de Rabia Hanım, ha... Ne kadar büyümüşsün?
Gölge Rabia'nın gözlerini arıyordu. Kız, onun eski beceriksizliği, korkaklığı gitmiş olduğuna dikkat etti.
Kendi eşiğe kadar çıktı:
— Bakayım, bakayım... Bu ne güzel esvap!
Hâlâ yaş, hâlâ sabun kokan kızaran elleri Bilâl'in yakasındaki sarı şeritleri saydı.
— Rabia, kim geldi?
Tevfik içeriden sesleniyordu.
Rabia, mutfağa döndü:
— Hilmi Bey hepinizi konaktan istiyor, dedi.
Fakat kendi gitmeyecekti. Başı ağrıyordu, işini bitirip erken yatacaktı. Israr etmediler. Yaşlılar dünyası, Penbe de aralarında, çekildi, gitti. Genç Rabia ile aralarındaki uçurum bu gece kıza hiç dolmayacak kadar derin ve karanlık göründü. Fakat işini bitirince tuhaf bir hisle tekrar dükkânın kapısına gitti, açtı, sokağa baktı. Narin gölge hâlâ yerinde, beyaz baş örtülü kızın yüzüne eğildi, aç gözlü gözlerle kızın gözlerini aradı.
— Burada ne yapıyorsun, Bilâl?
— Sen içeride yapyalnız ne yapıyorsun?
— Mutfağı topladım. Bahçe mis gibi kokuyor. Hava bir ısındı ki...
Açık bir davet değildi, fakat gene Bilâl kızın arkasından dükkâna girdi. Ağır ağır dükkânı, mutfağı geçtiler, hasırın üstüne, karşı karşıya oturdular. Artık gözlerini birbirlerinden saklıyorlar, fakat ikisi de konuşmak istiyor, yalnız söyleyecek lâkırdı bulamıyor... Arada başlarını kaldırıp aya bakıyorlar, ikisi de göğüslerinde demirci örsü gibi işleyen yüreklerinin çarpıntısını birbirinden saklamak istiyordu. Bilâl'in dar setresinin körük gibi kımıldadığını Rabia gördü, Bilâl birdenbire kalktı, kızın önünde, gene ağır ağır mutfağı ve dükkânı geçti. Kapıda durdular. Rabia, evvelâ kollarının, sonra yakasının sarı şeritlerini saydı, parmakları Bilâl'in çenesine dokundu. Buz gibi soğuktu ve biraz titriyordu. Bilâl'in dudakları parmaklarına değdi ve orada biraz kaldı...
Rabia kısık bir sesle:
— Gelecek hafta mektepten çıktığın gün seni konakta görürüm, dedi.
Yalnız kalınca gazları söndürdü, ayaklarını sürüyerek merdivenleri çıktı. Şiltesini yükten çıkardı. İlk defa yassı namazını kılmadan yatağa girmişti. Uykusu yoktu, biraz sonra kalkardı. Gözleri tavanda düşünürken kısa parmaklı, buruşuk, katı iki el omuzlarından yakaladı. Dudaklarına sıcak bir şey dolmuştu. Bu bir rüya idi, fakat gergin vücudu gevşedi, rüyasız bir uykuya daldı
17
Bir hafta sonra Sabiha Hanım dedi ki:
— Rabia, sana kısmet çıktı, Paşa yarın Tevfik'le konuşacak.
O, Çingene Penbe'nin bakla falını taklit ederek mırıldandı:
— Paşa mı desem... Bey mi desem...
— Şaka demiyorum. Galip Bey seni istiyor. O ne surat, maymun? Daha iyisini nerede bulacaksın? Babası zengin, ne kaynana ne görümce var; bir evin bir kadını olacaksın.
Rabia askın bir suratla:
— Ben koca istemiyorum, dedi.
O akşam Rabia'nın gözlerinin etrafındaki siyah halkalara dikkat eden Tevfik, bahçede yemek yerlerken sordu:
— Hasta mısın, Rabia?
— Galip Bey beni istiyormuş, Paşa yarın seninle konuşacak.
Surat asmak bu defa Tevfik'e düştü. İçini karıştıran, gözlerini yakan gözyaşlarının birbirine benzemez saikleri vardı. Gözünü, gönlünü ısıtan biricik Rabia'nın, onun harap evini bırakıp gitmesi... Hem de koskocaman bir konağa gidip Tevfik'in sınıfından ayrılması. Bütün bunların üstünde bir de gene karar almak mecburiyeti. Gözünün ucuyla kızın yüzünü tetkik ederek sordu:
— Sen ne dersin?
O, kat'î bir sesle cevap verdi:
— Hanımefendi'ye ben olmaz, dedim.
Tevfik'in yüzünde güneş açtı. Vay şeytan vay! O yaşta nasıl çabucak karar veriyordu. Gözleri Rakım'ın, ikisini de süzen büyük gözlerine değdi:
— Sen ne dersin, Amca Bey?
— Ben Galip Bey'in öyle birdenbire atılacak bir kısmet olmadığını derim.
— Cüce Amca, demek benim bu evden gittiğimi istiyorsun?
— Çocukluk etme, Rabia. Sen çeyizsiz, çimensiz bir kızsın. Hanın, hamamın yok. Bir tek Cüce Amcan var... Galib'e varırsan beni çeyiz halayığı diye beraber alırsın. Galip gibi istediğin kalıba sokacağın kocayı bir daha bulamazsın. Başkası, belki beni eve bile sokmaz.
— Vay domuz cüce, vay. Hep kendi çıkarına bakıyorsun ha!
Tevfik, Rakım'ın arkasına bir yumruk indirdi. Fakat üçler, ayrılık tehlikesi geçirmiş üçüz kardeşler gibi birbirlerine sokuldular. Ve bu vak'a Rabia'nın konaktaki vaziyetinde ilk değişikliği yaptı. Galip ve Şevki orada iken Rabia artık Hilmi'nin odasına çıkmıyordu.
Cuma günü Bilâl, mektep üniformasıyla gül fidanlarını çapalamaya çıktı. Rabia ile konakta ilk tesadüfü orada olmadı mıydı? Kız mutlak oraya gelecekti. Üniformasını da çıkaramazdı. Kızın ince parmakları kollarının, yakasının şeritlerini saymıştı ve... Parmaklarının ucu dudaklarına dokunmuştu. O temasın arkasından geçirdiği ürpermeyi on yedi yaşının bütün şiddetiyle tekrar yaşarken amcası göründü. Kısa dudağı yukarıya çekildi, hırlar gibi güldü. Cici bici ceketle gül fidanı çapalandığını kim görmüştü?
Oğlan, ceketi attı, kollarını sıvadı. Amcasının gözleri önünde çapaya sarıldı.
Bayram Ağa çekilmiş, fakat o hâlâ çapalıyordu.
Uzun, beyaz boynunun üstünde çilli yüzü kıpkırmızı, alnından terler akıyor, arada birde fidanların arasından gözleri birini arıyordu.
— Hanımefendi, gül istiyor.
Sesi, ciddi fakat dudakları gülüyor, burnunun üstünde o cazip kırışık var. Gülleri beraber kestiler, parmakları bidüziye birbirine karıştı. O günün saadeti ondan ibaret kaldı.
Bilâl, konuşmak için gene ne kadar kafasını yorduysa, nafile oldu. Bir tek kelime bulup söyleyemedi. Fakat Rabia, ondan konuşmak beklemiyordu. Bilâl, ona, gelip geçen bir bahar günü gibi! Ondan, sıhhati, biraz vahşi güzelliği, biraz da ilk kendi yaşında temas ettiği insan olduğu için, hoşlanıyor.
Rabia, gülleri koklayarak gittikten sonra Bilâl muvaffak olamayanların yeisini duydu. Onun Rabia'ya, incizabı öyle iptidaî maddî bir gençlik hissi değildi. O, hiç de Rabia'nın farz ettiği gibi ham, kafasız değildi. Tahlil etmeyi bilmese bile gene karışık derin hisleri vardı.
Rabia, ona göre, hem nefret edip hem bayıldığı, olgun ve erişmiş bir şehrin bir nevi sembolü idi. Onun konuşuşunda, bakışındaki başkalığın, asırların yarattığı yüksek bir medeniyetin eseri olduğunu, kemiklerinde hissediyordu.
O sene Bilâl, mektebinde hayatı azıcık tadar gibi olmuş, kadın denilen sırra biraz temas etmişti. Onun spordaki kâbiliyeti, Rumelili, hattâ Bulgar talebe gruplarının başında ona hâkim bir vaziyet vermişti. Kendinden yaşlı talebe ile dolaşırken, birkaç Beyoğlu metaı Rum, Yahudi kadın tanımıştı. Birinin evine bile bir defa gitmişti. Ve bu temas onda kadın hakkında pek kat'i kanaatler hâsıl etmişti. Ona göre iki cins kadın vardı: Beyoğlu'nun orospuları ve aile kızları... Birincileri para ile alınır, ikincileri nikâhla. Rabia ikinci kısımdandı. Onun için Rabia ile mutlak evlenmeyi kurmuştu. Rabia'yı bir gün alacak ve ona kendinin ne şayan-ı hayret bir erkek olduğunu gösterecek...
Cumaları bahçede buluştukça, kıza, kendisinin adî bir mektep talebesi olmadığını anlatmaya çalışıyordu. Koruda bülbüller öterken, dallarda bahar çiçekleri beyaz alevler gibi güneşle yanarken o, hep ciddi bahisler açmaya uğraşıyordu. Ciddi bahisler de, Bilâl'e göre, istikbalde sahip olacağı at, araba, konak, uşak, halayık... Oğlanın içi güldür güldür işleyen, bin beygirlik bir dinamo gibi, kafası patlamaya müheyya bir barut mahzeni gibi... İçindeki kudret hissi, hâkimiyet arzusu taşıp etrafındakileri boğacak gibi coşkun... O, bir an istikbalinin harikuladeliğinden şüphe etmiyor. Bir bu kanaati Rabia'nın kafasına sokabilse...
Rabia'ya gelince, onun Bilâl'e karşı beslediği his, geçici bir sevk-ı tabîî tecellisi, bir ağaçtan bir ağaca koşan bir kuşun rabıtası...
İnce parmakları –ikisi için de bir itiyat haline gelen– ısrarla oğlanın yakasında dolaşırken çenesine dokunur, dudaklarının üstünde yeni beliren altın tüylere temas eder. Fakat Bilâl'in dizlerini kesen bu temasa karşı isyan eden bir tarafı da vardır. Rabia'yı hafif bulur, hareketini, içinden bir aile kızına, ileride nikâh edeceği bir aile kızına yakıştıramaz. Bilmez ki bu serbestlik, bu tabiîlik Rabia'da masumiyetinden, muhayyilesinin ona vaktinden evvel hayat tehlikesini öğretmemesinden... Herhalde buradan vaziyetleri böyle elektrikli bir şekle girince oğlan, hemen ona istikbalden bahsetmeye başlar. Fakat bu lâkırdı Rabia'nın içini sıkar... Çünkü o, muayyen sanatları olan, olgun ve düşünceli adamlar arasında büyümüştür. O, Bilâl ile sade oynamak ister. Bazân Bilâl'in lâkırdısını kesmek için Vehbi Dede'den, Peregrini'den bahsetmek ister. Fakat Bilâl'in yüzü müstehzî:
— Bu çalgıcılardan neye bahsedelim... Hilmi Bey ve arkadaşlarına gelince, onlar birer züppe, derdi.
— O halde kimden bahsedelim, sade senden mi?
— Selim Paşa'dan... Gördün mü adamı? İstediğine sopa çeker, dilediğini sürer, dünyanın anasını ağlatır, gene kimse gık diyemez. Bir konağına, debdebesine bak... Ben, onun gibi olacağım. Karımın onun karısı gibi elmasları, arabası, atı...
Rabia, bu sözü hemen keser, çünkü Selim Paşa'ya atfedilenşeyleri beğenmez.
— Paşa hiç de senin gibi öyle herkesin anasını ağlatan, âleme sopa çeken bir adam değil. Öyle nazik, öyle terbiyeli ki...
— O, haremde öyle görünür. Onun bir kusuru tahsili olmaması... Benim bildiğim şeyleri o bilse, biraz Fransızca okusa...
Bilâl burada susardı. Kendisini dâimâ istikbalde Zaptiye Nazırı görürdü. Sopa atacak, sürecek, fakat devlet emniyetini daha usulü dairesinde, daha kitaba uyan bir şekilde yapacaktı. Fakat Rabia'nın yüzü ilk tesadüflerinin husûsiyyeti, tahkir edenmânâsıyla:
— Galiba sen, Sabit Beyağabey gibi olmak istiyorsun, derdi.
İşte zulüm ve cebir, ne kadar usulü dairesinde olursa olsun, ne kadar bir kudret alâmeti gibi görünürse görünsün, Rabia'ya bir nevi külhanbeylik gibi geliyordu. Ye Rabia'nın onun o kadar parlak olan arzularını bir tulumbacıbaşının çalımı, kurumu gibi göstermesi içine iğne gibi batıyordu. Ve o zaman yumruklarını sıkıyor, kendinden geçiyor, dişlerini gıcırdatarak:
— Sana, ben, bir gün kim olduğumu göstereceğim, Rabia, diyordu.
Yaz tatilinin son cuması da bahçede hep bu zemindekonuşmuşlardı. Artık yeşillikler solmuş, yapraklar sararmış, bülbüller susmuş, rüzgâr soğuk soğuk esmeye başlamıştı.
Bilâl, içine dolan, taşan bu büyük şeyleri Rabia'ya anlatamamaktan, belki hiçbir zaman anlatamamak ihtimaliyle meyus, ilk defa olarak bir düşmana hücum eder gibi kızı kuvvetli kollarıyla sarmış ve ilk ve son defa dudaklarından öpmüştü.
Bilâl'in, üstü ipek tüylü, sıcak dudakları Rabia'nın ağzına dokunur dokunmaz, uçan bir kuş gagası gibi dudaklarından kalbine kadar gitti, içini tatlı tatlı sızlattı. Gözlerinin yeşil alevleri parıl parıl yanıyor, çıplak dalların arasında hızlı hızlı yürüyor ve kendi kendine:
— Bu oğlan acaba neden Karagöz'deki Tuzsuz Bekir gibi konuşmaktan hazzediyor, dünyanın anasını ağlatmak istiyor, diye hayıflanıyordu.
Yaz tatilinde iki çocuğun bahçede sık sık buluşmaları, uşakların gözünden kaçmadı. Gerçi bu buluşmalar saklı değildi, ikisi de sevdalı gibi gizli köşe aramamışlardı. Fakat ne de olsa, gene selâmlıkta biraz dedikodu olmuştu. Uşakların hepsi kız hafızın ciddiyetine kaildiler. Onlara geldi ki, Paşa'nın ve Hanımefendi'nin nazarında mevkii olan ve şöhreti dillere destan olan hafız kızı elde etmek için sadece bahçıvanın yeğeni, kızın peşinden koşuyor. Kızın gönlü olursa oğlana ne mutlu!
Bunu Bayram Ağa'nın kulağına koydular. Sandılar ki ihtiyar bahçıvan paçaları sıvayacak, yeğenine Rabia'yı almak için Paşa'nın ayaklarına kapanıverecek. Halbuki iş öyle olmadı. Bayram Ağa yumruklarını yere vurdu, akabinde ağzı köpürdü. Bilâl, bir orta oyuncusunun kızına, bakkallık eden bir kıza mı kalmıştı? Kim bu lâfı ederse gözünü patlatacaktı. Bahçıvanbaşı "besa"larmemleketinden, halbuki onlar hep Anadolu uşağı, hilmi,sükûtu seven adamlar. Hele İstanbul'a geleli bütün bütün yumuşamışlardı. Kahve ocağında kimse bu bahsi tekrar etmedi.
Fakat Bayram Ağa uşakların söylediklerini kurdukça kurdu. O Bilâl'in parlak istikbaline, oğlanın kendi kadar iman etmişti. Paşa'nın onu beğenip mektebe vermesi ikbalinin ilk alâmeti idi. Vaktiyle paşa damatları, sadrazamlar, herhangi paşanın istidadını beğenip terbiye ettiği adamlardan çıkmaz mıydı? Paşa belki kızını vermek istiyor, belki de yetiştirip ileride kendi yerini oğlana bırakacaktı! Öyle ya, Hilmi Bey kansız, cansız... Bilâl ateş gibi. Belki Paşa, Bilâl'den Padişah'a bile bahsetmişti. Bütün bu tatlı kuruntuları şimdi bir Rabia yıkacak mıydı?
Selim Paşa o sabah güllerinin sümüklü böceklerini topluyor, birer birer yere atıyor, üstüne basıyor, ezerken yüzünü gözünü buruşturuyordu. Güllerini bu kadar sevmese bunu yapmazdı. Hayvanlara çok acırdı, ömründe piliç kesmiş adam değildi. Cana kıymak, eziyet etmek –bunlar dairesinin haricinde, vazifesinin haricinde olursa– istikrah ettiği şeylerdi.
Bayram Ağa nazarı dikkati celb etmek için öksürdü:
— Merhaba Bayram Ağa!
— Merhaba Paşa Efendimiz!
— Ne var ne yok? Galiba bir şey söylemek istiyorsun?
— Evet, Paşa Efendimiz. Bir nâmus işi...
Paşa'nın elinden sümüklü böcek düştü, üstüne basmayı unuttu, gözleri ateş püskürüyordu. Bir an evvelki halim yüzün üstünü öyle bir gazap bürümüştü ki Bayram Ağa kadar yüreği olmayan kim olsa tabanları kaldırır kaçardı.
— Ne demek istiyorsun, herif?
Bahçıvan anlattı. Bilâl ile Rabia bahçede sık sık konuşmuşlar, uşaklar görmüş, bu ateşle pamuk oyunu tehlikesi Bayram Ağa'yı endişeye düşürmüş...
Paşa nefes aldı. Yüzü de sesi de vazife haricindeki mülayimliğini, nezaketini takındı.
— Bana bak Bayram Ağa. Bu o kadar fenâ bir şey değil. İkisi de birbirinin küfvü. Hanımefendi, Rabia Hanım'a bir ev alır, ben de oğlanı mektepten çıkınca bir memuriyete korum...
Bahçıvan başını salladı. Rabia Hanım onca hiç de Bilâl'in küfvü değil. Pekâlâ bir kızcağız ama olsa olsa bir imamla, bir bakkalla, belki de bir çalgıcı ustasıyla evlenebilir. Paşa'nın gene kaşları çatıldı.
— Bilâl kim oluyor?
Kim mi oluyor? Bahçıvan anlattı. O, Paşa'nın istidadını görüp eliyle mektebe verdiği çocuk. O vaktiyle padişahlara damat olan, vezir olan hamurdan yoğrulmuş! Bilâl en aşağı bir paşaya damat olabilir. Paşa'yı darıltmamak için binbir dereden su getirerek bunları, ihtiyar bahçıvan anlatırken, Paşa'nın gene yüzünün şiddeti geçti. Anlamıştı ve kızmamıştı. O eski Türk cemaatinin, içtimaî demokratıydı, asalet onca ferdin kabiliyetindeydi. Yalnız şimdiye kadar kızı ile zihni hiç meşgul olmamıştı; hem Bilâl'den büyük hem de sönük, sevimsiz bir kızdı. Alsa alsa onu Paşa'nın mevkiinden istifade etmek isteyen fakir bir genç alabilirdi. Yakışıklı, ateşli Bilâl'e kızını layık görmedi. Bilhassa ya o kadar sevdiği Rabia'nın gönlü oğlana aktıysa... Kaşlar gene çatıldı:
— Eğer Bilâl, Rabia Hanım'la eğlendiyse kemiklerini kırarım. Olur ki sadece bahçede konuşmuşlar, uşaklar işi izam etmişlerdir.Rabia Hanım herkesle konuşmuyor mu? Fakat...
Bayram Ağa telaş etti. İki tarafta da henüz kötülük olmadığına kaildi. Yoksa, yoksa... Bayram Ağa'nın da nâmusu ölçen bir ölçüsü vardı. Hem de yaman bir Rumeli ölçüsü. Eğer bir kötülük olduğuna inansa Bilâl'in etlerini kendi eliyle lokma lokma keser, kendi anası bile oğlanı tanıyamaz.
Paşa, "Bir düşüneyim," dedikten sonra güllerini de bahçıvanı da bıraktı, hareme gitti. Odasında, akşama kadar zihni bu işle meşgul oldu.
O cesur, o akıllı, o sevimli Rabia! Eğer kalbinde Bilâl'e zerre kadar alaka varsa mutlak Paşa onları birbirine verecek. Yoksa... O zaman Bilâl'i kendisine damat diye düşünebilir. İlk intihap hakkı Rabia'nın.
Akşam karısının odasına gitti. Rabia da, Çingene Penbe de oradaydılar. Kız bir şeyler anlatıyor, Sabiha Hanım da Penbe de gülüyorlardı. Rabia, Paşa'yı görünce sedirin yanına her zaman oturduğu minderi çekti, tablasını, kibritini getirdi.
Paşa, bir zaman kızın arkasında sallanan kumral örgülerine, çevik tavırlarına, güzel gözlerine şefkatle, rikkatle baktı.
— Bilâl'e mektep üniforması ne kadar yaraşıyor, dikkat ettin mi, Rabia?
— Evet. Hünkâr görse kızını verecek.
Sesi dargındı, acıydı, müstehzîydi. O akşam konağa gelirken ihtiyar bahçıvanla karşı karşıya gelmişti. Bayram Ağa onun âdetâ yolunu kesmiş, uzun uzun Bilâl'den bahsetmişti. Ve bu konuşuşta kız Bilâl'e pek benzeyen şeyler bulmuştu. Hep oğlanın ne büyük adam olacağından bahsetmişti. Ve münasebetli münasebetsiz Bilâl'in paşa damadı olacağını söylüyordu. İhtiyarın sesi âdetâ tehditle doluydu, "Gözünü aç, oğlan senin dengin değil," demek istiyordu. Rabia bu mülakatı Bilâl'in eski dedikleriyle birleştirerek Bilâl'in aleyhine –fakat haksız– bir hüküm çıkardı. Demek oğlanın attan, arabadan, uşaktan, halayıktan bahsetmesi Selim Paşa'ya damat olmayı kurmasından ileri geliyordu.
Paşa kızın yüzündeki fırtınanın farkına vardı. Güldü.
— Demek oğlan Hünkâr damadı olacak kadar yakışıklı ha!
Rabia da bütün dişlerini göstererek güldü. Hilmi'nin, minderin üstünde kalan fesini kaptı, başına giydi. Bilâl'in telaffuzu ile, çalımıyla söylediklerini söylüyordu. Hep, herkese göstereceğinden, herkesin anasını ağlatacağından başlıyor, hep sonunu Selim Paşa'ya hayranlığını ifade eden nutuklarıyla bitiriyordu.
Sabiha Hanım katılıyordu, fakat Paşa artık gülmüyordu. Yeni gençler nasılsa onu beğenmediklerini biliyordu, hattâ kendi oğlu bile. Demek Galatasaray'da kendisini numune edinmek isteyen bir tek genç var!
— Kuvvet sahibi, mevki sahibi adamları sen beğenmiyor musun, Rabia? Oğlanın büyük emelleri var diye niye eğleniyorsun?
Rabia omuzlarını silkti. Penbe bir şarkı mırıldanmaya başladı.
— Hızlı söyle, Penbe Hanım, oynak bir havaya benziyor:
Pencere açıldı, Bilâl oğlan,
Piştov patladı.
Acaba kanlı Bilâl, gene kimi hakladı?
Ben sana varmam, Bilâl oğlan.
Ben sana varmam.
Yedi yıl karşımda da dursan.
Gene sana yalvarmam.
— Penbe Hanım'ın türküsü senin hissine uyuyor mu, Rabia?
Rabia Paşa'ya baktı, bir gözünü kırptı:
— Tam tamamına, Paşa Efendi.
Bu türkü, konaktan salgın bir hastalık gibi geçti. Penbe bu hava ile Sabiha Hanım'ı eğlendirmek için göbek çalkaladı.
Tevfik, Penbe'den bu şarkıyı öğrenir öğrenmez, Karagöz'de söylemeye başladı.
Sokak çocukları, Sinekli Bakkal'da sabah, akşam bu türküyü çağırdılar.
Bu, Bilâl'i fenâ halde sinirlendiriyordu. Kendi derdi kendine yetişiyordu. Rabia, anlayamadığı bir sebepten dolayı onun yüzüne bakmaz olmuştu. Bir de amcası onu bir tarafa çekmiş, Paşa'nın kızına söz kesilmiş gibi, Paşa'ya damat olmak tahakkuk etmişgibi bahsetmişti.
Sonunda da Rabia ile konuştuğunu görürse kemiklerini kıracağını söylemişti.
Onun, Paşa'nın yaşlı, çirkin kızında hiç gözü yoktu.
Hâlâ gönlü Rabia'nın peşine takılı... Kızın konuşmamasına, kaçmasına rağmen, haftasonları Sinekli Bakkal'da bir heyula gibi dolaşıyor. Hattâ bir iki defa da dükkâna bir şey almak bahane ederek girdi. Fakat Rabia gene yüzüne bakmadı. Resmî bir sesle:
— Rakım Amca, bak Bilâl Efendi ne istiyor, dedi ve mutfağa geçti.
Bundan sonra Rabia'dan intikam için Paşa'ya damat olmaya gönlü razı oldu.
Son bir gece daha, ay ışıklı bir gece, dükkânın kapısına gitti. Hıdrellez akşamının hatırası o kadar yüreğini sızlattı ki arkasını kapıya dayadı, durdu. Dükkânın üstündeki odadan Rabia'nın kalın sesini işitti:
— Ben sana varmam, Bilâl oğlan.
Ben sana varmam.
Yedi yıl karşımda da dursan,
Gene sana yalvarmam.
Bạn đang đọc truyện trên: AzTruyen.Top